Ayağa kalkan Boka, odun yığınlarını dolaşıp kulübeye
yöneldi. Nemeçek'in o koca Ferenç Atş'ı, tıpkı Davud
Peygamberin Calut'u yendiği gibi, alaşağı ettiği yere gelince,
durdu. Toprağın üzerine eğildi, o değerli ayak izlerini
aradı. Ayak izleri, tıpkı küçük dostunun şu dünyadan silinip
gittiği gibi, silinmişti. Toprak bozulmuş, karışmıştı.
Ne ayak izi ne de bir şey! Nemeçek'in ayak izleri öylesine
küçüktü ki zaten, Botanik Bahçesinde gördüklerinde Kızıl
Gömlekliler bile şaşırmışlardı. Vendaver'in ayak izlerinden
de küçük, diye düşünmüşlerdi.
Boka, içini çekerek yürüdü. Küçük sarışın oğlanın,
Ferenç Atş'ı ilk kez gördüğü üçüncü burca geldi. Hani,
Atş da Nemeçek'i görmüş, alay ederek bağırmıştı oradan:
Korkuyor musun Nemeçek?
General yorgundu. Bugünkü olaylar çok üzmüş, yıpratmıştı
onu. Boka, sendeliyordu. Sert bir içki içmişti sanki.
2 numaralı burca zar zor tırmanabildi, bir köşeye çekilip
oturdu. Kimseye görünmezdi buradan hiç değilse. Kimse
de onu rahatsız etmez, tatlı anılarıyla oyalanabilir,
içinden gelirse, bir güzel de ağlayabilirdi.
Hafif hafif esen rüzgarla birlikte birtakım sesler
geliyordu. Burçtan aşağıya baktı. Kulübenin önünde küçük
gölgeler gördü. Karanlıkta tanıyamadı onları. Kulak
kabarttı.
İki çocuk kendi aralarında konuşuyorlardı:
--Bana bak Barabas, diyordu biri. Nemeçek'in ülkemizi
kurtardığı yer, işte burası.
Bir süre sustular.
Boka, yine duydu konuşmaları:
--Barabas, burada barışalım artık. Hem, sonsuz bir
barış olsun. Dargın durmamız çok saçma.
Barabas yutkunarak,
--Olur, dedi, barışalım. Zaten onun için gelmedik mi
buraya?
Yeniden bir sessizlik oldu. Çocuklar hiç ses etmeden
karşı karşıya duruyor, ikisi de, ilk girişim ötekinden gelsin
diye bekliyordu.
--Hadi bakalım, ver şu elini, dedi Kolnay neden sonra.
Barabas duygulanmıştı.
--Hadi bakalım, sen de uzat!
El sıkıştılar. Uzun bir süre öylece el ele durdular.
Bu iş de böylece kapanmış oluyordu artık. Mucize
gerçekleşmişti. Burcun tepesinden iki çocuğu izleyen Boka,
kendini hiç göstermedi. Yalnız kalmak istiyordu, hem tutup
da neden rahatsız etsindi onları?
İki çocuk, Pal Sokağına doğru yürümeye başladılar.
Hafif bir sesle konuşuyorlardı aralarında:
--Yarına, Latinceden çok ödev var yine, dedi Barabas.
--Evet, öyle.
--Senin için kolay. Sen; dün derse kalkmıştın. Ben
çoktandır kalkmadım. Korkarım sıra bendedir.
--İkinci bölüm, onuncu satırdan yirmi üçüncü satıra
kadar çalışılmayacak, işaretlemiş miydin?
--Yoo!
--Sakın o bölümü de bellemeye kalkma. Şimdi sana
uğrayayım da çalışılmayacak yeri göstereyim istersen?
--İyi olur!
Böylece, okul yeniden yerleşiyordu kafalarına. Oysa,
ne de çabuk unutmuşlardı. Nemeçek ölmüş olsa bile, öğretmen
Racz yaşıyordu. Her şeyden önce kendileri de yaşıyordu.
Yürümeyi sürdürüp, akşam karanlığında gözden kayboldular.
Boka, neden sonra yapayalnız kalmıştı işte. Ne
var ki, kalede daha fazla kalmadı. Geç olmuştu. Kiliseden
akşamın hafif çan sesleri geliyordu.
Burçtan aşağıya inen Boka, kulübenin önünde durdu.
Pal Sokağına bakan kapıdan içeri girip, kulübesine dönen
Yano'yu gördü. Yanında Hektor vardı. Bir yandan yerleri
kokluyor, bir yandan da kuyruğunu sallayarak ilerliyordu.
Boka, iyice yaklaşsınlar diye bekledi.
--Küçükbey, eve gitmek yok mu bugün? diye sordu
bekçi Yano.
--Gidiyorum ya işte!
Bekçi Yano sırıttı.
--Evde var güzel, sıcak yemek.
--Güzel, sıcak yemek, diye tekrarladı Boka bir robot
gibi.
Ve birden Rakoşi Sokağındaki terziyle karısını hatırladı.
Belki, şu sırada onlar da akşam yemeğine oturmuşlardı
mutfakta. Odada, mumlar yanıyordu herhalde. Bay Çetneki'nin
iki düğmeli, güzelim kahverengi takımı da orada olsa gerekti.
Kulübeden içeri rastgele bir göz attı. Tahta duvara garip
şeyler dayalıydı. Yuvarlak, kırmızı, beyaz teneke levhalar!
Hani tren bekçilerinin ellerinde görülen gereçler vardır,
işte onları andıran şeyler. Bir de üç ayaklı bir sehpa
vardı. Tepesinde de sarı pirinçten bir boru... Sonra, beyaza
boyanmış kazıklar...
--Bunlar da neymiş? diye sordu.
Yano, içeriye baktı.
--Bunlar, ha işte, bunlar mühendis beyin...
--Hangi mühendis beyin?
--İnşaat mühendisinin.
Boka, yüreğinin küt küt attığını duyuyordu.
--İnşaat mühendisi mi? Ne zoru varmış burayla?
Piposundan bir soluk çeken Yano,
--İnşaat yapacak, dedi.
--Burada mı?
--Evet. Pazartesiye işçiler gelecek. Kazacaklar arsayı.
Atacaklar temeli...
Boka, kendini tutamayıp bağırdı:
--Ne dedin? Ne dedin? Ev mi yapacaklar buraya?
--Evet, dedi bekçi Yano umursamadan. Büyük, üç
katlı bir ev... Arsa sahibi yaptırıyor.
Dünya şimdi Boka'nın başına yıkılmıştı sanki. Gözyaşlarını
tutamıyordu. Koştu, kapıya doğru atıldı. Buradan,
bu vefasız toprak parçasından kaçıp gidecekti artık.
Alıp başını gidecekti. Ne acılar pahasına, ne kahramanlıklarla
savunmuşlardı burayı! Oysa, dişleriyle tırnaklarıyla
savundukları Arsa, şimdi onları yüzüstü bırakıyordu, sırtına
bir apartman yüklenmek için.
Kapının oradan dönüp, son bir kez daha baktı. Bir daha
dönmemecesine ülkesinden ayrılıyordu sanki. İçini burkan
bu acıyı az da olsa hafifletebilen tek, küçük bir avuntu
vardı. Zavallı Nemeçek, bağışlanmak için gelen Macun
Derneği Kurulunu kabul edecek kadar yaşamamıştı, ama
hiç olmazsa, uğrunda can verdiği yurdunun elinden alındığını
da görmemişti.
Ertesi gün, bütün sınıf sessiz sedasız yerine otururken,
öğretmen Racz, bir tören havası içinde, ağır adımlarla
kürsüye çıktı. Sınıfı saran derin sessizlik içinde, hafif
bir sesle konuştu. Arkadaşları Ernö Nemeçek'i anmak
üzere, bütün sınıfı yarın öğleden sonra saat üçte Rakoşi
Sokağındaki eve çağırdı. Herkesin, siyah olmasa da koyu
renkli giysiyle gelmelerini istedi.
Yüzü çok ciddileşmiş olan Boka, önündeki sıraya dikmişti
gözlerini. Şu sırada, o tertemiz çocuk ruhu ilk kez,
şimdiye kadar hiç kapılmamış olduğu bir sezgiye kapılmaktaydı:
Şu yaşam denilen şey, ne biçim şeydi? Kimi zaman sevinçler
veren, kimi zaman içimizi acılarla dolduran, kölesi olduğumuz
şu yaşam neyin nesiydi böyle?
Dostları ilə paylaş: |