Aleni Bilgiler ve Apaçık Kesin Burhan
“Akl”ın birçok manası ve muhtelif kullanım alanları vardır. İşte bu yüzden akıl için çeşitli tanımlar zikredilmiştir.526 Bu bahsimizde geçen akıldan maksat, gerçekler ve değerler üzerine tefekkür edip düşünen, insanın derununda olan güçlerden birisidir. Tefekkür ve tedebbür ederek gerçekleri ve değerleri tanıdığı için insanda böyle bir gücün varlığı bilinen ve inkâr edilemeyen bir hakikattir.
Bu esrarengiz ve deruni güç vasıtasıyla insanın ulaştığı malumat ve maarif iki kısımdır:
a) İnsanoğlu için ulaşılmasında edinim ve iktisaba, ayrıca herhangi bir istidlale gereksinim duyulmayan ve kendiliğinde anlaşılan bilgiler (zaruri veya bedihi ilim). Mesela; “İki zıddın bir arada olması imkânsızdır.” veya “Her mevcudu bir vücuda getiren vardır.”
b) Düşünce ve istidlal gerektiren, birkaç yakini (bedihi veya aleni olarak ortaya çıkan) mukaddimenin birleştirilmesi ile ulaşılan bilgiler (nazari veya kesbi ilim). Mesela; “Âlem değişmektedir.” ve “Her değişen şey yenidir.” bilgilerinin birleşmesiyle elde edilen “Âlemin hâdis ve yeni oluşu” bilgisi bu kabildendir.527 Bu bahiste bedihi bilgiler birinci kısma matuftur ve apaçık kesin burhandan maksat ise ikinci kısımdaki akli bilgilerdir.
İnsanlar yaptıkları konuşmalarda her zaman bedihi bilgiler ve net kesin kanıtlardan karine olarak istifade etmekte ve bu şekilde maksatlarının başkaları tarafından anlaşılması ve anlatılmasında ondan faydalanmaktadırlar. Yani bir konuşmacının, açıklamakta olduğu bir konu hakkında bedihi bilgi ve net deliller bulunduğunda akıllı bir insan kendi maksadını anlatmada kullandığı ibarelerin yanı sıra bu bedihi bilgi ve kesin delilleri kendi sözüne karine olarak getirir. Bu bedihi bilgilerle maksadını açıkladığı ölçüde kendi sözlerinden karine olarak azaltır, kendisini onları kullanmaktan alıkoyar. Bu yüzden onun muhatapları da zikredilmiş olan sözleri bu bedihi bilgi ve kesin delilleri dikkate alarak onun sözünden anlarlar.
Öte yandan Kurân-ı Kerim, fasih Arapça ile akil insanlar arasında yaygın konuşma kuralları esasına dayalı şekilde insanlarla konuşmaktadır. Allah ve Resulü (s.a.a) tarafından da söz konusu yöntemi itibarsız kılacak veya kullanılmadığını gösterecek hiçbir delil olmadığından; hatta bazı rivayetlerin bilakis bunu teyit ettiğinden528 yola çıkarak şu sonuca varırız: Yüce Allah Kurân ayetlerinin zahiri delaletlerindeki kendi maksadını anlatmada bu yöntemi kullanmıştır. Dolayısıyla Kurân ayetlerini anlamada bedihi bilgiler ve kesin deliller dikkate alınmalıdır; bunlar göz önüne alınmadan ayetlerin zahiri anlamının itibarı yoktur.
Şimdi bedihi bilgi ve kesin delillerin karine oluşu konusunda daha fazla açıklama için Kurân ayetlerinden bazılarını zikredeceğiz:
Daha önce de beyan edildiği gibi Kurân-ı Kerim’de birçok akli mecazlar vardır. Bunların (hepsi olmasa da) birçoğunda isnadın mecazi olduğu konusundaki karine bedihi bilgilerdir. Onlardan birkaç örnek şöyledir:
“İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.”529
Bu ayet-i kerimede ticari kâr ve zararın olmadığı bilakis şahıslara yönelik kâr ve zararın olduğu aşikârdır. Hal böyle olunca da onların ticaretlerinin kâr etmemesinin mecazi anlam taşıdığı, asıl maksadın münafıkların hidayeti bırakarak sapkınlığı almalarıyla kâr etmedikleri anlaşılmaktadır.
İster mürsel olsun ister istiare, lâfzî mecazlarda da bedihi bilgiler karinedir. Örnek olarak;
“Zira sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve sadece ahlaksız ve kâfir çocuklar doğururlar”530
ayetinde “ahlaksız ve kâfir” ifadesinden maksat Nuh kavminde iman ve tevhit fıtratı üzere doğduğu halde babalarının eğitimleri sonucunda günahkâr ve küfür ehli olacak çocuklardır. Buradaki mecaz, mecaz-i mürseldir ve karinesi ise aklen bedihi olan bilgidir. Çünkü Nuh’un (a.s) hedefinin “onların kalmaları durumunda ahlaksız ve kâfir çocuklar dünyaya getireceklerinin olmadığı” açıktır. Onun maksadı, bu kâfirlerin kalmaları durumunda ahlaksız ve kâfir kişiler yetiştirecekleridir.
“Bunlar, işte Rablerinden bir hidayet üzerindedirler…”531
Bu cümlede de bedihi bilgi esasına dayalı olarak gerçekte “üst ve üzerine çıkma” manasına gelen “عَلَى” kelimesinin bu anlamı kastedilmemiştir. Maksat, bir tür kinaye olup hidayette istikrar ve sebata kavuşup derinleşmeleri anlamını ifade etmektedir. Zira hidayetin, üzerine çıkılıp gerçek manada onun üstünde bulunulacak bir şey olmadığı aşikârdır.532
İcaz veya kısaltma yerlerinde de bazen bir kelime veya cümlenin silinmiş olduğu akli açıdan bedihidir. Örneğin;
“…Biz “asanla taşa vur!” demiştik ve o taştan on iki pınar fışkırmıştı…”533
Ayetinde “o taştan on iki pınar fışkırmıştı” cümlesinden önce bir cümlenin takdirde ve gizli olduğu akli açıdan malumdur. Çünkü o taştan on iki pınarın fışkırmasının bir sebebi olması gerektiği aşikârdır. Oysaki bu sebep ayette zikredilmemiştir ve önceki cümleden bu sebebin ne olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebep, Hz. Musa’nın (a.s) asasını taşa vurmasıdır. O halde burada “asasını taşa vurdu” cümlesi takdirde tutulmalıdır.534
Kurân’ın bazı ayetlerinde apaçık kesin burhan, Allah’ın kelamındaki maksadını anlamada karine sayılmıştır. Onlardan bazı örnekler aşağıda zikredilmiştir:
“ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ إِلَىٰ رَبِّهَا نَاظِرَةٌ / Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar.”535
“Nazire” kelimesi “nazar” sözcüğünün ism-i failidir. Lügatte “nazar” ve onunla aynı familyadan olan sözcükler için müteaddit manalar ve muhtelif kullanım alanları zikredilmiştir.536 Bu sözcük “إِلَى” kelimesi ile kullanıldığında bir şeye nazar etmek ve bakmak manasına gelir. Fakat bu ayette Yüce Allah’ın zahiri gözle görülmesinin imkânsız olduğu hususundaki açık kati delil “إِلَىٰ رَبِّهَا نَاظِرَة/Rabbine bakar” cümlesindeki mananın birtakım yüzlerin Allah’a bakacağı anlamında olmadığına karinedir. Zira göz ile bakmak yalnızca yönü ve mekânı olan, üzerlerine ışığın yansıdığı ve duyu organlarıyla işaret edilebilecek durumda olan nesneler hakkında geçerlidir. Dolayısıyla buradaki mana rivayette537 açıklandığı ve siyakın da desteklediği gibi Rabbin mükâfatına bakmaktır. Yani bakmak fiilinin Rabbe isnadı mecazîdir ve akli mecazdır veya bazı müfessirlerin görüşüne göre kalp gözüyle bakmaktır.
“Rabbin geldiğinde ve melekler saf saf dizildiğinde.”538
Bu ayette her ne kadar “جَاءَ/geldi” fiili “رَبُّكَ/Rabbin” kelimesine isnat edilmişse de Yüce Allah’ın gidip-gelme, yer değiştirme gibi durumlara maruz kalmasının imkânsız olduğu hususundaki açık ve kesin burhan, buradaki isnadın hakiki olmayıp mecaz anlamında kullanıldığına, başka bir değişle akli mecazın bulunduğuna bir karinedir.
Şu konuya da değinmek yerinde olacaktır; bazı rivayetlerde Kurân ayetleri bedihi bilgiler doğrultusunda veya kesin akli deliller dikkate alınarak tefsir edilmektedir. Bunlara örnek olarak aşağıdaki rivayetleri gösterebiliriz:
1- “…Ali b. Fezzal babasından şöyle nakleder: İmam Rıza’ya (a.s) Yüce Allah’ın “Rabbin geldiğinde ve melekler saf saf dizildiğinde” sözü hakkında sorduğumda şöyle buyurdu: Münezzeh olan Allah gelip, gitme gibi özelliklerle vasıflanamaz. O, yer değiştirmekten yücedir. Burada “Rabbinin emri geldiğinde” manası kastedilmektedir…”539
Bu rivayette zikri geçen karineye istinaden “Rabbin geldiğinde” cümlesi “Rabbinin emri geldiğinde” şeklinde anlamlandırılmıştır.
2- “…Ali b. Fezzal babasından şöyle nakleder: İmam Rıza’ya (a.s) Yüce Allah’ın “Hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar”540 sözü hakkında sorduğumda buyurdu: Şanı yüce olan Allah içine sığacağı bir mekânla vasıflanamaz ki orada kulları ile arasına perde inmiş olsun. Burada “Rablerinin sevabını görmekten mahrum kalacaklardır” manası kastedilmiştir.”541
Bu rivayette Yüce Allah’ın bir mekânda bulunmaktan yüce olduğu gerçeğine istinat edilmiş ve kullarının ondan (görmekten veya huzurundan) mahrumiyetleri “onun sevabından mahrumiyetleri” şeklinde tefsir edilmiştir. Dolayısıyla ayette geçen “لَمَحْجُوبُونَ” ifadesinin “عَنْ رَبِّهِمْ”e olan isnadı mecazîdir ve akli mecaz sayılmaktadır.
3- “…Ebu Cafer (Muhammed b. Numan) şöyle der: İmam Cafer-i Sadık’a (a.s) Yüce Allah’ın “O, göklerde de, yerde de Allah’tır.” sözü hakkında sordum. Buyurdu: Aynı şekilde her yerdedir. “Zatıyla mı?” diye sordum. Buyurdu: Yazıklar olsun sana! Mekânlar sınırlı ölçülerdedir; o, zatıyla falan mekândadır dediğinde falan ölçüdedir demen gerekir… Ancak o, yarattıklarından ayrıdır; onları ilmi, kudreti, feraseti, hükümranlığı ve saltanatı ile kuşatmıştır. Onun yeryüzündeki ilmi gökteki ilminden az değildir. İlmi, kudreti, hükümranlığı, saltanatı ve ihatası karşısında her şey ona eşittir.”542
Bu rivayette Yüce Allah’ın mekânı olmaktan münezzeh oluşu karinesiyle “O, göklerde de, yerde de Allah’tır”543 ayeti şöyle tefsir edilmiştir: Yüce Allah gökleri, yeryüzünü ve diğer mahlûkatı ihata edip, kuşatmıştır. Allah’ın yeryüzündekilere olan ilmi göklerdekilere olan ilminden az değildir. Hiçbir şey ondan uzak değildir. Onun ilmi, kudreti, hükümranlığı ve saltanatı karşısında her şey eşittir.
4- “…Davud er-Raki şöyle der: İmam Sadık’a (a.s) Yüce Allah’ın “Onun arşı suyun üzerindeydi.”544 sözü hakkında sorduğumda buyurdu: “Bu konuda ne diyorlar?” Dedim: “Diyorlar ki; arş suyun üzerinde ve Rab de arşın üstündedir!” İmam buyurdu: Bunu zanneden yalan söylemiş ve Allah’ı taşınan bir şeye dönüştürüp, onu yaratılmışların özelliği ile vasfetmiştir. Ayrıca onu taşıyan şeyin daha güçlü olduğunu kabullenmesi gerekir. Sana feda olayım, bunu açıklayın dedim. Şöyle buyurdu:…”545
Bu rivayette de Yüce Allah’ın taşınmasının imkânsız olması karinesi ile O’nun arşın tepesinde olması görüşü batıl edilmiştir.
5- “Abdullah b. Kays, İmam Rıza’dan (a.s) şöyle nakleder: Hazretten (a.s) “Hayır, onun iki eli de açıktır.” ayetini okuduğunu duyduğumda (kendi elimle onun ellerine işaret ederek) “elleri böyle mi?” diye sordum. Buyurdu: Eğer böyle olsaydı mahlûk olurdu.”546
Bu rivayette ayette geçen “ellerin” insan ellerine benzemediği konusuna, bu mananın açık bir şekilde mahlûk olmayı gerektirdiği ve Yüce Allah’ın bundan münezzeh olduğuyla istinat edilmiştir.
6- “Ebu Hamza’dan şöyle rivayet edilir: İmam Muhammed Bakır (a.s), Yüce Allah’ın “O’nun vechinden başka her şey yok olucudur.”547 sözü hakkında şöyle buyurdu: “Her şey yok olucudur ve sadece bu vech kalacaktır. Allah vecihle/yüzle vasfedilmekten münezzeh ve yücedir. Lakin bunun manası şudur: O’nun dini ve O’na gelinen yüzden başka her şey helak olucudur.”548
Bu rivayette Yüce Allah’ın yüzü olmadığının bedahetine istinaden “O’nun vechi” “O’nun dini” şeklinde anlamlandırılmıştır.
7- “…Hamza b. Rabi şöyle der: Ebu Cafer’in (İmam Bakır’ın) (a.s) bir toplantısında bulunduğum sırada Amr b. Ubeyd o Hazretin (a.s) huzuruna vardı ve şöyle dedi: Yüce Allah’ın “Gazabım kime inerse, şüphe yok ki, o mahvolur”549 sözündeki bu gazap nedir? İmam Bakır (a.s) ona şöyle buyurdu: O, azaptır ey Amr! Zira her kim Allah’ın bir durumdan başka bir duruma geçtiğini zannederse onu mahlûkun özelliği ile vasfetmiş olur; hiçbir şey onu harekete geçirmez ve hiçbir şey onu değiştirmez.”550
Bu rivayette ise gazabın bilinen manasıyla mahlûkatın özelliklerinden olduğu ve hiçbir şeyin Allah’ı harekete geçirmediği, onun durumunu değiştirmediği karinesiyle “gazap” kavramına “azap” manası verilmiştir.
8- “…Burka babası aracılığı ile İmam Sadık’tan (a.s) Yüce Allah’ın “Bizi öfkelendirdiklerinde onlardan intikam aldık”551 sözü hakkında şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allah Teâlâ bizim öfkelenmemiz gibi öfkelenmez. Fakat Allah, kendisi için bazı veliler yaratmıştır ki onlar üzülürler ve onlar hoşnut olurlar. Onlar, mahlûkturlar ve üzerlerinde tedbir vardır. Allah, onların hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ve onların öfkesini kendi öfkesi kılmıştır… Eğer öfke ve gazabı yaratanın kendisine bu durum ulaşırsa, onda değişim olmuş demektir ve bu şekilde olunca da helak olmaktan güvende değildir. Eğer böyle olursa yaratanın yaratılandan farkı kalmaz, güç yetiren güç yetirilenden ve halik mahlûktan ayırt edilmez. Allah Teâlâ bu sözden çok yüce ve münezzehtir.”552
Bu rivayette öfkelenmenin Yüce Allah’a yüklenmesinin imkânsız oluşu karinesine dayanılarak öfkelendirmek manasındaki “آسَفُو” fiilinin biz anlamına gelen “نَا” zamirine isnadı mecaz ve akli mecaz sayılmıştır. Dolayısıyla “آسَفُونَا/bizi öfkelendirdiklerinde” “Allah’ın velilerini öfkelendirmek” olarak mana edilmiştir.
Bu rivayetlerden şu neticeye varmaktayız: Ayetlerin tefsirinde akli karineden (akli bedahet ve kesin delil) istifade etmek, akıl erbabının konuşma kuralları konseptine mutabık olmakla birlikte bunun doğruluğu rivayetler tarafından da desteklenmiştir.553
Bu bahsin sonunda birkaç nükteye değinmekte yarar vardır:
1- Bazı yerlerde bedahet veya burhan, sadece karine-i sarife (yani zahiri anlamdan vazgeçiren karine) olup karine-i muayyine (yani manayı belirleyici bir karine) değildir. Yani sadece lafzı, tek başına delalet ettiği zahiri anlamdan uzaklaştırır ve konuşmacının bu lafızla kastettiği mananın tayinine delalet etmez. Netice olarak da maksadın belirlenmesi için başka bir karineden destek almak gerekir. Örneğin; “Rablerine doğru bakarlar.”554 ayetinde akli burhanın delalet ettiği şey, bu cümlenin manasının zahiri gözle Rabbe bakmak olmadığıdır. Fakat bunun manası, bazı müfessirlerin555 beyan ettiği gibi Yüce Allah’a kalben nazar etmek midir veya hissi anlamda Rabbin sevabına bakmak mıdır556 veyahut Rabbin sevabını beklemek midir,557 akli delil bunların hiçbirisinin tayinine delalet etmez. Bu hususta siyak gibi diğer karinelerden veya Kurân’ın diğer ayetleri ya da rivayetlerden destek almak gerekir. Nitekim bu ayette siyak ve bazı rivayetlerin dikkate alınmasıyla ikinci mananın kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Tabi ki bu, birinci mananın maksut olması ihtimalini ortadan kaldırmaz.
Aynı şekilde “Anneleriniz, kızlarınız ve kız kardeşleriniz ve… size haram kılınmıştır.”558 ayeti, şer’i hükmün şahısların zatına taalluk etmesinin aklen imkânsız olması karinesine istinaden bu cümlenin; anneler, kızlar ve kız kardeşlerin zatlarının haram oluşuna delalet etmediğini anlamaktayız. Burada haram olan şey onlarla bir tür ilişki olduğundan gizlide bir şey olmalıdır. Fakat gizli olan bu şeyin ne olduğu, yani onlara yönelik neyin haram olduğu (onlara eziyet etmek mi veya onları nikâhlamak mı ya da başka bir şey mi), bedahet veya akli delille belirlenecek bir şey değildir. Ancak siyak ve hükümle konu arasındaki münasebetten burada “nikâh”ın takdirde bulunduğunu ve maksadın onlarla evliliğin haram olduğunu anlıyoruz. Bu yüzden “Size murdar, kan ve domuz eti… haram kılındı.”559 Ayetinde haram hükmünün zikri geçen şeylerin zatına taalluk etmesi (şer’i hükmün şahısların zatına taalluk etmesinin aklen imkânsız olması karinesiyle) önceki ayetteki gibi olmakla birlikte fakat bu ayette takdirde tutulan şey önceki ayette takdirde olan şeyden başka bir şeydir. Çünkü burada hükümle konu arasındaki münasebet ve siyak, “أَكَلَ/yemek” kelimesinin takdirde ve gizlide olmasını gerektirmektedir. Binaenaleyh akli delilden haddinden fazla istifade etmemeye dikkat edilmelidir.560
2- Aklen bedihi olan bilgiler düşünmeyi ve istidlali gerektirmediği için ve muhataplar açısından cümle ile karşılaştıklarında ne anlatılmak istendiğini hemen kavradıkları için muttasıl karinelerden sayılmaktadır. Fakat akli deliller, düşünce ve istidlal gerektirdiği için en baştan muhatap açısından aşikâr değildir; dolayısıyla da muttasıl olmayan karinelerden sayılırlar. Bununla birlikte onu burada aklen bedihi olan muttasıl karinelerin yanında zikretmenin sebebi de şudur; onu vazıh olanların yanında tanımlamak daha açıktır. Böylece onun açıklılığının yanında karine oluşunu belirtmek sözün uzamasını da engellemektedir.
3- Akli bulgular birkaç çeşittir:
a) Bedihiyat ve vazıh olanlar,
b) Aşikâr kati deliller,
c) Bedihiyattan uzak önermelerden oluşan ve felsefede ispatlanmış temeller üzerine oturtulmuş, herkesin idrak edemediği, yalnızca filozofların veya yetenek sahibi kişilerin anlayacağı karmaşık felsefi deliller,
d) Yakin ve kesin olmayan mukaddimelerden oluşmuş zanna ve kıyasa dayalı deliller.
Zikredilen bulgulardan birinci ve ikinci kısmın karine oluşu inkâr edilemez. Dördüncü kısım ise asla karine sayılamaz ve zahiren bu konuda hiçbir ihtilaf da yoktur. Çünkü akıl erbabının akli karinelere itimat etme geleneği bu kısım hakkında geçerli olmamıştır. Akıl sahipleri kendi aralarındaki teamüllerinde zanna dayalı şeylere karine olarak itimat etmemişlerdir. Fakat üçüncü kısmın karine oluşunda teammül vardır. Şayet bu delilin kendileri için sabit ve aşikâr olduğu kimselerin ona itimat etmesinde bir mani yoktur ve onlar ayetlerin mefhumunu bu karineleri dikkate alarak elde edebilirler. Fakat bu delilin hakikati kendisi için meçhul olan ve onun sıhhatinde kuşkusu olan kimseler ona itimat edemezler.561
Muttasıl karinelerin ardından şimdi ise muttasıl olmayan (munfasıl) karineleri inceleyeceğiz.
Muttasıl Olmayan Karineler
a) Diğer Ayetler
İnsanlar arasında yaygın olan konuşma, anlatım ve algılama konusunda bir konuşmacı veya yazarın sözlerindeki icmal veya ipham, o konuşmacı veya yazarın diğer sözlerine bakılarak giderilir. Konuşmacı veya yazarın bir konuya ilişkin sözlerini farklı toplantı ve platformlarda dağınık bir şekilde beyan eden kimselerden olduğu bilindiğinde veya buna ihtimal verildiğinde hatta onun söz veya yazısında ipham ve belirsizlik, icmal ve özet olmasa bile sırf diğer sözleri veya yazıları arasında takyit, karine, tahsis ve izah bulunması; bunların dikkate alınmasıyla da onun sözünün anlamının değişebileceği ihtimali verilmesi durumunda, onun diğer söz ve yazılarının da incelenip, mevcut konuşma veya yazısının, diğer söz veya yazılarının incelenmesinin ardından elde edilecek sonuca göre değerlendirilmesini gerektirir. Başka bir ifadeyle sözün kullanımı ile gerçek maksadın mutabakatının akıl erbabı nezdinde geçerli bir kanun olması562 böyle bir konuşmacı veya yazarın diğer sözlerini de incelemeye bağlıdır.
Ayrıca hepimizin bildiği gibi Kurân-ı Kerim bölüm ve konulara göre tasnif edilmiş bir kitap değildir. Yani bir konuyla ilgili sözlerin hepsi yalnızca bir konu altında toplanmış değildir. Aksine konular çeşitli surelerde dağınık şekilde açıklandığı halde onun dağınık olan ayetleri birbirine nezaret etmektedir.563
Zikri geçen nükteler dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Her ayetin tefsirinde; hatta icmal ve teşabühün olmadığı yerlerde dahi o ayetin manasıyla irtibatı olan veya onun manasını etkileme ihtimali bulunan tüm ayetlere müracaat edilmeli ve onları munfasıl karineler olarak dikkate alarak ayeti tefsir etmelidir.564
Buna dayalı olarak yapılan her ayetin tefsirinde tam bir araştırma ve azami bir dikkat de zaruridir. Kurân’ın Kurân’la tefsiri yalnızca güzel ve beğenilmiş bir yöntem olmakla kalmaz hatta birçok yerde o olmaksızın ayetlerden Yüce Allah’ın gerçek muradını elde etmek imkânsız bir hal alır.565 Mesela;
“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç temizlik süresi beklerler…”566 Eğer Kurân’ın diğer ayetlerine müracaat edilmez ve onlar dikkate alınmazsa Yüce Allah’ın bu ayetten gerçek muradı elde edilemez. Ayetin zahirinden şu anlaşılmaktadır: Boşanmış olan her kadının üç temizlik süresi kadar iddeti vardır. Bu hususta hamile olup olmaması ve cinsel ilişkide bulunup bulunmaması arasında hiçbir fark yoktur. Fakat şu iki ayet dikkate alındığında durumun ne denli farklı olduğu ortaya çıkmaktadır:
“Ey iman edenler! Mümine kadınları nikâhlar ve onlarla temasta bulunmadan onları boşarsanız, sizin tarafınızdan onların üzerinde sayacağınız bir iddet yoktur…”567
“Adetten kesilen kadınlarınız hakkında şüphe ederseniz, onların iddet süresi üç aydır. Henüz adet görmeyenler de böyledirler. Gebe kadınların süreleri ise, yüklerini bırakmalarıdır…”568
Bu iki ayet dikkate alındığında mevzu bahis olan ayette kastedilen boşanmış kadınlardan kimlerin kastedildiği daha net anlaşılmaktadır. Ayette cinsel ilişkide bulunmuş ama hamile olmayan ve aynı zamanda adet gören boşanmış kadınların üç temizlik süresi kadar iddet beklemeleri kastedilmektedir. Fakat evlilikten (nikâh akdinden) sonra kocasıyla ilişkide bulunmadan boşanan kadının iddeti yoktur ve hamile olan kadınların boşanmaları durumunda onların iddet süresi doğum yapmaları ile sona erer. Adet görmemiş ve hayızdan kesilmiş kadınların şüphe halinde569 boşanmaları durumunda bekleyecekleri iddet süresi üç aydır.
Aynı şekilde eğer:
“Ey iman edenler! Alışveriş, dostluk ve şefaatin olmadığı gün gelip çatmadan önce size verdiklerimizden infak edin…”570
“Kimsenin, başkasının yerine bir şey ödeyemeyeceği, kimseden şefaat kabul edilmeyeceği… günden korkun.”571
“…kimseye şefaatin fayda vermeyeceği…”572
ayetlerini mana ederken şu ayetler:
“O’nun izni dışında kim şefaat edebilir…”573
“O’nun izni olmadan bir şefaatçi bulunmaz…”574
“Rahman olan Allah’ın katında bir söz almış olanların dışında, kimse şefaat hakkına sahip olmayacaktır.”575
“O gün, Rahman olan Allah’ın izin verdiği ve konuşmasına razı olduğu kimsenin şefaatinden başka hiçbir şefaat yarar sağlamaz.”576
“O’nun katında kendisine izin verdiği kimsenin dışında hiçbir şefaat yarar sağlamaz…”577
“O’nun hoşnut olmadığı bir kimse hakkında şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan ürperirler.”578
dikkate alınmazsa birinci gruptaki ayetlerden mutlak anlamda şefaatin yok sayıldığı anlaşılır. Fakat ikinci gruptaki ayetler dikkate alınınca birinci grupta reddedilen şefaatten maksadın Allah’ın izni dışındaki şefaatin olduğu anlaşılır. İkinci gruptaki ayetlerde özelliklerinden söz edilenlerse, Allah’ın inançlarından razı olduğu ve şefaatlerine izin verdiği, şefaat edecek kimselerdir.579
Dostları ilə paylaş: |