Derin bir çatlak dikey gölgesini önlerindeki sarp kayalığın içine uzatmıştı. Ona doğru son sürat koştular ve dar deliğe sığıştılar.
Arkalarından gelen solucan sesi kesilmişti.
Jessica ve Paul dönüp çöle baktılar.
Kumulların başladığı yerde, kayalık bir sahilin eteklerinden belki de elli metre uzakta, gümüş grisi bir kavis, dört bir yana kum ve toz nehirleri saçarak çölden çıktı. Daha yukarı çıktı, avını arayan dev bir ağıza dönüştü. Bu, kenarları ay ışığında parıldayan yuvarlak ve karanlık bir delikti.
Ağız, Paul ve Jessica'nın tıkıştığı dar çatlağa doğru kıvrıldı. Tarçın burun deliklerini yaktı. Kristal dişlerde ayışığı ışıldadı.
Koskoca ağız sağa sola mekik dokuyordu.
Paul nefesini düzenledi.
Jessica gözlerini ayırmadan çömeldi.
Zihnini doldurma tehdidi taşıyan, genetik hafızasındaki dehşeti alt ederek ilkel korkularını bastırması için Bene Gesse-rit eğitiminin yoğun konsantrasyonunu kullanması gerekti.
Paul bir tür coşku hissetti. Son birkaç saniyede, bir zaman engelini aşıp daha bilinmeyen bir bölgeye girmişti. Önünde karanlığı algılıyabiliyordu, iç gözü hiçbir şey göremiyordu. Sanki atmış olduğu bir adım, onu bir kuyuya ya da geleceğin görünmez olduğu bir dalga çukuruna düşürmüştü. Manzara derin bir değişime uğramıştı.
Zamanın karanlığını algılamak, onu ürkütmek yerine, diğer duyularını aşırı hızlanmaya zorladı. Kendini, kumdan çıkmış
onu arayan o şeyin mevcut bütün özelliklerini çözümlerken buldu. Ağzı hemen hemen seksen metre çapındaydı...kenarında hançer-i figanların kıvrık şekline sahip kristal dişler parıldıyordu...körüklediği tarçın nefesi, belli belirsiz aldehitler... asitler...
Solucan, tepelerindeki kayaları sıyırıp geçerken ayışığını örttü. Gizlendikleri dar yere, küçük taşlar ve kumlar yağdı.
Paul annesini daha geriye itti.
Tarçın!
Kokusu Paul'ün etrafını sardı.
Solucanın baharla, melanjla ne ilgisi var? diye sordu kendi kendine. Ve Liet-Kynes'ın, solucanla bahar arasında bir bağlantı olduğuna dair üstü örtülü bir bilgiyi ele verdiğini hatırladı.
"Baammm!"
Bu ses, sağ taraftan, çok uzaklardan gelen kuru bir gök gürültüsü gibiydi.
Tekrar: "Baammm!"
Solucan tekrar kuma çekildi, bir an orada kaldı, kristal dişleri ayışığını yansıtıyordu.
"Güm.. .güm.. .güm. . .güm..."
Başka bir gumler1 diye düşündü Paul.
Ses yine sağ taraflarından geldi.
Solucan boydan boya titredi, iyice kumun içine çekildi. Bir çanın ağzının yarısı gibi yukarıya doğru kabarmış bir kıvrım kaldı yalnızca, kumulların üstünde gerileyen bir tünelin kıvrımı.
Kum gıcırdadı.
Yaratık geri çekilerek, dönerek gömüldü. Kumulların arasındaki bir bel boyunca kıvrılan, kumdan bir kabartı.
Paul çatlaktan çıktı, kum dalgasının bomboş araziyi geçerek, yeni gümlerin çağrısına doğru uzaklaşmasını izledi.
Arkasından gelen Jessica sesi dinliyordu: "Güm. . . güm .. .güm.. .güm... güm..." Çok geçmeden ses kesildi.
363
362
Paul damıtıcı giysisinin borusunu buldu, yeniden kullanılır hale gelmiş sudan bir yudum çekti.
Jessica kendini bu harekete odakladı; ama zihni, bitkinlikten ve yaşadığı dehşetin ardından bomboş gibiydi. "Kesin gitti mi?" diye fısıldadı.
"Birileri onu çağırdı," dedi Paul. "Fremenler."
Jessica kendine gelmeye başladığını hissetti. "Amma büyüktü!"
"Topterimizi kapan solucan kadar büyük değildi."
"Fremenler olduğundan emin misin?"
"Gümler kullandılar."
"Neden bize yardım etsinler ki?"
"Belki de bize yardım etmiyorlardı. Belki de sadece bir solucan çağırıyorlardı."
"Neden?"
Bir yanıt, bilincinin eşiğinde hazır bekliyor ama gelmeyi reddediyordu. Zihninde, çantalarının içindeki ucu çengelli, açılır kapanır çubuklarla ilgili bir görüntü vardı; "yaratan kancaları."
"Neden bir solucan çağırsınlar ki?" diye sordu Jessica.
Zihnine korkunun nefesi değip geçti ve annesine arkasını dönerek sarp kayalığa bakmak için kendini zorladı. "En iyisi gün ışımadan önce yukarıya bir yol bulalım." Eliyle işaret etti. "Şu geçtiğimiz kazıklar.. .onlardan daha çok var."
Jessica oğlunun gösterdiği yere bakınca, dar bir platformun, tepelerindeki bir yarığa doğru bükülen gölgesini işaret eden kazıkları gördü; üstü rüzgarla kazınmış direkler.
"Sarp kayanın üstüne giden bir yolu işaret ediyorlar," dedi Paul. Çantayı omuzlarına yerleştirdi, platformun altına gelip yukarı doğru tırmanmaya başladı.
Jessica bir an durup dinlendi ve gücünü topladı, sonra oğlunu izledi.
Yol gösteren kazıkları izleyerek yukarı tırmandılar ve sonunda platform küçülerek karanlık bir yarığın ağzında dar bir dudağa dönüştü.
Paul gölgeli yere bakabilmek için kafasını eğdi. Dar kayanın üstüne basınca düşecekmiş gibi oldu ama kendisini yavaş ve tedbirli olmaya zorladı. Yarığın içinde yalnızca karanlığı görebildi. Yukarı doğru uzuyor, tepede yıldızlara açılıyordu. Kulakları araştırdı, yalnızca beklediği sesleri buldu: kumun azıcık dökülüşü, bir böceğin pırrr diye uçuşu, koşan küçük bir hayvanın pıtırtısı. Yarığın içindeki karanlığı bir ayağıyla yokladı, gıcırdayan yüzeyin altında kaya olduğunu anladı. Yavaşça köşeyi dolaşıp Jessica'ya kendisini izlemesi için işaret etti. Cüppesinin eteğini tutarak köşeyi dönmesine yardımcı oldu.
Kafalarını kaldırıp kayadan iki dudağın çevrelediği yıldızlara baktılar. Paul yanı başında duran annesini bulanık gri bir kıpırtı olarak gördü. "Keşke bir ışık yakmayı göze alabilsey-dik," diye fısıldadı.
"Gözlerimizden başka duyularımız da var."
Paul bir adım daha atıp ağırlığını o ayağına kaydırdı, diğer ayağıyla önünü yokladı ve bir engele çarptı. Ayağını kaldırdı, bir basamak bulup kendisini onun üstüne çekti. Geriye uzanıp annesinin koluna dokundu, izlesin diye cüppesini çekiştirdi.
Bir adım daha.
"Tepeye kadar böyle gidiyor," diye fısıldadı Paul.
Alçak ve düzenli basamaklar, diye düşündü Jessica. Hiç şüphesiz insan eliyle oyulmuş
Basamakları yoklayarak Paul'ün bir gölge gibi ilerleyişini takip etti. Kaya duvarlar neredeyse Jessica'nın omuzlarına sürtünecek kadar daraldı. Basamaklar, yaklaşık yirmi metre uzunluğunda dar bir geçidin taban seviyesinde son buluyordu. Bu geçit ay ışığının aydınlattığı sığ bir havzaya açılıyordu.
Paul havzanın kıyısına çıkarak fısıldadı: "Ne güzel bir yer."
Jessica onun bir adım arkasından sessiz bir onaylama içinde bakakaldı.
Bitkinliğine, döngü boruları ve burun tıkaçlarının yol açtığı kaşıntıya, damıtıcı giysinin verdiği sıkıntıya, korku ve dinlenme isteğine rağmen; bu havzanın güzelliği, duyularını doldurup onu durmaya ve buna hayranlık duymaya zorladı.
365
364
4
I
"Peri padişahının ülkesi gibi," diye fısıldadı Paul.
Jessica başıyla onayladı.
Önünde çöl bitkileri uzanıyordu: çalılar, kaktüsler, küçücük yaprak kümeleri; hepsi ayışığında titreşiyordu. Çevreyi saran duvarlar solunda karanlıktı, sağında ise ay ışığıyla donmuş gibi görünüyordu.
"Burası bir Fremen mekanı olmalı," dedi Paul.
"Bu kadar çok bitkinin yaşayabilmesi için insanlar olmalı," diye onayladı Jessica. Damıtıcı giysisinin su ceplerine giden borunun ağzını açtı ve yudumladı. Ilık, hafif buruk bir ıslaklık geçti boğazından. Suyun kendisini nasıl ferahlattığını fark etti. Jessica boruyu kapatırken, kapak, kum taneciklerine sürtüne-rek gıcırdadı.
Sağında, ayaklarının altından aşağı doğru kıvrılan havzanın tabanındaki bir hareket Paul'ün dikkatini çekti. Sarı ağaçların ve yabani otların arasından, kumun yüzeyinde ay ışığının aydınlattığı, küçücük bir hoplama zıplama hareketinin olduğu dar alana baktı.
"Fareler!" diye tısladı.
Hop zıp zıp! gittiler, gölgelere girip çıkarak.
Bir şey gözlerinin önünden geçerek farelerin arasına düştü. İnce bir çığlık geldi, bir kanat çırpışı ve pençelerinde küçük karanlık bir gölgeyle havzadan havalanan hayalet gibi gri bir kuş.
Bu uyarıya ihtiyacımız vardı, diye düşündü Jessica.
Paul havzaya bakmaya devam etti. Nefes aldı, geceye tırmanan adaçayının yumuşak bir şekilde içe işleyen kontralto kokusunu algıladı. Bu yırtıcı kuş...Paul onu bu çölün tarzı olarak düşündü. Havzaya öylesine tarifsiz bir sessizlik getirmişti ki, mavi-beyaz ay ışığının nöbetçi saguaro ve dikenli boyaçalısına doğru akışı neredeyse duyulabiliyordu. Işık, Paul'ün evrenindeki bütün müziklerden daha temel bir armoni içeren hafif bir vızıltıya sahipti.
"Çadırı kurmak için bir yer bulsak iyi olacak," dedi. "Yarın o Fremenleri bulmaya..."
"Burada davetsiz misafirlerin çoğu Fremenleri bulduğuna pişman olur!"
Bu, Paul'ün sözlerini kesen, anı paramparça eden, son derece erkeksi bir sesti. Ses yukarıdan, sağ taraflarından gelmişti.
Paul dar geçide çekilmeye kalkışınca, ses: "Lütfen kaçmayın davetsiz misafirler," dedi. "Eğer kaçarsınız yalnızca bedeninizin suyunu ziyan edersiniz."
Bizi vücudumuzun suyu için istiyorlar! diye düşündü Jes-sica. Kasları, bütün yorgunluğunu umursamaksızın hiçbir şey belli etmeden maksimum hazırlığa ulaştı. Sesin nereden geldiğini kesin olarak belirledi ve şöyle düşündü: Nasıl da sessizce geldi! Hiç duymadım Ve sesin sahibinin yalnızca küçük sesleri, çölün doğal seslerini çıkardığını anladı.
Sol taraflarından, havzanın kenarından başka bir ses geldi. "Çabuk ol, Stil. Sularını al da yola koyulalım. Şafak sökmeden önce oldukça az zamanımız var."
Acil durumda karşılık vermeye annesinden daha az şartlanmış olan Paul, kaskatı kesilip geri çekilmeye çalıştığı ve anlık bir panikle yeteneklerini gölgelediği için düş kırıklığına uğradı. Şimdi kendisini annesinin öğrettiklerini uygulamaya zorluyordu: rahatla, ardından rahatlamış görün, sonra kasların herhangi bir yönde saklayabilecek bir kırbaç gibi olsun.
Hala içinde belli belirsiz bir korku hissedebiliyordu ve bunun kaynağını biliyordu. Bu, kör bir zamandı; hiçbir gelecek görememişti...ve sadece iki kalkansız vücudun taşıdığı suyla ilgilenen vahşi Fremenler tarafından yakalanmışlardı.
Alametleri, delilleri ve kehanetleriyle birlikte Kızara Tafvidleri aramızda olan bu Fremen dinsel uyarlaması, şimdi "Evrenin Sütunları" olarak tanıdığımız şeyin kaynağıdır. Derin güzelliği, eski kalıplara dayanan o heyecan
367
366
verici müzikle ortaya çıkan ama yeni uyanışla damgalanan Arrakis'in gizemli karışımını bize onlar getirdiler. Kim, "Yaşlı Adamın İlahisi"ni duyup da derinden etkilenmez?
Sürüklüyorum ayaklarımı bir çölde
Seraplar ev sahibi telaşı içinde.
Zafere doymadan, tehlikeye aç,
Dolaştım al-Kulab 'm ufuklarını,
İzleyerek peşimdeki bana aç,
Zamanın erittiği dağları.
Ve hızla yaklaşan serçeleri gördüm,
Saldıran kurtlardan daha cüretkar.
Gençliğimin ağacına kondular.
Ve duydum hepsi üşüştüler dallarıma
Av oldum pençeleriyle gagalarına!
- Prenses Irulan'ın yazdığı "Arrakis'in Uyanışı"ndan
Adam sürünerek bir kumulun tepesine çıktı. Öğlen güneşinin göz kamaştırıcı ışığına yakalanmış bir toz zerreciğiydi. Üstünde yalnızca bir cüppeden kalan yırtık kumaş parçaları vardı, paçavraların arasındaki çıplak teni sıcağa maruz kalıyordu. Cüppenin kapüşonu yırtılmıştı ama adam giysiden yırttığı bir şeridi türban gibi başına bağlamıştı. Seyrek sakalı ve kalın kaslarıyla aynı renkteki kumral saç tutamlan türbanından dışarı çıkmıştı. Mavi içinde mavi gözlerinin altındaki koyu renk bir lekenin kalıntıları yanaklarına yayılıyordu. Bıyığının ve sakalının üstündeki keçeleşmiş bir yassılık, damıtıcı giysi borusunun burundan su ceplerine giden yolunu gösteriyordu.
Adam kumulun tepesinde, kolları diğer taraftan aşağı sarkarak yayılıp kaldı. Sırtında, kollarında ve bacaklarında kan pıhtılaşmıştı. Sarı-yeşil kum parçalan yaralarına yapışmıştı. Ellerini yavaş yavaş gövdesinin altına soktu, ellerinden güç alarak ayağa kalktı ve sallanarak ayakta durdu. Ve bu neredey-
se gelişigüzel harekette bile, bir zamanlar hareketlerine hakim olan o titizliğin izi vardı.
"Ben Liet-Kynes," dedi kendini boş ufka tanıtarak, sesi o eski gücünün kötü bir kopyasıydı. "Ben İmparator Majestelerinin Gezegenbilimcisiyim," diye fısıldadı, "Arrakis'in gezegen ekolojisti. Bu diyar benden sorulur."
Sendeledi ve rüzgar alan tarafın sert yüzeyine yanlamasına düştü. Elleri kumu hafifçe kazıdı.
Bu kum benden sorulur, diye düşündü.
Yarı çılgın bir halde olduğunu, kumu kazarak içine girip, nisbeten daha serin alt tabakayı bularak kendini bununla örtmesi gerektiğini fark etti. Ama bu kumun altında bir yerlerden ön-bahar cebinin keskin ve yarı tatlı kokusunu hala alabiliyordu. Bu olaydaki tehlikeyi diğer Fremenlerin hepsinden daha iyi biliyordu. Ön-bahar kütlesinin kokusunu alabiliyorsa, bu, kumun derinliklerindeki gazın patlama basıncına yaklaşmakta olduğu anlamına gelirdi. Buradan kaçmak zorundaydı.
Elleri, kumulun yüzeyinde hafifçe eşelendi.
Net ve belirli bir düşünce zihnine yayıldı: Bir gezegenin gerçek serveti topraklarında yatar, uygarlığın bu temel kaynağında nasıl bir payımız vardır: tarım.
Ve zihninin uzun süredir tek bir şeye sabitlenip bundan kurtulamamasının ne kadar garip olduğunu düşündü. Harkon-nen askerleri, onu burada suyu ve damıtıcı giysisi olmadan bırakmışlardı; eğer çöl öldürmezse bir solucanın kapacağını düşünerek. Onu, kendi gezegeninin ıssız ellerinde yavaş yavaş ölmeye bırakmanın eğlenceli olduğunu düşünmüşlerdi.
Fremenleri öldürmek Harkonnenlere daima zor gelmiştir, diye düşündü. Biz kolay kolay ölmeyiz. Şu anda ölmüş olmalıydım... az sonra öleceğim...ama bir ekolojist olmayı bırakamıyorum.
"Ekolojinin en büyük işlevi sonuçları anlamaktır."
Ses onu çok şaşırttı çünkü sesi tanımıştı ve sahibinin ölü olduğunu biliyordu. Bu, kendisinden önce burada gezegen-bilimci olan babasının sesiydi; uzun zaman önce ölen, Sıva
369
368
İ
Havzası'ndaki mağarada öldürülen babasının.
"Kendini büyük bir çıkmaza soktun, oğlum," dedi babası. "O Dük'ün oğluna yardım etmeye kalkışmanın sonuçlarını bilmeliydin."
Çıldınyorum, diye düşündü Kynes.
Ses sağ tarafından geliyor gibiydi. Kynes o yöne bakmak için yüzünü kuma sürterek çevirdi; kumulun göz kamaştırıcı güneş ışığındaki hararet ifritleriyle dans eden bir kıvrımı dışında hiçbir şey yoktu.
"Bir sistemde ne kadar çok yaşam varsa, yaşam için o kadar çok yer vardır," dedi babası. Ve ses bu sefer solundan arka taraftan geldi.
Niye dolaşıp duruyor? diye sordu Kynes kendi kendine. Onu görmemi istemiyor mu?
"Yaşam, yaşamı desteklemek için ortamın kapasitesini artırır," dedi babası. "Yaşam ihtiyaç duyulan besinleri daha kolay bulunur hale getirir. Organizmadan organizmaya olan o harikulade kimyasal etkileşim yoluyla sisteme daha fazla enerji bağlar."
Niye aynı konudan bahsedip duruyor? diye sordu Kynes kendi kendine. Daha on yaşında bile değilken bunları biliyordum.
Bu diyardaki çoğu vahşi hayvan gibi leş yiyici olan çöl atmacaları, üzerinde daireler çizmeye başlamıştı. Kynes elinin yanından bir gölgenin geçtiğini gördü, yukarı bakmak için kafasını daha fazla çevirmeye çabaladı.- Kuşlar gümüş mavisi gökyüzünde bulanık bir lekeydi: uzakta Kynes'ın üzerinde yüzen kurum zerreleri.
"Biz genelciyiz," dedi babası. "Gezegen genelindeki sorunların çevresine kesin sınırlar çizemezsin. Gezegenbilim bir deneme yanılma bilimidir."
Bana ne söylemeye çalışıyor acaba? diye düşündü Kynes. Benim anlayamadığım bazı sonuçlar mı var?
Yanağı sıcak kumun üstüne düştü ve ön-bahar gazlarının altındaki yanık kaya kokusunu aldı. Aklının mantıklı bir köşe-
sinde şu düşünce oluştu: Şu tepemdekiler leş yiyici kuşlar. Belki Fremenlerimden bazıları onları görüp araştırmaya gelir.
"Çalışan bir gezegenbilimcinin en önemli aracı insanlardır," dedi babası, "insanların arasına ekoloji bilgisini ekme-lisin. Tamamen yeni bir ekoloji notasyonu yaratmamın nedeni budur."
Çocukken bana söylediği şeyleri tekrar ediyor, diye düşündü Kynes.
Serinlemeye başladı ama aklındaki o mantıklı köşe şöyle dedi: Güneş tepende Damıtıcı giysin yok ve sıcaktan y anıyorsun; güneş vücudunun nemini alıp götürüyor.
Parmakları güçsüz bir şekilde kumu kavradı.
Bana bir damıtıcı giysi bile bırakamadılar!
"Havada nem olması, canlı bedenlerdeki aşırı hızlı buharlaşmayı önler," dedi babası.
Niye gün gibi aşikar şeyleri tekrarlayıp duruyor acaba'' diye düşündü Kynes.
Havadaki nemi düşünmeye çalıştı: bu kumulu örten çim... altında bir yerlerde açık su, akarak çölü geçen uzun bir kanata ve iki yanında ağaçlar...Kitaplardaki çizimler dışında hiç gökyüzüne açık su görmemişti. Açık su...sulama suyu...bir hasat mevsiminde bir hektar araziyi sulamak için beş bin metre küp su gerekir, diye hatırladı.
"Arrakis'teki ilk hedefimiz" dedi babası, "çayırlık arazilerdir. Mutasyona uğramış yokluk otlarıyla işe başlayacağız. Çayırlarda nem bloke ettiğimizde, yayla ormanlarına geçebiliriz. Ardından da rüzgarın çaldığını tekrar ele geçirmek için, sık sık esen rüzgarların yoluna sıra sıra dizilecek nem yoğuştu-rucu rüzgar kapanlarıyla birlikte birkaç açık su kütlesi yerleştirebiliriz; tabii bunlar başlangıçta küçük olacak. Gerçek bir siroko, bir nemli rüzgar yaratmalıyız. Ama rüzgar kapanlarının gerekliliğini de asla inkar edemeyiz."
Hep bana ders veriyor, diye düşündü Kynes. Neden çenesini kapamıyor? Ölmekte olduğumu göremiyor mu9
"Sen de öleceksin," dedi babası, "eğer şu anda altındaki
371
370
kumun derinliklerinde şekillenen balondan kaçmazsan. O orada ve sen bunu biliyorsun. Ön-bahar gazlarının kokusunu alabiliyorsun. Küçük yaratanların, sularının bir bölümünü kaybederek bu kütleye vermeye başladıklarını biliyorsun."
Altında su olduğu düşüncesi deli ediciydi. Şimdi onu gözünün önüne getirebiliyordu; yarı bitki yarı hayvan olan derimsi küçük yaratanlar tarafından geçirgen kaya katmanlarında bloke edilmiş ve berrak, saf, sıvı, yatıştırıcı bir soğuk su akıntısını oraya döken o ince çatlak...
Bir ön-bahar kütlesine!
Nefes alıp keskin tatlılığı kokladı. Çevresindeki koku öncekinden çok daha yoğundu.
Kynes dizlerinin üstünde doğruldu, bir kuş çığlığı ve kanatların aceleyle çırpılısını duydu.
Burası bahar çölü, diye düşündü. Gündüz güneşinde bile etrafta Fremenler olmalı. Kesinlikle kuşları görüp araştırmaya gelebilirler.
"Toprak boyunca hareket, hayvan yaşamı için bir ihtiyaçtır," dedi babası. "Göçebe insanlar da aynı ihtiyacı duyar. Geçtikleri yollar, su, yiyecek ve minerallere karşı duyulan fiziksel ihtiyaçlara uyum gösterir. Şimdi bu yolları kontrol etmeli, onu kendi amaçlarımız için düzenlemeliyiz."
"Kapa çeneni, ihtiyar," diye mırıldandı Kynes.
"Arrakis'te, daha önce bütün bir gezegen için hiç denenmemiş bir şey yapmalıyız," dedi babası. "Su döngüsünü sağlamak ve yeni bir tür toprak yapısı oluşturmak için insanı yapıcı bir ekolojik güç olarak kullanmalıyız; bu güç adapte olmuş terraform yaşamı getirecek: oraya bir bitki, buraya bir hayvan, şuraya bir insan."
"Kapa çeneni!" dedi Kynes hırıltılı bir sesle.
"Solucanlar ve bahar arasındaki ilişki hakkında bize ilk ipucunu veren geçtikleri yollar oldu," dedi babası.
Solucan, diye düşündü Kynes anlık bir umutla. Bu balon patladığında kesin bir yaratan gelir. Ama kancam yok. Kancalarım olmadan büyük bir yaratana nasıl tırmanırım?
Kalan azıcık gücünü de yokeden bir hüsrana kapılabilirdi. Su öyle yakındı ki...yüz metre kadar altındaydı; bir solucanın geleceği kesindi, ama onu yüzeyde yakalaması ve ondan yararlanması mümkün değildi.
Kynes, kumun üzerinde öne doğru atıldı, hareketlerinin açmış olduğu sığ çöküntüye kayarak geri döndü. Sol yanağını dayadığı kumun sıcaklığını hissediyordu, ama bu algı uzaktı.
"Arrakis ortamı, yerli yaşam biçimlerinin evrimsel seyrinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir," dedi babası. "Ne garip değil mi; çok az insan kafasını bahardan kaldırıp, geniş bitki örtüsü olmaksızın burada sağlanan ideale yakın azot-oksijen-CO2 dengesini merak etmiştir. Gezegenin enerji küresi, görmek ve anlamak için oradadır; insafsız bir süreç ama yine de bir süreç. İçinde bir boşluk mu var? O zaman bir şey bu boşluğu doldurur. Bilim, açıklandıktan sonra gün gibi ortada olduğu anlaşılan o kadar çok şeyden oluşur ki. Küçük yaratanın orada olduğunu, kumun derinliklerinde olduğunu biliyordum, onu görmeden çok uzun zaman önce."
"Lütfen bana ders vermeyi kes, baba," diye fısıldadı Kynes.
Uzanmış .duran elinin yakınına kumun üstüne bir atmaca kondu. Kynes, hayvanın kanatlarını kapadığını, kendisine bakmak için başını eğdiğini gördü. Haykırmak için enerji topladı. Kuş iki adım geriye sıçradı ama bakmaya devam etti.
"Bundan önce, insanlar ve onların yaptıkları, gezegenlerinin yüzeyinde bir felaket olmuştur," dedi babası. "Doğa, felaketleri telafi etmeye, onları gidermeye ya da azaltmaya, kendi yöntemiyle onları sistemin içine dahil etmeye eğilimlidir."
Atmaca kafasını içeri çekti, kanatlarını açıp tekrar kapadı. Dikkatini Kynes'ın uzanmış eline çevirdi.
Kynes, artık ona haykıracak gücünün kalmadığını hissetti.
"Ortak yağma ve gaspın tarihsel sistemi Arrakis'te işlemez," dedi babası. "Senden sonra gelecekleri düşünmeden ihtiyacın olan şeyleri çalmayı sonsuza dek sürdüremezsin. Bir gezegenin fiziksel nitelikleri, ekonomik ve politik kayıtlarında vardır. Kayıtlar önümüzde ve yolumuzun ne olduğu belli."
373
372
Asla ders vermeyi kesemeyecek, diye düşündü Kynes. Ders, ders, ders...daima ders.
Atmaca, Kynes'in uzanmış eline doğru sıçrayarak bir adım daha yaklaştı, açıkta duran eti incelemek için başını önce bir yöne sonra diğer yöne çevirdi.
"Arrakis, tek ürünü olan bir gezegendir," dedi babası. "Tek ürün. Bu, yönetici sınıfların bugüne kadar hep yaşadığı gibi yaşayan bir yönetici sınıfı desteklemektedir, onların altında, artıklarla yaşayan yarı kölelerin oluşturduğu bir yarı insan kitlesi. Bizim ilgilendiğimiz kitleler ve artıklardır. Bunlar şimdiye kadar sanıldıklarından çok daha değerlidir."
"Sana aldırmıyorum, baba," diye fısıldadı Kynes. "Git buradan."
Ve şöyle düşündü: Fremenlerimden bazıları kesinlikle yakınlarda olmalı. Yardım edemezler ama üzerimdeki kuşları görürler. Yalnızca, nem var mı diye bakmak için araştırma yapacaklardır.
"Arrakis'in kitleleri şunu bilmelidir ki; biz bu diyarda suyun akmasını istiyoruz," dedi babası. "Tabii ki çoğu, bunu nasıl yapmayı planladığımızı yalnızca yarı mistik bir şekilde anlayacak. Birçoğu, engelleyici kitle oranı problemini anlamadan, bizim su açısından zengin olan başka bir gezegenden su getireceğimizi bile düşünebilir. Bize inandıkları sürece ne isterlerse onu düşünsünler."
Dostları ilə paylaş: |