-216-
Ahkâm-ı islâmiyyenin âhıretdeki fâideleriyle birlikde dünyâdaki fâidelerini, sosyal iyiliklerini de düşünmek yasak değildir. Hattâ, bu fâideleri, zemânın yeni bilgileri ile açıklayarak anlatmak, din adamlarının vazîfesidir. Fekat, bu işin yeri, reformcunun zan etdiği gibi, fıkh ve usûl-i fıkh kitâbları değildir. Çünki fıkh ilmi, müslimânlara dînî vazîfelerini öğretir. Usûl-i fıkh da, bu vazîfelerin dört ana kaynakdan nasıl çıkarıldığını gösterir. Ahkâm-ı islâmiyye üzerine yürütülecek sosyal düşüncelerin ise müslimânlardan ziyâde, din düşmanlarına karşı bir müdâfe’a silâhı ve yarış vâsıtası olarak hâzırlanması lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyenin, dünyâda olan fâidelerini ve iyiliklerini müslimânların da bilmesi pek fâidelidir. Ancak, müslimânların yalnız (bilmek)de kalması lâzım olup, ibâdetleri dünyâ fâideleri üzerine binâ etmek derecesine gelmemelidir. Böyle olursa, ibâdetler bozulur. İslâmiyyetin istediği vazîfelerde dünyâ için ne kadar fâide bulunursa bulunsun, bunları yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için ve âhıretde, azâbdan kurtulmak için yapmak lâzımdır. Böyle niyyet olunca, dünyâ fâidelerinin ayrıca düşünülmesi de, zarar vermez.
İbâdetlerde âhıret fâidelerini bırakarak, yalnız sosyal iyilikler aramak ve bu araşdırmayı esâs tutmak, dîne inanmamak hastalığının alâmetlerindendir. Dikkat edilirse, dinde reformcuların sözleri, yazıları arasında hep o gizli hastalığın belirtileri görülür. Yoksa, az bir din bilgisi olan, hattâ yalnız aklı ve zekâsı ile düşünen herkes, niyyetin ehemmiyyetini elbette anlar. Reformcuların, akla ve mantıka da uymayan böyle sözleri, âhıret hayâtına inanmadıklarını düşündürmekdedir. Ahkâm-ı islâmiyyenin dünyâdaki fâideleri, iyilikleri pek mühim ve meydânda olmakla berâber, Cennet ve Cehenneme inananlar, dünyâ menfe’atlerini hâtırlarına bile getirmezler. Âhıretdeki sayısız ve sonsuz se’âdetler ve çok acı ve nihâyetsiz felâketler karşısında dünyânın gelip geçici zevk ve acılarının hiç değeri yokdur. Müslimânlara istikbâlin ehemmiyyetini anlatmak derdi ile yürekleri yanan reformcular, âhıret denilen o en ehemmiyyetli istikbâle inansalardı, din âlimleri tarafından müslimânların dünyâsına verilen ehemmiyyet kadar olsun, kendileri de müslimânların âhıretine ehemmiyyet verir, yanık sesleri ve gözü yaşlı kalemleri ile biraz da âhıret se’âdeti için feryâd ederlerdi. Ahkâm-ı islâmiyye, sosyal fâideler üzerine kurulursa, bu ahkâmın zemânla değişmesine, bozulmasına yol açar.
12 - Reformcu, mezheblerin yalnız dört dâne olmasını kabûl etmiyor. (Müslimânlar dört mezheb içinde sıkışıp kalırsa, terakkîye, ilerlemeğe imkân olamaz. Aklı, önce din esâretinden kurtar-
-217-
malıdır. Akl, Allahın verdiği sınırsız bir ni’metdir. Dört mezhebin dışına çıkmalı, aklı hürriyyete kavuşdurmalı) diyor. Reformculardan Celâl Nûri de (Târîh-i tedenniyât) kitâbında, (İctihâd kapısı kapanmışdır diyorlar. Bu olamaz. Osmânlılar yanlış, fenâ kanûnlara bağlı kaldılar. Dünyânın öbür ucunda hayât şartları değişdi. Osmânlılar bunlara uymadı. Geri kaldı) diyor.
Cevâb: Evet, yaşamak şartları değişdi. Fen ve san’at ilerledi. Fekat, yanlış, fenâ kanûnlar diye taş atdıkları ahkâm-ı islâmiyye, onları hangi buluşlardan men’ etdi? Yol yapmayın, tren işletmeyin, gemi yapmayın, mâdenlerinizi yer altında bırakın, yâhud bunların işletme hakkını komünistlere, kapitalistlere satın, kâfirlerle ticâret yapmayın, makine, teknik, tayyâre, elektrik ve radyo gâvur îcâdıdır. Bunları sakın öğrenmeyin. Para kazanmayın, futbol maçlarında birbirinizi öldürün mü dedi? Hâşâ, islâmiyyet ahlâka, fazîlete verdiği önem kadar, san’atda, teknikde de çalışmağı ve kâfirlerin bulduklarını da araşdırmağı, öğrenmeği önemle emr etmekdedir. Bunu, ilerdeki sahîfelerde dahâ geniş açıklayacağız.
13 - Koca reformcu Mûsâ Cârullah, (Osmânlılara önceleri uygun gelen islâm kanûnları son zemânlarda, kâfî gelmedi, yetersiz oldu. Çünki, Osmânlı devleti kurulurken, arab bedevîleri gibi idi. Sonra Avrupaya yayılarak, sosyal hayât değişdi. Kanûnlar ise, donmuş olarak kaldı) diyor.
Cevâb: İslâmiyyetin, çadırda yaşayan bedevîlere ve onlar gibi olanlara göre bir din olduğunu, medenî milletler için reforma muhtâc bulunduğunu söyliyen reformcuların, islâmiyyete nasıl bir gözle bakdıkları meydândadır. Bunlar, bir yandan (dîne hurâfeler karışmış, ilk hâline çevirmek lâzım) derler. Bir yandan da, (dînin ilk hâli arab çöllerinde çadırda yaşayanlar içindir) demekden çekinmezler.
14- Reformcu, (İslâm dîni, tek bir adam tarafından ortaya konulmuşdur) diyor.
Cevâb: Reformcu Mûsâ Cârullahın bu sözü, dînin Allah tarafından gönderildiğine inanmadığını göstermekdedir. Vaktîle, Hollandalı Dozy [1820-1884] de böyle söylemişdi. Dozy ve bundan duyduğunu söyleyen bizdeki reformcu, islâmiyyeti, İngiliz parlamentosundaki birkaç yüz meb’ûsun kabûl etdiği livâta kanûnu gibi, bozuk düşüncelerin ham meyvası gibi sanmakdadır. İnsanların yapacağı kanûn, elbette dayanıksız olur. Bir zemân sonra, yine yapanlar tarafından değişdirilmekdedirler.
15 - (Dinde hakîkat tanınan herşeyin, her zemân hakîkat ola-
-218-
rak, kabûl edileceğini, bir an düşünsek bile...) diyor.
Cevâb: Dinde reformcular, dînin, sözünde durmıyan adam gibi, bir hâlden bir hâle dönmesini mi istiyorlar. Hergün, başka bir şekl alacak dînin, Allah tarafından gönderilmesine ne lüzûm var? Bunu herkes yapabilir. İşlerine gelmeyince değişdirilecek bir din! İşte reformcular, böyle din istiyorlar.
16 - (Nass olan yerde, ictihâd yapılamaz ve açıkça bildirilen emrler, başka ma’nâya çevrilemez, sözleri, islâmiyyetin iki temel kanûnudur. Bunun için islâm âlimleri, bankadaki fâizlere, harâm demişlerdir. Hâlbuki fâiz, sermâyenin gıdâsıdır. Sermâye, alışverişin, ya’nî ticâretin dinamosudur) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, fâizi sanki medh etmekdedir. Avrupada, Amerikada kapital sâhiblerinin, alnı terlemeden, oturduğu yerde para kazanmasına imrenmekdedir. Hâlbuki, kapitalistlerin bu sömürücülüğü, komünistliği doğurmuşdur. İslâmiyyet, fâizi harâm ve zekât vermeği emr ederek, sermâye sâhiblerinin, işçileri ve çiftçileri sömürmesini önlemiş, komünistliğe giden yolları tıkamışdır. İslâmiyyetin her dürlü fâizi kesinlikle yasak etmesini terakkîye engel gibi göstermek, modası geçmiş bir şikâyeti tâzelemek kadar ma’nâsızdır.
17 - (Fahr-i kâinat efendimiz, pek güzel olarak buyuruyor ki, (Akl ile nakl çatışırsa, akla uymalıdır). Dînin ihtiyâca göre değişdirilebileceği buradan anlaşılmakdadır) diyor.
Cevâb: Evet, aklın erdiği, gösterdiği bir hakîkat, hiç değişmez. Bunun için, aklın gösterdiği delîl ile, naklin değişdirilebileceğini, islâm âlimleri bildirmekdedir. Fekat, naklin bildirdiğini değişdirmeğe sebeb olacak delîli ortaya koymak, mantık ilminden haberi olmayan bu reformcunun aklı ile olamayacağı da meydândadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm bilgilerini ikiye ayırdı: (İlm-i ebdân) ve (ilm-i edyân). Ya’nî, madde, fen bilgileri ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakl ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’ân-ı kerîm ile Hadîs-i şerîflerdir.
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlaşılamaz veyâ yanlış anlaşılır. Bundan başka, insanların his etme kuvvetleri çok yerde hayvanlardan dahâ za’îfdir. His organlarımız ile anlıyamadığımız şeyleri, akl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akl bulamaz ve anlıyamaz. Akl, erişemediği şeyleri anlamağa kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cen-
-219-
netde ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akl bunlara eremez. Bu bilgilerde akl ile nakl çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
Kur’ân-ı kerîmde dört şey bildirilmekdedir: Îmân, Ahkâm, Kısas ve Ahbâr. İnanılması lâzım olan bilgilerde hiç değişiklik olamaz. Her Peygamberin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, her ümmetin inanışı hep birdir. İnanışları arasında hiç ayrılık yokdur. İkincisi olan ahkâm, Allahü teâlânın emrleri ve yasaklarıdır. Yapılması ve sakınılması emr edilen ahkâmda değişiklik olabilir. Fekat, bu değişikliği yalnız Allahü teâlâ yapmış ve Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile değişdirmişdir. Kısas demek, geçmiş insanların, ümmetlerin hâllerini, yaşayışlarını anlatmak demekdir. Ahbâr ise, geçmişde olmuş ve gelecekde olacak şeyler demekdir. Meselâ, canlıların su ile yaşadığı, kıyâmet alâmetleri, Cennetde akar suların bulunduğu haber verilmişdir. Kısas ve haberlerde değişiklik olmaz. Din bilgileri arasında birbirleri ile çatışır gibi olanları görülürse, bunlar yine akla uydurulmaz. Birbirlerine uydurulmağa çalışılır. Bunlar arasında, birkaç dürlü anlaşılabilen bir bilgiyi, açıkca bildirilmiş olan başka bilgi ile çatışmayacak şeklde anlamalıdır. Burada akla düşen vazîfe, böyle bilgileri, açıkca anlaşılabilene uygun anlamakdır.
İslâm ilmlerinin ikincisi olan fen bilgilerine gelince: Bunlar, his organları ile ve bu organlara yardımcı âletlerle gözetliyerek, inceliyerek ve hesâb ederek ve deneyerek anlaşılan bilgilerdir. Bunların hepsi akl ile, zekâ ile yapılır. Hepsinde aklın bulduğuna güvenilir. Nakl ile fen bilgisinde çatışma olduğu zemân, akla uyulur. Ya’nî nakl, akla uygun olarak açıklanır. Reformcunun işitmiş olduğu Hadîs-i şerîf, işte bunu beyân buyurmakdadır. Fekat fen adamı görünerek, fen ile değil de hislerle, ihtirâslarla konuşan fen taklîdcisi, din ve ahlâk düşmanı yalancılara inanmamalıdır. İslâm âlimleri, akla çok kıymet verdikleri hâlde, bunlardan Şeyh-i ekber hazretleri, (Fütûhât) kitâbında nakli akldan üstün tutuyor. Reformcuların ustası olan ve akla hürriyyet vermeli diye bar bar bağıran moskof Mûsâ Beykiyef, islâm âlimlerine karşı ağzına geleni söylerken, Şeyh-i ekbere, yine yüksek bir yer vermekdedir.
18 - (İslâm kanûnlarının değişmez, donmuş olduğunu gösteren misâllerden biri de, evkâf teşkilâtıdır. (Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri’ gibidir) [ya’nî, vâkıf tarafından konulan şartlar, Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîflerdeki emrler gibidir] sözü, fıkh kitâblarının temel bilgilerinden biridir) diyor.
Cevâb: Vakf edilen mallar ve mülkler, vakf eden kimselerin
-220-
hayâtda iken mallarıdır. Bütün dünyâ anayasaları, herkese kendi malını istediği gibi kullanmak hakkını tanıdığına göre, vakf edilen malları, vakf eden kimsenin istediği şartlara göre kullanmak lâzım geldiğine kimsenin dil uzatmağa hakkı yokdur.
19 - (Evkâfın bu kadar çok olmasının sebebi, dindârlıkdan, iyilikden ziyâde, yağmacıların topladıkları serveti, bir başkası yağma etmesin diye, binâların yüzde doksandokuzunu kendilerine ve evlâdlarına garanti ederek, geri kalan yüzde biri ile bir câmi’, bir medrese veyâ bir tekkeye sadaka vermişlerdir) diyor.
Cevâb: Vakf bilgilerini, böyle câhilce sözlerle değil, birer birer incelemekle konuşmak lâzımdır. Şu kadar söyliyelim ki, vakfların şimdiye kadar değişmeden kalması, çok iyi olmuş. Bu sâyede, devlet bütçesinin yarısına yakın bir değer taşıyan mallar, mülkler, millete kalmış. Eğer hükûmetlerin, evkâf mallarına el uzatmasına set çeken vakf kâidesi olmasaydı, bu büyük servetin yerinde şimdi belki yeller eserdi.
20 - (Müslimânlar arasında birçok parazit insanlar yaşıyor. İnsanın çalışmasından başka birşeyi olmadığı bildirildiği hâlde, medreseler, imâretler, tekkeler, fâidesinden ziyâde zararı olan milyonlarca tenbel kimse ile doluyor) diyor.
Cevâb: İnsanın çalışmasından başka bir kazancı olmadığını bildiren, Vennecmi sûresindeki âyet-i kerîmedir. Dinde reformcular, bu âyet-i kerîmeyi çok söylerler. Fekat ma’nâsını az anlarlar. Bu âyet-i kerîmeden önce ve sonra olan âyet-i kerîmeleri bilenler, bunun âhiret kazancı için olduğunu kolayca anlarlar. Bundan başka, dünyâda insanlar, çalışmadıkları şeylerden de istifâde edebilirler. Mîrâs, bunun açık bir misâlidir. Bu âyet-i kerîme, âhiretde bir insanın başkasının suçundan zarar görmiyeceği gibi, istifâdesinin de, yalnız kendi kazandığı olacağını bildiriyor. Her müslimânın, âhiretine zarar vermemek şartı ile, dünyâyı kazanmağa çalışması da lâzımdır. Böyle çalışmak ibâdetdir, dînî vazîfedir. Bu vazîfeyi bildirmek için, yukarıdaki âyet-i kerîmeye yanlış ma’nâ vermenin yeri yokdur.
Reformcunun mekteb talebelerini zararlı bir parazit olarak göstermesi ve fakîrlere, kimsesizlere yardım için yapılan imârethâneleri, hayr yerleri olarak değil de, zararlı yer olarak göstermesi, şaşılacak şeydir. Medreselerin, imâretlerin, ya’nî aş evlerinin me’ârife, kültüre ve insanlığa fâideli olduğuna şübhe yokdur. Fakîrler için hastahâne de yapdırmamalı mı?
21 - (Hıristiyanlık da, sâbit idi. Değişmemesi için çalışdılar.
-221-
Sonra, bir hıristiyan reformcunun isyânı, her tarafa yayıldı. Sâbit, değişmez olan kâideler yıkıldı) diyor.
Cevâb: İlâhî dinler hep sâbit idi. Din denilen şey sâbit olur. İnsanlar tarafından değişdirilirse, yenisine din denmez, dinsizlik denir. Şimdiki hıristiyanlık dîni böyledir. Îsâ aleyhisselâmın Allah tarafından getirdiği din, Bolüs [Paulus] tarafından bozularak, dinsizlik hâline getirildi.
22 - (Beyâzlarla siyâh ırklar karışabilir. Bundan hâsıl olan melezler, medeniyyet kuramazlar. O ırklardaki rûh, ya’nî ortak duyguları yıkılır. Güstav Löbon’un ortaya koyduğu bu teori, Osmânlılarda görülmekdedir. Osmânlıların devşirme usûlü ile ve câriyelerle ırkına karışan kanlarla rûhları bozuldu. Zekâları artdı ise de, ahlâkları kötüleşdi) diyor.
Cevâb: Güstav Löbon, (Karışan ırklardan sayısı az olanlar, birkaç nesilden sonra, kanları değişerek yok olurlar) diyor. Osmânlılarda çoğunluk hep Türklerde olduğu için, türklük yok olmamışdır, artmış ve kuvvetlenmişdir. Avrupa milletlerinde demokrasi, sınırsız denecek kadar ilerlediğinden, ırklar büsbütün karışmış bir hâldedir. Bu karışıklıkları, gerilemelerine sebeb oldu mu? Amerikada belli bir ırk yokdur. Çeşidli ırkların karışmasından meydâna gelmişdir. Hâlbuki, teknikde en ileride bulunuyor. Müslimân olmakla da şereflenselerdi, ahlâkları da düzelirdi. Eski islâm medeniyyeti yeniden dünyâya ışık salardı. Irkların karışması, târîh boyunca çoğalmakda iken, medeniyyet azalmıyor. Reformcunun söylediğine göre, ırkların en az karışdığı ilk çağlardaki insanların dahâ medenî olması lâzım gelirdi. Hâlbuki, ilk insanların medenî olmadığını, kendi târîh kitâbları yazmakdadır. O hâlde Güstav Löbon’un teorisi doğru değildir.
Osmânlıların felâketini hâzırlayan ahlâksızlığın, çöküntünün sebebi olarak ırkların karışmasını göstermek, çok çürük ve pek gülünç bir davranışdır. Çöküntünün, ahlâksızlığın biricik hakîkî sebebi, okumuşlarda dinsizlik, okumamışlarda ise bilgisizlikdir. Dinsizliğin ahlâkı kötüleşdirmesi, bilgisizlik ile olan kötüleşmekden kat-kat fazladır. Bunun içindir ki, okumuş dinsizler, dahâ kötü, dahâ aşağıdır. O hâlde, cem’iyyetlerin yaşıyabilmesi için dinli bir ilm ve buna dayanan, bir terbiye metodu lâzımdır. Osmânlıların çökmesini önlemek için, eski dertleri olan cehâletden kurtarmak isteyenler, dahâ tehlükeli olan dinsizlik belâsına sürükleyerek, Osmânlı medeniyyetini büsbütün yok etdiler.
23 - (Osmânlı pâdişâhlarının kuvvetini halîfelik de artdırdık-
-222-
dan sonra, sultânlar, milletin gözünde yarım ma’bûd gibi oldular. Onların bir işâreti ile, servet, haysiyyet, şeref, hattâ can dahî yok edilirdi. Bu dikta işkencesi, Allahın Cehennemlerinden ziyâde korku verirdi) diyor.
Cevâb: İslâm dîni (İslâmiyyetin yasak etdiği emrlere itâ’at olunmaz. Bunlara karşı da gelinmez) maddesini anayasaların başına koymuşdur. İslâm milletlerinin başında bulunanlar, ister pâdişâh, ister halîfe veyâ başka ism taşısınlar, her istediğini yapdırmak derecesine çıkamazlar. Hiçbir vakt, yarı ma’bûd olamazlar. Pâdişâhlar arasında böyle aşırı davrananlar aslâ görülmedi. Çok merhametli olanları, afv edicileri oldu. Çöküntü, zulmden değil, merhametden doğdu. Bu hâlleri, dinden değil, dîni dinlememelerinden olmuşdur. İslâmiyyetin, devlet reîslerini de içine koyduğu şartlar, sınırlar, islâm milletlerinin hepsi tarafından her zemân bilinmekde idi. İslâmiyyet, islâmiyyete uymayan, kanûnsuz hareket eden devlet başkanlarının keyfî emrlerini tanımamağı, dahâ Avrupalılar (İnsan hakları beyânnâmesi)ni yazmadan çok evvel, müslimânlara yalnız bir hak değil, bir vazîfe olarak da vermişdir.
24 - Reformcu diyor ki, (Dînin kendisi değil, fekat müslimânlardaki din anlayışı ve dîne dayanan dikta idâresi, kökünü yine dinden alan âile terbiyesi, ferdi, sosyal hayâtda başarısız bir hâle düşürmüşdür.)
Cevâb: (Vur abalıya) ata sözünü hâtırlatacak şeklde, her kabâhati dîne yükletmek ve dînin kendisi değil de, din anlayışı gibi kaçamak kelimeler arkasında maskelenmek, dinde reformcuların başlıca prensibidir. Dînin, dikta idâresini değil, adâleti emr etdiği, güneş gibi meydândadır. Bu hakîkati reformcunun inkâr etmesi, kör olanın güneşi inkâr etmesi gibidir. Bu inkâra ilm değil, maskaralık denir.
25 - (Kazâ ve kader bilgisi karşısında boynu bükük, elinde birşey olmadığına inanan müslimânlar, asrlarca korku altında yaşayarak, orta çağlarda, Avrupada kırbaç altında titreyen esîrler gibi, mutî’, zelîl, yaltakçı ve yalancı oldular. Osmânlıları fenâlığın bu derecelerine kadar sürükleyen sebeb, dindeki kazâ, kader, tevekkül, kanâat etmek ve müslimân olmak için, yalnız kalble inanıp bunu kısaca söyleyivermek husûslarıdır. Kazâ ve kader ile tevekkül, müslimânların azm ve irâdesini yok etmiş, çalışmalarına, varlıklarına güveni kaldırarak, işkencelere ve her dürlü aşağılığa katlanmak derecelerine düşürmüş. Aza kanâat etmek, milleti tenbel yapmış. Îmânın bu kadar basît olması da, müslimân olmak için, medenî ve ahlâkî meziyyetlerden hiçbirinin lâzım olmadığı
-223-
ve her kötülükle îmânın birleşebileceği fikrini doğurmuş, hem tenbelliğe, hem de ahlâksızlığa yol açmışdır) diyorlar.
Bunların herbirini aşağıdaki maddede açık ve geniş anlatacağız.
26 - (Mü’min; hayrın da, şerrin de, cenâb-ı Hak tarafından ezelde takdîr edildiğine inanır. Biz kuluz. Kulun elinden birşey gelmez. Herşeyi yapan Allahdır. Kul, kaderi değişdiremez. Meselâ, rızk ezelde ayrılmışdır. Ne yapsak, bunu değişdiremeyiz. Ortada bir tehlüke var. Allah isterse, bu tehlüke bize dokunur, istemezse dokunmaz. Mü’min için Allaha tevekkülden başka çâre yokdur) diyor. Böylece islâmiyyetin temel inançlarını sarsmak istiyor.
Cevâb: Bu inanışların hepsi doğrudur. Tevekkülü ve kazâ ve kaderi yanlış anlayan câhiller gibi, reformcu da, bunları anlayamamış, dahâ doğrusu, kazâ ve kader bilgisini bozmağa çalışmakdadır. Şu kadar var ki, müslimânlar yanlış anlasa da, beğeniyorlar. Reformcu ise, beğenmemekdedir. Müslimânlar, böyle inandığı için tenbel oluyor denirse, ibâdetlerinde de tenbel olmaları lâzım gelir. Çünki, insanın elinden hiçbirşey gelmediğine inandığı için tenbel olan kimse, dünyâ işinde tenbel olduğu gibi, âhıret vazîfelerinde de tenbel olur. Müslimânlık insanın dünyâ işlerinde elini, kolunu, ihtiyârını ve irâdesini bağlı tutuyorsa, âhıret işlerinde de bağlı tutar. Böyle inanan kimselerin nemâzlarına, oruclarına varıncaya kadar bütün ibâdetlerinde tenbellik etdiklerine de reformcular inanıyor mu? İnanıyorlarsa, niçin biraz da bu tenbellikden şikâyet etmiyorlar? Bu tenbelliği ağızlarına, kalemlerine almamaları, müslimânların âhıret işlerinde, kazâ ve kadere inanmadıkları için mi, yoksa reformcuların o tarafa ehemmiyyet vermedikleri için midir? Hepimiz biliyoruz ki şimdiki müslimânlar, dînî vazîfeleri yapmakda da, tenbel olmuşlardır. Bu tenbellikleri de, dîni sevdikleri için olmaz ya! Müslimânlarda dîne bağlılık kuvvetli olsa idi, dînî vazîfelerinde, ibâdetlerinde gevşek davranmazlardı. Bu tenbellik müslimânlara nereden gelmiş? İyi incelenirse, canımızın kıymetli ve istirâhatın tatlı görünmesinden, ya’nî nefse uymakdan ileri geldiği anlaşılır. Câhillik de, buna eklenmiş. Cennetdeki kıymetli hayâtlara ve devâmlı istirâhatlara kavuşmak için, çalışmak ve fedâkârlık lâzım olduğunu anlamağa da cehâletimiz mâni’ olmuş. O hâlde, dîn-i islâmın yüksek ve kıymetli hakîkatlerini, bu tenbelliğe sebeb göstermek, çok haksız ve yersiz bir iftirâ olur. Hele tabasbus, riyâkârlık, yaltakçılık ve yalancılık gibi kötülükleri kazâ ve kadere yükletmek, çok çirkin bir iftirâdır. Bu kötülükler, menfe’atden, ya’nî dîni bırakıp, dünyâya sarılmakdan, dînin ahlâk kâidelerinden sıyrılmakdan ileri gelmekdedir. Kısaca, ahlâksızlık
-224-
ların başı, dinsizlik ve câhillikdir. Allaha tevekkül eden ve kadere inanan kimse, yaltakçılığa ve yalancılığa tenezzül etmiyeceği gibi, kaderde olmıyan menfe’atlerin bu yollardan elde edilemiyeceğine de, inanır. Fâidenin ve zararın Allahdan geleceğine inanan kimse, kullara boyun eğer mi? Kimseye yaltakçılık yapar mı? Hâlbuki kazâ ve kadere inanmayıp, yalnız sebeblere yapışanlar ve bunların gayr-i meşrû’ ve kötü olanlarına da sarılanlar, o derekelere inerler. (Müslimânları ahlâksızlaşdıran şey, tevekkül ve kadere îmân değilse de, bunları yanlış anlamak değil midir?) süâli de yersizdir. Fenâlıklar, ahlâksızlıklar, tevekküle ve kadere îmânın herhangibir şeklde anlaşılmasından hâsıl olamaz. Çünki, kazâ ve kadere îmân ve bu kötülükler birbirinin zıddıdır. Aralarında hiçbir bağlılık yokdur. Tevekkül ve kader bilgilerinin yanlış anlaşılması bile, bu kötülüklere sebeb olmaz. Bu fenâlıkları, ahlâksızlıkları, tevekkülün ve kadere îmânın yokluğunda aramak lâzım iken, bunlar arasında herhangi bir yoldan bağlılık arayan ağızlara ve kalemlere yazıklar olsun! Müslimânların hastalıklarını böyle tersine mi teşhis ediyorlar? Kötü isteklere kavuşmak isteyen yaltakcıların, yalancıların tevekkülünden, kadere îmânından şikâyet etmemeli, onlara tevekkül ve kadere îmân tavsıye etmelidir. Bakınız Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz Hadîs-i şerîfde ne buyuruyor:
(Allahdan korkun da, istediğiniz şeylere kavuşmak için, iyi sebeblere yapışın. Kötü sebeblere yanaşmayın! Kudretinde ve irâdesinde bulunduğum Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiçbir kimse, ezelde ayrılmış olan rızkını temâm almadıkça, dünyâdan âhırete gitmez.)
İslâm düşmânlarının ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri sözlerden biri de: (Âlimler, milleti para kazanmağa teşvîk etmiyorlar. Dünyânın fânîliğini söyliyerek, müslimânları yaşamakdan soğutuyorlar) demeleridir. Hâlbuki, din âlimlerinin vazîfesi, müslimânlara, anadan doğar doğmaz meme aradıkları gibi, sevk-i tabî’î, içgüdüleri ile bilecekleri, anlayacakları ihtiyâçlarını, menfe’atlerini, kısacası tabî’î vazîfelerini öğretmek değildir. Para kazan, aç kalma, karnını doyur, lokmayı ağzına koy, yorulunca dinlen... gibi nasîhatları insanlara değil, hayvanlara bile bildirmeğe lüzûm yokdur. Din âlimlerinin vazîfesi dünyâ menfe’atlerini elde ederken, âhıreti unutmamak, hak ve adâleti gözetmek, nefse uymamak ve çalışırken, Allaha güvenmek, gevşeklik yapmamak, böylece kendi kuvvetine ma’nevî bir kuvvet de eklemek gibi fâideli ve ışıklı yolları insanlara göstermekdir.
-225-
Süâl: Müslimânlar kazâ ve kaderi ve tevekkülü yanlış anlayarak tenbel olmuşlar, sonra ahlâkları da bozulmuş. Böylece fenâlıklara sürüklenmişler değil mi?
Cevâb: Bu söz doğru olabilir. Müslimânlarda yaltakcılık ve yalancılık gibi hâllerin hâsıl olması, kazâ ve kaderi ve tevekkülü büsbütün unutmalarına sebeb olur. Artık bunların yanlış anlayışlarını düzeltmek değil de, bunlara yeniden inandırmak lâzım olur. Böyle yapmayıp da, kader ve tevekkül kötülenirse, bunlardan büsbütün soğutulmuş olurlar. Kazâ ve kaderi ve tevekkülü kötülememeli, tenbellerin fenâ hareketlerini kötülemelidir.
Tevekkül, müslimânlarda bir za’f değil, bir kuvvetdir. Müslimânlar, dînimiz emr etdiği için tevekkül ediyor. Tevekkülü emr eden islâmiyyet, tenbelliği men’ etmekdedir. (Allah yolunda, ya’nî doğru yolda mücâhede ediniz!) ve (Yükü en büyük olan insan, mü’mindir ki, hem dünyâsını, hem de âhiretini düşünmekde ve ikisi için de çalışmakdadır.) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve (Allahü teâlâ aczi, gevşekliği ma’zur görmez. Aklını ve zekânı kullanmalısın! İşin ehemmiyyeti seni mağlûb edecek gibi olsa bile, Allahın yardımı bana yeter diyerek çalışmağa devâm etmelisin!) Hadîs-i şerîfi buna şâhiddir. (Deveni bağla ve cenâb-ı Hakka tevekkül et!) Hadîs-i şerîfi, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lâzım olduğunu açıkça bildiriyor. Ya’nî, tevekkül, Allahdan yardım bekliyerek, güçlükleri yenmek demekdir. Yoksa masonların dediği gibi, güçlükleri terk etmek değildir. İslâm âlimleri islâmiyyetin bu emrlerini, her asrda, her memleketde söylemişler ve kitâblarında yazmışlardır.
Tevekkül, iş yapmayıp tenbel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (Bir işe başladığın zemân, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) meâlindeki âyet-i kerîme, bu sözümüzü isbât etmekdedir. Bu âyet-i kerîme, tevekkül ile berâber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan azm de lâzım olduğunu gösteriyor. Demek ki, her müslimân çalışacak, azm edecek, sonra da Allahü teâlâya güvenecekdir.
Dinde reformcular, insan nefsine güvenmelidir, diyor. Müslimânlar ise, insan yalnız Allaha güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları, tevekküle inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için, nefse güvenmek kelimesi ile bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalıyorlar. Görülüyor ki, tevekkül, müslimânlar için lüzûmsuz birşey değildir. Tevekkül edilecek, gü-
Dostları ilə paylaş: |