Müctehid Hata Da İsabet De Edebilir.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de gerek akli konularda, gerekse Şeriata ait aslî ve fer'î konularda müctehidin hata da isabet de edebileceğidir. Eş'arîlerle Mutezileden bir kısmı müctehidin, kesin delil bulunmayan seri ve fer'î meselelerde düşündüklerinin doğru olduğu görüşünü kabul etmişlerdir. Gerçekten ictihadi meselelerde dört ihtimal vardır: Birincisi ictihad etmeden evvel Allah'ın belli bir hükmü bulunmayan meseledir. Bu meseledeki hüküm müctehidin reyine göredir. Buna göre, bir olayda hak olan hükümler birkaç tane olur. Ve her müctehid isabet eder, doğru düşünür. İkincisi, hüküm tâyin edilmiştir, fakat Allah tarafından bu hüküm üzerine bir delil açıklanmamıştır. Bu hükmü bulmak, bir defineyi bulmak gibidir. Üçüncüsü, hüküm bellidir ve kesin delili de vardır. Dördüncüsü, hüküm bellidir, fakat delili zannîdir. Bu dört ihtimalden her birini bir topluluk kabul etmiştir. Tercih edilen görüş şudur: Hüküm belli ise ve bu hükme ait delil zannî ise müctehid bu delili bulur da ona göre hükmederse isabet eder. Eğer bulamazsa hataya düşer. Müctehid isabet etmekle mükellef değildir. Delilin bulunmamasının sebebi gizli ve kapalı olmasıdır. Bu sebeple hataya düşen müctehid mazur kabul edilmektedir. Doğruyu bulan müctehid için iki sevap, hataya düşen için ise bir sevap vardır. Nitekim bir hadiste de böyle gelmiştir:
“Eğer doğruyu bulursan senin için on sevap vardır. Eğer hataya düşersen senin için bir sevap vardır.” Müctehidin bazen hataya düşeceğine delil şu âyet-i kerîmedir:
“Biz (doğru olan hükmü) Süleyman'a bildirdik.” 501Yâni Dâvud aleyhisselâm'a değil de doğru görüşü Süleyman'a bildirdik. Çünkü buradaki zamir hükümete, yahut fetvaya aittir. Eğer iki ictihad da doğru olsaydı Süleyman'ı tahsis ederek zikretmekte bir fayda olmazdı. Bu meselenin izahı şöyledir.
Bir koyun sürüsü bir tarlanın ekinini harab etmişti. Durum Dâvud aleyhisselâm'a intikal edince koyunların tarla sahibine, tarlanın da koyun sahibine verilmesine, böylece ödeşmelerine hükmetti. Süleyman aleyhisselâm ise koyunların tarla sahibine muvakkaten verilmesini, tarlanın da koyun sahibine verilmesini; gelecek sene tarla eski haline gelinceye kadar tarla sahibinin koyunlardan faydalanmasını, tarlanın da koyun sahibinin elinde kalmasına ve mahsul eski haline gelince birbirlerine mallarını iade etmelerine, böylece mahsul sahibine yapılmış olan zararın ödenmesine hükmetti. Bu onların şeriatında böyle idi. Bizim şeriatımızda ise Ebû Hanîfe ve ashabına göre ister gece olsun ister gündüz olsun, bir şey ödemek gerekmez. Ancak hayvanların bekçisi varsa o zaman koyun sahibinin ekin zararını ödemesi gerekir. İmam Şafiî'ye göre, gece yapılan zararın ödenmesi gerekir. Zira hayvanları gece korumak adettir. Dâvud ve Süleyman aleyhisselâm'ın hükümleri birer ictihad olup vahiy değildi. Böyle olmasa ne Süleyman aleyhisselâm'ın ne de Dâvud aleyhisselâm'ın ictihadlarından dönmeleri caiz olmazdı. Bu icihaddan her ikisi de hak olsa ikisinin de hükümlerinde isabetli olması ve doğru hükmü anlamış olması gerekirdi. O zaman âyette Süleyman aleyhisselâm'ı tahsis ederek zikretmenin bir mânası kalmazdı. Süleyman aleyhisselâm'ın tahsis edilmesi hükmün doğruluğunun başkasından delâlet-i külliye ile nefy edilmesine her ne kadar delâlet etmiyorsa da makam yardımı ile burada, doğru hükmün başkasından nefy edilmesine delâlet eder. Kelâma ait fenleri bilenler için bu husus gizli değildir. Bu hüküm, peygamberlerin ictihatlarının caiz olmasına ve icabında hataya da düştükleri esasına dayanmaktadır. Ancak hata yapmalarının caiz olması, sonradan Allah tarafından uyandırılmak şartıyladır. Tenbih edilince doğrusunu anlarlar. “Biz onu Süleyman'a bildirdik.” âyetinin mânasının en iyi ve en doğru olan fetva ve hükümleri bildirdik, demek olduğu yolunda da cevap verilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ her ikisi hakkında şöyle buyuruyor.
“Onların her ikisine de hükmü ve ilmi bildirdik.” 502
Bu âyetten ikisinin de hükmünde doğru olduğu anlaşılmaktadır Bunun bir delili de Süleyman aleyhisselâm'ın: “Bu hükümden başkası iki hasım için daha uygundur.” sözüdür. Bu sözü şu mânaya gelir. Bu benim hükmüm haktır, fakat başkası daha doğrudur. Bu sözde peygamberlik için evlâyı terk etmenin ilim adamlarının hatası yerinde olduğuna işaret vardır. Zira Ebrarın iyiliği mukarrerlerin kötülüğüdür. İki hükmün de eşit şekilde doğru olduğunu söylemenin doğru ve tamam olmadığı gizli değildir.
Sonra bil ki peygamberlerin mutlak ictihad etme yetkisi vardır. İlim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir. Yahut, peygamberler vahyi bekledikten sonra ancak ictihad yaparlar. Vahiy gelirse ona göre hükmederler. Gelmezse ictihad ederler Hanefiler bu görüştedirler. İbn-i Humam da. “et-Tahrîr” adlı kitabında bu görüşü tercih etmiştir. Peygamberler gerektiğinde içtihat ederlerse başlangıçta ve sonuçta mutlaka doğruyu bulmaları gerekir.
İman Artma Ve Eksilme Kabul Etmez.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri imanın artıp eksilmediğidir. Çünkü imanın hakikati kesinlik ve iz'an derecesine ulaşan tarzda kalbten tasdik etmektir, Cumhur'a göre meşhur olan da budur. Her ne kadar “Akâid” şarihi ve “Makâsıd” sahibi bozulmaya ihtimali bulunmayan zann-i galibi itibar etmeye meyletmişlerse de, yine imanda artma ve eksilme düşünülemez. Öyle ki, kendisi için tasdikin hakikati hâsıl olan kimse ister taatları yerine getirsin, ister kötülükleri kazansın, onun tasdiki ve imam olduğu gibi bakîdir. Asla bir değişiklik yoktur. İmanın artmasına delâlet eden âyetler İmam Ebû Hanife'nin zikrettiği gibi, ilk müminler önce, toptan Allah tarafından gönderilen her şeye iman etmişlerdi. Sonradan farzlar indikçe, hükümler geldikçe her bir farzın hükmüne de teker teker iman etmişlerdir. Tümüne birden iman ettikten sonra âyetler indikçe her birine özel bir şekilde iman etmek, imanın artması şeklinde tevil ediliyor. Bu tevil tarzı aynen İbn-i Abbas'tan rivayet edilmiştir. Keşşafta şöyle yazılmaktadır. “Hz. Peygamberin müslümanlara ilk getirdiği hüküm Tevhid inancıdır. Müminler Allah'ın varlığına ve birliğine iman edince Allah Teâlâ namazı, zekâtı, sonra haccı farz kılmıştır. Sonra da cihadı farz kılmıştır. Dolayısıyla ilk imanlarına nisbetle imanları artmıştır.” Burada haccın cihaddan önce zikredilmesi Keşşaf sahibinin bir kalem sürçmesidir. Çünkü cihad ittifakla hacdan önce farz kılınmıştır.
İmam Âzam'ın sözünün hülâsası şudur: İman, inanılacak hususların artması ile artardı. Bu durum ise Hz. Peygamber'in asrından başka zamanlar için düşünülemez.
“Akâid” şârihi diyor ki bu düşünce bozuktur. Çünkü imanın tafsilâtına zamanla vakıf olmak Hz. Peygamberin asrından başka zamanlar için de düşünülmesi mümkündür. Bunun cevabı şöyledir: Bu tafsilâta önceden tüm olarak iman edildiği için iman noksanlıktan ziyadeye dönmemiştir. Belki yalnız icmaliden tafsiliye inkilâb etmiştir. Hz. Peygamber asrında bulunanlar bunun gibi değildir. Zira iman Hz. Peygamberin Allah tarafından getirdiği bütün hükümlere ve âyetlere iman etmekten ibaret olunca, Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler topluluğu arttıkça mutlaka onunla ilgili tasdik ve iman da artar. “Tafsili imanın daha mükemmel ve daha ziyade olduğunda gizlilik yoktur.” sözüne gelince tafsili imanın daha fazla olması menedilmiştir. Daha mükemmel olmasına ise teslim olunmuştur. Ancak bu bir şey ifade etmez.
“Şerh'ul-Makâsıt”da İmamul-Haremeyn'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “İman üzerinde devam ve sebat etmek, iman üzerinde her an bir artıştır. Netice olarak iman zamanların artması ile artar. Çünkü iman bir arazdır. Ancak mislinin yenilenmesi ile kalabilir.”
Akâid sârihi buna şöyle cevap vermiştir: “Bir şeyin mislinin yenilenmesi suretiyle benzerinin meydana gelmesi o şeyin yok olmasından sonra olur. Bir şeyin yok oluşundan sonra mislinin meydana gelmesi o şey için bir artış değildir. Meselâ; bir cismin siyahlığı gibi.”
Yukarıdaki görüşe şöyle de cevap verilebilir: Bu düşünceden, peygamberlerden ve veli kullardan ömrü uzun olanın imanı daha çok olduğu hükmüne varılabilir. İbn-i Humam, imanın artma ve eksilmeyi kabul etmediği görüşünün Eş'arilerden İmamul Harameyn ve büyük bir cemaat kabul ettiğini nakletmekle beraber, bu düşünceyi hiç kimse kabul etmemiştir.
Bir görüşe göre imanın artma ve eksilmesinden maksat, kalbteki semeresinin, güzelliğinin, nurunun, ziyasının çokluğu ve temizliğidir. Zira imanın nuru amellerin çokluğu sebebiyle artar, kötülükleri işlemek suretiyle de azalır. Bu düşünce de bozuktur. Çünkü insanlardan birçoğu çok amel yaptığı halde durumlarında bir değişiklik, nurunda bir artış, semeresinde bir ziyadelik görülmez. İman kâmil olduğu ve yakîn tahakkuk ettiği halde bazı kemal sahiplerinde bazı kötülükler de bulunur. Bu sebepten Cüneyd'e: “Arif kişi zina eder mi?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir:
“Allah'ın işi kaderle takdir edilmiştir.” 503
Kadı Azudüddin gibi araştırıcı bazı âlimler, iman ve tasdikin hakikatinin artma ve eksilmeyi kabul etmediği görüşüne teslim olmuyoruz, belki iman kuvvet ve zaaf bakımından farklı olur, demişlerdir. Çünkü kesindir ki, bütün ümmetin fertlerinin imanı Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in tasdiki gibi değildir. Bu sebeple İbrahim aleyhisselâm:
“İnandım, lâkin kalbimin tatmin olması için. 504 buyurdu.
Bu görüşün teslim olunan bir görüş olduğu münakaşa edilmiştir. Ancak bunun üzerinde ısrar etmekte bir fayda yoktur. Çünkü münakaşa imanın kemiyyet bakımından farklılığı üzerindedir. Yâni imanın çokluk ve azlığı üzerindedir. Zira artma ve eksilme sözleri çoğunlukla sayılar için kullanılır. Keyfiyetteki farklılığa gelince, yani kuvvetlilik ve zayıflık bakımından imanların birbirinden farklı oluşuna gelince bu, münakaşa konusunun dışındadır. Bu sebeple İmam Fahreddin er-Râzî ve kelâmcıların bir çoğu bu ihtilâfın görünüşte bir ihtilâf olduğuna ve iman sözünün tefsirine raci bulunduğuna meyletmişlerdir. Eğer iman yalnız tasdiktir, dersek kuvvet ve zaaf bunu kabul etmez. Zira imanda vacip olan kesinlikle tasdik etmektir. Bu ise farklılık kabul etmeyen bir husustur. Eğer dersek ki; iman sadece amellerden ibarettir, o zaman zaaf ve kuvvet bunu kabul eder. Üzerinde ittifak edilmesi gereken araştırma budur. Evet her ne kadar sabit olmasa da farz olan tasdik yakıni ve kesin itikadı gerektiren inançtır. Öyle ki bir şüphecinin şüphe vermesi ile zail olacak şekilde sabit olmasa da vakıaya uygun kesin itikad ve yakıni tasdike şâmil olan inanç olduğunu söylesek dahi bu da yakîn derecesinde olmasa bile iman mertebelerinde farklılığı kabul eder. Halkın imanı böyledir. Aynel-yakîn mertebesinde değil ilmel-yakin mertebesinde ancak bir ihtilâf bulunur. Nitekim İbrahim aleyhisselâm bu noktaya “İnandım, fakat kalbimin tatmin olması için” sözü ile işaret etmiştir. Çünkü bu alemin yaratılmış olduğunu tasdik etmek güneşin doğduğunu tasdik etmek gibi değildir. Bunun için Hadiste şöyle denilmiştir: “Haber, görmek gibi değildir.” Hz. Alî'nin: “Perde kalksa yakînim (imanım) artmaz.” sözü yakînin aslına hamledilmiştir. Zira ayan makamı beyan makamının üstündedir. Belki bunların üstünde bir makam daha vardır ki buna hakkal-yakîn denilir. İman-i gaybînin yeri bu dünyadır. Aynî iman ise âhirettedir. Hakiki iman da Cennet' ül-Me'va' ya giriş esnasında ve Allah Teâlâ'nın cemalini müşahede esnasındadır.
İbn-i Humam'ın zikrettiğine göre Hanefîler ve onlarla birlikte İmamul Haremeyn imanda tasdikin kendinden başka yönlerden, ziyade ve noksanın bulunmasına karşı çıkmıyorlar. Belki iman, inanılacak şeylerin farklılığı sebebiyle farklı olur. Tasdikin kendinde bir değişiklik olması sebebiyle değildir. Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Benim imanım Cebrail aleyhisselâm'ın imanı gibidir.” Zira misillik, (gibilik) bütün sıfatlarda eşitlik ister. Benzetme böyle değildir. Benzetmede bütün sıfatların eşit olması gerekmez. Belki teşbih yapabilmek için bazı sıfatlarda eşitlik yeterlidir. Bir kimsenin imanı her yönden meleklerin ve peygamberlerin imanı ile eşit olamaz.
Bil ki: “İman, söz ve amelden ibarettir ve artma eksilme kabul eder.” tarzında meşhur olan hadislerin hepsi Firuzâbadî'nin Sırat-ı Müstakim'de zikrettiğine göre sahih değildir. “İman artmaz eksilmez.”
İbn-i Mâce'nin Hz. Ali'ye isnadla merfu olarak zikrettiği bir hadiste şöyle buyuruluyor;
“İman kalb ile bağlanmak, lisan ile ikrar etmek ve azalar ile amel etmektir.” Ancak İbn-i Kayyım elCevzî bu hadisin mevzu olduğuna hükmetmiştir:
“Bir sûre indirildiği zaman, münafıklar alay yollu birbirine; bu sûre hanginizin imanını artırdı? der. Fakat müminlere gelince; her inen sûre, onların imanını artırmıştır ve onlar bundan dolayı sevinip birbirine müjdelerler.” 505 âyetinin tefsirinde Fakih Eb'ul-Leys aşağıdaki hadis-i zikrediyor:
Muhammed b. Fadl'dan, Eb'ul-Kasım el-Şâbarî'den, Faris b. Merdeveyh'den, Muhammed b. Fadl b. elAzîz'den, Yahya b. İsa'dan, Ebû Mutî'den, Hammad b. Seleme'den, Eb'ul-Mahzem'den, o da Ebû. Hüreyre'den tahdis yolu ile rivayet ettiğine göre Sakîf kabilesine ait bir elçi Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'e gelerek:
“Yâ Resûlellah! İman artıp eksilir mi?.” diye sordular. Hz. Peygamber de:
“Hayır, iman mükemmeldir. (kalbde mükemmeldir). Artması ve eksilmesi küfürdür.” buyurdu.
“Akidet'üt-Tahavî” şârihi diyor ki, hocamız Şeyh İmamüddin b. Kesir bu hadisten sorulunca: Eb'ulLeys'ten Ebû Mutî'e kadar olan isnadlar meçhul olup meşhur tarih kitaplarında bilinmemektedirler. Ebû Muti ise Eb'ul-Hakem b. Abdillah b. Mesleme el-Belhî'dir ki bu zatı Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main, Amr b. Ala el-Kalanisi. Bu-hari, Ebû Dâvud, Nesaî, Ebû Hatem er-Râzi, Ebû Hatem Muhammed b. Hıbban el-Bestî, Ukaylî, İbn-i Adiy, Dârekutni ve diğerleri zayıf kabul etmişlerdir. Ebû Hüreyre'den rivayette bulunan Ebû Muhzim adı kâtip tarafından değiştirilmiştir. Asıl adı Yezid b. Süfyan'dır. Bu zatı da Şû'be b. Haccac'tan başka bütün hadisçiler zayıf kabul etmişlerdir. Nesâî ise Hadise metruk, demiştir. Şû'be onu hadis uyduruculuğu ile de itham etmiştir. Onun hakkında şöyle demiştir. Ebû Muhzim'e iki fulüs verseler yetmiş tane hadis uydurur.
Dostları ilə paylaş: |