Ocak ayının ortalarına doğru sakalım uzamıştı. Kış da sürüp gidiyordu; gündüzler güneşli ve serin, geceler ise alabildiğine soğuktu. Zaman zaman yine yollarda gezintiye çıkabiliyorduk. Karlar, saman ve odun taşıyan kızaklarla, dağdan aşağı çekilen kütüklerle basılmış, dümdüz olmuştu. Neredeyse Montrö'ye kadar her yer karla kaplıydı. Gölün öte yakasındaki dağlar bembeyazdı. Rhone Ovası da karlar altında kalmıştı.
Dağın ötesindeki Bains d'Alliez'e doğru uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Catherine ayaklarına altı kabaralı potinlerini giyiyor, pelerinine bürünüyor, eline de sivri çelik uçlu bir baston alıyordu. Pelerin giyince gebeliği göze batmıyordu pek. Öyle çok hızlı yürümüyorduk. Yorulduğu zaman duruyor, yol kıyısındaki kütük yığınlarının üstüne oturup dinleniyorduk.
Bains d'Alliez'de ağaçların arasında bir han vardı, oduncular buraya uğrayıp içki içerlerdi. Biz de bu hana giriyor, sobanın başında ısınıyor, içine baharat ve limon konulmuş sıcak kırmızı şarap içiyorduk. Gluhwein diyorlardı bu şaraba. İnsanı ısıtmak ve neşelendirmeye bire birdi.
Han karanlık ve dumanlıydı. Buradan dışarı çıktığımızda soğuk ve temiz hava insanın içine işliyordu, soluk alırken burnumuzun direği sızlıyordu. Dönüp hana baktığımızda, hanın pencerelerinden ışık sızdığını, oduncuların atlarının ısınmak için dışarda eşindiklerini, başlarını sağa sola salladıklarını görüyorduk. Ağızlarının üstündeki kıllar buz tutmuştu, her soluk alıp verişlerinde burunlarından tüy gibi incecik buhar bulutları fışkırıyordu. Eve doğru yukarı çıkarken yolun bir bölümü dümdüz ve kaygandı. Bir süre sonra, odun yüklü atlardan dökülen çer çöp yüzünden yolun rengi değişir, turuncu bir renk alırdı. Derken yine tertemiz karlarla kaplı olarak koruluk boyunca uzanırdı. Akşamları eve dönerken burada iki kez tilkilere rastlamıştık.
Güzel, şipşirin bir ülkeydi burası. Dışarı çıkıp dolaşmaktan büyük bir mutluluk duyuyorduk.
Catherine:
“Sakalın çok güzel oldu,” dedi. “Tıpkı oduncuların sakalı gibi. Şu, kulaklarına küçücük altın küpeler takmış adamı gördün, değil mi?”
“Dağkeçisi avcısı,” dedim. “Bu avcıların dediklerine göre küpe takınca çok daha iyi işitirlermiş.”
“Sahi mi? inanılacak şey değil doğrusu. Bana kalırsa dağkeçisi avcısı olduklarını göstermek için takıyorlardır. Dağkeçisi var mıymış buralarda?” “Evet, Dent de Jaman'ın arkalarında.”
“Tilkileri görmemiz ne iyi oldu.”
“Tilkiler uyurken, vücutlarını sıcak tutmak için kuyruklarına sarınırlarmış.”
“Ne hoştur kimbilir.”
“Tilkilerinki gibi bir kuyruğum olmasını ister dururdum. Tilki gibi kuyruklarımız olsaydı amma da matrak olurdu değil mi?”
“Ama giyinirken akla karayı seçerdin sonra.”
“Giysileri ona göre diktirirdik. Ya da giyim kuşamın önemli olmadığı yerlerde otururduk.”
“Şimdi de kimsenin kimseye aldırış etmediği bir ülkede yaşamıyor muyuz zaten? Ne iyi değil mi kimseyi görmeyişimiz? Hiç kimseyle görüşmek istemiyorsun değil mi sevgilim?”
“İstemiyorum.”
“Azıcık oturalım şurada ha? Biraz yoruldum da... “
Yan yana oturduk kütüklerin üstüne. Yol ta ilerde ormandan aşağı kıvrılıyordu. “Aramıza girmeyecek değil mi? Şu küçük velet yani?”
“Hayır. Göz yummayız buna.”
“Para durumumuz nasıl?”
“Paramız bol. Son çeki de bozdular.”
“İsviçre'de bulunduğunu öğrenince ailen bir şeyler yapmaya kalkmaz mı acaba?” “Bakarsın çağırırlar filan. Bir iki satır bir şey yazayım bari.”
“Daha yazmadın mı?”
“Yo. Çek gönderin dedim, o kadar.”
“İyi ki senin ailenden biri değilim ben.”
“Olmazsa bir tel çekerim.”
“Seninkileri özlemez misin hiç?”
“Özlerim. Severdim de, ama öyle çok hırgür çıktı ki aramızda, artık sevgi mevgi hak getire.”
“Onları seveceğimi sanırım. Hiç kuşkusuz çok seveceğim.”
“Her neyse, bırakalım onlardan öz etmeyi. Yoksa onları düşünüp meraklanmaya başlamam işten bile değil.”
Kısa bir sessizlikten sonra:
“Dinlendinse gidelim artık,” dedim.
“Dinlendim.”
Aşağı doğru yine yola koyulduk. Hava kararmıştı artık. Kar ayakkabılarımızın altında gıcır gıcır ediyordu. Gece kuru, soğuk ve dupduruydu.
“Bayılıyorum şu sakalına,” dedi Catherine. “Ne de güzel oldu ama. Sert ve yabanıl bir görünümü var ama öyle yumuşacık, öyle hoş ki!.. “
“Sakallı oluşumu daha mı çok beğeniyorsun?”
“Sanırım öyle. Biliyor musun sevgilim, minik Catherine doğuncaya dek saçlarımı kesmeyeceğim. Pek iriyarı, pek hantal görünüyorum şimdi. Ama o cimcime doğduktan sonra yine ipince olurum, o zaman saçlarımı keserim. Yepyeni bir kız olurum senin için. Gider birlikte kestiririz, ya da en iyisi ben kendim gider kestiririm, sürpriz yaparım sana.”
Sesimi çıkarmadım.
“Karşı çıkmazsın buna, değil mi?”
“Hayır, çıkmam. Bakarsın daha hoş olur belki de.”
“Ah! Öyle tatlı şeysin ki! Belki de öyle güzel, öyle incecik olurum ki, yeni baştan abayı yakarsın bana.”
“İyi vatla,” dedim, “yeterince yanıp tutuşuyorum senin için zaten. Niyetin ne? Beni yakıp kül etmek mi?”
“Evet. Yakıp kül etmek istiyorum seni.”
“İyi,” dedim. “Benim de istediğim o.”