-382-
dan nasîbi olmayan komüteciler çıkarmış ve idâre etmişlerdi.
56 - Bir hürriyyet kahramanı şekline sokulmuş olan Seyyid Kutbun, (İslâmî etüdler) kitâbının tercemesinde, otuzikinci sahîfede: (Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak, haykırmayanlar, yâ büyük bir günâh işliyorlar, yâ münâfık oldukları için böyle davranıyorlar. Yâ da bunlar hakîkî islâmı bilmeyen kara câhillerdir) diyor. Böylece, müslimânlar arasında fitne ve ihtilâl çıkarmağı körüklüyor. Hâlbuki, Hadîs-i şerîfde, (Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana, Allah la’net etsin!) buyuruldu. Bir Hadîs-i şerîfde, (Bir münker gördüğünüzde, bunu değişdiremezseniz, sabr edin! Allahü teâlâ onu değişdirir) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, emr-i ma’rûfu yumuşak olarak yapmalıdır buyuruyor. Bir Hadîs-i şerîfde, (Zâlimin zulmünü değişdiremiyen, oradan hicret etmelidir) buyuruldu.
Seyyid Kutb, otuzüçüncü sahîfede: (İslâmiyyet, bir mücâdele, sonsuz bir savaşdır. Düâlar mırıldanmak, tesbîh dânelerini şıkırdatmak, aman Allahım sen koru sözlerine dayanarak, gökden hayr yağacağına güvenmek, islâmiyyet değildir) diyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri üçüncü cildin kırkyedinci mektûbunda Seyyid Kutbun da yazısına çok güzel cevâb vermekdedir. Bu mektûb, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının ikinci kısmında vardır. Okununca, Seyyid Kutbun nasıl bir yolda olduğu hemen anlaşılır. Allahü teâlâ düâ ve tevekkül etmeği emr ediyor. Düâ edenleri, tevekkül edenleri severim diyor. Seyyid Kutb ise, düâ edenlerle, tevekkül edenlerle alay ediyor. Âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler tesbîh söylemeği emr ediyor. Tesbîh okuyanları övüyor. O ise, bunu red ediyor. Savaşa hâzırlanmak, sebeblere yapışmak, en modern korunma vâsıtalarını yapmak, elbet lâzımdır. Dînimiz bunu emr etmekdedir. Fekat bu, müslimânlarda ve kâfirlerde ortak olan bir işdir. Müslimânlarda ayrıca tevekkül ve düâ silâhı da vardır.
İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının yüzkırkdokuzuncu sahîfesinde buyuruyor ki, islâm âlimlerinin çoğuna göre, düâyı inkâr eden kâfir olur. Kur’ân-ı kerîme inanmamış olur. Düâ ile istenilen şey, yâ kabûl olup verilir. Yâhud âhiretde verilir. Yâhud, günâhın afv edilmesine sebeb olur. Allahü teâlâ, kulunun düâ etmesini, yalvarmasını sever. Düânın kabûl olması için şartlar vardır. Bunlardan biri, halâl yimek, halâl giymekdir. Biri de, kalb ile, ya’nî gönülden istemekdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, çok düâ edenleri sever. Düâ edip, ümmîdini kesmeyen, va’d olunan üç şeyden birine elbette kavuşur). Tesbîh kullanmanın sünnet olduğu, aynı kitâbın yüzelliikinci sahîfesinde yazılıdır. Hadîs-i şerîflerle bildirilen ibâdetlerin
-383-
islâmiyyet olmadığını söylemesi, Seyyid Kutbun nasıl bir reformcu olduğunu açıkça göstermekdedir.
Otuzüçüncü sahîfede: (İslâm, kimsenin dîne zorla girmesi için bir harbin yapılmasını aslâ göz önünde bulundurmaz) diyor.
Kırkbirinci sahîfede: (İslâm Peygamberinden ve onun yolunda gidenlerden istenilen şey, insanları bu dîne sokmak için yumuşak da’vetlerde cehd ve gayret göstermekdir) diyor.
Bu yazıların yanlış ve iftirâ olduğunu ellinci maddede uzun bildirmişdik. Müslimânlar herkese yumuşak davranır. Birbirlerine yumuşak olarak (emr-i ma’rûf) yaparlar. Dâr-ül-harbdeki kâfirler ile de iyi geçinmemiz emr olundu. Müslimânların düşmanlara karşı en kuvvetli silâhı, güler yüzlü ve tatlı dilli olmakdır.
Kırküçüncü sahîfede yine: (İlk fethlerin hepsi, islâmı, bütün beşerin tek dîni hâline zor kullanarak değil de, serbest da’vet yoluyla getirmekdi) diyor.
Bunun yanlış olduğunu bildiren Hadîs-i şerîfler yukarıda bildirilmişdir.
Kırkbeşinci sahîfede: (İslâmiyyet herkese, yeryüzünde adâletin tehakkukunu emr eder) diyor.
(Müslimânların arasını bulun!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi, bütün insanlar arasına yaymağa çalışmakdadır. İslâmiyyet, yeryüzündeki kâfir memleketlerinde adâletin tehakkukunu emr etmez. Buralara îmânın, islâm adâletinin ulaşdırılmasını, yerleşdirilmesini emr etmekdedir.
Ellidokuzuncu sahîfede: (Arab ülkelerinde ictimâî tesânüdü tehakkuk etdirmek için dînî inançları, ahlâkî eğitimin esâsı olarak alırsak, bu ülkelerde revacda olan yalnız islâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz) diyor.
Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Doğru olarak yalnız islâm dîni vardır) buyuruldu. Bu Mısrlı yazar ise, bütün bozuk, kötü dinleri, islâm dîni derecesine çıkarmakdadır. İslâm dîni varken, bozuk dinlere, düşüncelere, lüzûm olmadığını anlıyamamışdır.
Altmışdokuzuncu sahîfede: (Mal cem’iyyetin mülkiyyetinde olduğundan, ferd, malını ihtiyâcı olanlara fâizsiz ödünç vermekle mükellefdir) diyor. Mal, yalnız sosyalist ve komünist memleketlerde cem’iyyetin mülküdür. İslâmiyyetde mal, ferdin mülküdür. Bunu elliüçüncü maddede uzun bildirmişdik. İslâmiyyetde ferdin malına başkaları karışamaz. Cem’iyyet, ya’nî devlet, kimsenin ma-
-384-
lına el koyamaz. Karışırsa zulm etmiş, gasb etmiş olur. Kimse, kimseye ödünç vermeğe zorlanamaz.
Yetmişinci sahîfede: (Zekât, ferdlerin vicdânlarına bırakılmayan bir ödemedir. Devlet onu alır. Zekât, elden ele verilen ferdî bir bağış değildir) diyor.
Bu düşüncesinin de çok yanlış ve saçma olduğunu ellibirinci maddede bildirdik.
Yetmişbeşinci sahîfede: (İslâm, cem’iyyet nizâmını kurmuş, dünyâ nizâmlarını silâh zoru ile değil, fikr gücü ile yenmişdir) diyor. Bu düşüncelerin de islâmiyyete uygun olmadığını ellinci maddede vesîkalarla isbât etdik. (Cihân Sulhu) kitâbında, (Devletcilik sâhasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği kadar açıklanmamışdır) dediğini kırkdokuzuncu maddede bildirmişdik. Burada ise, (islâm cem’iyyet nizâmını kurmuş...) diyor. Sözleri birbirini bozmakdadır. Her ilm kolunda da, böyle yeteri kadar bilgisi olmıyanların, derme çatma yazdıkları sıksık görülmekdedir.
Yetmişyedinci sahîfede: (Bugün onları, Peygamberin zemânında yapmış olduğu şeklde, kısa ve mufassal bilgilerle islâma da’vet etmemiz aslâ kifâyet etmez. O devrelerde, bugünkü gibi, islâm nazariyyesi karşısında duran teferruatlı ictimâî nazariyyeler yokdu) diyor. İslâmiyyeti nazariyye, insan düşüncesi sanmakdadır. Bu yazıları, islâmiyyetden hiç haberi olmadığını gösteriyor. İslâmiyyet, nazariyye değildir. İslâmiyyet, Allahü teâlânın ve Onun yüce Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” emrleri ve teblîgleridir. Bu emrler, bu beyânlar karşısında, insanların kısa akllarından, düşüncelerinden doğan nazariyyeler, hiçbir zemân dayanamaz. Çürür, erir, söner. Dâimâ mağlûb olur. Seyyid Kutb denilen kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okuyup, biraz anlamış olsaydı, haddini bilir, edebini takınırdı. Kendi bozuk düşüncelerini, islâmın rûhuna uymıyan saçma sözlerini islâmiyyet olarak gençliğe sunmakdan belki çekinirdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin, âyet-i kerîmelerden ve Hadîs-i şerîflerden çıkararak yazdıkları kıymetli kitâblarındaki bilgilere uymıyan böyle saçma yazıları, islâmiyyet olarak yazmak ve yaymak, islâmiyyeti bozmağa, içerden yıkmağa kalkışmak demekdir.
Yetmişdokuzuncu sahîfede: (Bütün inançları eşidlikle ve aynı hürriyyete da’vet ederiz. İnanç hürriyyetini korumak, müslimân devletin vazîfesidir. Bütün vatandaşlar gelir kaynaklarından müsâvî hakka sâhibdirler. Ferdî mülkiyyet sınırlıdır. Fazla malları alma hakkı cem’iyyetindir) diyor. Bu düşünceleri de islâmiyyetle ta-
-385-
ban tabana zıddır. Yukarıda islâmiyyeti yaymalıdır, diyordu. Burada ise, her dîne hürriyyet verilmesini istiyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Bir tarafdan da, islâmiyyeti, sosyalizme ve komünizme çevirmeğe çalışmakdadır. Bunların cevâbı birkaç sahîfe önce uzun bildirildi.
Seksenyedinci sahîfede: (Devlet, lüzûmu hâlinde cem’iyyetini korumak için ihtiyâcı kadar parayı varlıklı ferdlerden kaydsız şartsız alabilir) diyor. Bu yanlış düşüncesinin cevâbını da elliüçüncü maddede uzun bildirdik.
Doksanikinci sahîfede: (Bu işler için zekât kâfî gelmez ise, hükûmet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakîrlere iâde eder) diyor.
Seyyid Kutb, bu sosyalist düşüncelerini islâmiyyete yüklemeyip de, kendi malı olarak ortaya koysaydı çeşidli akıntılara kapılarak, şaşkına dönmüş olan gençler arasında, belki kendisine bir yer bulabilirdi. Fekat, bir din adamı kılığına girerek, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırması ve kendi sosyalist düşüncelerini, islâmiyyet olarak tanıtmağa kalkışması, kendisini dünyâda da, âhiretde de rezîl etmekde, Allahü teâlânın intikâmına hedef olmakdadır. Elliüçüncü maddeyi okuyunuz!
İkiyüzüçüncü sahîfede, maskesini temâmen kaldırıyor. İğrenç fikrlerini açığa çıkararak:
(İslâm, yeryüzündeki bütün insanları, dînî inançların değişikliğine bakmaksızın hürriyyete kavuşdurmak için koşan bir kuvvetdir. Bu kuvvet, sapık kuvvetlerle karşılaşınca, mücâdele ederek, onları imhâ etmesi vazîfesidir) diyor. Müslimânları Dâr-ül-harbdeki kâfirlerle bir tutmakda, Allahü teâlânın necs, pis dediği küfrün yayılması, hürriyyete kavuşması için savaşmağı, vazîfe bilmekdedir. Fîsebîlillâh olan cihâdı böyle anlamakdadır. (Her çömlek, içinde olan şeyi sızdırır). Gülistândan gelen, gül kokar. Çöplükde yetişen Ebû Cehl karpuzu, elbet fenâ koku saçar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, (Çöplükde biten gülleri koklamayınız!) buyurdu. Dünyâda ve âhiretde se’âdete kavuşmak istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumalıdır. Bu âlimler, ferdlere, âilelere ve cem’iyyetlere lâzım olan her bilgiyi kitâblarına yazmışlardır. Akllı olan, bu bilgileri arar, bulur. Câhil ve sapık olanlar, bulamaz, yok sanırlar. Ehl-i sünnetden ayrılanların Cehenneme gidecekleri, Hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Allahü teâlâ, gençleri, sahte din adamlarının zararlarından, kitâblarından korusun! Âmîn.
-386-
57 - Seyyid Kutbun (İslâmda Sosyal Adâlet) kitâbı, arabcadan türkçeye terceme edilerek gençliğin önüne sürülmüşdür. Mütercimlerin çok övdükleri Seyyid Kutb, bu kitâbında, maskesini yüzünden büsbütün sıyırmakda, mezhebsiz, sapık olduğunu açıkça bildirmekdedir. Kitâbından aşağıda sunulan parçalar, bunun, islâm âlimlerinin yazılarından birşey anlıyamamış olduğunu göstermekdedir. Yirmiyedinci sahîfede diyor ki:
(İslâmın bir asrda getirmiş olduğu nizâmın, o asra nisbetle değişen birçok şartları karşısında, dahâ sonraki asrların hepsinde aslını gayb etmeden kâbil-i tatbîk olduğuna bizleri kim te’mîn edebilir?)
İslâmiyyetin aslının her asrda değişmesini istiyor. Bizim gibi câhillerin, islâmiyyeti, dilediğimiz gibi değişdirebileceğimizi sanıyor. Müctehid olmıyan bizim gibi mukallidlerin islâm ilmlerine el ve dil uzatamıyacağımızı anlıyamıyor. İslâm bilgileri, din bilgisi ve fen bilgisi olarak ikiye ayrılır. Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilen din bilgilerini, müctehid olan büyük âlimler de değişdiremez. Zâten bugün, ictihâd derecesinde büyük âlim yokdur. Din bilgilerinin alışveriş, nikâh ve cezâ kısmlarını örf ve âdetlere göre değişdirmek câiz ise de, bunun da şartları vardır. İslâmiyyetin bildirdiği şartların dışında değişdirmek câiz değildir. Seyyid Kutb, islâmiyyeti değişdirmekle, Allahü teâlânın emrlerinin yerine, fransız ve sosyalist kanûnlarını getirmek istemekdedir. Nitekim, yukarıdaki maddelerde bu istekleri yazıldı. Cevâbları da verildi.
Otuzbeşinci sahîfesinde: (İslâmiyyet bir bütündür. Ayrılan parçaları birleşmeli, ihtilâflar ortadan kalkmalıdır) diyor. Cevâb:
İslâmiyyetin din bilgileri ikiye ayrılır:
1 - Kalb ile inanılacak şeyler.
2 - Kalb ve bedenle yapılacak şeyler.
Kalb ile inanılacak bilgiler, elbet bir bütündür. Bu da, Resûlullahın bildirdiği ve Eshâb-ı kirâmın haber verdiği îmân bilgileridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrenip, kitâblarına yazdılar. Bütün müslimânların, bu kitâblardan okuyup, inanmaları hep bir îmânda birleşmeleri lâzımdır. Müslimânlar birleşmeli, ayrılık, bölücülük olmamalıdır. Bunun için, bütün müslimânların, tek doğru yol olan (Ehl-i sünnet) inanışında birleşmeleri, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiği sapık fırkalara bölünmemeleri lâzımdır. Başka dürlü birleşmek olmaz. Seyyid Kutbun da bu îmân bilgilerini öğrenmesi, kendi kafasından ve
-387-
hocası olan meşhûr mason Muhammed Abduhun kafasından çıkan saçma ve sapık düşünceleri din bilgisi olarak yaymaması, bölücülük yapmaması lâzımdı. Fekat, Seyyid Kutb, yukarıdaki yazısı ile hak olan dört mezhebe saldırıyor. Mezheblerin ortadan kaldırılarak, uydurma bir müslimânlık yapılmasını istiyor. Cemâleddîn-i Efgânî, Abduh ve Mevdûdî gibi mezhebsizler ve Kâdıyânî [Ahmedî], Behâî ve Teblîg-ı Cemâ’at gibi sapıklar da hep bu yoldadır. Peygamberimiz, Ehl-i sünnetin içinde bulunan dört mezhebin, ibâdetlerde birbirinden ayrılığının rahmet olduğunu bildiriyor. Müctehidlerin ictihâd etmelerini emr ediyor. Bu beğler ise, mezheblerin yok edilmelerini, hıristiyan, yehûdî ve komünist kanûnlarından toplama, yeni bir din yapılmasını istiyorlar. Müslimânları aldatmak için, bu yeni dîne, şimdilik müslimânlık adını vermekdedirler.
Allahü teâlâ, ibâdetler ile ve evlenme, alış-veriş ve kul hakları ile ilgili bilgilerin hepsini açık ve kesin olarak bildirmedi. Kısa ve kapalı bırakdığı bilgileri Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” açıklamasını diledi. Peygamberi de, bunların hepsini tam açıklamadı. Kapalı bırakdığı bilgilerin açıklanmasını ve bunların günlük hâdiselere tatbîk edilmesini müctehid âlimlere bırakdı. Bu âlimler, bu vazîfeleri yaparlarken, aralarında ayrılıklar oldu. Böylece mezhebler meydâna geldi. Müslimânlar ibâdetlerini yaparken, memleketlerinin örf ve âdetlerine, iklim şartlarına ve kendi fizik yapılarına uygun ve dahâ kolay olan mezhebi seçerek, bu mezhebi taklîd eder. Mezhebler müslimânlar için rahmetdir, kolaylıkdır.
Yüzellialtıncı sahîfesinde: (Mülkiyyet, ancak şâri’in [ya’nî islâmiyyeti koyanın] isbâtı ve takdîri ile tesbît edilir. Bu hak, cem’iyyetin nâibi [mümessili] durumunda olan şâri’in husûsî olarak ferde temlîk etdiği birşeydir) diyor. Cevâb:
Mülk, elbet şâri’in izn vermesi ile mülk olur. Fekat, şâri’, ya’nî islâmiyyeti, emrlerini ve yasaklarını koyan, Allahü teâlâdır. (Mübellig), ya’nî islâmiyyeti bildiren, Allahın Peygamberidir “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”. Yalnız mülk değil, her hak, Allahü teâlâ izn verdiği için hak olmuşdur. Herkesin malı, mülkü, hakları, Allahü teâlâ izn verdiği, emr etdiği için mülk ve hak olmuşlardır. İşte bunun için, bir insan, rızâsı ile vermedikçe, kimse onun mülkünü elinden alamaz.
Yüzseksenbeşinci sahîfesinde: (Milyonlarca insanın basit bir meskene ve elbiseye muhtâç bulunduğu bir memleketde, milyonlarca lira sarf ederek muhteşem köşkler yapdırmak isrâf ve harâmdır) diyor.
-388-
Zekâtını fakîrlere veren ve alın teri ile halâlinden kazanan kimsenin köşkler yapdırması, hiç harâm değildir. Halâl ve mubârekdir. Tenbel oturup, çalışmayıp, fakîr kalmak, yâhud kazandıklarını harâm şeylere verip, basît meskende kalmak, uygun değildir. Böyle tenbellerin ve malını harâmlara isrâf edenlerin yüzünden, çalışkanlar niçin suçlu olsun? Zekâtını verenlerin köşklerde oturmaları, şık giyinmeleri, fennin bulduğu bütün kolaylıklardan fâidelenmeleri halâldir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Verdiğim ni’metleri kullanmalarını severim) buyuruldu. Allahü teâlâ, (Çalışana veririm) buyuruyor. Çalışıp kazanmak ibâdetdir. Zenginlik günâh değildir. Allahü teâlâ şükr eden zenginleri sever. Zengin olduğu için, kendini beğenmek, kendini başkalarından üstün görmek harâmdır. (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki:
(Aşere-i mübeşşereden ya’nî Cennete gidecekleri müjdelenen on kişiden Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” tüccâr idi. Medînede, Basrada, Kûfede ve Mısrda mülkleri ve geniş erâzîsi vardı. Bin hizmetçisi vardı. Fekat bütün gelirini fakîrlere dağıtırdı. Cennetle müjdelenenlerden Talha “radıyallahü teâlâ anh” da zengindi. Şık giyinir, süslü gezerdi. Yüzüğünde kıymetli yâkut taşı vardı. Cennet ile müjdelenenlerden Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da zengin tüccârdı. Tebük gazâsında onbin altın ve mal yüklü bin deve verip Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâsını aldı.
Zenginlik kusûr değildir. (Âhır zemânda zengin olmak se’âdetdir) Hadîs-i şerîfi (Râmûz-ül ehâdîs)de yazılıdır. İbrâhîm, Dâvüd ve Süleymân “aleyhimüsselâm” çok zengindiler. Eshâb-ı kirâmın fakîrlerinden çoğu, zenginler bizim gibi ibâdet etdikden başka, malları ile hayrlı işler yaparak çok sevâb kazanıyorlar diyerek, agniyâ-yı şâkirîne imrenirlerdi).
İkiyüzkırkyedinci sahîfesinde: (Hilâfet müessesesi, dört halîfeden sonra, babadan oğula verâset yolu ile intikâl eden bir nev’ krallığa döndü. Milletin malı, bu şahsların akrabâsına, dalkavuklarına mubâh, islâmiyyete bağlı istihkâk sâhiblerine harâm kılınmış idi. Benî Ümeyyenin iktidâra gelişi, zararlı oldu. Hazret-i Ömer birkaç sene dahâ hilâfetde kalsa idi veyâ hazret-i Alî, üçüncü halîfe olsa idi, yâhud hazret-i Osmân iktidâra geldiğinde yirmi yaş dahâ genç bulunsaydı, islâm târîhinin çehresi dahâ başka olurdu. Hazret-i Ömer, zenginlerin artan mallarını alıp, fakîrlere eşid tevzi’ ederdi) diyor.
Bu yazılarında, hazret-i Osmânın, idâresiz, beceriksiz olduğunu gösteriyor. Hazret-i Osmânın din ve dünyâ bilgilerindeki, idâre
-389-
ve siyâsetdeki yüksekliğini bildiren Hadîs-i şerîfler sayısız denecek kadar çokdur. Bunlardan en meşhûrunu burada da bildirelim: (Eshâbımın en üstünü Ebû Bekrdir. Sonra Ömerdir. Sonra Osmândır. Sonra Alîdir) Hadîs-i şerîfindeki üstünlük, her bakımdan üstünlükdür. Hudeybiyede düşman, harb hâzırlığı yaparken, o tehlükeli zemânda, Peygamberimiz, düşmanlarla, konuşup anlaşmak için, hazret-i Osmânı sefîr olarak seçdi. Hazret-i Ömer vefât edeceği zemân, kendinden sonra halîfe olmağa lâyık ve muktedir gördüğü altı kişi arasında hazret-i Osmân da vardı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ, doğru sözü Ömerin dili üstüne koymuşdur) buyurdu. İşte, hep doğru, isâbetli konuşan bu Ömer “radıyallahü anh, (Osmân halîfe olmağa lâyıkdır, muktedirdir) diyerek tavsiye ediyor. Seyyid Kutb ise, hayır, lâyık değildi. İslâmiyyetin gelişmesi onun yüzünden durakladı diyor. Hazret-i Osmânın, halîfe iken idârî, siyâsî ve askerî başarıları (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının beşinci kısm, beşinci maddesinde uzun bildirilmişdir. Lütfen oradan okuyunuz!
Seyyid Kutbun, islâm halîfelerini kâfirlerin krallarına benzetmesi ve milletin malını islâmiyyete bağlı olan istihkak sâhiblerine harâm etdiler demesi de, islâm halîfelerine iftirâdır. Bunun cevâbını kırkdördüncü maddede uzun bildirmişdik. İnsâflı yazılmış olan târîhlerin ve din âlimlerinin kitâblarının sahîfeleri, onun, bu iftirâlarını çürüten yazılarla doludur.
Seyyid Kutb, yine (İslâmda Sosyal Adâlet) kitâbının ikiyüzdoksansekizinci sahîfesinde: (Hazret-i Ömerin müellefetülkulübe zekât verilmesini yasak eden tasarrufuna benzeterek, zekât giderlerinden ba’zı farklı tasarruflarda bulunabiliriz. Fakîrlere nakd veyâ ayn olarak vermiyebilir, onlar için fabrika ve sanâyi te’sîsleri kurabiliriz. Ba’zı te’sîs ve teşekküllerde, onlar için hisse senedleri alabiliriz. Onlara, bugünün medenî îcâbları ile bağdaşmıyan ve hebâ olup giden muvakkat ihsân ma’nâsından uzak dâimî bir rızk ve gelir kaynağı te’mîn edilmiş olur) diyor.
Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, müctehid idi. Hele dört halîfe, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtında müşâvirleri, vefâtından sonra da vekîlleri idi. Hadîs-i şerîfde, (Benim ve benden sonra, dört halîfemin yoluna sarılınız! Onların yolu doğru yoldur) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın sözbirliğine uymamız lâzımdır. Sözbirliği ile bildirdikleri bilgilerden, müslimânlar arasına yayılmış olanlarına inanmıyan kâfir olur.
Seyyid Kutb, kendisini hazret-i Ömer gibi müctehid sanıyor. Zekâtın verileceği yerleri değişdirmeğe kalkışıyor. Zekâtın kimle-
-390-
re verileceğini ve nasıl verileceğini dînimiz açıkça bildirmişdir. Bin seneden beri, hiçbir âlim bunu değişdirmeğe kalkışmamışdır. Dînimiz zekâtla, fakîrlere gelir kaynağı nasıl yapılacağını da çok güzel bildirmekdedir. İslâmiyyeti iyi anlamış olan bir müslimân, zekât parası ile islâmiyyete uygun olarak, fabrika ve sanâyi’ müesseseleri nasıl kurulabileceğini ve cihâd için, hayr cem’iyyetleri için nasıl yardım edileceğini hemen anlar. Bunların nasıl yapılacağı (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında yazılıdır. İslâmiyyet, her asrda müslimânların nasıl çalışacağını ve çağın buluşlarından fâidelenme yollarını göstermişdir. Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin islâmiyyeti değişdirmeğe kalkışmalarına sebeb ve lüzûm kalmamışdır.
Dört çeşid zekât malından, toprak mahsûlleri ile hayvan zekâtını ve (Âşir) denilen zekât me’mûrunun idhâlâtcı tüccârdan topladığı zekâtı, müslimânların devlet başkanı alır ve yerlerine sarf eder. Şahsların ve kurumların ve müslimân olmıyan hükûmetlerin bu zekâtları toplamağa ve sarf etmeğe hakları yokdur. Bunlar, zekât toplama merkezleri, zekât bakanlığı kuramazlar. Bunlara verilen zekâtlar kabûl olmaz. Müslimân olmıyan hükûmetin idâresinde yaşıyan müslimânın, her çeşid zekâtı, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen kimselerden birine veyâ vekîl etdikleri bir kimseye, kendisinin veyâ vekîlinin vermesi lâzımdır. İbâdetleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarına göre yapmalıdır.
Üçyüzbeşinci sahîfesinde, Nisâ sûresinin sekizinci âyetinin meâli olan (Mîrâs taksîm olunurken, [mîrâscı olmıyan] akrabâ, yetîmler, yoksullar da hâzır bulunurlarsa, kendilerini [ondan birşey vererek] rızklandırın!) hükmünü yazıyor. (Bu âyet-i kerîme, akrabâ, yetîmler ve fakîrlerin mîrâsda hisse alacağını açıkça ifâde etmekdedir. Tabî’î olarak, mîrâsda değişiklikler ve tahsîsler yapılabilir. Ba’zı hisseler vârislerin ve toplumun hâline göre ta’yîn edilebilir. Âyet-i kerîmede hâzır bulunursa diyor. Bu, mevcûd olmak ma’nâsındadır) diyor.
İslâm âlimleri, bu âyet-i kerîme için, bir emr olmayıp, sevâb ve ihsân olduğunu bildiriyor dediler. Emrdir diyenler varsa da, bu âlimler de, sonra gelen mîrâs âyetleri ile, bu âyetin hükmü nesh oldu, kalmadı buyurdular. Tefsîr-i Hüseynîde diyor ki, (Bu âyet-i kerîme, mîrâs dağılırken orada hâzır bulunanlar içindir. O meclisde hâzır bulunan yetîmlere, fakîrlere göz hakkı olarak birşey sadaka verilmesi iyi olur.) Senâüllâh-ı Dehlevî hazretleri, (Tefsîr-i Mazherî)de buyuruyor ki, (Mîrâs taksîm olunurken hâzır bulunan akrabâya, yetîmlere ve fakîrlere sadaka olarak birşey verilir. Sa’îd
-391-
bin Cübeyr ve Dahhâk, bu âyet-i kerîmenin (Yûsîkümullah) âyeti gelince, nesh edildiğini bildirdiler. Nesh edilmedi diyen âlimler de vardır. İbni Abbâs buyurdu ki, âkıl ve bâliğ olan vârisler, mîrâsdan az birşey ayırıp verirler. Vârisler küçük ise, vasî ve velîleri verir veyâ yetîm malıdır diyerek özr dilerler. Muhammed ibni Sîrin diyor ki, Ubeydet-ül Selmânî yetîmlere mîrâs taksîm etdi. Sonra bir koyun kesmelerini emr etdi. Pişirilip, bu âyetde bildirilenlere yidirildi ve bu âyet olmasaydı, koyunun parasını ben verirdim dedi. Bunlara birşey verilmesi farz olmayıp, müstehab olması sahîhdir). Görülüyor ki, vârisler diledikleri kadar verirler. Kendilerinden zorla birşey alınamaz. Seyyid Kutb, âyet-i kerîmedeki (hâzır bulunmak) kelimesini (herhangi yerde mevcûd olmak) şeklinde değişdirmekdedir. Şimdiye kadar hiçbir islâm âlimi, böyle değişiklik yapmamışdır. Kitâbı arabçadan türkçeye terceme eden de Seyyid Kutbun hatâsını anlamış olacak ki, vârislerden verâset vergisi alıp, vâris olmıyanlara verilmesi mümkindir, diyerek, âyet-i kerîmeyi büsbütün değişdirmekdedir. Câhillerin dinde söz sâhibi olduğu yerlerde, şeytâna iş kalmadığını, din âlimleri, çok önceden bildirmişlerdir.
(Fî-zılâl-il Kur’ân) adındaki kitâbında, Mâide sûresinin otuzüçüncü âyetini tefsîre kalkışırken, dört mezhebin ictihâdlarını bildirip, (Biz bu husûsda, imâm-ı Mâlikin fikrini tercîhe şâyân görüyoruz. Onun fikrine tarafdârız) demekdedir. Bu yazısı da, onun mezhebsiz olduğunu, kendisini mezheb imâmlarının üstünde gördüğünü ve (Usûl-i fıkh) ilminden haberi olmadığını göstermekdedir. Birkaç sahîfe sonra, hırsızın cezâsı verilmesinde, dört mezhebin ictihâdlarını bildirirken, (fekat, imâm-ı Ebû Yûsüf, İmâm-ı a’zama karşı çıkar. Her iki görüşden farklı üçüncü bir fikr ortaya atar) diyerek, mezheb imâmlarına ve ictihâdlara karşı, terbiyesiz kelimeler kullanmakdadır. İctihâdları, fikr, düşünce zan etmekdedir. İslâm dîni, edeb ve güzel ahlâk dînidir. İslâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, terbiyede ve güzel ahlâkda, islâm dîninin mümessili olmuşlardı. Onu dünyâya böyle tanıtmışlardı. Seyyid Kutb, bu bakımdan da, islâm âlimlerinden ayrılmakdadır.
Mâide sûresinin doksanüçüncü âyetini tefsîr ederken, (Kur’ân-ı azîmüşşânda vârid olan bu ifâdenin geliş tarzı üzerinde insanın içini râhatlatacak bir tefsîr tarzını, müfessirlerin zikr etdikleri arasında bulamadım. Okuduklarım içerisinde en fazla hoşuma giden her ne kadar hissen beni râhatlatacak durumda değilse de, ibni Cerîr Taberînin zikr etdiğidir) diyor. Hâlbuki, meselâ müfessirlerin baştâcı Beydâvînin tefsîri ve bunun Şeyhzâde hâşi-
Dostları ilə paylaş: |