Gri taşlardan da yansıyan ay ışığında, Fremen cüppesi giymiş ufak tefek birisi, kapüşonundan ona bakan gölgeler içinde bir yüz ve cüppenin bir kıvrımından kendisine doğrultulmuş bir fırlatıcı silah namlusu gördü.
"Ben Chani, Liet'in kızı."
Ses canlıydı, sanki gülmek üzereydi.
"Arkadaşlarımı incitmene izin veremezdim," dedi kız.
Paul yutkundu. Önündeki siluet, ay ışığına doğru dönünce ince bir yüz ve siyah göz çukurları gördü. Bu yüzün aşinalığı, daha önce içine doğan sayısız görüntüdeki özellikler nedeniyle Paul'ün şaşkınlıktan dili tutuldu. Bir rüyada gördüğü bu yüzü, Başrahibe Gaius Helen Mohiam'a anlatırken, "onunla tanışacağım" diyerek gösterdiği kızgınlıkla karışık cesaret gösterisini hatırladı.
Ve işte o yüz karşısındaydı; ama bu, hiç de hayal ettiği gibi bir karşılaşma değildi.
"Öfkelenmiş bir şeyh-hulud kadar gürültü çıkarıyordun," dedi kız. "Ve buraya en zor yoldan çıktın. Beni izle: sana aşağıya inen daha kolay bir yol göstereceğim."
Paul çatlaktan dışarı tırmandı, yokuş aşağı kızın cüppesinin savruluşunu izledi. Kayaların üstünde danseden bir ceylan gibi hareket ediyordu. Paul yüzüne kan hücum ettiğini hissederek karanlığa şükretti.
Bu kız! Kaderin dokunuşu gibiydi. Kendisini coşkuyla dolduran bir devinimle uyumlu bir dalgaya kapıldığını hissetti.
Bir an sonra havzanın tabanında duran Fremenlerin or-tasındaydılar.
386
387
Jessica dudaklarında buruk bir gülümsemeyle Paul'e doğru döndü ama Stilgar'a şunları söyledi: "Bildiklerimizi değiş tokuş etmemiz iyi olacak. Umarım sen ve halkın gösterdiğimiz şiddete kızmadınız. Bu...gerekli göründü. Bir...hata yapmak üzereydiniz."
"Birinin hata yapmasını engellemek , cennetten çıkma bir hediyedir," dedi Stilgar. Sol eliyle dudaklarına dokundu, diğer eliyle Paul'ün belindeki silahı alıp bir arkadaşına uzattı. "Hak ettiğin zaman, delikanlı, senin de kendi maula tabancan olacak."
Paul konuşmaya başlayacakken, annesinin öğrettiği bir şeyi hatırlayarak duraksadı: "Başlangıçlar son derece hassas zamanlardır
"Oğlum ihtiyacı olan silahlara sahip," dedi Jessica. Gözlerini Stilgar'a dikerek, onu, Paul'ün tabancayı nasıl ele geçirmiş olduğunu düşünmeye zorladı.
Stilgar, Paul'ün alt ettiği adama, Jamis'e şöyle bir baktı. Adam bir köşede başı öne eğik durmuş, güçlü bir şekilde soluyordu. "Sen zor bir kadınsın," dedi Stilgar. Sol elini bir arkadaşına uzattı ve parmaklarını şıklattı. "Kushti bakka te." Yine Çakobsa, diye düşündü Jessica. Adam, Stilgar'm eline kare şeklinde iki tülbent sıkıştırdı. Stilgar bunları parmaklarıyla kıvırdı, birini kapüşonun altından Jessica'nın boynuna, diğerini de aynı şekilde Paul'ün boynuna bağladı.
"Artık bakkanın tülbentini takıyorsunuz," dedi Stilgar. "Eğer ayrı düşersek, Stilgar'ın siyeçine ait olduğunuz anlaşılacak. Silahlardan başka bir zaman bahsederiz."
Grubunun arasından geçerken onları inceledi, Paul'ün Fremkit çantasını, taşıması için adamlarından birine verdi.
Bakka, diye düşündü Jessica, dinsel terimi tanıyarak; bakka ağıtçı. Tülbentlerin sembolizminin bu grubu nasıl birleştirdiğini algıladı. Neden ağlamak onları birleştırsin9 diye sordu kendi kendine.
Stilgar, Paul'ü utandırmış olan genç kıza yaklaşarak
konuştu: "Chani, çocuk-adamı kanatlarının altına al. Onu beladan uzak tut."
Chani, Paul'ün koluna dokundu. "Gel bakalım, çocuk-adam."
Paul sesindeki kızgınlığı gizleyerek: "Adım Paul," dedi. "Eğer siz..."
"Sana bir isim vereceğiz, küçükbey," dedi Stilgar, "mihna zamanında, akl sınavında."
Akıl sınavı, diye tercüme etti Jessica. Paul'ün itibarını korumak birden her şeyin önüne geçmişti ve Jessica bağırdı, "Benim oğlum göm cabbarla sınandı!"
Bunu izleyen sessizlikte biliyordu ki, onları can damarlarından vurmuştu.
"Birbirimiz hakkında bilmediğimiz daha çok şey var," dedi Stilgar. "Ama zaten çok zaman kaybettik. Gündüz güneşi bizi açıkta yakalamamalı." Paul'Un yere devirdiği adama yaklaşarak, "Jamis, yürüyebilir misin?" dedi.
Onu bir homurtu yanıtladı. "Beni şaşırttı, o kadar. Bi kazaydı. Yürüyebilirim."
"Kaza değildi," dedi Stilgar. "Seni, Chani'yle birlikte, delikanlının güvenliğinden sorumlu tutuyorum, Jamis. Bu insanlar benim himayemde."
Jessica gözlerini Jamis denen adama dikti. Kayalardan gelen ve Stilgar'la tartışan ses onun sesiydi, içinde ölüm barındıran ses onun sesiydi. Ve Stilgar, verdiği emri ona tekrarlamak ihtiyacını hissetmişti.
Stilgar, gruba doğru sınayan bir bakış savurdu, iki adama işaret etti. "Larus ve Farrukh, siz bıraktığımız izleri gizleyeceksiniz. Hiç iz bırakmadığımızdan emin olun. Normalden fazla dikkat gösterin; yanımızda eğitilmemiş iki kişi var." Döndü, ejini yukarı kaldırarak havzanın karşısını gösterdi. "Yancılar yerine, yürüyüş düzeni alın...kımıldayın. Şafak sökmeden Sırtlar Mağarası'nda olmalıyız."
Jessica, Stilgar'ın yanında yürürken bir yandan da kafaları sayıyordu. Kırk Fremen vardı, Paul ve kendisiyle birlikte kırk
389
388
iki kişi oluyorlardı. Askeri birlik gibi yürüyorlar, diye düşündü, o kız bile, Chani.
Paul, sırada Chani'nin arkasına geçti. Bir kız tarafından yakalanmanın verdiği o berbat hissi bastırmıştı. Şimdi aklında, annesinin "Benim oğlum göm cabbarla sınandı!" diye bağırmasının hatırlattığı o anı vardı. Elinin, hatırlanan acıyla sızladığını fark etti.
"Bastığın yere dikkat et," diye tısladı Chani. "Çalılara sürtünme yoksa geçtiğimiz yolu belli edecek bir iplik bırakabilirsin."
Paul yutkundu, başıyla onayladı.
Jessica birliğin çıkardığı seslere kulak verince, kendisinin ve Paul'ün ayak seslerini duydu ve Fremenlerin hareket etme tarzına hayret etti. Kırk kişi havzayı yalnızca bu yere özgü sesler çıkararak geçiyordu: cüppeleri, hayalet filikaların yelkenleri gibi gölgelerin içinde uçuşuyordu. Hedefleri Tabr Siyeçi'ydi, yani Stilgar'ın siyeçi.
Sözcüğü zihninde evirip çevirdi: siyeç. Bu, sayısız yüzyılların eski avlanma dili Çakobsa'ya ait, değişmeden kalmış bir sözcüktü. Siyeç: tehlike anında toplanma yeri. Sözcüğün ve dilin içerdiği derin imaları, karşılaşmalarının yol açtığı gerginlikten sonra ancak şimdi çözümlemeye başlamıştı.
"İyi ilerliyoruz," dedi Stilgar. "Şeyh-hulud'un izniyle şafak sökmeden Sırtlar Mağarası'na varırız."
Jessica, iradenin...ve kendisinin de kabul ettiği gibi, coşkunun gücüyle uzak tuttuğu o berbat bitkinliği algılayarak, gücünü muhafaza ederek başıyla onayladı. Burada Fremen kültürüne dair sergilenen şeyleri görünce, dikkati bu birliğin değerine odaklandı.
Hepsi, diye düşündü, bütün bir kültür, askeri bir düzene göre eğitilmiş. Evinden olmuş bir Dük için ne paha biçilmez bir şey var burada!
Kişinin bir şeyi istediği anla, bu şeyi elde etmek
için harekete geçtiği an arasında kendini tuttuğu süre, yani atalarımızın "spannungsbogen" dediği nitelik konusunda Fremenlerin üstüne yoktu.
- Prenses Irulan'ın yazdığı "Muad'Dib'in Bilgeliği"nden
Şafak sökerken Sırtlar Mağarası'na yaklaşıyorlardı; havza duvarında öyle dar bir yarık boyunca ilerliyorlardı ki geçebilmek için yan dönmek zorunda kalıyorlardı. Jessica şafağın zayıf ışığında Stilgar'ın gruptan nöbetçi ayırdığını gördü, sarp kayalıktan yukarı doğru tırmanmaya başladıkları gözüne çarptı.
Paul yürürken başını yukarı kaldırdı ve dar çatlağın adeta bir kesit alınmışçasına gri-mavi gökyüzüne doğru açıldığı yerde, bu gezegenin dokuduğu kanaviçeyi gördü.
Chani acele etmesi için onu cüppesinden çekiştererek, "Çabuk ol," dedi. "Hava aydınlandı bile."
"Tepemizde tırmanan adamlar, onlar nereye gidiyor?" diye fısıldadı Paul.
"İlk gündüz nöbeti," dedi kız. "Hadi, acele et!"
Dışarıda bir nöbetçi bıraktılar, diye düşündü Paul. Akıllıca. Ama buraya ayrı ayrı gruplar halinde gelsek daha akıllıca olurdu. Bütün birliği kaybetme riski azalırdı. Bunun gerillalara özgü bir düşünüş tarzı olduğunu fark ederek durakladı ve babasının Atreideslerin bir gerilla evi haline gelmesinden korktuğunu hatırladı.
"Daha hızlı," diye fısıldadı Chani.
Paul, arkasından gelen cüppe hışırtılarını duyarak adımlarını hızlandırdı. Ve Yueh'nin küçücük O.K. İncili'ndeki sırat bölümünü düşündü.
"Cennet sağımda, Cehennem solumda ve Azrail arkamda. " Bu alıntıyı defalarca aklından geçirdi.
Geçidin genişlediği yerde bir köşeyi döndüler. Stilgar, onları dimdik yana açılmış alçak bir tünele yönlendirmek için ke-
391
390
narda duruyordu.
"Çabuk!" diye tısladı Stilgar. "Bir devriye bizi yakalarsa, kafese konmuş tavşanlardan farkımız kalmaz."
Paul deliğe girmek için eğildi, ilerden gelen zayıf, gri bir ışıkla aydınlanmış bir mağaraya doğru Chani'yi izledi.
"Ayağa kalkabilirsin," dedi Chani.
Paul doğruldu, mekanı inceledi: bir adamın erişebileceğinin hemen ötesinde kıvrılan kubbeli tavanıyla derin ve geniş bir alan. Birlik gölgelere karıştı. Paul bir uçta annesini seçti; onun, yanındakileri incelemekte olduğunu gördü. Ve kıyafeti aynı olmasına rağmen, onun, Fremenlerin arasına karışamadığını fark etti. Hareket edişinde nasıl bir güç ve ze-rafet vardı.
"Dinlenecek bir yer bul ve ayak altında dolaşma, çocuk-adam," dedi Chani. "Al, yiyecek." Eline yaprağa sarılı iki lokma sıkıştırdı. Buram buram bahar kokuyorlardı.
Stilgar, Jessica'nın arkasında göründü ve soldaki gruba bir emir verdi. "Kapı contasını yerine takın ve nem güvenliğini sağlayın." Başka bir Fremen'e döndü: "Lemil, ışıküreleri getir." Jessica'yı kolundan tuttu. "Sana bir şey göstermek istiyorum, sihramiz kadın." Onu bir kaya kıvrımının çevresinden ışık kaynağına doğru götürdü.
Jessica kendini, mağaraya açılan başka bir girişin geniş ağzından dışarı bakarken buldu. Bu, sarp kayalık bir duvarda yer alan yüksek bir açıklıktı ve yaklaşık on veya on iki kilometre genişliğinde başka bir havzaya bakıyordu. Havza yüksek kaya duvarlarla korunuyordu. Etrafa seyrek bitki kümeleri dağılmıştı.
Jessica şafağın griye boyadığı havzaya bakarken; güneş, kayaların ve kumun oluşturduğu bisküvi rengindeki manzarayı aydınlatarak karşı yamacın üzerinde yükseldi. Arrakis güneşinin nasıl ufkun üstüne sıçrarmış gibi göründüğünü fark etti.
Bunun nedeni doğmamasını istiyor olmamız, diye düşün-j dü. Gece gunduzden daha güvenli Asla yağmur görmemiş bul yerde bir gökkuşağının özlemi onu sardı. Böyle özlemleri]
başarmalıyım, diye düşündü. Bunlar zayıflık Artık zayıflıkları kaldıramam
Stilgar onun kolunu sıktı ve havzanın karşı tarafını gösterdi, "işte! işte orada gerçek Dürzileri göreceksin."
Jessica adamın gösterdiği yere baktı, hareket edenleri gördü: havza tabanında, karşıdaki sarp kayalık duvarın gölgelerinin arasına sızan gün ışığına dağılmış insanlar. Uzaklığa rağmen hareketleri açık havada belirgindi. Cüppesinin altından dürbününü çıkardı, yağ mercekh -ini uzaktaki insanlara odakladı. Tülbentler rengarenk kelebek. ~r gibi dalgalanıyordu
"işte ev orası," dedi Stilgar. "Bu gece orada olacağız." Bir uçtan bir uca havzaya bakarken bıyığını çekiştiriyordu. "Halkım çalışmak için geç vakte kadar dışarıda kalmış. Demek ki etrafta hiç devriye yok. Daha sonra onlara işaret vereceğim ve bizim için hazırlanacaklar."
"Halkın çok disiplinli davranıyor," dedi Jessica. Dürbünü indirdi, Stilgar'ın onlara bakmakta olduğunu gördü.
"Kabileyi koruma kurallarına uyuyorlar," dedi Stilgar. "Aramızdan lider seçme yöntemimiz budur. Lider en güçlü olandır, su ve güvenlik sağlayacak olandır." Dikkatini kadının yüzüne yöneltti.
Jessica da ona baktı, hiç akı olmayan gözlerini, boyalı göz çukurlarını, uçlarına toz bulaşmış sakalını ve bıyığını, kıvrılarak burun deliklerinden damıtıcı giysisine giden su borusunun çizgisini fark etti.
"Seni alt ederek liderliğine gölge düşürmüş oldum mu, Stilgar?" diye sordu.
"Sen bana meydan okumadın."
"Bir liderin, birliği karşısında saygınlığını koruması önemlidir," dedi Jessica.
"Bu kum bitlerinin arasında hakkından gelemeyeceğim bir kişi bile yoktur," dedi Stilgar. "Sen beni alt ettiğinde hepimizi alt etmiş oldun. Şimdi senden...sihramiz yöntemi öğrenmeyi umuyorlar...ve bazıları senin bana meydan okuyup okumayacağını merak ediyor."
393
392
Jessica bu sözlerin altındaki imayı tarttı. "Seni resmi bir dövüşte alt ederek mi?"
Adam başıyla onayladı. "Bunu yapmamanı öneririm çünkü senin peşinden gelmezler. Sen kuma ait değilsin. Bunu gece yaptığımız yolculukta gördüler."
"Pratik insanlar."
"Oldukça doğru." Stilgar havzaya şöyle bir baktı. "İhtiyaçlarımızı biliyoruz. Ama şu anda eve bu kadar yakınken böyle derin düşüncelere dalan pek kimse olmaz. Lanet Lonca'nın serbest tacirlerine bahar kotamızı teslim etmek için uzun zamandır dışardaydık...umarım yüzleri sonsuza dek kara kalır."
Jessica tam arkasını dönerken durup tekrar adamın yüzüne baktı. "Lonca mı? Lonca'nın sizin baharınızla ne ilgisi var?"
"Bu Liet'in emri," dedi Stilgar. "Sebebini biliyoruz ama bunu yapmak canımızı sıkıyor. Uydularını semalarımızdan uzak tutabilmek için Lonca'ya rüşvet olarak anormal büyüklükte bir bahar ödemesi yapıyoruz, böylece Arrakis'in yüzüne ne yaptığımızı hiç kimse gözleyemiyor."
Paul'ün, Arrakis semalarında bu sebeble uydu bulunmuyor olsa gerek dediğini hatırlayarak sözlerini tartarak söyledi: "Peki Arrakis'in yüzüne görülmemesi gereken ne yapıyorsunuz?"
"Değiştiriyoruz...yavaş yavaş ama kesin bir şekilde...onu insan yaşamına uyduracak şekilde. Bizim kuşağımız bunu görmeyecek, çocuklarımız da, çocuklarımızın çocukları da, onların çocuklarının torunları da...ama gerçekleşecek." Yarı kapalı gözlerle havzaya doğru baktı. "Açık su, uzun yeşil bit- j kiler ve damıtıcı giysileri olmadan özgürce dolaşan insanlar."
Demek Liet-Kynes 'm rüyası buymuş, diye düşündü Jessica. Ve şöyle dedi: "Rüşvetler tehlikelidir; gün geçtikçe büyürler."
"Büyüyorlar," dedi Stilgar, "geç olsun da güç olmasın."
Jessica döndü, adamın hayalinde canlandırdığı gibi gör-: meye çalışarak havzaya baktı. Yalnızca uzaktaki kayaların oluşturduğu ağarmış hardal rengi lekeyi gördü; ve gökyüzünde,
sarp kayalıkların üzerinde aniden ortaya çıkan bulanık bir hareket.
"Ooo," dedi Stilgar.
Jessica başlangıçta bunun bir devriye aracı olması gerektiğini düşündü, sonradan bir serap olduğunu anladı: çöl kumunun üzerinde asılı duran başka bir toprak parçası; uzakta titreşen bir yeşillik ve orta mesafede, sırtında dalgalanan Fremen cüppesine benzer bir şeylerle yüzeyde ilerleyen uzun bir solucan.
Serap yavaşça kayboldu.
"Yaratana binmek daha iyi olurdu," dedi Stilgar, "ama havzaya girmesine izin veremeyiz. Bu yüzden bu gece de yürümek zorundayız."
Yaratan solucana verdikleri ad, diye düşündü Jessica.
Adamın sözlerinin önemini, havzaya bir solucanın girmesine izin veremeyecekleri ifadesini düşündü. Serapta ne görmüş olduğunu biliyordu: dev bir solucanının sırtına binmiş Fre-menler. îmalar karşısında çok şaşırdığını belli etmemek yoğun bir kontrol gerektirdi.
"Diğerlerinin yanına dönmeliyiz," dedi Stilgar. "Yoksa halkım seninle kırıştırdığımı sanabilir. Zaten bazıları dün gece Tuono Havzası'nda seninle boğuşurken, ellerimle güzelliğinin tadına baktığımı düşünüp kıskanmalardır."
"Bu kadarı da fazla artık!" dedi Jessica sertçe.
"Kırılmak yok," dedi Stilgar, sesi yumuşaktı. "Biz kadınlarla kendi rızaları olmadan birlikte olmayız...ve seninle..." Omuz silkti. "...bu geleneğe bile ihtiyaç yok."
"Unutma ki ben bir dükün eşiydim," dedi Jessica ama sesi sakindi.
"Nasıl istersen," dedi adam. "Bu deliği izole ederek damıtıcı giysi disiplininin gevşemesine izin vermenin zamanı. Halkımın bugün rahat rahat dinlenmeye ihtiyacı var. Aileleri yarın onların dinlenmesine pek izin vermeyecektir."
Aralarına sessizlik çöktü.
Jessica dışarıya güneş ışığına baktı. Stilgar'ın sesinde duy-
394
395
muş olduğu şeyi duymuştu: himayesinin ötesindeki o dile getirilmemiş teklif. Bir zevceye mi ihtiyacı vardı? Oraya adamla birlikte girebileceğini anladı. Bu, kabile liderliğiyle ilgili karmaşayı sona erdirmenin bir yolu olabilirdi; erkekle yan yana yürüyen bir dişi.
Ama o zaman Paul ne olacaktı? Burada geçerli ana babalık kurallarının ne olduğunu kim söyleyebilirdi? Ve birkaç haftadır taşıdığı doğmamış kızına ne olacaktı? Ölmüş bir Dük'ün kızına ne olacaktı? Ve karnında büyüyen bu diğer çocuğun tam olarak ne ifade ettiğiyle yüz yüze geldi, hamile kalmasında kendi güdülerinin payını gördü. Soy yoluyla ölümsüzlüğü arama dürtüsünün ne olduğunu, ölümle karşı karşıya bırakılan bütün yaratıklar tarafından paylaşılan o derin dürtüye yenik düşmüş olduğunu biliyordu. Türlerin üreme dürtüsü onlara boyun eğdirmişti.
Jessica gözucuyla Stilgar'a baktı, adamın kendisini inceleyerek beklediğini gördü. Bu adam gibi biriyle evlenen bir kadının burada doğuracağı bir kız çocuk...böyle bir kız çocuğun kaderi ne olurdu? diye sordu kendi kendine. Bu adam bir Bene Gesserit'in uyması gereken zorunlulukları sınırlamaya kalkışır mıydı?
Stilgar boğazını temizledi ve sonra kadının aklından geçen sorulardan bazılarını anladığını ortaya koydu. "Bir lider için önemli olan, onu lider yapan şeydir. Bu, halkının ihtiyaçlarıdır. Eğer bana güçlerini öğretirsen birimizin diğerine meydan okumak zorunda kalacağı bir gün gelebilir. Ben başka bir seçeneği tercih ederim."
"Birden fazla seçenek var mı?" diye sordu Jessica.
"Sayyadina," dedi adam. "Bizim Başrahibe'miz yaşlandı."
Başrahibeleri!
Jessica'nın bunu irdelemesine fırsat kalmadan adam şöyle dedi: "Kendimi ille de bir eş olarak teklif etmiyorum. Bu kişisel bir şey değil çünkü sen güzel ve çekicisin. Ama sen kadınlarımdan biri olursan, genç adamlarımdan bazıları, bedensel zevklerle çok fazla ilgilenip kabilenin ihtiyaçlarıyla ye-
terince ilgilenmediğime inanacaktır. Şu anda Bile bizi dinleyip izliyorlar."
Kararlarını ölçüp biçen, sonuçlarını düşünen bir adam, diye geçirdi aklından Jessica.
"Genç adamlarımın arasında yabani coşkular duyacak yaşa gelmiş olanlar var," dedi. "Bu dönemlerinde yatıştırılmalılar. Bana meydan okumaları için ortada büyük sebepler bırakmamalıyım. Yoksa içlerinden bazılarını yaralamak ve öldürmek zorunda kalabilirim. Bu, bir liderin izleyeceği doğru yol değildir, eğer onurlu bir şekilde önleme imkanı varsa. Lider, halkı güruhtan ayıran şeylerden biridir. O, bireylerin sayısını belli bir düzeyde tutar. Çok az birey olması bir halkı güruha dönüştürür."
Bu sözler, bunların bu kadar bilinçli olması ve ona olduğu kadar gizlice dinleyenlere de söyleniyor olması gerçeği, Jes-sica'nın adamı yeniden değerlendirmesine neden oldu.
Fazilet sahibi, diye düşündü. Böyle bir iç denge kurmayı nereden öğrenmiş?
"Lider seçme yöntemimizi belirleyen kanun adil bir kanundur," dedi Stilgar. "Ama bir halkın ihtiyacı olan şey her zaman adalet değildir. Şu anda gerçekten ihtiyacımız olan şey, gücümüzü daha fazla toprağa yaymak üzere gelişip büyümek için zaman."
Ataları kim acaba? diye düşündü Jessica. Böyle bir soy nereden geliyor? "Stilgar, seni hafife almışım."
"Ben de bundan şüpheleniyordum."
"Her ikimizin de bir diğerini hafife aldığı açık."
"Ben buna bir son vermek istiyorum," dedi Stilgar. "Seninle aramızda dostluk...ve güven olmasını isterim. Aramızda, cinsel birliktelik talebi olmaksızın yürekten gelen karşılıklı bir saygı olsun isterim."
"Anlıyorum," dedi Jessica.
"Bana güveniyor musun?"
"Samimiyetini duyuyorum."
"Bizim aramızda," dedi Stilgar, "Sayyadinalar, resmi lider
396
olmadıkları zaman özel bir itibara sahiptirler. Öğretirler. Burada Tanrı'nın gücünü korurlar." Elini göğsüne koydu.
Şimdi şu Başrahibe sırrını irdelemeliyim, diye düşündü Jessica. Ve şöyle dedi: "Başrahibelerinizden bahsediyorsun... efsaneyle kehaneti de duydum."
"Bir Bene Gesserit'le çocuğunun geleceğimizin anahtarına sahip olduğu söylenir."
"Benim o olduğuma inanıyor musunuz?"
Adamın yüzüne bakarak düşündü: Körpe kamış kolay kırılır. Başlangıçlar çok tehlikelidir.
"Bilmiyoruz," dedi Stilgar.
Jessica başıyla onaylarken şöyle düşündü: Onurlu bir adam. Benden bir işaret bekliyor ama işaretin ne olduğunu söyleyerek kaderi değiştirmek istemiyor.
Başını çevirip havzaya, altın rengi gölgelere, mor gölgelere, mağaralarının ağzının önünde titreşen toz zerreciklerine baktı. Zihni aniden kedilerinkine benzer bir öngörüyle doldu. Koruyucu Misyon'un jargonunu biliyordu; efsanenin, korku-: nün ve umudun tekniklerini, acil ihtiyaçlarına nasıl uyarlayacağını biliyordu; ama burada büyük değişiklikler algılıyordu... sanki birileri Fremenlerin arasına girip Koruyucu Misyon'un etkisinden faydalanmıştı.
Stilgar hafifçe öksürdü.
Jessica onun sabırsızlığını hissediyor, günün ilerlediğini ve adamların bu deliği izole etmek için beklediğini biliyordu. Kendi açısından bu bir saldırı anıydı, neye ihtiyacı olduğunu fark etti: bir dar-ül-hikmana, bir tercüme okuluna, kendisine...
"Adab," diye fısıldadı.
İçinde, zihninin dönüyormuş gibi olduğunu hissetti. Sinyal- j lerin hızlanmasıyla bu algıyı tanıdı. Tüm Bene Gesserit eğitiminde böyle bir tanıma sinyali taşıyan hiçbir şey yoktu. Bu ancak adab olabilirdi; hafıza yoluyla kişiyi kendiliğinden ele j geçiren, diğerlerine baskın kişilik. Kendisini buna teslim etti, sözlerin ağzından dökülmesine engel olamadı.
"İbn kirtayba," dedi, "tozun bittiği nokta kadar uzak." Ko-
lunu cüppesinden çıkarıp uzatırken, Stilgar'm gözlerinin faltaşı gibi açıldığını gördü. Arka planda birçok cüppenin hışırdadığını duydu. "Yanında örnekler kitabı olan bir...Fremen görüyorum," dedi dua okurcasına. "Al-Lat'a okuyor, meydan okuduğu ve zaptettiği güneşe. Mahkemenin Saduları'na okuyor ve okuduğu şu:
"Düşmanlarım, boranın yolunda duran
Paramparça olmuş yeşil yapraklar gibidir.
Ey sen! Tanrımızın ne yaptığını görmüyor musun?
Bize karşı entrikalar düzenleyenlerin
Arasına salgını yolladı.
Avcıların dağıttığı kuş sürüsü gibiler.
Entrikaları hiçbir ağzın kabul etmediği
Zehirli haplara benzer.
içinden bir ürperti geçti. Kolunu indirdi.
Arkasından, mağaranın içindeki gölgelerden birçok sesin fısıldadığı bir karşılık geldi: "Yaptıkları yerle bir oldu."
"Tanrının ateşi kalbini sardı," dedi Jessica. Ve şöyle düşündü: Şimdi işler yoluna girdi.
"Tanrının ateşi ışığı yaktı," diye karşılık geldi.
Başıyla onayladı. "Düşmanların düşecek," dedi.
"Bi-la kayfa," diye yanıtladılar.
Aniden oluşan sessizlikte Stilgar, Jessica'nın önünde eğildi. "Sayyadina," dedi. "Şeyh-hulud bahşederse, hala Başrahibe olma yolundan geçebilirsin."
Yolundan geçmek, diye düşündü Jessica. Bunu söylemek için garip bir yol. Ama geri kalanı jargona gayet güzel uyuyor Ve yapmış olduğu şeyden dolayı alaycı bir burukluk hissetti. Koruyucu Misyon 'umuz nadiren yanılır. Bu yabanıllığın içinde bizim için bir yer hazırlanmış. Salat duası gizleneceğimiz yeri hazırlamış. Şimdi...Tanrı'nın Dostu Oliya'nın rolünü oynama-lıyım...Bene Gesserit kehanetlerimizle dinsel liderlerine Baş-rahibe diyecek kadar, damgalanmış asi halk-
Dostları ilə paylaş: |