Fetih ruhu ve hizmet



Yüklə 29,48 Kb.
tarix14.02.2018
ölçüsü29,48 Kb.
#42732


--
FETİH RUHU VE HİZMET

FETİH RUHU VE HİZMET

Tarihin sayfalarına önemli bir yer tutan, yeni bir çağın açılması ve bir çağın kapanması, olarak geçen devir, İstanbul’un fethidir.

Manevi temelini, şeyh Edebali (k.s)’nin, zahiri yapı taşını Osman Gazi’nin attığı ve gelecekte dünyanın dört bir tarafında İslam’ın hizmetkârlığına soyunacak olan Osmanlı İmparatorluğuna fetih ruhu, Peygamber Efendimizden (s.a.v)’den miras kalmıştır. O, önce insanların gönüllerini fethetti sonra bağrında Beytullah’ı barındıran Mekke şehrini...

Fetihler manevi ve maddi diye ayırsak da, amacın Allah için olması esastır. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Kim Allah’ın adını duyurmak ve dinini yaymak için savaşırsa o Allah yolundadır; diğerleri değil ” 238 buyuruyor.

Eğer fetih Allah için olmaz ise o mücadele Allah katında boş bir dava olmaktan öte gidemez. Buna fetih de denemez. Bunun adı artık fetih değil, belki bir “nasiplenme” dir. Yani pay alma, işgal etme, üstün olma ve sömürü davasıdır. İşte fethi diğer mücadelelerden ayıran temel fark da budur.

Fetih denilince hiç şüphesiz ilk akla gelen, Rabbimizin Habibine müjdesini vahiyle bildirdiği Mekke-i Mükerreme’nin fethidir. Yani “Feth-i Mübin” dir. Bu fetih fetihlerin en büyüğü ve anlamlısıdır. Zira Mekke-i Mükkereme görünürde bir yeryüzü parçası, hakikatte ise kâinatın kalbi hükmündedir. Bu sebeple bu şehrin fethinde zahiri ve batini pek çok hikmetler ve dersler vardır.

Fethin çağrıştırdığı en önemli mana şudur: Yeryüzünün kalbi hükmündeki Kabe’nin putlardan temizlenmesi insanlığın kurtuluşu için nasıl hayati bir önem taşıyorsa, beden ülkesinin merkezi olan insan kalbinin de, her türlü putlardan ve masivadan temizlenmesi de aynı şekilde hayati önem taşımaktadır. Mekke-i Mükerreme’de nasıl Kabe Beytullah ise kalbimiz de Beytullah’tır. Unutulmamalıdır ki bedenimizdeki Beytullah’m yıkılması Mekke-i Mükerreme’de bulunan Beytullah’ın yıkılmasından daha büyük bir cürümdür. Çünkü Beytullah, Allah’ın evi olarak vasfedilmekle beraber insan eliyle inşa edilmiştir. Oysa insan kalbi bizzat Rabbimizin yaratmasıyladır. Dolayısıyla yaratıcısına binaen kalbin fethi daha hayati bir önem taşımaktadır.

Hâlbuki İslam ’ın temel farzlarından birisi de dini yaymaktır. Efendimiz (s.a.v)’den bizlere kadar gelen en önemli miraslardan bir tanesi de budur. İşte fetihteki ana prensip bu olursa o zaman Resulullah(s.a.v)’in sünnetine uyulmuş olunur.

Öyleyse fetihlerde asıl olan kalplerin fethidir. Ülkelerin fethi ise bu asıl fethin tabii sonucudur. Bu sebeple tarih boyunca fetihlerin kalıcı olduğunu, ancak zulüm ifadesi olan işgallerin ise kısa ömürlü olduğunu görürüz. Çünkü işgaller, fıtrata aykırı olarak gönüllere baskı uygularken, fetih ise insan fıtratını okşar.

Peygamber efendimiz (s.a.v) ve Ashabının, İslam’ın ilk günlerinden beri süre gelen bu anlayışı bu gün dahi Allah dostları tarafından şiar edilmiş, bütün gayretleri gönülleri fethetmek olmuştur. Onun içindir ki onlar Peygamber varisleridirler. Zira peygamberler ne mal ne de para miras bırakırlar. Onlar ancak güzel ahlakı miras bırakırlar. Bu ahlakı benimseyip kabul edip uygulayanlar işte onlar gerçek varistirler.

Bu ahlak ile efendimiz(s.a.v)’ın ümmetine ve yaratılmışlara faydalı olmanın duygusunu taşıyan mü’minler şu prensiplere dikkat etmeleri gerekmektedir. İnsanları İslâm’la tanıştırmada esas olan korkutmak değil, müjdelemek ve sevdirmektir.

Tarih boyunca Allah dostları, bu peygamberî esasa göre hareket ettikleri için geniş kitlelerin imanla buluşmasını sağladılar. Nice büyük yıkımların ardından, kalplerin yeni bir heyecan ve ümitle dirilmesine vesile oldular. Çünkü kendi kalpleri diri idi. Sevgiyle, muhabbetle dirilmişti.

İnsanların her vesileyle sevgiden söz ettiği, ama hiçbir devirde görülmediği kadar bundan mahrum kaldığı bu çağda, bizler sevgi bağını sürekli canlı tutmayı, kalplere sevgi tohumları saçmayı en önemli vazifelerinden biri olarak görmek zorundayız.

Tebliğ, kalpleri vahyin ilâhi ikliminde dirilmiş müminlere Cenab-ı Mevlamız’ın verdiği bir vazife, bir emanettir. Zira O (c.c): “Siz vasat (orta yolda giden) bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız” 239 buyuruyor.

Bir insanın ilk teslim alınacak ve hiç teslim edilmeyecek olan yeri kalbidir. Kalp, gerek madde gerekse mana olarak bütün organların, his ve duyguların merkezidir. Teslim edilmedikçe, hiçbir gücün hâkim olamayacağı en muhkem ve mahrem yerdir.

Orada mevcut olanı başkasının görmesi, bilmesi, ona müdahale etmesi de mümkün değildir. Âlemlerin Rabbi müstesna.

Büyükler, vücut uzuvlarının kalple olan münasebetlerini şöyle anlatırlar: “Göz insana yol gösterir, kulak gelecek tehlikeleri duyurur, dil tercümanlık yapar, eller tutar ve dokunur, ayaklar posta hizmetini yerine getirirler. Kalp ise bir hükümdardır. Hükümdar huzur içerisinde olursa, maiyeti ve ordusu da huzur içinde olur.”

O hâlde insan denen bu mükemmel varlıkta, öncelikle ele alınması, tanınması, ihtiyaçları temin edilmesi ve her türlü tehlikelere karşı muhafaza edilmesi gereken, kalptir.

Bunun yanı sıra, bu sevgiyi anlatıp yaşamak için yeterince ilim, güzel ve itidal üzere bir davet, Hak ile vicdanı buluşturmak gibi usûlî bir görevimiz vardır.

İşte tasavvufi hayat ve bu usulün getirdiği sistem içinde, her devirde hizmet adı altında ümmetin en mühim işleri görülmüş, bu anlayıştan uzak kalmış nice mü’minlere el uzatılarak onların zorlu işlerine kolaylıklar sağlanmıştır.

Kâinattaki hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığı, bilincine sahip olan tasavvufi ilim sahipleri, zerreden gezegenlere kadar her şeyin bir varlık hikmetinin bulunmasını, ayrıca bir ölçüye ve mizana göre yaratılmış durumda oldukları bilincine sahip oldukları için görevleri ve anlayışlarını bu çizgide devam ettirmişledir.

İnsanoğlu çeşitli bilim dallarında gelişmeler sağladıkça, varlıkların yaradılış hikmetlerine ve hangi hizmeti gördüklerine dair sırları öğreniyor. Artık biliyoruz ki, okyanusun derinliklerindeki bir yosundan, dağların zirvelerinde yaşayan böceğe tadar her şeyin bir var oluş hikmeti var. En önemsiz gözüken bir bitki veya hayvan türü bile yok olduğunda tabii denge zarar görüyor. O türün gördüğü hizmet yerine getirilemiyor. İşte bu sebeple günümüz dünyasında, tabiattaki dengeyi, bitki-hayvan cinslerini korumaya yönelik tedbirler alınmaya çalışılıyor.

Bu noktada insanın aklına şu sorular geliyor: Her şeyin yaradılış sebebini anlamaya çalışan insanoğlu, kendi varlık sebebi üzerinde niçin düşünmez? Kâinattaki her şeyin bir hizmeti yerine getirdiğini görüyorken, kendinin hangi hizmeti görmesi gerektiğini niçin araştırmaz?

İşte, Peygamber varisleri Allah dostları bu hakikati bildikleri içindir ki yaratılmışlara yapılabilecek her türlü hizmet alanlarında göreve soyunmuşlardır.

Mü’minin hayatı hizmetten ibarettir. Mümin, evvela güzel kullukla, taat ve ibadetlerle kendi ebedî hayatına hizmet eder.

O gün insanlar, yaptıklarının karşılığı kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük dönecekler. Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun mükâfatını görecek. Ve kim zerre kadar kötülük yaparsa, o da onun karşılığını görecek.” 240 İlahi fermanı gereği, ahiret yurdunda iyilik ve güzelliklere erişmek için çabalar. O’nun çizdiği emir ve yasaklar dairesini, yani Allah’ın sınırlarını gözetir. Bütün bunları yaparken amellerine güvenmek yerine, Yüce Rabbi’nin rızasını, rahmet ve şefkatini kazanmayı amaçlar.

İnanan insan kendi istikbaline hizmet ederken, diğer insanları da unutmaz. Uzlete çekilip, toplumdan uzaklaşmak yerine insanlarla kaynaşır. Hak ve hakikat adına onlara da güzellikler sunmak için uğraşır. En yakınlarından başlayarak yaşantı ve sözleriyle doğru yolu tanıtır. Bu, peygamberlerin yolu ve ahlâkıdır. Tarih boyunca ve bugün Müslümanların yolunu aydınlatan kâmil mürşidler de aynı prensiple hareket etmişlerdir.

Aslında bir müminin bizatihi varlığı hizmet anlamına gelmelidir. Güzel ve ölçülü hâl-hareketiyle, dürüstlüğü ve mertliği ile, hoş sohbeti ve güler yüzüyle “iyi ki o var” dedirten, kalpleri Hakk’a ve hayra ısındıran insan olmalıdır. İnsanlarla ilişkilerde özensizlik, sözünde durmazlık, ihmalkârlık, kabalık ve sertlik gibi hâller, bir Müslümanın sadece kendi istikbalini zora sokmakla kalmaz, başkalarının da İslâm’la aralarına perde çeker.

Resul-i Ekrem(s.a.v)Efendimiz:“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”241 buyuruyor.

Dinimizin tarif ettiği hizmet vazifesini yerine getirmek için mutlaka maddi zenginlik gerekmiyor. Günümüzde düşülen yaygın yanlışın aksine, her insanın kendi hâline göre yapabileceği bir hizmet mutlaka vardır. Güler yüzden çocuk terbiyesine, muhtaç birinin ihtiyacını gidermekten, güzel komşuluğa kadar geniş bir alan, hizmet çerçevesinin içine girer. Hâl ve imkâna göre bu çerçevenin bir yerinde mutlaka yer almak gerekir. Özellikle hayır amaçlı organizasyonlara katkıda bulunarak küçük imkânların büyük hizmetlere vesile olmasını sağlamak, bugün için büyük önem arz eder.

İşte Şah-ı Nakşibendi (k.s), menfaatin nereden geldiğini bildiği için sonradan gelecek ümmetin taliplilerine şöyle buyurdu:

“Bu yolda ne kazandıysam hizmet etmekten kazandım, kitaplardan değil. Şimdiki hâlim de hizmetim sayesindedir.”

Sonra şöyle devam etti: “Bu yola herkes bir kapıdan girdi, ben de hizmet kapısından girdim. Her kim o yola girmek isterse ona hizmet etmeyi emredin” dedi.242

Büyük veli Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) aynı manada buyuruyor ki: “Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Hayır umduğum herkese hizmet ederim.”243 Demek ki hizmet, insanın yaradılış gayesini yerine getirmenin yanında, manevi kemalatı elde etmenin de önemli bir yoludur.

Sadatın büyüklerinden Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri hizmetin ehemmiyetini şöyle dile getirmiştir: “Mürid en çok mânevî etkiyi (feyiz ve nispet) hizmet yapmakla elde eder. Hizmetten alınan feyiz ve kemalat çok tesirli ve uzun sürelidir. Mesela; arpa yiyen bir hayvanın ne kadar semiz olduğu boğazlandığında hemen anlaşılır. Ama bahar otuyla beslenen hayvan öyle değildir, çabuk belli olur. Hizmette kazanılan nispet, kolay kolay kaybolmaz. Başka şeylerden elde edilen kemalat devamlı olmaz. Nefsin küçük bir hatasıyla hemen kayboluverir”244

Bu vazife, en dar çerçeveden başlayarak bütün insanlığı kuşatacak kadar geniş bir alana yayılır. Hiç şüphe yok, bütün müminler aile efradı, dost-arkadaş çevresi gibi dar alanda bu vazifeyle mükellef olduğu gibi, bütün insanlığın ilâhi hakikatlerle buluşması için gerekli imkân ve zemini hazırlayacak faaliyetlerle de mükelleftir.

Rabbimizin kesin emirlerinin en önemlilerinden biri de öğrenip öğretmek; insanları iyiye, doğruya, güzele yöneltmek; İslamî hakikatleri sadelik ve kolaylıkla anlatmak ve telkin etmektir. Özellikle zamanımızda bu vazifenin önemi kat kat artmıştır.

Bu sebeplerle, müminin diniyle ilgili meselelerde vukufiyet kazanmasına, ilahi emirlerin hakikat ve hikmetlerini gereği gibi araştırıp öğrenmesine, hem maddi şartları hem de gücü ve ömrü yeterli olamamaya başlamıştır. Ayrıca ilmin gelişmesi ve genişlemesi, dinî ilimlerin birçok dallarının oluşu, araştıran müminleri de sınırlı bir sahada kalmaya mecbur etmiştir.

Gerçekten de ilimlerin en şereflisi olan din ilimlerinin her biri bir ihtisas konusudur. O hâlde dinin hakikatlerini, doğru ile yanlışı, büyük önem taşıyanla daha az önemli olanı, âlimlerin eserlerinden, kitaplarından, sohbetlerinden, nasihatlerinden öğrenmek mecburiyeti vardır.

Allah-u Teala “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 245 buyuruyor.

İşte Nakşibendi terbiye yolu, halkın içinde olup ve hâl dili ile Hakk’ı anlatma metodunu seçmiştir.

Tarihte her manevi yıkımdan sonra insanlığı canlandırma görevini en başta gerçek tasavvuf büyükleri görmüştür. Cemiyetin ihyası için geceli gündüzlü çalışmışlardır. Her vesile ve fırsatta mü’minlere ayet-i celilenin hükmünce yardıma koşmuşlar, hak ve hakikati anlamaları için günün her saati ırk ve makam farkı gözetmeksizin Hakk’ın emrettiğini ve nehyettiğini anlatmışlar, yaşamaları için gereken bütün imkanlarını onların hizmetlerine sunmuşlardır.

Bu dün böyleydi, bugün de daha fazla ihtiyaç ve yoğun çabayla devam etmektedir. Kıyamete kadar da devam edecektir.


238-Buhari,İlim,45;Müslim,İmâret,149;Ahmed b. Hanbel,el-Müsned,IV,392

239-Bakara suresi ayet-143

240-Zilzâl suresi ayet-6,8.

241-Ebu Ya‘lâ, el-Müsned,VI,65;Heysemî,Mecmau’z-Zevâid,VIII,191;Beyhakî,Şuabu’l-İmân,No:7658;Suyûtî,

Câmiu’s-Sağîr,No:4044;Aclûnî,Keşfu’l-Hafâ,No:1252



242-Abdülmecid Hani,el-Hadailu’l-Verdiyye,584-585

243-Şeyh Şafi,Reşahat,263

244-Sıbgatullah Arvasi,Minah,28. Minah;

245-Al-i İmran suresi ayet-104

Yüklə 29,48 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin