VEHHÂBÎLİK VE EHL-İ SÜNNETİN CEVÂBI
Müslimân olduklarını söyledikleri hâlde, Ehl-i sünnetden ayrılanlardan biri de, (Vehhâbî)lerdir. Bunlara (Necdî) de denir.
Otuzdördüncü Osmânlı pâdişâhı, ikinci sultân Abdülhamîd hân [1258-1336 (1842-1918) İstanbulda sultân Mahmûd türbesinde] “rahmetullahi aleyh” zemânındaki devlet adamlarından Ahmed Cevdet Pâşa, oniki cild (Târîh-i Osmânî) kitâbının yedinci cildinde ve bahriyye mîrlivâsı (Tuğamirali) olan Eyyûb Sabri Pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazdığı beş cildlik (Mir’ât-ül-haremeyn) târîh kitâbının, üçüncü cildi, doksandokuzuncu sahîfesinden başlıyarak Vehhâbîliği uzun anlatmakdadırlar. Mir’ât-ül-haremeyn târîhi türkçedir. Süleymâniyye kütübhânesinde mevcûddur. Aşağıdaki yazının çoğu Pâşanın bu kitâbından alınmışdır. Pâşa bu bilgileri, Ahmed Zeynî Dahlânın (Fitne-tül-vehhâbîyye) kitâbından terceme etmişdir. 1308 [m.1890] de vefât etmişdir.
Vehhâbîliği kuran, Muhammed bin Abdülvehhâbdır. Hicretin binyüzonbir 1111 [m. 1699] senesinde Necdde, Hüreymile kasabasında dünyâya gelmiş, binikiyüzaltı 1206 [m. 1792] senesinde ölmüşdür. Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdâd, Îrân, Hind ve Şâm taraflarına gitmiş, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslâmiyyeti imhâ) çalışmalarına âlet olmuşdur. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile neşr eyledi. (İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda, Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmakdadır. Eline geçirdiği Harranlı Ahmed ibni Teymiyyenin [661-728 [m. 1328] Şâmda] Ehl-i sünnete uymıyan kitâblarını okumuş, (Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuşdur. İngiliz câsûsu ile birlikde hâzırladığı (Kitâb-üt-tevhîd) kitâbına Mekke-i mükerreme âlimleri, binikiyüzyirmibir (1221) senesinde, çok güzel cevâb yazarak, kuvvetli vesîkalarla red etdiler. (Seyf-ül-Cebbâr) ismindeki bu reddiyye, sonradan Pâkistânda basılmış ve 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin torunu Abdürrahmân, (Kitâb-üt-tevhîd)i şerh etmiş ve Muhammed Hamîd adında bir vehhâbî, eklemeler yaparak, (Feth-ul-mecîd) adı ile Mısrda basdırılmışdır. Abdülvehhâb
-57-
oğlu Muhammedin düşünceleri, köylülere ve Der’iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü’ûde yayılmışdır. Vehhâbîlik ismini verdiği fikrlerini kabûl edenlere (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Kendini kâdî, Sü’ûd oğlu Muhammedi emîr ve hâkim tanıtmışdır. Kendilerinden sonra, hep çocuklarının bu makâmlara geçmelerini kabûl etdirmişdir.
Muhammedin babası Abdülvehhâb, sâlih bir müslimân idi. Bu ve Medînedeki âlimler, Abdülvehhâb oğlunun yanlış bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamalarını nasîhat etmişlerdi. Fekat, binyüzelli 1150 [m. 1737] senesinde Vehhâbîliği i’lân etdi. Din âlimlerinin ictihâdlarını kötüledi. Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate kâfir diyecek kadar ileri gitdi. Peygamberlerin ve Evliyânın mezârlarına gidip de, ona karşı (Yâ Nebiyyallah), (Yâ Abdelkâdir!) gibi söyliyen müşrik olur, dedi.
Vehhâbîlere göre, Allahü teâlâdan başka birşeyin bir iş yapdığını söyliyen, müşrik, kâfir olur imiş. Meselâ (Filân ilâç ağrıyı kesdi) veyâ (Filânca Peygamberin veyâ Velînin mezârı yanında Allahü teâlâ düâmı kabûl etdi) diyen müşrik olur imiş. Bu düşüncelerini isbât için, Fâtiha sûresindeki (İyyâke neste’în), ya’nî (Biz yalnız senden yardım bekleriz) meâlindeki âyet-i kerîmeyi ve tevekkül etmeği bildiren âyet-i kerîmeleri sened gösterdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu âyet-i kerîmelere verdiği doğru ma’nâlar ve tevhîd ve tevekkül mes’eleleri (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının ikinci kısm, Tevekkül maddesinde uzun yazılıdır. Buradan okuyanlar, tevhîdin doğru ma’nâsını öğrenir. Kendilerine muvahhid diyen vehhâbîlerin, muvahhid olmadıklarını görür.
Âyinesi işidir kişinin, lâfa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!
(El-Üsûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbında ikinci aslın sonunda, fârisî olarak diyor ki: Vehhâbîler ve bunlar gibi mezhebsizler (Mecâz) ve (İsti’âne) ne demek olduğunu anlıyamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yapdığını söylemeğe, bu söz mecâz olarak söylenmiş olsa bile, hemen şirk ve küfr diyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, bir işin hakîkî yapıcısının kendisi olduğunu, mecâzî yapıcısının da kullar olduğunu bildirmekdedir. En’âm sûresinin elliyedinci âyetinde ve Yûsüf sûresinde, bir âyetde meâlen, (Hükm, ancak Allahındır), yanî hâkim yalnız Allahü teâlâdır, buyuruldu. Nisâ sûresinin altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hâkim yapmadıkça, îmân etmiş olmazlar) buyurulmuşdur. Birinci âyet-i
-58-
kerîme, hakîkî hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerîme ise, insana da, mecâz olarak hâkim denileceğini bildiriyor.
Her müslimân, diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bilmekdedir. Çünki, Yûnüs sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Dirilten ve öldüren, yalnız Odur) ve Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Ölüm zemânında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor) buyuruldu. Secde sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesinde ise, meâlen, mecâz olarak, (Öldürmek için vekîl yapılmış olan melek sizi öldürüyor) buyuruldu. [Mâide sûresinin 30.cu âyetinde (Âdem aleyhisselâmın oğlu, kardeşini öldürdü) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, Vehhâbîleri rezîl etmekdedir.]
Hastalara şifâ veren yalnız Allahü teâlâdır. Çünki, Şü’arâ sûresinin sekseninci âyetinde meâlen, (Hasta olduğum zemân, bana ancak O şifâ verir) buyuruldu. Âl-i İmrân sûresinin kırkdokuzuncu âyetinde ise meâlen, Îsâ aleyhisselâmın, (A’mânın gözünü açarım ve Baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın izni ile, ölüleri diriltirim) dediğini bildirmekdedir. [Baras, ebreş (Vitiligo) denilen cild hastalığıdır. Derinin rengi gider. Büyük beyâz lekeler olur. Yâhud, albino hastalığıdır. Vücûdun temâmı beyâzdır.] İnsana evlâd veren, hakîkatde Allahü teâlâdır. Cebrâîl aleyhisselâmın ise, mecâz olarak, (Sana, temiz bir oğul veririm) dediğini, Meryem sûresinin onsekizinci âyeti bildirmekdedir.
İnsanın hakîkî sâhibi Allahü teâlâdır. Bekara sûresinin ikiyüzelliyedinci âyetinin meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) bunu açıkca bildiriyor. Mâide sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Sizin velîniz, Allahdır ve Onun Resûlüdür) ve Ahzâb sûresinin altıncı âyetinde meâlen, (Peygamber, mü’minlere, kendilerinden dahâ çok sâhibdir!) buyurarak, kulun da mecâz olarak velî olduğu bildirilmekdedir. Bunlar gibi hakîkî yardımcı, Allahü teâlâdır. Kullarına da, mecâz olarak mu’în demişdir. Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (İyilikde ve takvâda birbirinize yardımcı olunuz!) buyuruldu. Vehhâbîler, Allahdan başkasının kulu diyene, meselâ Abdünnebî, Abdürresûl diyen müslimâna müşrik diyorlar. Hâlbuki, Nûr sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Evli olmıyan kadınlarınızı ve kullarınızdan ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz!) buyuruldu. İnsanların hakîkî Rabbi, Allahü teâlâdır. Fekat, mecâz olarak, başkasına da rab denilir. Yûsüf sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Rabbinin yanında beni söyle!) buyruldu.
-59-
Vehhâbîlerin en çok takıldıkları şey, (İstigâse) kelimesidir. Allahdan başkasından yardım istemek, ona sığınmak şirkdir diyorlar. Evet, hakîkî istigâse olunacak, yalnız Allahü teâlâdır. Bunu bilmiyen hiçbir müslimân yokdur. Fekat, başkasından da istigâse olunacağını, mecâz olarak söylemek câizdir. Çünki, Kasas sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Onun kavminden olan, düşmanına karşı, ondan istigâse eyledi) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde de, (Mahşer yerinde, Âdem aleyhisselâmdan istigâse edeceklerdir) buyuruldu. (Hısn-ül-hasîn)de yazılı Hadîs-i şerîfde, (Yardım isteyen kimse, Ey Allahın kulları bize yardım ediniz desin!) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf, yanında olmıyan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeği emr etmekdedir. (El-Üsûl-ül-erbe’a) kitâbından terceme burada temâm oldu. Bu kitâb, fârisî olup, 1346 [m. 1928] da Hindistânda basılmış, 1395 [m. 1975] de, İstanbulda ofset üsûlü ile ikinci baskısı yapılmışdır. Bu kitâbın yazarı, imâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Muhammed Hasen Cân sâhibdir “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”. Cân sâhib, (Tarîk-un-necât) kitâbında da, vehhâbîlere ve diğer mezhebsizlere kıymetli cevâblar vermekdedir. Bu kitâbı, arabî olup, urdu diline tercemesi ile birlikde, 1350 senesinde Hindistânda basılmış ve 1396 [m. 1976] da İstanbulda, ofset baskısı yapılmışdır.[1]
[Her kelimenin belli bir ma’nâsı vardır. Buna hakîkî ma’nâsı denir. Bir kelime, kendi hakîkî ma’nâsında kullanılmayıp da, bir bağlantısı, ilişkisi bulunan başka bir ma’nâda kullanılınca, bu kelimeye (Mecâz) denir. Allahü teâlâya mahsûs olan bir kelime, mecâz olarak, insanlar için kullanılınca, vehhâbîler bunu hakîkî ma’nâda kullanıldı sanıyorlar. Bunu söyliyene müşrik, kâfir diyorlar. Böyle kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve Hadîs-i şerîflerde de insanlar için mecâz olarak kullanıldıklarını düşünmüyorlar].
Resûlullahdan “aleyhisselâm” ve Evliyâdan şefâ’at istemek, (İsti’âne) etmek, ya’nî yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak demek değildir. Bulut vâsıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilâç içerek Allahü teâlâdan şifâ beklemek, top, bomba, füze, tayyâre kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek, hep Allahü teâlâdan İsti’ânedir. Bunlar sebebdir. Allahü teâlâ, herşeyi sebeble yaratmakdadır. Bu sebeblere yapışmak, şirk değildir. Peygamberler “aleyhimüsselâm” hep sebeblere yapışdılar. Allahü teâlânın yaratdığı suyu içmek için
[1] Hasen Cân 1349 [m. 1931] de vefât etdi.
-60-
çeşmeye, Onun yaratdığı ekmeği yimek için fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, harb vâsıtaları ve ta’lîm terbiye yapıldığı gibi, Allahü teâlânın düâyı kabûl etmesi için de, Peygamberin, Evliyânın rûhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yaratdığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünki, radyo kutusundaki âletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemişdir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslimân, sebebleri, vâsıtaları kullanırken, sebeblere, mahlûklara, te’sîr, hâssa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Yukarıda yazılı âyet-i kerîmenin ma’nâsı da, böyle olduğunu göstermekdedir. Ya’nî, mü’minler her nemâzda Fâtiha sûresini okurken, (Yâ Rabbî, dünyâdaki arzûlarıma, ihtiyâçlarıma kavuşmak için maddî, fennî sebeblere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zemân, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna inanıyorum. Yalnız Senden bekliyorum!) demekdedir. Hergün böyle söyliyen mü’minlere müşrik denilemez. Peygamberlerin, Velîlerin rûhlarından yardım istemek, Allahü teâlânın yaratdığı bu sebeblere yapışmakdır. Bunların müşrik olmadıklarını, hâlis mü’min olduklarını (Fâtiha) sûresinin bu âyeti açıkca haber vermekdedir. Vehhâbîler maddî, fennî sebeblere yapışıyor, nefslerinin isteklerine kavuşmak için, her vesîleye, her çâreye başvuruyorlar. Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle edinmeğe niçin şirk diyorlar.
Abdülvehhâb oğlunun sözleri nefse uygun geldiğinden, din bilgisi olmıyanlar kolay inandı. Ehl-i sünnet âlimlerine, doğru yoldaki müslimânlara kâfir dediler. Emîrler, kuvvetlenmek için, vehhâbîliği uygun buldular. Arab kabîlelerini, vehhâbî olmağa zorladılar. İnanmıyanları öldürdüler. Köylüler, ölüm korkusu ile Der’iyye emîri Muhammed bin Sü’ûdün emrine girdi. Vehhâbî olmıyanların mallarına, canlarına, ırzlarına, kadınlarına saldırmak için, emîre asker olmak işlerine iyi geldi.
Abdülvehhâb oğlu Muhammedin kardeşi şeyh Süleymân efendi, Ehl-i sünnet âlimi idi. Vehhâbîliği red eden (Savâ’ik-ulilâhiyye firred-i alel-vehhâbiyye) kitâbını yazarak, bu sapık fikrlerin yayılmasını önledi. Bu kıymetli kitâb, [1306] senesinde basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. Muhammedin yanlış bir çığır açdığını anlıyan hocaları da, onun
-61-
bozuk kitâblarına güzel cevâblar yazdılar. Onun doğru yoldan sapdığını açıkladılar. Vehhâbîlerin âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâ verdiklerini isbât etdiler. Fekat, bunların hepsi, köylülerin ehl-i îmâna karşı olan kinlerini, düşmanlıklarını artdırdı.
Vehhâbîlik, câhiller tarafından, ilm ile değil, ingiliz parası ve silâhları ile ve zulm ederek, kan dökerek yayıldı. Bu yolda ellerini kana bulayan zâlimlerin en taş yüreklisi, Der’iyye emîri Muhammed bin Sü’ûd idi. Bu adam, Benî Hanîfe kabîlesinden olup, Müseylemet-ül-kezzâbın Peygamberliğine inanan ahmakların soyundan idi. 1178 [m. 1765] de öldü. Yerine oğlu Abdül’azîz geçdi. Bu da, 1217 de bir şî’î tarafından öldürüldü. Yerine oğlu ikinci Sü’ûd geçdi ve 1231 de öldü. Yerine oğlu Abdüllah geçdi ve 1240 da, İstanbulda i’dâm edildi. Yerine, Abdül’azîzin torunlarından Terkî bin Abdüllah geçdi. 1254 de, bunun oğlu Faysal geçdi. 1282 de oğlu Abdüllah emîr yapıldı. Bunun kardeşi Abdürrahmân ile oğlu Abdül’azîz Kuveyte yerleşdi. Abdül’azîz 1319 [m. 1901] de Rıyâda gelip, emîr oldu. İngilizlerin yardımı ile Mekkeye saldırdı. 1351 [m. 1932] de, Sü’ûdî arabistân devletini i’lân etdi. Sü’ûdî Arabistân emîri Fahdın, Efgânistândaki Ehl-i sünnet mücâhidleri ile harb etmekde olan Rus kâfirlerine dört milyar dolar yardım yapdığını 1991 târîhli gazetelerde okuduk.
Vehhâbîler, Allahın birliğinde hâlis olmak, küfrden kurtulmak yolunda imiş. Bütün müslimânlar, altıyüz seneden beri şirk içinde imiş. Müslimânları şirkden, küfrden kurtarmağa çalışıyorlarmış. Kendilerini haklı göstermek için, Ahkâf sûresinin beşinci ve Yûnüs sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerîmelerini de ileri sürüyorlar. Hâlbuki, bunlar gibi âyet-i kerîmelerin, müşrikler için gelmiş olduğunu tefsîrler bildirmekdedir. Bu âyet-i kerîmelerin birincisinde meâlen, (Allahü teâlâyı bırakıp da kıyâmete kadar hiç işitmeyen şeylere düâ eden kimseden dahâ sapık kimse yokdur), ikincisinde meâlen, (Mekke müşriklerine söyle! Bana emr olundu ki, Allahü teâlâdan başka şeylere, fâidesi ve zararı olmıyan şeylere düâ etme! Eğer Allahü teâlâdan başkasına düâ edersen, kendine zulm etmiş, zarar etmiş olursun) buyuruldu.
Vehhâbîlerin (Keşf-üş-şübühât) kitâbı, Zümer sûresinin üçüncü âyetini de ele alıyor. Bu âyetde, meâlen, (Allahdan başkasını Velî edinenler, biz bunlara tapınıyor isek, bizi Allaha yaklaşdırmaları için, bize şefâ’at etmeleri için tapınıyoruz derler) buyurul-
-62-
duğunu yazıyor. Bu âyet-i kerîme, putlara tapan müşriklerin sözlerini bildirmekdedir. Şefâ’at isteyen mü’minleri, bu müşriklere benzetiyor. (Müşrikler de putların yaratıcı olmadığını, yaratıcı yalnız Allahü teâlâ olduğunu söylerdi) diyor. (Rûh-ul-beyân)da, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde diyor ki, (İnsan, kendisinin ve herşeyin yaratıcısını tanımağa elverişli olarak, yaratılmışdır. Yaratıcısına ibâdet etmek ve Ona yaklaşmak arzûsu, her insanda vardır. Fekat böyle elverişli yaratılmış olmanın ve bu isteğin kıymeti yokdur. Çünki, nefs, şeytân ve kötü arkadaş, insanı aldatarak [yaratılışındaki bu arzûyu yok eder. Yâ, yaratana ve kıyâmet gününe inanmaz olur. Komünistler ve masonlar böyledir. Yâhud] müşrik yapar. Müşrik, Allahü teâlâya yaklaşamaz. Onu tanıyamaz. Şirkden uzaklaşıp, Tevhîde sarılarak hâsıl olan ma’rifet, tanımak, kıymetlidir. Bunun alâmeti, Peygamberlere ve kitâblarına inanmak ve bunlara uymakdır. İnsan, Allahü teâlâya ancak böyle yaklaşabilir. Secde etmek, İblîsin yaratılışında vardı. Fekat, nefsine uyarak, secde etmek istemedi. Eski Yunan Felsefecileri de, Allahü teâlâya yaklaşmağı, Peygamberlere uyarak değil, kendi akllarına, nefslerine uyarak istedikleri için kâfir oldular. Mü’minler Allahü teâlâya yaklaşmak için, islâmiyyete uyuyor. Kalbleri nûr ile doluyor. Rûhlarına Cemâl sıfatları tecellî ediyor. Müşrikler, Allahü teâlâya yaklaşmak için, Peygambere, islâmiyyete uymıyorlar. Nefslerine, noksan olan akllarına, bid’atlere uyuyorlar. Kalbleri kararıyor. Rûhları perdeleniyor. Putlara, bize şefâ’at etmeleri için tapınıyoruz demelerinin yanlış olduğunu, Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda haber veriyor). Görülüyor ki, Lokman sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere sorarsan, yeri ve gökleri kim yaratdı dersen, elbette Allah yaratdı derler) ve Zuhruf sûresinin seksenyedinci âyetinde meâlen, (Allahdan başkasına tapınanlara, bunları kim yaratdı diye sorarsan, elbette Allah yaratdı derler) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeleri ele alarak [mezhebsizlerin, (Müşrikler de yaratıcının yalnız Allah olduğunu biliyorlardı. Putlarının kıyâmetde kendilerine şefâ’at etmeleri için tapınıyorlardı ve putlara tapındıkları için müşrik ve kâfir oldular) diyerek, müşrikleri müdafe’a etmeleri çok haksızlıkdır.]
Mü’minler, Peygamberlere ve Evliyâya tapınmıyor ve bunların Allahü teâlâya şerîk, ortak olmadığını söylüyorlar. Peygamberlerin ve Evliyânın, mahlûk, birer kul olduğuna, ibâdet edilmeğe hakları olmadığına inanıyorlar. Onların, Allahü teâlânın sevdiği kulları olduğuna, Allahü teâlânın, sevdiklerinin bereketi ile, kul-
-63-
larına merhamet edeceğine inanıyorlar. Zararı ve fâideyi yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Tapınmağa hakkı olan yalnız Odur. Sevdiklerinin bereketi ile kullarına merhamet eder diyorlar. Müşrikler, yaratılışlarında mevcûd olan ma’rifetden dolayı, putlarının yaratıcı olmadığını söylüyor ise de, bu tabî’î ma’rifeti Peygamberlere uyarak kuvvetlendirmedikleri için, putların tapınmağa hakları olduğuna inanıyor, bunun için tapınıyorlar. Putların ibâdet olunmağa hakkı vardır dedikleri için müşrik oluyorlar. Yoksa, bize şefâ’at etmelerini istiyoruz dedikleri için müşrik olmazlar. [Putlardan şefâ’at beklemek bâtıl, ya’nî bozuk bir inanışdır. Böyle inanmak câiz değildir. Fekat böyle inanmak şirk de değildir. Putlara tapınmak şirkdir.] Görülüyor ki, Ehl-i sünneti puta tapan kâfirlere benzetmek, temâmen yanlışdır. Bu âyet-i kerîmelerin hepsi, putlara tapınan kâfirler ve müşrikler için gelmişdi. (Keşf-üş-şübühât) vehhâbî kitâbı, âyet-i kerîmeyi te’vîl ederek, âyet-i kerîmeye yanlış ma’nâ vererek ve bozuk mantık yürüterek, Ehl-i sünnet olan müslimânları müşriklere benzetiyor.
(El-fecr-üs-sâdık firredd-i alâ münkiri-t-tevessüli-velkerâmâti-vel-havârık) kitâbında, yukarıda bahs edilen Zuhruf sûresinin 87.ci âyet-i kerîmesi tefsîr edilmiş, vehhâbîlerin yanlış ma’nâ verdikleri isbât olunmuşdur. Bu kitâbı, Irâk âlimlerinden Cemil Sıdkî Zehâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmış, 1323 [m. 1905] de Mısrda basılmışdır. 1396 [m. 1976] da, İstanbulda ofset ile ikinci baskısı yapılmışdır. 1422 [m. 2001]de Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir. Cemil Sıdkî, İstanbul Üniversitesinde (İlm-i kelâm) üzerinde dersler vermiş, 1355 [m. 1936] de vefât etmişdir. 1956 da basılan (Müncid) lügat kitâbında resmi vardır.
Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin bildirdiği iki Hadîs-i şerîfde, (Onlar doğru yoldan ayrıldı. Kâfirler için inmiş olan âyet-i kerîmeleri, mü’minlere yüklediler) ve (Ümmetim için korkduklarımın en korkuncu, Kur’ân-ı kerîme kendi görüşlerine göre ma’nâ vermeleri, yersiz terceme etmeleridir) buyuruldu. Bu iki Hadîs-i şerîf, mezhebsizlerin ortaya çıkacaklarını ve kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri mü’minlere yükleteceklerini, yanlış ma’nâ vereceklerini haber vermekdedir.
Abdülvehhâb oğlu Muhammedin yanlış fikrler taşıdığını, müslimânlar için ilerde zararlı olacağını anlıyarak buna nasîhat verenlerden biri, Medînenin büyük âlimlerinden, şeyh Muhammed bin Süleymân Medenîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Şâfi’î fıkh
-64-
âlimi olan bu zâtın, çok kitâbı vardır. İbni Hacer-i Mekkînin “rahime-hullahü teâlâ” (Minhâc)a yapdığı (Tuhfet-ül-muhtâc) ismindeki şerhe olan hâşiyesi meşhûrdur. 1194 [m. 1780] de Medînede vefât etdi. (El-fetâvâ) adındaki iki cild kitâbında, (Ey Abdülvehhâb oğlu! Müslimânlara dil uzatma! Allah rızâsı için sana nasîhat ediyorum. Evet, işleri, Allahdan başkası yapar diyen olursa, ona doğruyu söyle! Fekat, sebeblere yapışanların ve sebebleri de, sebeblerin te’sîr kuvvetlerini de, Allahın yaratdığına inananların kâfir olduğu söylenemez. Sen de bir müslimânsın. Müslimânların hepsi yerine, birine sapık demek dahâ doğru olur. Sürüden ayrılanın sapıtması dahâ kolaydır. Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Kendisine doğru yol gösterildikden sonra, Peygamberlerin yolundan ayrılan, mü’minlerin inanışlarını ve ibâdetlerini terk eden kimseyi, âhıretde dost olduğu küfr ve irtidâd üzere diriltir ve Cehenneme atarız) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, sözümün doğru olduğunu göstermekdedir) diyor. Vehhâbîlerin sayılamıyacak kadar çok bozuk fikrleri varsa da, bunların temeli, üç şeydir:
1 - (Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır) diyorlar. (Bir farzı, inandığı hâlde, tenbellikle yapmıyan kimse, meselâ bir nemâzı kılmıyan, hasîsliğinden dolayı zekât vermiyen kâfir olur. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbîlere taksîm etmelidir) diyorlar.
(Milel ve nihal) tercemesi altmışüçüncü sahîfede diyor ki: (Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile dediler ki, ibâdetler îmâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmıyan, kâfir olmaz. Yalnız, nemâz kılmıyan için sözbirliği olmadı. Hanbelî mezhebine göre, tenbellikle nemâz kılmıyan kâfir olur). [Senâüllah pâni-pütî “rahmetullahi aleyh” (Mâ-lâ-büdde) kitâbının başında diyor ki, (Müslimân, büyük günâh işlemekle kâfir olmaz. Eğer Cehenneme sokulursa, az veyâ uzun zemân sonra, Cehennemden çıkarılıp, Cennete sokulur. Cennetde sonsuz kalır.) Bu kitâb fârisî olup, 1376 [m. 1956] da Delhîde ve 1410 [m. 1990] da İstanbulda, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. (Hukûk-ul islâm) kitâbının sonundadır.] Hanbelî mezhebinde, yalnız nemâz kılmıyan için kâfir olur denildi. Diğer ibâdetler için denilmedi. O hâlde, vehhâbîler bu bakımdan da Hanbelî değildir. Ehl-i sünnet olmıyanların Hanbelî de olmıyacağını yirmibirinci ve otuzaltıncı sahîfelerde bildirmişdik. Dört mezhebden birinde olmıyanlar, Ehl-i sünnet değildirler.
-65-
2 - (Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın rûhlarından şefâ’at istiyen, bunların mezârını ziyâret edip, bunları vesîle ederek düâ eden kâfir olur. Meyyitde his yokdur) diyorlar.
Kabrdekine söyliyen kâfir olsaydı, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve büyük âlimler, Velîler, böyle düâ etmezlerdi. Peygamberimiz, Medînedeki (Bakî’) kabristânını ve Uhud şehîdlerini ziyâret etmeğe giderdi. Kabrdekilere selâm verdiği ve onlarla konuşduğu, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâblarının dörtyüzseksenbeşinci sahîfesinde de yazılıdır.
Peygamberimiz düâ ederken (Allahümme innî es-elüke bihakkıssâilîne aleyke), ya’nî (Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hâtırı için Senden istiyorum!) derdi ve böyle düâ ediniz buyururdu. Hazret-i Alînin annesi Fâtımayı “radıyallahü anhümâ” kendi mubârek elleri ile, mezâra koyunca: (İğfir li-ümmî Fâtımate binti Esed ve vessi’ aleyhâ medhalehâ bi-hakkı nebiyyike vel enbiyâillezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) demişdi. Bu düâ (Yâ Rabbî! Annem Fâtıma binti Esedi mağfiret eyle, ya’nî günâhlarını afv eyle! İçinde bulunduğu yeri genişlet! Peygamberinin hakkı için ve benden önce gelmiş, Peygamberlerin hepsinin hakkı için bu düâmı kabûl et! Sen, merhametlilerin en merhametlisisin) demekdir. Ensârın büyüklerinden Osmân bin Huneyfin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, iyi olması için düâ isteyen bir a’mâya, abdest alıp, iki rek’at nemâzdan sonra, (Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî li-takdiye-lî Allahümme şeffi’hü fiyye) düâsını okumasını emr etmişdi. Bu düâda, dileğin kabûl edilmesi için, Muhammed aleyhisselâmı vesîle etmesi emr olunmakdadır. Eshâb-ı kirâm, bu düâyı hep okurdu. Bu düâ, (Eşi’at-ül leme’ât) ikinci cildinde ve (Hısn-ül hasîn)de senedleri ile birlikde yazılıdır. Şerh ederken (Peygamberini vesîle ederek sana dönüyorum) demekdedirler.
Bu düâlar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak, onların hâtırı ve hürmeti ile düâ etmek câizdir.
1361 [m. 1942] senesinde vefât eden (Câmi’ul-ezher) kibâr-ı ulemâsından şeyh Alî Mahfûz, 1375 [m. 1956] de Mısrda basılan (El-ibdâ’) kitâbında, İbni Teymiyyeyi ve Abduhu çok övdüğü hâlde, ikiyüzonüçüncü [213] sahîfesinde (Evliyâyı kirâm “rahimehümullahü teâlâ” öldükden sonra, dünyâ işlerinde tesarruf
Dostları ilə paylaş: |