-88-
(İkd-ül-cevherî) kitâbında, irâde-i cüz’iyyeyi uzun bildirmekdedir. Abdülhamîd Harpûtî “rahmetullahi aleyh” bu kitâbı şerh ederek (Simt-ül-abkarî) ismini vermişdir. Bu şerh 1305 [m. 1888] de İstanbulda tab’ edilmişdir. Mevlânânın (İrâde-i cüz’iyye) risâlesi de 1291 [m. 1874] senesinde, meârif nâzırı Safvet Pâşanın zemânında, (Reşehât) kitâbının sonunda, taş baskısı ile, İstanbulda basılmışdır. (Bugyet-ül-vâcid) kitâbının dokuzuncu mektûbu bu risâledir. Bu risâlede buyuruyor ki:
Yeri ve gökleri yokdan var eden, insanları ve hayvanları ve bunların hareketlerini, işlerini yaratan Allahü teâlâya hamd olsun. Allahü teâlâ, birşeyi yaratmak istediği zemân ona (Ol!) der, he-men var olur.
Efendimiz, büyüğümüz, veber ve meder ehâlîsinin en iyisi olanMuhammed aleyhisselâma ve Âline, Akrabâsına ve Eshâbına düâlar, selâmetler ve iyilikler olsun!
Ey müslimân! Allahü teâlâ, zihnini açsın! Doğru yolda gitmeni nasîb eylesin! İyi bil ki, müslimânların her fırkası, her kısmı, hattâ felsefeciler ve başka dinlerde bulunanların çoğu, hayvanların hareketlerinden başka, her varlığı, herşeyi hareket etdiren, te’sîr eden yalnız bir kuvvet vardır, bu da, bir olan Allahü teâlâdır, demişlerdir. Hayvan ve insanların hareketlerini de Onun yaratdığı şübhesizdir. Ya’nî, hem şu’ûrlu olan [ya’nî duydukları, anladıkları] meselâ hastalık, sıhhat, uyku, uyanıklık gibi, hem de, şu’ûrsuz olan [haberleri olmıyan] meselâ büyümek, gıdâların hazm olması gibi, tabî’î hareketlerini, ya’nî irâdelerine, isteklerine bağlı olmıyan hareketlerini, hep Allahü teâlâ yaratmakdadır. Hayvanların ve insanların ihtiyârî hareketlerine, ya’nî irâdeleri, istekleri ile yapdıkları hareketlerine gelince, bunların meydâna gelmesi başka başka anlatılmakdadır. Meselâ, Cebriyye fırkası, ihtiyârî hareketlerin de, yalnız Allahü teâlânın kudreti ile olup, kulun hiç kudreti olmadığını söyliyor. İ’tikâd imâmlarımızdan Ebül-Hasen Alî Eş’arî “rahime-hullahü teâlâ” de Allahü teâlânın kudreti ile olup, kulun kudretinin karışmadığını bildirmekdedir. Mu’tezile fırkası ise, yalnız kulun kudreti ile ve ihtiyârı ile olduğunu, felsefeciler de, kulun kudreti ile olduğunu ve kulun, bunu yapmağa mecbûr olduğunu söylemekdedir. Haremeyn imâmı denmekle meşhûr, Abdülmelik Cüveynî “radıyallahü teâlâ anh” için de böyle derdi, deniliyorsa da, doğru değildir. Nitekim âlim, ârif Muhammed bin Yûsüf Sinnûsî “rahime-hullahü teâlâ” (Ümmül-berâhîn) kitâbında ve Sa’deddîn-i Teftâzânî “rahime-hullahü teâlâ” de [722-792 Semerkandda] (Şerh-i mekâsıd) kitâbında bunun doğru olmadığını açıkça yazmakdadır. İ’tikâd âlimlerimizden üstâd İbrâhîm bin Mu-
-89-
hammed İsferâînî “rahime-hullahü teâlâ” ise, işin meydâna gelmesi, hem Allahü teâlânın, hem de kulun kudretlerinin te’sîri iledir diyor. Kâdî Ebû Bekr Bâkıllânî “rahime-hullahü teâlâ”, işi ya-pan, Allahü teâlânın kudreti olup, kulun kudreti de, işin sıfatına, hâline, iyi veyâ kötü olmasına te’sîr etmekdedir, diyor. İ’tikâdda mezhebimizin imâmı, Muhammed bin Mahmûd ebû Mensûr Mâtürîdînin “rahime-hullahü teâlâ” de böyle buyurduğunu, Kemâleddîn Muhammed ibnülhümâm “rahime-hullahü teâlâ” (Elmüsâyere) kitâbında ve Kemâleddîn Muhammed ibni Ebû Şerîf-i kudsî “rahime-hullahü teâlâ” (Elmüsâmere fî şerhilmüsâyere) kitâbında ve Molla Fenârînin torunlarından Hasen Çelebi bin Mu-hammed Şâh “rahime-hullahü teâlâ” (Şerh-i mevâkıf) hâşiyesinde ve müdekkik Gelenbevî “rahime-hullahü teâlâ” de (Akâidüddevvâniyye) şerhinde bildirmekdedirler. Mevlânâdan bu kadar terceme edildi.
Ehl-i sünnet âlimlerinden imâm-ı Birgivî “rahime-hullahü teâlâ”, türkçe (Birgivî vasıyyetnâmesi) kitâbında Ehl-i sünnetin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıkları doğru ma’nâyı kısa ve açık olarak, pek güzel yazmakdadır. Kâdîzâde şerhi yirmidördüncü sahîfede buyuruyor ki:
Allahü teâlâ mürîddir. Ya’nî irâde sıfatı vardır. Dilediğini ya-par. Var olmasını dilediğini var eder. Var olmasını dilemediği, var olmaz. Hiçbir şeyi yapmak, Ona lâzım değildir. Bir kimse, Ona güç ile birşey yapdıramaz. Çünki Allahü teâlâ, herkese gâlibdir.Kimse, Ona gâlib olamaz. Âciz değildir. Herşey, Onun dilemesiile var olmakdadır. Îmân, itâ’at gibi iyilikler ve küfr, isyân gibi bütün kötülükler, hep Onun irâdesi ile var olmakdadır. Mu’tezile fırkası diyor ki, (Allahü teâlâ, kötülüklerin, günâhların yapılmasını dilemez ve yaratmaz. Bunları insanlar ve şeytân yaratmakdadır. Çünki, kötülükleri yaratmak, kötülük yapmak olur. Allahü teâlâ ise, hiç kötülük yapmaz). Ehl-i sünnet, bunlara şöyle cevâb verdi ki, (Kötülükleri yaratmak, kötülük yapmak olmaz. İnsanların kötülük işlemesi, kötülük olur). Mu’tezile dedi ki, (Allahü teâlâ, kötülükleri ve küfrü takdîr etse, murâd etse idi, insanların küfre, kötülüklere râzı olması, bunları beğenmeleri îcâb ederdi. Çünki, kazâya rızâ göstermek lâzımdır). Ehl-i sünnet, şöyle cevâb verdi ki, (küfrün kendisi, Allahü teâlânın kazâsı, takdîri değildir. Makdîsidir. Ya’nî, kazâ olunan şeydir. Kazâ etmesine rızâ lâzımdır. Fekat, makdîye rızâ lâzım değildir. Allahü teâlâ, herşeyi halk ve takdîr ederim. Küfre râzı değilim buyurdu). Mu’tezile, (Allahü teâlâ kötülük yapılmasını dilese idi, kötülük, küfr ve isyân yapınca, sevâb kazanılırdı. Çünki, Allahü teâlânın dilediğini yapmış olurlar. Dile-
-90-
diğini yapmak, emrini yapmak demekdir) dedi. Ehl-i sünnet dedi ki, (İtâ’at etmek için, sevâb kazanmak için, ancak emrleri yapmak lâzımdır. İrâde edileni yapmak, itâ’at etmek olmaz).
Mu’tezile âlimlerinden, Rey şehrinin kâdîsı Abdülcebbâr Hemedânî, vezîr Sâhib bin İbâdın odasına geldi. İçeride, Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebû İshak İsferâînîyi “rahime-hullahü teâlâ” görünce aralarında, şöyle bir konuşma geçdi.
Ab. Ceb. - Allahü teâlâ, kötülükleri, günâhları irâde etmez, istemez ve yaratmaz. Bunları, kötü insanlar ve şeytân yaratır.
Ebû İshak - Hayrların ve şerlerin hepsini Allahü teâlâ yaratır. Onun mülkünde, yalnız Onun dilediği var olur.
Ab. Ceb. - Rabbimiz, kendine isyân olunmasını diler mi?
Ebû İshak - Allahü teâlâ, küfrü ve günâhları dilemese ve yaratmasa, kullar güç ile, zor ile, Ona isyân mı edebilir? Kullar, irâde-i cüz’iyyeleri ile küfr, günâh, kötülük yapmak ister. Hak teâlâ da dilerse, onların istediğini yaratır.
Ab. Ceb. - Allahü teâlâ bir kimseye hidâyet dilemese, onun küfr, kötülük yapmasını takdîr ve kazâ edip yaratsa, buna iyilik mi etmiş olur, yoksa kötülük mü?
Ebû İshak - Eğer kulun hakkını vermeği dilemezse, kötülük olur. Fekat kendi hakkını almağı dilemezse kötülük olmaz. Zerre kadar iyilik yapana karşılığını verecekdir. Kimsenin iyiliği karşılıksız kalmıyacakdır. Küfrden başka kötülüklerin birçoğunu da afv eder. Küfrü dilemesine gelince, Hak teâlâ alîmdir. İlerde olacak herşeyi bilir. Hakîmdir, herşeyin en iyisini yapar. Dilediği kulunu rahmetine kavuşdurur ve hidâyet ihsân eder. Hiçbir şeyi yapmağa mecbûr değildir. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde Fâtır sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Dilediği kimseleri iğri, sapık yolda bırakır. Dilediği kimselere hidâyet eder. Doğru, iyi yolu gösterir) buyuruldu. Ya’nî, iyiliği ve kötülüğü, kulların irâde etmesi, dilemesi ile yaratır. Kulun irâdesi yaratmağa sebebdir, vâsıtadır. Mü’minler irâde-i cüz’iyyeleri ile îmânı ve itâ’atı dileyince, Allahü teâlâ da diler ve yaratır. Eğer, Allahü teâlâ da dilemeseydi, kimse mü’min olmaz, itâ’at etmezdi. Kâfir küfrünü ve fâsık günâh işlemesini dileyince, o da irâde ederse, yaratır. Eğer dilemezse, kimse kâfir ve fâsık olamaz.
Yalnız kulun dilemesi ile bir şey var olmaz. Hak teâlâ da dileyince var olur. Allahü teâlâ, şerleri, kötülükleri de diler ve yaratır. Fekat, bunları sevmez, râzı olmaz. Hayrları, iyilikleri ise hem diler, hem de râzı olur, beğenir ve yaratır. Allahü teâlâ dilemedikçe, bir sinek, kanadını kımıldatamaz. İnsanların yapdıkları bütün iyi
-91-
likler ve kötülükler, hep Onun dilemesi ile oluyor. Kullar birşey yapmak irâde edince, O irâde etmezse o iş olmaz. O da dilerse, olur. Var olmasını dilemediği şey, var olmaz. Var olursa, acz, gücü yetmemek olur. Allahü teâlânın herşeye gücü yeter. Dilese bütün insanlar ve cinnîler mü’min olup itâ’at eder. Dileseydi, hepsi kâfir olurdu.
Süâl: Herşey, Onun dilemesi ile oluyor. Kâfirlerin küfrünü dilemişdir. Onlar, bu irâdeye karşı gelemezler. Bunun için zor ile kâfir oluyorlar. Onlara îmân etmelerini emr, olmayacak şeyi istemek olur. Onların îmân etmesini emr ediyor da, niçin îmân etmelerini dilemiyor? Herkesin îmân etmesini emr ediyor da, niçin herkesin îmân etmesini irâde etmiyor, dilemiyor?
Cevâb: Allahü teâlâya, yapdığı şeyleri beğenmiyerek, bunların sebebi sorulmaz. Allahü teâlâ, ileride olacak herşeyi ezelde, sonsuz geçmişde biliyordu. İlmi, olacak şeylere tâbi’dir. Ya’nî nasıl olacaklar ise, öylece bilmişdir. Öyle olacakları için öyle bilmişdir. Yoksa, öyle bildiği için, öyle olmağa mecbûr olmuyorlar. İşte, Allahü teâlânın irâdesi, bu ilmine uygun oluyor. Kudret ve tekvîn sıfatları da, irâdesine uygun oluyor.
Kullarda, irâde-i cüz’iyye, ya’nî seçmek, dilemek vardır. Birşeyi yapmak isterler veyâ istemezler. Ehl-i sünnetin iki imâmından Ebû Mensûr Mâtürîdî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, irâde-i cüz’iyye, başlı başına bir varlık değildir. Dışarda var değildir. Kudret-i ilâhiyye ile ilgisi yokdur. Allahü teâlâ, filân kimsenin günâh işlemek isteyeceğini ezelde biliyordu. O kimse, isteyince, Allahü teâlâ da diler ve yaratır. Günâh hâsıl olur. Kulun irâdesi, Allahü teâlânın kazâsına, takdîrine ve yaratmasına sebeb olmakdadır.
İnsanların yapamıyacağı şeyler, üç dürlüdür:
1 - O şeyin kendi yapılamaz. İki cismi, bir anda, bir yerde bulundurmak gibi. Şişeden suyu çıkarmadan, başka sıvı doldurulamaz.
2 - Kendi yapılabilir. Fekat âdetde kullar yapamaz. Bir dağı yerinden kaldırmak gibi.
3 - Yapılabilir. Fekat, Allahü teâlâ, kulun yapmıyacağını bildiği için, kul onu dilemez. Allahü teâlâ, birinci ve ikinci kısmları emr etmedi. Üçüncü kısmın yapılmasını emr etmekdedir. Meselâ, Ebû Cehlin îmân etmiyeceğini ezelde bildiği ve küfrünü dilediği hâlde, îmân etmesini emr etdi.
Demek ki, insan yapmağı ve yapmamağı seçmekde, dilediğini yapmakdadır. Kulun bu dilemesi, Allahü teâlânın irâde etmesine
-92-
ve yaratmasına sebeb olmakdadır. Kul, hayr işlemek isteyince, O da ister ve yaratır. Kötülük işlemek dileyince, O da ister ve şerri yaratır. Kimseyi zor ile kâfir yapmaz ve kimseye zor ile günâh yap-dırmaz.
Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki, herşeyi sebeb ile yaratmakdadır. İnsanların irâdelerini de, bunların iyi ve kötü işlerini yaratmağa sebeb kılmışdır. Îmânı, hayrı, sevâbı kullarına bildirmek için Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Îmân et-meği ve ibâdet ve iyilik yapmağı emr etdi. Küfrü ve günâh işlemeği, kötülük yapmağı yasak etdi. İnsanlara akl verdi. Aklı olana emr etdi.
Allahü teâlâ, dilediğini yaratır. Yaratdığı herşeyde nice fâideler vardır. Ya’nî hakîmdir. İnsan aklı bunları anlayamaz. Akl ancak alışdığı, duygu organları ile aldığı bilgileri ölçer, kavrar. Kâfirleri yaratdığında, bunlara uzun ömr, bol rızk, mevkı’, rütbe verdiğinde, küfrlerini, kötülük yapmalarını dilediğinde ve yılanları, hınzırları, zehrleri yaratdığında [insanları öldürücü, memleketleri yıkıcı enerji kaynakları yaratdığında, görülemiyen atomun, düşünülemiyen küçücük çekirdeğinde, aklları şaşırtan, şehrleri yok eden mu’azzam kuvvet yerleşdirmesinde, ışık, elektrik, mıknatıs ve kimyâ enerjileri yaratmasında, fizikde, kimyâda, biyolojide okunan ve pekçoğu henüz anlaşılamıyan madde ve kuvvet ve hayât kanûnlarını, nizâmını kurmasında] sayısız hikmetler, fâideler vardır. Fâidesiz birşey yapmak sefâhetdir, aşağılıkdır. Allahü teâlânın her yaratdığında, çeşidli fâide vardır. İrâdesi Onun sekiz sıfatından biri olup kadîmdir, hep var idi. Ezelde kendi de, sekiz sıfatı da hep var idi. Sonradan olma değildirler. Müşebbihe fırkasından Kerrâmiyye adındaki zındıklar, irâde sıfatı kadîm değil hâdisdir, ya’nî sonradan olmadır dedi. Kâfir oldular. Sekiz sıfatdan birine kadîm değil, hâdis diyen kâfir olur.
Allahü teâlâ, herşeyi tekvîn sıfatı ile yaratmakdadır. Tekvîn var etmek demekdir. Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıkları, maddeleri, cismleri, özellikleri, olayları, kuvvetleri, kanûnları, bağlantıları yaratan, yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yokdur. Ondan başkasına yaratıcı denemez ve kimseye, bir şey yaratdı denemez. Kur’ân-ı kerîmde meâlen, (Her şeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır) buyuruluyor. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Yaratan ve emr eden yalnız Odur) ve Yasîn-i şerîfdeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (Yalnız O yaratıcıdır ve çok bilicidir) buyuruldu. Karada, denizlerde, havada yaşıyan hayvanların [mikrobların, atom çevresindeki elektronların, moleküllerin, iyonların] ve insanların, meleklerin ve cinnîlerin, ya’nî her var olanın kendisini ve hareketle-
-93-
rini ve işlerini ve durmalarını, ibâdetlerini ve günâhlarını, iyiliklerini, zararlarını, küfrlerini ve îmânlarını yaratan Odur. Mu’tezile diyor ki, (Kullar, işlerini kendileri yaratır. Hak teâlâ, kullara çok kudret verip, kendi işlerini kendileri yaratır. Hayvanlar da böyledir). Bu sözleri yanlışdır.
İnsanlar ve hayvanlar, irâde-i cüz’iyyeleri ile bir işi yapmağı diler. Bu dilemeğe (Kesb etmek) denir. Allahü teâlâ da, dilerse, bu işi yaratır. Kul birşey yaratamaz. Bizim [ya’nî Kâdîzâde Ahmed efendinin] (İrâde-i cüz’iyye) risâlemizde bunu uzun açıkladık. Elin, ayağın kımıldamasını, dilin söylemesini, gözün açılıp kapanmasını ve görmesini yaratan Odur. Sineklerin, böceklerin, mikrobların, yıldızların, rüzgârların hareketlerini [ve titreşimlerini, elektrik it-me ve çekmesini, maddenin çekimini, sıvıların ve gazların kaldırma kuvvetlerini] yaratan yalnız Odur. İnsanların, hayvanların, cinnîlerin ve rûhlarımızın rızkını yaratan, gönderen Odur. Halâla da, harâma da rızk denir. Mu’tezile, harâmdan gelen, rızk değildir, dedi. Bu sözleri yanlışdır. Her canlının rızkı tükenmeyince eceli gelmez, ölmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Rızk, ibâdet yapmakla artmaz, bereketlenir. Allahü teâlâ herkesin rızkını ezelde takdîr, ta’yîn etmiş, ayırmışdır. Bu, artmaz ve azalmaz. Canlıları öldüren, ölüleri dirilten, sağlamları hasta yapan, hastaları iyi eden yalnız Odur. Mikroblar, tabîb ve Azrâîl aleyhisselâm, birer sebebdir. Bunlar te’sîr edince, işi yaratan, bunlara te’sîr veren Odur. Ateşde yakmak, karda soğutmak, [elektrikde ısı, ışık ve elektroliz hâsıl etmek] hâssalarını hep O yaratmakdadır. Ateş, kar, elektrik, görünen sebeblerdir. Allahü teâlânın âdeti olan vâsıta ve şartlardır. [Duygu organlarımızı, bunlardaki duyma kuvvetlerini, hücrelerdeki beslenme, üreme, zararlı maddeleri çıkarma, oksidlenme ve osmoz olaylarını, kalbi, kanı, kan sisteminin, öteki doku ve organların ve sistemlerin çalışmalarını, aralarındaki düzeni yaratan hep Odur. Komünistler, kitâbsız kâfirler ve çok eskiden beri gelen zındıklar] sapıklar diyor ki, her madde ve kuvvet, kendi özelliği ile kendisi te’sîr eder. Meselâ, ateş yakıcıdır. Her zemân, elbette yakar. Bu sözleri çok yanlışdır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” buyuruyor ki, sebeblerin te’sîri kendiliğinden değildir. Sebebleri var edince, bunların te’sîrini, işlerini de hemen yaratması, Onun âdetidir. Ateşde yakmak özelliğini yaratmasa, hiç yakamaz. Ateşe düşen kimseyi, o istemezse, ateş yakmaz. Maddenin kendinde özellik yokdur. Maddenin özelliklerini, sebeblerin te’sîrlerini ve işlerini, Hak teâlâ yaratıyor. O dilemezse, bu özellikleri ve te’sîrleri yaratmaz. Dileseydi, karda sıcaklık, ateşde soğukluk yaratırdı. Kılıcın kesmesini, merminin delmesini, zehrin öldürme-
-94-
sini yaratan Odur. Denize düşende boğulmayı yaratıyor. Dilerse boğulmaz, sağlamlaşır. Kuşun, tayyârenin uçmasını, [havanın kaldırmasını, sürtünme kuvvetlerini] yaratan Odur. Bu özellikleri, kuvvetleri yaratmasa, uçurmaz. Hastalıkları, çeşidli ilâçlarda çeşidli hâssaları yaratmakdadır. İbrâhîm aleyhisselâm, Nemrûdun ateşinde oturdu. Hiç yakmadı. Eğer yakmak, ateşin tabî’atı, özelliği olsaydı elbette yakardı. Yakmağı yapan, ateş değildir. Allahü teâlâ yakdırmakdadır. Allahü teâlâ, maddelerde dilediği özelliği, işi, yaratır. Yaratdığı iş, maddeden hâsıl olur. Fekat, Allahü teâlânın hikmeti ve âdeti şöyledir ki, her maddeye belli özellik, belli etki vermişdir. Maddeleri, birbirlerinin değişmesine sebeb kılmışdır. Buğday tohumundan buğday, arpadan arpa yaratır. İnsandan insan, hayvandan kendi cinsini yaratır. [Vebâ basîlinden tâ’un, menengokokdan menenjit yaratır. Atomlar arasındaki elektron alışverişini, radioaktiviteyi ve çekirdek reaksiyonlarını, her maddede başka şeklde yaratıyor.] Yemek ile karın doymasını yaratıyor. Eğer doymak yaratmasa, tonlarca yisek doymazdık. Susuzluk yaratmasaydı, hiç su içmesek susamaz idik.
Ondan başka yaratıcı yokdur. Her var olanı, o yaratmışdır. Maddeleri hareket etdirir. Yerlerini değişdirir. Bir zemândan, başka zemâna götürür. Bir hâlden başka hâle döndürür. Akllara hay-ret verecek şeyler yaratır. Bir damla menîden ve görülemiyen spermatozoidden bir olgun insan yaratır. [Nûh aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberden, Ken’an adında âsî, kâfir ve ahmak bir oğul yaratır. Ebû Cehl gibi taş yürekli, örümcek kafalı bir kâfirden, İkrime gibi bir mü’min oğul yaratır. Elinin, dilinin, vücûdunun her zerresinin düzgün yapıları, özellikleri ve hareketleri ile, Onun varlığını, irâdesini, kudretinin büyüklüğünü anlatan, i’lân e-den alçak bir kâfirin kalbinde küfr yaratır. Bunların, söz ile, yazı i-le, rütbe ve mal gücü ile, dîne saldırmalarını yaratır. Kendi mahlûkunu, eserini kendine düşman yapar. İnsanların yüreğinde yerleşdirdiği, gönül [kalb] adındaki bir cevherin, kuvvetin ba’zısını nûrlandırarak, temizliyerek, kendine ayna yapar. Ba’zısını da, karartarak, küfr ve kötülük deposu yapar.] En küçük zerre olan, mikroskobda bile görülemiyen atomun derinliğinde, çekirdeğinde, dağları deviren nükleer kuvvetler yaratır. Pancarda şeker yaratır. Yaprakda fotosentez, özümleme kuvveti yaratır. Arıda bal yaratır. Bir buğday dânesinden, nice buğday yaratır. Cansız yumurtada, canlı hayvan yaratır. Çiçeklerde esanslar, güzel kokular yaratır. Kuru ağaçda, yapraklar, çiçekler, meyveler yaratır. Su içinde hayvanlar, çiçekler, ağaçlar yaratır. Acı su içinde tatlı su yaratır. [Kimyâ reaksiyonları ve nice fizik ve kimyâ özelliklerini yaratır. Topra-
-95-
ğı bitki hâline, bitkiyi hayvan hâline döndürür. İnsanları, hayvanları çürütüp toprak maddelerine, su ve gazlara döndürür. Herşeyin tersini de yapdığı, reversibl tepkimeler yapdığı gibi, bunun da ters, geri dönen hâlini yaratır. Bu kâinât fabrikasında herşeyi, hesâblı, düzenli yaratmakdadır. Gelişi güzel, yıkıcı, bozucu görünen değişmelerin, hepsinin de çok hesâblı, çok âhenkli, bağlılıklar, akllara hayret veren bir düzen içinde yaratıldığı, fen ışığı altında, günden güne dahâ iyi anlaşılmakdadır.]
8 - (Yâ Resûlallah! Yetmişüç fırkadan kurtulan fırka-i nâciyye hangisidir? dediklerinde: Ehl-i beytim Nûhun gemisi gibidir. Ona binen kurtulur buyurdu) diyor.
Hâlbuki, bunu başka zemân buyurmuşdu. Bu süâle cevâb olarak, (Fırka-i nâciyye, Benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir) buyurduğu, kitâblarda yazılıdır. Hadîs-i şerîfleri de sıkılmadan değişdirmekdedir. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olan doğru îmânlı müslimânlara (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denir.
9 - (Cemî’i Eshâb ne mu’tezilî, ne Şâfi’î, ne Mâlikî, ne Hanefî ve ne de Hanbelî idi. Fırka-i vâhide ve nâciyye, Resûlullahın ve Ehl-i beytin yolunda olanlardır. Ehl-i beyt-i Resûl yolunda olmıyan, kurtulamaz) diyerek kendilerinin Ehl-i beyt i’tikâdında olduğuna inandırmak istiyor.
Hâlbuki, Ehl-i beytin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” i’tikâdı, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” i’tikâdıdır. Ya’nî Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” i’tikâdıdır. Bu da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği i’tikâddır. Binlerle (Ehl-i sünnet) âlimi bu i’tikâdı toplamış, herbirini kitâblarına, vesîkaları ile yazmışdır. İctihâd derecesine yükselmemiş, din bilgisinde ihtisâs kazanmamış birkaç kimse, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden bozuk ma’nâlar çıkararak, bu uydurma ve gülünç sözlerine, Ehl-i beyt mezhebi demiş, herkesi inandırmak istemişdir. İslâm düşmanları da, bu fitneyi alevlendirmiş, sinsice kitâblar yazmışlardır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ilminin büyük bir kısmını, hocası olan Ehl-i beytin göz bebeği, imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan öğrenmiş ve öğrendiği bilgileri talebesine bildirmişdir. O hâlde (alevî) demek, ya’nî imâm-ı Alînin yolunda ve Ehl-i beyt mezhebinde demek, Ehl-i sünnet demekdir. Ehl-i sünnete alevî demek yerinde olur. Şimdi Îrânda, Sûriyede ve Irakda kendilerine (alevî) diyenler, alevî değildir.
(Mevdû-ât-ül-ulûm) kitâbı altıyüzyedinci sahîfesinde diyor ki: Eshâb-ı kirâmın inanışı, hep birbiri gibi idi. Çünki, hepsi Resûlul-
-96-
lahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmakla ve hizmetini yapmakla şereflendi. Bu sohbetin ışığı altında şübheleri kalmadı. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını iyi anladılar ve tam inandılar. Sahâbe-i kirâm kalmayınca, yer yer câhiller, nefslerine aldananlar türeyerek, yanlış söylemeğe ve yazmağa başladı. Herbiri yoldan çıkdı. Birçoklarını da yoldan çıkardı. Bid’atler, yanlış yollar, ortalığa yayılmağa başladı. Ehl-i islâm, yetmişüç fırkaya ayrıldı. Âlimlerden bir kısmı, taşkınlıkdan ve şeytâna uymakdan korunup, Eshâb-ı kirâm yolunda kaldı. Bu doğru yolda bulunanlara (Ehl-i sünnet) denildi. Ehl-i sünnet âlimleri, ibâdetde, iş yapmakda birçok mezheblere ayrıldı. Zemânımızda, dört mezhebin kitâbı vardır. Bunlar, Hanefî, Şâfi’î, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Bunlardan başka, hak mezheb kalmadı. Ehl-i sünnetin mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın merhametidir. Âl-i İmrân sûresi, yüzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Birbirlerinden ayrılanlar ve açık âyetler, alâmetler geldiği hâlde, çeşidli yollara sapanlar gibi olmayınız!)buyuruldu. Beydâvî “rahmetullahi aleyh” bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken diyor ki, (Yehûdîlere ve Nasârâya, ya’nî hıristiyanlara, üzerinde birleşmesi lâzım olan doğru yol, açık vesîkalarla bildirildiği, sağlam senedlerle gösterildiği hâlde, bunlar, Allahü teâlânın bir olduğunu hiçbir mahlûka benzemediğini ve âhıretdeki varlıkları anlıyamadılar. Çeşid çeşid şeyler söylediler. Ey müslimânlar, siz de bunlar gibi fırkalara parçalanmayınız!). Bu âyet-i kerîme, inanılacak şeylerde parçalanmağı, yasak etmekdedir. Fıkh bilgisinde, ibâdet etmekde mezheblere ayrılmağı yasak etmiyor. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetimin birbirinden ayrılması [Fıkh bilgisinde ayrılması] rahmet-i ilâhîdir) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Müctehid, doğru ictihâd edince, iki sevâb kazanır. İctihâdında yanılırsa, bir sevâb verilir) buyuruldu.
10 - (Mağarada berâber bulunduğunu bildiren âyet-i kerîmede, Ebû Bekr hakkında bir fazîlet olmayıp, belki bu âyet, onun îmânsız olduğunu ve fadîhatini göstermekdedir. O gece, Cebrâîl nâzil olup, bu gece, kâfirler, seni öldürmeğe karâr verdi. Eshâbının hepsine söyle ki, bu gece evlerinden çıkmasınlar. Sen yalnızca filan mağaraya git dedi. Hazret-i Resûl da, gurûba yakın, Eshâbı toplayıp bu emri bildirdi. Gece hazret-i Alî, yaşı küçük olduğu hâlde, korkmıyarak, yatağına girdi. Resûlullah, mağaraya giderken, uzakdan biri geldiğini görüp durdu. Gelince Ebû Bekr olduğunu anladı. Ey Ebû Bekr, Allahın emrini size söylemişdim. Niçin sokakda dolaşıyorsun, dedi. Yâ Resûlallah! Senin için korkdum. Seni yalnız bırakıp, evimde oturamadım, dedi. Resûlullah düşü
Dostları ilə paylaş: |