Eshâb-i kiRÂM



Yüklə 4,48 Mb.
səhifə3/41
tarix25.07.2018
ölçüsü4,48 Mb.
#57938
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   41

 

DİN NEDİR?


Dünyâda fâideli, iyi şeylerle, zararlı, kötü şeyler karışıkdır. Fâideli şeyleri yapan, se’âdete kavuşur. Zararlı şeyleri yapan, felâkete yakalanır, hep sıkıntı çeker. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, iyi şeylerle kötüleri ayırmak için insanda bir kuvvet yaratdı. Bu kuvvete (Akl) denir. Aklı sağlam, temiz olan kimse hep iyi şeyleri bulur, yapar. Günâh işliyenlerin aklı bozulur. Ayırma işini iyi yapamaz. İnsan, kötü şeyleri yaparak, işleri zararlı olur. Eshâb-ı kirâm hiç günâh işlemedikleri için, aklları sağlam ve kuvvetli idi. Bunun için işlerinde hep muvaffak oldular. Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşdular. İnsanların çoğu akl hastası olarak, sıkıntı içinde yaşıyor. Allahü teâlâ merhamet ederek, bu işi kendi yapıyor. İyi işleri ve kötü işleri Peygamberleri vâsıtası ile bildirdi ve iyileri yapınız diyerek emr verdi. Kötü işleri yapmağı yasak et-di. Allahü teâlânın bu emrlerine ve yasaklarına (Din) denildi. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dîne (İslâmiyyet) denildi. Fâideli şeyleri öğrenmek ve yapmak istiyenin, islâm dînine uyması, ya’nî müslimân olması lâzımdır. Ba’zı avrupalılar, aklları ile an-lıyarak islâmiyyetin emrlerini yapıyor, muvaffak oluyorlar. Kâfirler, islâm düşmanları bu hâli görünce, hıristiyanlar ilerici olur diyor. Müslimân ismini taşıyanlar, islâmiyyete uymayınca, başarısız oluyorlar. Kâfirler bu hâli görünce, islâmiyyet terakkîye mâni’dir, gericilikdir yaygarasını basıyorlar. Hâlbuki, ba’zı avrupalılar, hıristiyanlığa uymayıp, islâmiyyete uydukları zemân terakkî etmekde, müslimân ismi taşıyan ahmaklar da, islâmiyyete uymadıkları için geri kalmakdadır.

Bu vücûdün mülkü, elden çıkmadan,

çarh-ı felek, bu binâyı yıkmadan.

Sûretü ma’nâ, bir arada iken,

iki âlem de, elinde iken.

Hubb-ı dünyâyı, gönlünden gider!

tâ alasın, can âleminden haber.

Harâmdan sakın, farzı yapmağa bak!

farzı yapmazsan, olur hâlin harâb!

8–

 

ESHÂB-I KİRÂM

“aleyhimürrıdvân”

Herhangi bir kimse, herhangi bir zemânda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd eder, onu medh ederse, bu hamdlerin hepsi Allahü teâlâya mahsûsdur. Çünki, her şeyi yaratan, terbiye eden, yetişdiren, her iyiliği yapan, gönderen ancak Odur. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız Odur. İnsan bir şeyi yaratdı demek, yaratdı kelimesini Allahü teâlâdan başkası için söylemek, sivrisineğin apartman yapmasını veyâ otomobil kullanmasını söylemek gibidir ve çok çirkin günâhdır. Söylenen kimse ile alay etmek, onu küçültmek demekdir.

Bütün düâlar, iyilikler, Onun Peygamberi ve sevgilisi olan (Muhammed) aleyhisselâma ve Onun Ehl-i beytine ve Eshâbının hepsine “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olsun!



(Mir’ât-i kâinât) ismindeki büyük târîh kitâbının sâhibi Nişâncızâde Muhammed bin Ahmed “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâm, çeşidli şeklde ta’rîf edilmişdir. (Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” diri iken ve Peygamber iken bir ân gören, eğer kör ise, bir ân konuşan, büyük veyâ küçük, her mü’mine (Sâhib) veyâ (Sahâbî) denir. Birkaç dânesine (Eshâb) veyâ (Sahâbe) yâhud (Sahb) denir. Kâfir iken görüp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra îmâna gelen veyâ mü’min olarak görüp de, sonra meâzallah mürted olan kimse, sahâbî değildir. Eshâb-ı kirâm arasında bulunan Ubeydullah bin Cahş ve Sa’lebe bin Ebî Hâtıb kâfir, ya’nî mürted oldular. Mürted oldukdan sonra tekrâr îmâna gelirse, yine sahâbî olur demişlerdir). Vahşî “radıyallahü anh” de Sahâbedendir ve Sahâbî olarak vefât etdi. Meşhûr Muhammediyye kitâbında ismi de vahşî, cismi de vahşî demesi, îmân etmeden evvelki cismini bildirmekdedir. Seksen senelik kâfirler îmâna gelip, bir kerre Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzünü görürse, sahâbî oluyor da, Vahşî “radıyallahü anh” sahâbî olmaz mı? Bu şartları taşıyan Cinnîler de sahâbî olur. Vahşî hakkında fazla bilgi almak için, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı 1187.ci sahîfeye bakınız!

9–

Abdülganî Nablüsînin “rahime-hullahü teâlâ” (Hadîkatün-nediyye) adındaki (Tarîkat-i Muhammediyye) şerhi çok kıymetlidir. 1290 [m. 1873] yılında İstanbulda basılmışdır. 1400 [m. 1980]de, birinci kısmının ofset baskısı yapılmışdır. 13. cü sahîfesinde diyor ki, (Mü’min olarak Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile buluşan ve mü’min olarak öldüğü bilinen cin ve insana sahâbî denir. Bu ta’rîfe göre, a’mâ olan da ve uzun zemân birlikde bulunmıyan da sahâbî olur. Melek sahâbî olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etdiği zemân yüzyirmidörtbinden fazla sahâbî vardı. Hepsi âlim, kâmil, yüksek insanlar idi).

Bütün din büyükleri diyor ki, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra ve meleklerden sonra mahlûkların en efdali, en üstünüdür. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kerre gören bir müslimân, görmiyenlerin hepsinden, hattâ Veysel Karânîden katkat dahâ yüksekdir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Şâma girince, bunları gören hıristiyanlar, hâllerine hayrân kalıp, (Bunlar, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden dahâ yüksekdir) dediler. Bu dînin en büyük âlimlerinden olan Abdüllah ibni Mubârek “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, (Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanında giderken hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh”bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden bin def’a dahâ üstündür).

Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” üstünlüklerini bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler pek çokdur.

Sûre-i Âl-i İmrân 110.cu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sizler, bütün insanlar içinde, en iyi bir ümmetsiniz, cemâ’atsiniz.) buyuruldu. Ya’nî Peygamberlerden sonra, bütün insanların en iyisisiniz!

Sûre-i Tevbe 103.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Mekke-i mükerreme ehâlîsinden olup, Medîne-i münevvereye hicret eden Sahâbe-i kirâmdan ve iyilikde onların izinden gidenlerden, Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ onlara Cennetler hâzırlamışdır.) buyuruldu.

Sûre-i Enfâl 64.cü âyet-i kerîmesinde, Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Sana Allahü teâlâ yetişir ve sana tâbi’ olan mü’minler yetişir.) buyurdu. O zemân Sahâbe-i kirâm pek az idi. Fekat, Allahü teâlâ yanında dereceleri pek yüksek olduğundan, dîni yaymakda sana yetişirler buyuruldu.

Sûre-i Fethde 29.cu âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki, (Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın Peygamberidir ve Onunla birlikde bulunanların [ya’nî Eshâb-ı kirâ-

-10-

mın] hepsi, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fekat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşakdırlar. Bunları çok zemân rükû’da ve secdede görürsünüz. Herkese dünyâda ve âhıretde her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı, ya’nî Allahü teâlânın kendilerini beğenmesini de isterler. Çok secde etdikleri yüzlerinden belli olur. Onların hâlleri, şerefleri böylece Tevrâtda ve İncîlde bildirilmişdir. İncîlde de bildirildiği gibi, onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaşdığı, yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları hâlde, az zemânda etrâfa yayıldılar. Her tarafı îmân nûru ile doldurdular. Herkes filizin hâlini görüp, az zemânda nasıl büyüdü diyerek, şaşırdıkları gibi, hâl ve şânları dünyâya yayılıp, görenler hayret etdi ve kâfirler kızdılar.) Bu âyet-i kerîme, yalnız indiği zemânda bulunan Eshâbın değil, sonra îmâna gelecek olanların da şânını bildirmekdedir. Bilindiği üzere Mu’âviye “radıyallahü anh” da, dîn-i islâmın yayılmasına çok hizmet eden bir sahâbîdir. Allahü teâlânın bu medh ve senâlarına, herbir sahâbî gibi, O da dâhildir.



(Mir’ât-ı kâinât) kitâbının üçyüzyirmialtıncı (326) sahîfesinde, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü, derecelerinin yüksekliğini bildiren hadîs-i şerîflerden şunlar yazılıdır:

1 - (Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız. Onların şânlarına ya-kışmıyan birşey söylemeyiniz! Nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshâbımdan birinin bir müd arpası kadar sevâb alamaz.) Çünki, sadaka vermek ibâdetdir. İbâdetlerin sevâbı niyyetin temizliğine göredir. Bu hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kalblerinin ne kadar çok temiz olduğunu göstermekdedir. Hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” dil uzatanların, bu hadîs-i şerîfe uymadıkları anlaşılmakdadır. [Müd, menn demekdir. Bir menn, iki rıtldır ki, 260 dirhem-i şer’î, ya’nî 875 gramdır. Sadaka-i fıtr yarım sâ’, ya’nî 2 müd olup 1750 gram buğdaydır.]

2 - (Eshâbımın herbiri gökdeki yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız, Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz). Ya’nî hangisinin sözü ile hareket ederseniz doğru yolda yürürsünüz. Denizlerde, çöllerde, yıldızlarla cihet bulunduğu, yol alındığı gibi, bunların sözleriyle hareket edenler, doğru yolda giderler.

3 - (Eshâbıma dil uzatmakda Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyyetlerinize hedef tutmayınız! Nefsinize uyup, kin bağlamayınız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onları sevmiyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyyet edenler, gücendirenler, Allahü teâlâya



-11-

eziyyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhezesi, ibret cezâsı gecikmez, verilir).

4 - (Zemânlar, asrlar ehâlîsinin en hayrlısı, en iyisi, benim as-rımın [müslimân] ehâlîsidir. [Ya’nî Sahâbe-i kirâmın hepsidir.] Ondan sonra ikinci asrın, ondan sonra üçüncü asrın mü’minleridir).

5 - (Beni gören veyâ beni görenleri gören bir müslimânı Cehennem ateşi yakmaz).

Dîn-i islâmın en büyük âlimlerinden Ahmed ibni Hacer Heytemî Mekkî “rahime-hullahü teâlâ” zemânında Hindistânda âlimler, Velîler çok olduğu hâlde ve islâm güneşi, yükselmiş olup cihânı nûrlandırmakda iken, kalbleri cehâlet ile kararmış, menfe’at, hırs ile bozulmuş olan zındıklar, Eshâb-ı kirâma dil uzatıyor ve te’assubu, edebsizliğe kadar götürüyorlardı. O zemân, Hind sultânı Hümâyûn şâh “rahime-hullahü teâlâ” olup, dînini çok sever, âlimlere pek hurmet ederdi. İhsânı ve adâleti ve herkesin şânına yakışan idâresi ile müslimânlara her sûretle iyilik ederdi. Kendisi, Hindistândaki Gürgânîyye devletinin kurucusu olan Bâbür şâhın “rahime-hullahü teâlâ” oğlu idi. İşte böyle mes’ûd bir zemânın âlimleri, sapıkları susdurmak için toplanarak, İbni Hacer hazretlerine baş vurdular. Bu da, Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” üstünlüklerini, iki büyük kitâbda yazıp, delîl, sened ve vesîkalarla düşmanların dillerini kesdi. Bunlardan (Savâ’ik-ulmuhrika) kitâbında iki hadîs-i şerîfin tercemesini aynen yazıyorum:

6 - (Allahü teâlâ, beni insanların en asîlzâdesi olan Kureyş kabîlesinden seçdi ve bana insanlar arasından en iyilerini arkadaş, sâhib olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezîrler olarak ve dîn-i islâmı, insanlara bildirmekde, yardımcı olarak seçdi. Bunlardan ba’zılarını da Eshâr olarak, ya’nî zevce tarafından akrabâ olarak ayırdı. Bunları seb edenlere, iftirâ edenlere, söğenlere Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların la’neti olsun! Allahü teâlâ, kıyâmet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabûl etmez). [Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü anhümâ” hem vezîrleri i-di, hem de eshârı idi. Çünki, birisi, ezvâc-ı mütahherâtdan Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ”, ikincisi de, Hafsanın “radıyallahü teâlâ anhâ” babaları idi. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek zevcesi Ümm-i Habîbe “radıyallahü anhâ” annemizin erkek kardeşi olan Mu’âviye ve babası Ebû Süfyân ve anası Hind “radıyallahü anhüm” de, eshârdan olup, bu hadîs-i şerîfe dâhildirler.]

7 - Yine aynı kitâbda şu hadîs-i şerîfi yazıyor:



-12-

(Eshâbımın ve akrabâmın ve bana yardım eden, gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyunuz! Onları sevmek sûretiyle benim Peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyâda ve âhıretde belâlardan, zararlardan korur. Benim Peygamberlik hakkımı düşünmiyerek, onları incitenleri, Allahü teâlâ sevmez. Allahü teâlânın sevmediği kimselere azâb etmesi pek yakındır.)

Bu hadîs-i şerîfler, açıkça gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” her birini sevmemiz, hepsine saygı göstermemiz lâzımdır. Aralarında yapdıkları muhârebeleri, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için yapdıklarına inanmak lâzımdır. Bu muhârebelere katılanların hiçbirinde makâm, şöhret, para hırsı yokdu. Hepsi âyet-i kerîmenin ve hadîs-i şerîfin emrini yerine getirmek gâyesinde idiler.

Osmân “radıyallahü anh” şehîd olunca, bütün müslimânlar, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” halîfe yapdılar. Halîfe hazretleri, önce ortalığı yatışdırmağa başladı. Sahâbe-i kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birçoğu ise ve bilhâssa aşere-i mübeşşereden, ya’nî Cennet ile müjdelenen on kişiden biri olan ve yedinci dedesinde Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ile akrabâ olan ve islâmiyyetin ilk zemânında îmâna gelip, kâfirlerden çok cefâ çeken, [Meselâ kâfirler kendisini Ebû Bekr “radıyallahü anh” ile ipe bağlayıp, nemâz kılmalarına mâni’ olurlardı] ve İstanbulda medfûn bulunan Hâlid ibni Zeyd ebâ Eyyûbel ensârî “radıyallahü anh” ile âhiret kardeşi olan Talha “radıyallahü anh” ve yine aşere-i mübeşşereden Zübeyr “radıyallahü anh” ve Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”in ölünceye kadar sevgilisi olan ve Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ tarafından medhedilmek se’âdetiyle şereflenen Âişe “radıyallahü anhâ” valdemiz, hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” kâtillerinin hemen yakalanarak kısâs yapılmasını halîfeden istediler. Halîfe de, (Ortalık karışık olduğundan, bu işe başlarsam, fitnenin artmasına ve belki ikinci bir fâci’anın çıkmasına sebeb olur. Önce isyânı basdırayım, or-talığı râhata kavuşdurayım, ondan sonra, Allahü teâlânın kısâs emrini yapacağım) dedi. Karşı tarafdakiler ise, kâtillerin, şimdi bile belli olmadığını, dahâ sonra hiç bulunamıyacaklarını ve dînin emri yapılamıyacağını, ancak şimdi mümkin olduğunu, ictihâd ederek söylediler.

Böyle ictihâd edenler arasında bulunan Talha “radıyallahü anh”, Şâmda vazîfeli olduğu için, Bedrde bulunamamış, diğer bütün gazâlarda bulunmuş, hele Uhud muhârebesinde, Allahü teâlânın yolunda çok işkencelere uğramışdı. Resûlullaha “sallallahü



-13-

aleyhi ve sellem” kendisini siper etmiş ve sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi ok yağmuru altında sırtına alarak kayaya çıkarmışdı.

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” (Talha ve Zübeyr Cennetde benim komşularımdır) buyurduğunu, hazret-i Alî “radıyallahü anh” söyliyor. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü anh” da, Hadîcet-ül-kübrânın “radıyallahü anhâ” birâderi oğludur ve sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin halası Safiyyenin oğlu olup, islâmiyyetin ilk günlerinde, onbeş yaşında iken müslimân olmuşdur. Allahü teâlânın yolunda ilk kılınc çeken budur. Ya’nî, islâm subaylarının birincisidir. Birçok gazâlarda ve en tehlükeli ânlarda, Resûlullahın önünde çarpışarak çok yerinden yaralanmışdı. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz (Her Peygamberin havârîsi vardır. Benim havârim Zübeyrdir) buyurmuşdur. Ömer “radıyallahü anh” vefât edeceği zemân, halîfe olmaya lâyık gördüğü al-tı kişiden biri Talha, biri de Zübeyrdir. Zübeyr çok zengin olup, bütün servetini Resûlullah uğrunda fedâ etmişdi.

İşte bu büyük zâtlar, kısâsın hemen yapılmasına ictihâd edip, şiddetle istediler. O zemân, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ictihâdı üç dürlü idi. Bir kısmı, halîfe gibi ictihâd etmişdi. Bir kısmı da, karşı taraf gibi ictihâd etmişdi. Üçüncü kısm ise, susmayı uygun görmüşdü. Bunlardan her birinin, başkasına uymayıp kendi ictihâdı ile hareket etmesi lâzım idi. Birinci ve ikinci kısmda olanlar çoğaldı. Abdüllah bin Sebe’ adındaki yehûdî, işe karışarak, iş muhârebeye sürüklendi ve Basra ve Cemel vak’aları meydâna geldi.

Mu’âviye “radıyallahü anh”, o zemân Şâmda vâlî idi. Üçüncü kısm ictihâdında olup, idâresindeki müslimânları bu muhârebelere karışdırmamışdı. Hepsinin râhat ve sükûnetle yaşamasını te’mîn etmişdi. Fekat, Alî “radıyallahü anh” Şâmlıları da çağırınca, Mu’âviye “radıyallahü anh”, birçok hadîs-i şerîfleri düşünerek, karşı taraf gibi ictihâd etdi. Halîfe Şâmlılarla anlaşmak üzere iken, araya siyonizm, yehûdî parmağı karışarak, Sıffîn muhârebesi meydâna geldi.

Bu muhârebelerde, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birbirlerini incitmeği, intikâm almağı, hilâfete, saltanata, rütbe ve servete kavuşmağı aslâ düşünmemiş, yalnız ictihâdları farklı olduğundan, dînin emrini yerine getirmeğe uğraşmışlardır. Muhârebe zemânında bile, birbirleri ile mektûblaşdıkları, nasîhat verdikleri, sevişdikleri çok misâllerle meydândadır. Meselâ, Sıffîn muhârebesi sıralarında, İstanbul imperatoru ikinci Kostantin, hu-



-14-

dûdlardaki islâm şehrlerine râhatsızlık veriyordu. Mu’âviye “radıyallahü anh”, ona mektûb yazıp: (Bu sarkıntılıkdan vazgeçmezsen, şimdi efendimle sulh yapar, onun askerinin kumandanı olur, oraya gelip, şehrlerini yakarım. Seni domuzlara çoban yaparım) demişdi. Yine aynı zemânda, halîfe Alî “radıyallahü anh”, büyük bir kalabalık karşısında (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar, kâfir ve fâsık değildirler. Çünki, ictihâdları öyle oldu) buyurdu. Birbirleri ile harb ederken, birisi ötekine kardeşim dedi. O da, buna efendim dedi. Bunların muhârebeleri, ictihâdları ayrı olduğu için olup, saltanat için, mal ve şöhret için değildi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, ictihâdında isâbet eden müctehide ikiden ona kadar, hatâ edene de, bir sevâb verilir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, müctehid idi. Her müctehide, kendi ictihâdı ile amel etmesi farzdır.

İmâm-ı Müslimin üstâdlarından Ebû Zür’atirrâzî “rahime-hümallahü teâlâ”, kitâbında diyor ki, (Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” aşağılıyan, onlara dil uzatan, zındıkdır. Müslimânların, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlarını düşman bilmeleri ve onlara, Ehl-i beytin düşmanlarından dahâ fazla la’net etmeleri lâzım gelir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” büyük düşmanı olan ve çok eziyyet ve cefâlar etmiş olan Ebû Cehle la’net etmiyorlar, ona birşey demiyorlar da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medh etdiği, sevdiği Mu’âviyeyi “radıyallahü anh”, Ehl-i beyte düşman zannedip, bu kerîm olan zâta dil uzatıyorlar ve hâşâ la’net ediyorlar. Bu nasıl dindir, nasıl müslimânlıkdır? Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu, Kur’ân-ı kerîmin Ona Allahü teâlâdan geldiğini bizlere ulaşdıran Eshâb-ı kirâmdır. Eshâb-ı kirâmı büyük ve doğru bilmiyen, onların bizlere ulaşdırdıkları haberlere de inanmaz ve tabi’î, dinleri yıkılır, gider).

İbni Hazm diyor ki, Eshâb-ı kirâmın cümlesi ehl-i Cennetdir. Çünki, Allahü teâlâ bunlar için meâlen (En büyük dereceler vereceğim) buyurdu. Sûre-i Hadîdde 10.cu âyet-i kerîmede, (Onların hepsine hüsnâyı, ya’nî Cenneti va’d etdik), sûre-i Enbiyâda meâlen (Onları ezelde, hiçbir şeyi yaratmadan evvel, Cennetlik eyledim. Cehennem onlardan uzakdır) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ehl-i Cennetdir. Hiç birisi Cehennem ateşine yaklaşmıyacakdır. Çünki, hüsnâ ile ya’nî Cennet ile müjdelenmişlerdir.

Yine Mir’ât-i kâinâtın üçyüzyirmiyedinci (327) sahîfesinde buyuruyorki: Akâ’id kitâblarının hepsinde şöyle yazılıdır: Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsini büyük bilmek,

-15-

hepsine hüsn-ı zan etmek, hepsinin sâlih ve âdil olduğuna inanmak, hiçbirine dil uzatmamak, düşmanlık etmemek ve bir kısmını sevdiği için, ötekileri fenâ bilmemek kat’î delîller ile bütün müslimânlara vâcibdir.

Allâme Sa’deddîn-i Teftâzânî “rahime-hullahü teâlâ”, (Şerh-i akâid) de diyor ki, (Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” aralarındaki muhârebelerin dînî sebebleri vardır. Onlara dil uzatanların sözleri edille-i kat’iyyeye, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun değilse, kâfir olurlar. Uygun ise büyük günâha girerler. Bid’at sâhibi, ya’nî sapık olurlar.)

Mevâhib-i ledünniyyede, (Eshâbımın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ismini işitince, susunuz! Şânlarına yakışmıyan sözleri söylemeyiniz) hadîs-i şerîfi yazılıdır.

Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” şânlarına lâyık olmıyan sözleri söylemek, müslimânlara yakışmaz. Onların muhârebeleri kötü sebeblerle, aşağı düşüncelerle değildi. Onların rûhları ve nefsleri, insanların en iyisinin ve yükseğinin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda bulunarak, derslerini ve nasîhatlarını dinliyerek temizlenmiş, nûrlanmış, kalblerinde kin ve geçimsizlik kalmamışdı. Her biri ictihâd makâmına yükselmiş olduğundan, kendi ictihâdlarına uygun hareket etmeleri lâzım ve vâcib idi. Ba’zı işlerde ictihâdları ayrılınca birbirlerine uymayıp, kendi ictihâdlarına uymaları doğru yol idi. Onların birbirlerine uymamaları da, uymaları gibi, hak üzere idi. Nefsin arzûsu değildi.

Ba’zıları, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” ile harb edenlere kâfir diyor. Hâlbuki, Sahâbe-i kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bir kısmı, ictihâdlarında çok def’a Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” de uymadılar. Bu ayrılmaları, kabahat sayılmadı. Cebrâîl “aleyhisselâm” geldiği zemân, bunlara birşey denilmedi. O hâlde, imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” ictihâdına uymıyanlara dil uzatılabilir mi? Bunlara kâfir denebilir mi? Hem de, uymıyanlar çok idi ve çoğu, Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü anhüm” büyükleri ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgilileri ve hattâ Cennet ile müjdelenmişleri idi. Onlara dil uzatılabilir mi? Kâfir denebilir mi? Dîn-i islâmın yarısına yakın emrlerini bizlere ulaşdıran onlardır. Onlara kusûrlu denirse, dînin yarısı sarsılır. O büyüklerden hiçbirine, bu dînin büyüklerinden hiçbiri say-gısızlıkda bulunmamışdır. Dört mezhebin reîsleri ve Sôfiyye-i aliyyenin büyükleri, onları büyük ve yüksek bilmişdir.

Kur’ân-ı kerîmden sonra dîn-i islâmın en doğru kitâbı (Buhâriyyi şerîf)dir. Şî’îler de buna inanıyor. İşte Buhâriyyi şerîfde, her

-16-

hangi bir sahâbînin “radıyallahü teâlâ anh” söylediği hadîs-i şerîf yazılıdır. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasındaki muhârebeler onların sözlerine bir kusûr ve i’timâdsızlığa sebeb olmamışdır. Bu kitâbda ve diğer bütün hadîs kitâblarında hem hazret-i Alînin, hem de hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anhümâ” bildirdikleri hadîs-i şerîfler vardır. Harb etdikleri için, sözleri kıymetden düşmemişdir. İmâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile birlikde harb edenlerin sözleri yazıldığı gibi, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” yanındakilerin sözleri de yazılmışdır. Eğer hazret-i Mu’âviyede “radıyallahü anh” ve onunla berâber olanlarda bir kusûr bulunsaydı, bunların bildirdikleri hadîs-i şerîfler, kitâblara yazılmazdı. Din âlimlerinden hiçbiri, hadîs-i şerîfleri seçerken, imâm-ı Alîye “radıyallahü anh” uyup uymamağı hesâba katmamışdır. Şunu da söyliyelim ki, bu muhârebelerde imâm-ı Alî “radıyallahü anh” haklı idi. Fekat, Onun ictihâdına uymıyanların hatâ etdikleri söylenemez. Çünki, Sahâbe-i kirâmın çoğu ve Tâbi’în ve en yüksek âlimler ve mezheb imâmlarımız, birçok ictihâd mes’elelerinde, imâm-ı Alîye “radıyallahü anh” uymamışlardır. Eğer imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” ictihâdının hep hak üzere olduğu kabûl edilseydi, bu kadar din büyükleri, Ondan ayrı ictihâd etmezdi. Ba’zı mes’elelerde, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” da, kendi re’yine uymıyan ictihâdları kabûl buyurmuşdur.



Yüklə 4,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   41




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin