Halleck kaskatı kesildi. "Ama..."
"Sen ve kurtardığımız adamların aramıza, sığınağımıza
hoşgeldiniz," dedi Tuek. "Minnettar olduğunu söylüyordun. Pekala, bize olan borcunuzu ödeyin, iyi adamlardan her zaman yararlanırız. Ne var ki, Harkonnenlere karşı en ufak bir aleni hareket yaparsanız elimizde olmadan sizi yok ederiz."
"Ama onlar babanı öldürdüler."
"Belki de. Ve böyle olsa bile, sana babamın düşünmeden hareket edenlere verdiği yanıtı vereceğim. Taş ağırdır, kum okkalı; ikisinden de ağırdır bir aptalın gazabı.' "
"Yani bu konuda hiçbir şey yapılmayacağını mı söylüyorsun?" diye alay etti Halleck.
"Ben böyle bir şey demedim. Sadece Lonca'yla olan anlaşmamıza sadık kalacağımızı söyledim. Lonca tehlikesiz bir oyun oynamamızı istiyor. Düşmanı yok etmenin başka yolları var."
"Vaaay."
"Vay tabii. Eğer o cadıyı aramak gibi bir niyetin varsa, ara. Ama seni uyarıyorum, büyük olasılıkla çok geç kaldın...zaten istediğinin o olduğundan da şüpheliyiz."
"Hawat pek hata yapmaz."
"Ama Harkonnenlerin eline düştü."
"Hainin o olduğunu mu düşünüyorsun?"
Tuek omuz silkti. "Bu spekülatif bir şey. Biz cadının öldüğünü düşünüyoruz. En azından Harkonnenler öyle olduğuna inanıyor."
"Harkonnenler hakkında çok şey biliyor gibisiniz."
"ipuçları ve belirtiler...söylentiler ve sezgiler."
"Biz yetmiş dört kişiyiz," dedi Halleck. "Eğer size katılmamızı ciddi olarak istiyorsan, Dük'ümüzün öldüğüne inanıyor olmalısın."
"Cesedini görmüşler."
"Peki ya çocuk...genç Efendi Paul?" Halleck yutkunmaya çalıştı, boğazı düğümlenmişti.
"Aldığımız son haberlere göre annesiyle birlikte bir çöl fırtınasında kaybolmuş. Büyük olasılıkla kemikleri bile asla bulunamayacak."
349
348
l
"Öyleyse cadı öldü...hepsi öldüler."
, Tuek başıyla onayladı. "Ve dediklerine göre Hayvan Rab-ban bir kez daha Dune'un başına geçecekmiş."
"Lankiveil Kontu Rabban mı?"
"Evet."
Halleck'in, kendisini alt edeceğinden korktuğu öfke patlamasını bastırması bir an sürdü. Soluk soluğa konuştu: "Rab-ban'a karşı kişisel bir hıncım var. Ona ailemin yaşamını ödeteceğim..." Çenesi boyunca uzanan yarayı ovuşturdu, "...ve bunu..."
"Bir hıncı vaktinden önce almak için her şey tehlikeye atılmaz," dedi Tuek. Halleck'in çenesi boyunca uzanan kasların oynamasını ve adamın gözlerinin düşük gözkapaklarının altında aniden uzaklaşmasını izlerken kaşlarını çattı.
"Biliyorum...biliyorum." Halleck derin bir nefes aldı. m "Siz ve adamlarınız bizimle çalışarak Arrakis dışına çıkabilirsiniz. Birçok yer..."
"Adamlarımı bana olan bütün bağlarından azat ediyorum, kendi seçimlerini kendileri yapabilirler. Mademki Rabban burada...ben kalıyorum."
"Böyle bir ruh hali içindeyken senin burada kalmanı isteyeceğimizden emin değilim."
Halleck gözlerini kaçakçıya dikti. "Sözüme güvenmiyor musun?"
"Yoo..."
"Beni Harkonnenlerden kurtardınız. Dük Leto'ya olan sadakatimin sebebi de bundan daha büyük değildi. Ben Ar-rakis'te kalacağım...sizinle...ya da Fremenlerle."
"Bir düşünce, dile getirilse de getirilmese de gerçek bir şeydir ve bir gücü vardır," dedi Tuek. "Fremenlerin arasında yaşamla ölümü ayıran çizgi çok ince ve keskin gelebilir sana."
Halleck, yorgunluğunun arttığını hissederek bir an gözlerini kapattı. "Bize çöl ve çukurlar diyarında yol gösteren Tanrı nerede?" diye mırıldandı.
"Ağır ol, intikamını alacağın gün gelir," dedi Tuek. "Acele
işe Şeytan karışır. Acını küllendir...bunun için seni oyalayacak şeylerimiz var; yüreğe su serpen üç şey vardır: su, yeşil çimen ve bir kadının güzelliği."
Halleck gözlerini açtı. "Rabban Harkonnen'in kanının ayaklarımın dibine akmasını tercih ederim." Gözlerini Tuek'e dikti. "O günün geleceğine inanıyor musun?"
"Yarını nasıl karşılayacağın konusunda pek bir şey yapamam, Gurney Halleck. Sana yalnızca bugünü karşılaman için yardım edebilirim."
"O halde yardımınızı kabul edeceğim ve bekleyeceğim, ta ki sen bana babanın intikamını ve diğer..."
"Beni dinle, savaşçı," dedi Tuek. Masasının üstüne doğru eğildi, omuzları kulaklarıyla aynı hizada, gözleri kararlıydı Kaçakçının yüzü aniden allak bullak oldu. "Babamın suyunu... kendim geri alacağım, kendi bıçağımla."
Halleck tekrar Tuek'e baktı. O an, kaçakçı ona Dük Leto' yu hatırlattı: adamlarının lideri, cesur, kendi konumu ve kendi yolu konusunda kendinden emin. Dük'e benziyordu...Ar-rakis'e gelmeden önceki haline."
"Bıçağımı yanında istiyor musun?" diye sordu Halleck.
Tuek arkasına yaslandı, rahatlamıştı, sessizce Halleck'i
izliyordu. f !
"Beni bir savaşçı olarak görüyor musun?" diye üsteledi Halleck.
"Dük'ün subayları arasında kurtulan tek kişi sensin," dedi Tuek. "Düşmanın galip gelmek üzereydi ama sen şansını denedin...Bizim Arrakis'i yendiğimiz gibi onu yendin "
"Ne?"
"Bu çukurda açı çekerek yaşıyoruz, Gurney Halleck," dedi Tuek. "Arrakis bizim düşmanımız."
"Bir seferde bir düşman, öyle mi?"
"Öyle."
"Fremenlerin başarılı olma yolu bu mu?"
"Belki."
"Fremenlerle birlikte yaşamayı fazla çetin bulabileceğimi
350
351
söyledin. Çölde, açıkta yaşadıkları için mi?"
"Fremenlerin nerede yaşadığını kim bilir? Bizim için Merkezi Plato ıssız bir diyardır. Ama bahsetmek istediğim..."
"Lonca'nın küçük bahar gemilerini nadiren çölün üzerine yolladığını duydum," dedi Halleck. "Eğer nereye bakacağını biliyorsan orada burada yeşillik kırıntıları görebileceğine dair söylentiler var."
"Söylentiler!" diye alay etti Tuek. "Şimdi Fremenlerle benim aramda bir seçim yapmak istiyor musun? Güvenlik önlemlerimiz, kayaya oyulmuş kendi siyeçimiz, kendi gizli havzalarımız var. Uygar insanlar gibi yaşıyoruz. Fremenler, bizim bahar avcıları olarak kullandığımız birkaç sefil gruptan ibaret."
"Ama Harkonnenleri öldürebiliyorlar."
"Sonucu bilmek istiyor musun? Şu anda bile hayvanlar gibi avlanıyorlar; lazer silahlarıyla çünkü kalkanları yok. Soykırıma uğruyorlar. Niçin? Çünkü Harkonnenleri öldürdüler."
"Öldürdükleri Harkonnenler miydi?" diye sordu Halleck.
"Ne demek istiyorsun?"
"Harkonnenlerle birlikte Sardokarların da olabileceğini duymadın mı?"
"Yine söylentiler."
"Ama bir soykırım, bu Harkonnenlerin işi değil gibi. Soykırım israftır."
"Ben gözümle gördüğüme inanırım," dedi Tuek. "Seçimini
yap, savaşçı. Ben ya da Fremenler. Sana her ikimizin istediği
kanı dökmek için bir şans ve bir sığınak sözü veriyorum. Buna
emin olabilirsin. Fremenler sana yalnızca avlananların dft
yaşamını sunacaktır." ~
Halleck, Tuek'in sözlerindeki bilgeliği ve sıcakkanlılığı
hissederek bir an duraksadı ama açıklayamadığı bir nedenle ^t
canı sıkılyordu. ı™
"Kendi yeteneklerine güven," dedi Tuek. "Savaşta senin birliğini kimin kararları kurtarabilir? Senin. Karar ver."
"Vermeliyim," dedi Halleck. "Dük ve oğlu öldüler, değil mi?"
"Harkonnenler buna inanıyor. Böyle şeyler söz konusu olduğunda, ben Harkonnenlere güvenebilirim." Tuek'in dudaklarına sıkıntılı bir gülümseme değip geçti. "Ama onlara yalnızca bu konuda güvenirim."
"O halde karar vermeliyim," diye tekrarladı Halleck. Sağ elini, geleneksel jeste uygun bir şekilde, avuç içi yukarıda ve başparmağı onun üstüne dümdüz katlanmış bir halde uzattı. "Kılıcımı sana veriyorum."
"Kabul ediyorum."
"Adamlarımı ikna etmemi isi t misin?" > • , .'».-..• -,1'üh.vo
"Onları kendi kararlarını vermeleri için serbest bırakmayacak miydin?"
"Beni buraya kadar izlediler ama çoğu Çaladan doğumlu.
Arrakis, onların düşündüğü gibi değil. Burada hayatları dışında
her şeylerini kaybettiler. Artık kendi kararlarını vermelerini
tercih ederim." ı,Jn
"Tereddüt etmenin zamanı değil," dedi Tuek. "Seni ta buraya kadar izlediler."
"Onlara ihtiyacın var, öyle mi?"
"Tecrübeli savaşçılardan her zaman yararlanabiliriz...en çok da bu zamanlarda..."
"Benim kılıcımı kabul ettin. Onları ikna etmemi ister misin?"
"Bence seni izleyecekler, Gurney Halleck." >,
"Umarım öyle olur." . , . , , ., , .-,.•'
"Elbette."
"Bu konuda kararı ben mi veriyorum o halde." • <•
"Sen veriyorsun."
Halleck çanak koltuktan tutunarak kalkarken, bu küçük çabanın bile yedek gücünün ne kadarını kullanmasını gerektirdiğini hissetti. "Şimdi onların kalacağı yerlerle ve sağlık durumlarıyla ilgilenmeliyim," dedi.
"Levazım subayıma danış," dedi Tuek. "Adı Drisq. Size vi) gıda kusur edilmemesinin benim isteğim olduğunu söyle ona Az sonra ben de size katılacağım. Önce, gezegen dışına
352
353
gidecek bir parti baharın yüklenmesiyle ilgilenmem gerek."
"Para her kapıyı açar," dedi Halleck.
"Her kapıyı," dedi Tuek. "Karışıklık dönemi bizim işimizde az bulunan bir fırsattır."
Halleck başıyla onayladı, belli belirsiz bir hışırtı duydu ve arkasındaki sürgülü bir kapı kayarak açıldığında hava akımını hissetti. Döndü, eğilerek kapıdan geçip ofisin dışına çıktı.
Kendisini, Tuek'in yaverleri tarafından adamlarıyla birlikte getirilmiş olduğu toplantı salonunda buldu. Doğal kayadan oyulmuş uzun ve oldukça dar bir alandı; pürüzsüz yüzeyi bu işin kesenışınlarla yapıldığını ele veriyordu. Tavan, kayanın doğal taşıyıcı eğrisini sürdürmeye yetecek ve dahili hava akımlarına izin verecek yüksekliğe kadar ulaşıyordu. Duvarlarda silah rafları ve dolapları sıralanmıştı.
Halleck, adamlarından hala ayakta durabilecek durumda olanların ayakta durduğunu biraz da gururlanarak fark etti; yorgunluk ve yenilginin yol açtığı hiçbir gevşeme belirtisi yoktu. Kaçakçıların sıhhiyecileri, adamların arasında dolaşıp yaralılarla ilgileniyorlardı, ilerde, solda bir alana sedyeler yerleştirilmişti, her yaralı adamın yanında bir Atreides refakatçi vardı.
Halleck, Atreides eğitiminin ("Bizden olana göz kulak oluruz!"), doğal bir kayanın çekirdeği gibi içlerinde durduğunu fark etti.
Halleck'in dokuz telli balisetini kılıfsız olarak taşıyan bir subayı öne çıktı. Adam bir selam çakıp konuştu: "Efendim, buradaki sıhhiyeciler Mattai için hiç umut olmadığını söylüyor. Burada hiç kemik ve organ bankaları yok, yalnızca ilk yardım ilaçları. Mattai dayanamaz diyorlar ve onun sizden bir isteği var."
"Nedir?"
Subay baliseti uzattı. "Mattai huzur içinde gitmek için bir şarkı istiyor, efendim. Hangi şarkı olduğunu bildiğinizi söylüyor...sizden sık sık istermiş." Subay yutkundu. " 'Kadı-, mm' adlı şarkı, efendim. Eğer siz..."
"Biliyorum." Halleck baliseti aldı, klavyeye sıkıştırılmış çoklu mızrapı çıkardı. Yumuşak bir akor bastı, birisinin onu akort etmiş olduğunu anladı. Gözleri yanıyordu ama ağır ağır ilerlerken bunu düşüncelerinden uzaklaştırdı, melodiyi tıngırdatıp kendisini hiçbir şey yokmuş gibi gülümsemeye zorladı.
Adamlarından birkaçı ve bir kaçakçı sıhhiyecisi sedyelerden birinin üzerine eğilmişti. Halleck yaklaşırken adamlardan biri, uzun zamandır biliyor olmanın rahatlığıyla ritmi yakalayarak şarkıyı alçak sesle söylemeye başladı:
"Kadınım benim pencereden bakar,
Köşeli cama inat yuvarlak hatları.
Kollarını kaldırmış...kıvırıp...aşağı sarkıtmış
Kızıl gün batımı altın gibi parlamış...
Gel bana...
Gel bana, sevgilimin sıcak kolları.
Benim için,
Benim için, sevgilimin o sıcak kolları."
Şarkıyı söyleyen adam sustu, sargılı bir kol uzandı ve sedyedeki adamın gözkapaklarını kapadı.
Halleck balisetten son bir yumuşak ses çıkarırken şöyle düşündü: Artık yetmiş uç kişiyiz
Sarayda Doğanların aile yaşamını anlamak birçok insan için zordur ama ben size bunun bir özetini vermeye çalışacağım Babamın yalnızca bir tane gerçek dostu vardı bence Kont Hasimir Fenring, genetik-hadım ve imparatorluğun en amansız savaşçılarından biri Zarif ve ufak tefek, çirkin bir adam olan Kont, bir gün babama yeni bir halayık getirdi ve ben annem ta-
355
354
rafından gelişmeleri gözetlemekle görevlendirildim Hepimiz bir nefsi müdafaa meselesi olarak babamı gözetlerdik. Bene Gesserit-Lonca anlaşmasıyla babama bırakılan halayıklardan biri tabii ki bir imparatorluk Varisi doğuramazdı ama entrikalar hep aynıydı ve birbirlerine olan benzerlikleri can sıkıcıydı Annem, kız kardeşlerim ve ben şeytani ölüm aletlerinden sakınmakta ustalaşmıştık. Bunu söylemek korkunç bir şey gibi görünebilir; ama babamın tüm bu girişimler konusunda masum olduğundan hiç de emin değilim Bir İmparatorluk Ailesi diğer ailelere benzemez, işte yeni bir halayık gelmişti; babam gibi kızıl saçlıydı, ince ve zarifti. Bir dansçının kaslarına sahipti ve nöro-cazibe eğitimi aldığı açıkça görülüyordu. Babam, önünde çıplak duran kıza uzun uzun baktı Nihayet şöyle dedi "Çok fazla güzel. Onu bir hediye olarak saklayacağız. " Bu kısıtlamanın Sarayda Doğanlar arasında ne büyük bir şaşkınlık yarattığını bilemezsiniz. Ne de olsa, kurnazlık ve oto-kontrol hepimiz için en ölümcül tehlikeydi.
- Prenses Irulan'ın yazdığı "Babamın Evinde"
Paul, akşamüstüne doğru damıtıcı çadırın dışında duruyordu. Kamp kurdukları yarık, koyu gölgelerin içindeydi. Açık kumun ötesindeki uzak ve sarp kayalığa bakarken çadırda uyumakta olan annesini uyandırması gerekip gerekmediğini düşündü.
Barınaklarının ötesinde kat kat kumullar yayılıyordu. Batan güneşin uzağında, kumulların yağ sürülmüş gibi görünen gölgeleri öyle siyahtı ki, gecenin kırıntıları gibiydiler.
Ve düzlük.
Zihni bu manzarada yüksek bir şey aradı. Ama hararetin bozduğu havada göze çarpan hiçbir yükselti yoktu, sadece
ufuk...esintinin geçtiğini gösterecek ne bir çiçek ne de hafifçe salınan bir şey...yalnızca kumullar ve parlak gümüş mavisi gökyüzünün altındaki o uzak sarp kayalık.
Ya karşıda terk edilmiş bir deney istasyonu yoksa? diye düşündü. Ya Fremenler de yoksa ve bu gördüğümüz bitkiler yalnızca bir tesadüfse?
Çadırın içinde, Jessica uyandı, sırtüstü döndü ve yan gözle saydam taraftan dışarı, Paul'e baktı. Oğlu arkası ona dönük duruyordu, duruşundaki bir şey Jessica'ya Dük'ü hatırlatıyordu. içinde bir üzüntü dalgasının kabardığını hissetti ve arkasını döndü.
Hemen ardından damıtıcı giysisini ayarladı, çadırın su cebindeki suyla biraz serinledi, dışarı süzülüp ayağa kalktı ve gerindi.
Paul arkasına dönmeden konuştu: "Buradaki sessizliğin hoşuma gittiğini fark ettim."
Zihin kendini çevresine nasıl da ayarlıyor, diye düşündü Jessica ve bir Bene Gesserit aksiyomunu hatırladı: "Zihin baskı altında iki yönden birine gidebilir; artı ya da eksi yöne. açık ya da kapalı. Bunu eksi ucunda bilinçsizlik ve artı ucunda aşırı bilinçlilik olan bir spektrum olarak düşünün. Zihnin baskı altında hangi yöne gideceği büyük ölçüde eğitimin etkisiyle belirlenir. "
"Burada yaşamak güzel olabilir," dedi Paul.
Jessica, bu gezegenin olağan kabul ettiği tüm acımasız şartları anlamaya çabalayıp Paul'ün görebilmiş olduğu olası gelecekleri merak ederek çölü oğlunun gözlerinden görmeye çalıştı, insan bu açıklıkta yalnız olabilir, diye düşündü, arkanda birisi olmasından korkmadan, avcı korkusu olmadan.
Paul'ün yanından geçti, dürbününü kaldırdı, yağ merceklerini ayarladı ve karşılarındaki dik yamacı inceledi. Evet, kuru vadilerdeki saguarolar ve diğer dikenli bitkiler...ve kısa otların oluşturduğu, gölgelerin içinde sarı-yeşil görünen bir örtü.
"Çadırı toplayacağım," dedi Paul.
Jessica başıyla onayladı, çölü tarayabilmek için çatlağın
357
356
İ
ağzına yürüdü ve dürbününü sola döndürdü. Baktığı yerde, kenarlarına kirli bir bejlik bulaşmış bir tuz tavası bembeyaz ışıldıyordu. Beyazın ölüm olduğu bu yerde bembeyaz bir alan. Ama tava başka bir şeyin işaretiydi: su. Bir zamanlar bu ışıltılı beyazlığın üstünde sular akmıştı. Dürbününü indirdi, cüppesini düzeltti ve bir an Paul'ün hareketlerinin sesini dinledi.
Güneş alçaldı. Gölgeler tuz tavasının üstünde uzadılar. Gün batınımda ufkun üstüne çizgiler halinde çılgın renkler yayılmıştı. Karanlığın kumu yoklayan ayağına bir renk seli akıyordu. Kömür karası gölgeler yayıldı, gecenin çöküşü çölü örttü.
Yıldızlar!
Başını kaldırıp bakarken, yanına yaklaşan Paul'ün hareketlerini algıladı. Çöl gecesi, yıldızlara doğru kalkıyormuş hissi vererek yukarıya odaklanmıştı. Gündüzün ağırlığı çekildi. Anlık bir esinti yüzüne çarptı.
"ilk ay birazdan çıkacak," dedi Paul. "Çanta hazır. Gümleri yerleştirdim."
Bu cehennemde sonsuza dek kaybolabiliriz, diye düşündü. Ve kimsenin haberi olmaz.
Tarçın kokusu getiren gece rüzgarı yüzünü tırmalayan kum serpintileri saçtı: karanlığın içinde bir koku banyosu.
"Kokla şunu," dedi Paul.
"Kokusunu filtreden bile alabiliyorum," dedi Jessica. "Zenginlik. Ama su satın alır mı?" Havzanın karşı tarafını gösterdi. "Orada hiç yapay ışık yok."
"Fremenler şu kayaların arkasındaki bir siyeçte gizleniyor olmalı," dedi Paul.
Sağ taraflarında ufkun üstüne gümüşten bir sikke çıktı: ilk ay. Yüzeyindeki belirgin el şekliyle tam olarak görünür hale geldi. Jessica, ışıkta ortaya çıkan kumun gümüş beyazlığını inceledi.
"Gümleri yarığın en derin yerine yerleştirdim," dedi Paul. "Fitilini ateşlediğim zaman bize yaklaşık otuz dakika verecektir."
"Otuz dakika mı?"
"Bir...solucan...çağırmaya başlamadan önce ."
"Oo! Ben gitmeye hazırım."
Paul annesinin yanından sessizce uzaklaştı ve Jessica, onun geriye, çatlağın yukarısına doğru ilerleyişini duydu.
Gece bir tüneldir, diye düşündü Jessica, yarına açılan bir delik...tabii bir yarınımız olursa. Başını iki yana salladı. \eden böyle sağlıksız şeyler düşünmek zorundayım? Daha iyi eğitilmiştim!
Paul döndü, çantayı aldı ve ilk kumula doğru aşağıya \oneldi. Annesi ardından gelirken durup çevreyi dinledi. Annesinin yumuşak bir şekilde ilerleyişini ve her bir soğuk kum taneciğinin düşüşünü duydu; çölün güvenlik önlemini açık bir şekilde ortaya koyan kendi şifresi.
"Ritmsiz yürümeliyiz," diyen Paul, kumda yürüyen adamları hatırladı...hem önsezi anısını hem de gerçek anısını.
"Benim nasıl yaptığımı izle," dedi. "Fremenler kumda böyle yürüyor."
Kumulun eğrisini izleyerek rüzgar alan tarafına geçti, ayaklarını sürükleyerek ilerledi.
Jessica on adım boyunca oğlunun ilerleyişini inceledi ve onu taklit etti. Olayın özünü kavramıştı: kumun doğal kayışı gibi ses çıkarmalıydılar...rüzgar gibi. Ama kaslar bu doğal olmayan, kesik kesik yürüyüş tarzına isyan ediyordu: Adım. . . sürüme. . . sürüme. . .adım. . .adım. . . bekleme. . . sürüme. . . adım...
Zaman hiç geçmiyor gibiydi, ilerdeki kayanın yüzeyi sanki hiç yaklaşmıyordu. Arkalarındaki kaya hala kule gibi yükseli-\ ordu.
"Güm! Güm! Güm! Güm!"
Bu, arkalarındaki sarp kayalıktan gelen bir davul sesiydi.
"Gümler," diye tısladı Paul .
Aletin güm güm atışı sürüyordu ve yürüyüşlerini bu rıtmden kurtarmakta güçlük çekiyorlardı.
"Güm. . .güm. . .güm. . .güm..."
359
358
t
Gümlemenin yankılanarak patladığı, ay ışığıyla aydınlanmış bir kasenin içinde hareket ediyorlardı. Yayvan kumulların arasında bir aşağı bir yukarı: adım. . .sürüme . . .bekleme . . . adım. . . Ayaklarının altında yuvarlanan nohut büyüklüğündeki kum topaklarına basarak: sürüme . . .bekleme. . . adım..
Ve kulakları hep o özel tıslamayı bekliyordu.
Ses, geldiğinde öyle yavaş başladı ki kendi ayak sürüme sesleri bile onu bastırabiliyordu. Ama gittikçe...yükseldi, yükseldi... batıdan geliyordu.
"Güm. . .güm. . .güm. . .güm. . ." diye gümlüyordu gümler.
Tıslama geceyi geçerek arkalarından yaklaşıyordu. Yürürken kafalarını çevirince hızla ilerleyen solucanın kabartısını gördüler.
"Yürümeye devam et," diye fısıldadı Paul. "Arkaya bakma."
Geride bıraktıkları kayaların gölgesinden kulak tırmalayan bir yıkım sesi patladı. Bu her şeyi yerle bir eden bir çığ gürül-tüsüydü.
"Yürümeye devam et," diye tekrarladı Paul.
Biri önlerinde diğeri arkalarında olan iki kaya yüzeyinin eşit uzaklıkta göründüğü işaretlenmemiş bir noktaya erişmiş olduklarını gördü.
Ve hala arkalarında, kayaların o kamçılayıcı, çıldırtıcı yırtılması geceye hakimdi.
Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler...Kasları, sonsuza dek sü-recekmiş gibi görünen mekanik bir ağrıma aşamasına erişmişti ama Paul onları çağıran dik yamacın daha da yükseldiğini gördü.
Jessica konsantrasyonunun verdiği boşlukta ilerliyordu, yürümeye devam etmesini sağlayanın yalnızca iradesinin baskısı olduğunun farkındaydı. Ağzının içi kuruluktan acıyordu ama arkadaki sesler damıtıcı giysisinin su ceplerinden bir yudum çekmek için durmaya dair tüm umudunu alıp götürüyordu.
"Güm. . .güm.. ."
Uzaktaki sarp kayalıktan püsküren yeni bir cinnet gümleri
boğdu.
Sessizlik!
"Daha hızlı," diye fısıldadı Paul.
Jessica başıyla onayladı, oğlunun bu hareketini görmediğini biliyordu ama zaten sınırına dayanmış olan kaslarından daha da fazlasını istemenin gerekli olduğunu kendi kendine söylemek için bu hareketi yapmaya ihtiyaç duymuştu...o doğal olmayan ilerleme...
Önlerindeki güvenli kaya yüzeyi yıldızlara tırmanıyordu ve Paul tabanda kumdan bir düzlüğün uzandığını gördü. Düzlüğe çıktı, bitkinlik içinde sendeledi ve ayağının isteksiz bir hareketiyle doğruldu.
Tınlayan bir gümbürdeme çevrelerindeki kumu sarstı.
Paul sendeleyerek yana doğru iki adım attı.
"Bam! Bam!"
"Kum davulu!" diye tısladı Jessica.
Paul dengesini sağladı. Bakışlarıyla çevrelerindeki kumu taradı, kayalık dik yamaç hemen hemen ikiyüz metre uzaktaydı.
Arkalarında bir tıslama duydu; rüzgar gibi, suyun olmadığı bu yerde çırpıntılı bir gelgit gibi.
"Koş!" diye çığlık attı Jessica. "Paul, koş!"
Koştular.
Ayaklarının altında davul sesi gümbürdedi. Kurtuldular ve nohut büyüklüğündeki çakıllara çıktılar. Koşmak, alışık olmadıkları ritmsiz kullanımdan ağrıyan kaslarıriı bir an için rahatlatmıştı, işte bu anlaşılabilir bir hareketti, işte bu ritmdi. Ama kum ve çakıl adımlarını yavaşlatıyordu. Ve solucanın yaklaşan tıslaması çevrelerinde yükselen bir fırtına sesiydi.
Jessica tökezleyerek dizlerinin üstüne düştü. Tüm düşünebildiği bitkinlik ve ses ve dehşetti.
Paul annesini sürükleyerek ayağa kaldırdı.
El ele koşmaya devam ettiler.
Önlerindeki kumdan ince bir kazık çıkmıştı. Onu geçtiler, bir tane daha gördüler.
360
361
Bu kazıkları geçinceye kadar Jessica'nın zihni onları çö-zümleyememişti.
Bir tane daha vardı; kayadaki bir çatlaktan yükselen rüzgarla kazınmış bir yüzey.
Bir tane daha.
Kaya'
Daha sağlam basınca yeni bir güç kazanan yüzeyin, yürüyüşünü zorlaştırmamasınm yarattığı şoku ayağıyla hissetti.
Dostları ilə paylaş: |