Kahve istemeyi düşündü ve bu düşünce, Fremen ya tarzının, o hep farkında olduğu paradoksunu aklına getirdi:] siyeç mağaralarında, graben piyonlarına kıyasla ne kadar da| yaşıyorlardı; ama yine de Harkonnen kölelerinin katlandığı l şeyden çok daha fazlasına açık çöl hacrında katlanıyorlardı, j
Yanındaki perdelerin arasından koyu renk bir el giıj sehpanın üstüne bir fincan bırakıp geri çekildi. Fincandan l harlı kahvenin aroması yükseldi.
Doğum kutlamasından bir ikram, diye düşündü Jessica. ^
Kahveyi alıp bir yudum içti ve kendi kendine gülüms Evrenimizin başka hangi toplumunda, diye sordu kendi ken ne, benim mevkimdeki bir kişi kimden geldiği belli olmayan^ içeceği kabul edip o içeceği korkusuzca içebilir? Tabii ki ı hangi bir zehiri bana zarar vermeden önce dönüştürebil^ ama veren bunun farkında değil.
Fincanı boşalttı, kahvenin verdiği enerjiyi ve gücü setti...sıcak ve lezzetliydi.
Onun mahremiyetine ve rahatına başka hangi topluıj böyle doğal bir saygı gösterilebileceğini düşündü: ikramı pan yalnızca ikramı bırakacak kadar içeri giriyor ve kendil göstererek onu rahatsız etmiyordu. İkramı gönderen saygı] sevgiydi... hafif bir korkuyla birlikte.
Olayın bir başka yönünün farkına vardı: aklından
geçmişti ve kahve gelmişti. Bunda telepatiyle ilgili hiçbir şey olmadığını biliyordu. Bu tauydu, siyeç topluluğunun birliği, paylaştıkları baharlı yiyeceklerin şeytani zehirinin karşılığı. Büyük halk yığınları, bahar tohumunun ona getirdiği aydınlanmaya asla erişemezdi, bunun için hazırlanmamış ve eğitilmemişlerdi. Zihinleri, anlayamadıkları ya da hakim olamadıkları şeyleri reddediyordu. Yine de bazen tek bir organizma gibi hissediyor ve tepki veriyorlardı.
Ve asla rastlantı fikri akıllarına yatmıyordu. Paul kumdaki sınavından geçti mi? diye sordu Jessica kendi kendine. Yeteneklidir ama kaza en yetenekli olanı bile yere yıkabilir. Bekleyiş.
Kasvet, diye düşündü. Ancak bu kadar beklenebilir. Sonra bekleyişin kasveti sizi alt eder.
Yaşamlarında her çeşit bekleyiş vardı. İki yıldan fazladır buradayız, diye düşündü, ve bunun en az iki katı kadar zaman geçmeden, Arrakis 'i Harkonnen yönetici Müdir Nahya'dan, Hayvan Rabban'dan almaya kalkışmayı hayal bile edemeyiz. "Başrahibe?"
Kapısındaki perdenin dışından gelen ses, Harah'a, Paul'ün hanesinin diğer kadınına aitti. "Efendim, Harah."
Harah, aralanan perdenin arasından süzülüyormuş gibi göründü. Ayağında siyeç sandaletleri vardı ve kollarını neredeyse omuzlarına kadar açıkta bırakan kırmızı-sarı önden açık bir elbise giymişti. Siyah saçları ortadan ayrılmış ve bir böceğin kanatlan gibi geriye taranmıştı, kafasının iki yanında kalıp gibi ve yağlıydılar. Çıkık, yırtıcı yüz hatları gergin ve hiddetliydi.
Harah'm arkasından iki yaşlarında bir kız çocuğu, Alia geldi.
Kızını gören Jessica, sık sık olduğu gibi Alia'nın, Paul'ün bu yaşlardaki haline ne kadar benzediğini düşündü...iri gözle-
530
531
rinin sorgulayan bakışlarında aynı ciddiyet, koyu renk saçlar \ sert hatlı bir ağız. Ama belli belirsiz farklılıklar da vardı çoğu yetişkinin Alia'da huzursuz edici bulduğu şeyler bunla di. Henüz yürümeye başlayan bu çocuk, kendisini yaşının ötesinde bir sükunet ve bilinçle taşıyordu. Yetişkinler, onu karşı cinsler arasındaki gizli kelime oyunlarına güldüğünü faı edince hayrete düşüyorlardı. Ya da kendilerini, şekillenmen yumuşak damağı yüzünden net olmayan yarı peltek konuşma nı dinlerken buluyorlar; ve sözlerinde, iki yaşındaki hiçbir ı cuğun yaşayamayacağı tecrübelere dayanması gereken kur ifadeler yakalıyorlardı.
Harah, sabrının tükendiğini gösteren bir iç çekişle mind lerden birine yığılırken, çocuğa bakarak kaşlarını çattı.
"Alia." Jessica kızına işaret etti.
Çocuk annesinin yanındaki bir mindere çöküp onun tuttu. Tenlerin teması, Alia'nın doğumundan önce paylaşma başladıkları ortak bilinci canlandırdı. Bu, bir düşünceleri laşma olayı değildi...gerçi Jessica törenlerde bahar zehir^ dönüştürdüğü sırada birbirlerine dokunduklarında, bu ör çıkıyordu. Ama ortak bilinç daha büyük bir şeydi, yaşay başka bir kıvılcımın aniden oluşan bilinci, keskin ve dokuna bir şey, duygusal olarak onları bir kılan bir smh-duygudaşlığ
Jessica, oğlunun hanesinin bir üyesi için uygun ola resmi bir tavırla şöyle dedi: "Subah ul kuhar, Harah. Bu iyi misin?"
Harah aynı geleneksel resmiyetle karşılık verdi: "Subah i nar. iyiyim." Sözler neredeyse hiç vurgusuz söylenmişti. Tİ rar iç çekti.
Jessica, Alia'nın eğlendiğini hissetti.
"Ağabeyimin ganiması bana sinirlendi," dedi Alia peltek konuşmasıyla.
Alia'nın Harah için kullandığı terim Jessica'nın dikka çekti: ganima. Fremen dilinin inceliklerinde, bu sözcük "saVj ta ele geçirilen şey" anlamındaydı ve "artık orijinal amacı kullanılmayan şey" anlamı da yüklenmişti. Bir süs, perde
turmak için ağırlık olarak kullanılan bir mızrak ucu.
Harah çocuğa dönüp kaşlarını çattı. "Beni aşağılamaya çalışma, çocuk. Ben yerimi biliyorum."
"Bu sefer ne yaptın, Alia?" diye sordu Jessica.
Yanıt Harah'tan geldi: "Bugün diğer çocuklarla oynamayı reddetmekle kalmadı, bir de..."
"Perdenin arkasına saklandım ve Subiay'ın çocuğunun doğuşunu seyrettim," dedi Alia. "Bir oğlan. Ağlayıp durdu. Ne ciğer varmış! Yeterince ağladığı zaman..."
"Saklandığı yerden çıkıp ona dokundu," dedi Harah, "ve bebek ağlamayı kesti. Eğer bir Fremen bebeği siyeçte doğduysa, doğumda doya doya ağlaması gerektiğini herkes bilir çünkü hacr yolunda bize ihanet etmemek için bir daha asla ağlaya-maz."
"Yeterince ağlamıştı," dedi Alia. "Sadece canlılığını, canını hissetmek istedim. Hepsi bu. Ve o beni hissettiği zaman daha fazla ağlamak istemedi."
"Bu sadece insanların daha fazla konuşmasına neden oldu," dedi Harah.
"Subiay'ın oğlu sağlıklı mı?" diye sordu Jessica. Bir şeylerin Harah'ı çok kaygılandırdığını anladı ve bunun ne olduğunu merak etti.
"Her annenin isteyeceği kadar sağlıklı," dedi Harah. "Alia'nın ona zarar vermediğini biliyorlar. Ona dokunmasını pek umursamadılar. Hemen sakinleşti ve keyfi yerindeydi. Mesele..." Omuz silkti.
"Mesele kızımın acayipliği, öyle değil mi?" diye sordu Jessica. "Yaşının çok ötesindeki şeylerden ve onun yaşındaki hiçbir çocuğun bilemeyeceği şeylerden...geçmişe ait şeylerden bahsedişi."
"Bela Tegeuse'teki bir çocuğun neye benzediğini nasıl bilebiliyor?" diye sordu Harah.
"Ama benziyordu!" dedi Alia, "Subiay'ın oğlu, tıpkı Mitha'nın, ayrılıştan önce doğan oğluna benziyordu." "Alia!" dedi Jessica. "Seni uyarmıştım."
533
532
"Ama, Anne, onu gördüm ve doğruydu ve..."
Jessica, Harah'ın yüzünden rahatsız olduğunu anlayarak başını iki yana salladı. Ben ne doğurdum? diye sordu kendi kendine. Doğduğunda, benim bildiğim her şeyi bilen bir kız...hatta daha fazlasını içimdeki Başrahibeler tarafından geçmişin koridorlarından çıkarılıp ona gösterilen her şeyi
"Mesele sadece söylediği şeyler değil," dedi Harah. "Yaptıkları da: oturuşu, bir kayaya bakışı; burnunun yanındaki tek bir kası hareket ettirmesi ya da bir parmağının arkasındaki bir kası yada..."
"Bu, Bene Gesserit eğitimi," dedi Jessica. "Bunu biliyorsun, Harah. Kızımın mirasını ondan esirgiyor musun?"
"Başrahibe, bunların benim için önemli olmadığını bilirsin," dedi Harah. "Ama elin ağzı torba değil ki büzesin. Bu tehlikeli...hissediyorum. Kızının bir şeytan olduğunu söylüyorlar, diğer çocuklar onunla oynamayı reddediyor, onun..."
"Diğer çocuklarla ortak o kadar az şeyi var ki," dedi Jessica. "O şeytan değil. Sadece..."
"Tabii ki değil!"
Jessica Harah'ın ses tonundaki hararete şaşırdı ve gözu-cuyla Alia'ya baktı. Çocuk düşüncelere dalmış gibi görünüyordu, sanki...bir bekleyiş hissi içindeydi. Jessica dikkatini tekrar Harah'a yöneltti.
"Sen oğlumun hanesinin bir üyesisin," dedi Jessica. (Elini tutmakta olan Alia kıpırdandı.) "Canını sıkan her neyse benimle açık açık konuşabilirsin."
"Bundan sonra oğlunun hanesinin bir üyesi olmayacağım," dedi Harah. "Bunca zaman oğullarımın iyiliği için, onların \ Usul'un çocukları olarak alacakları özel eğitim için bekledim. Oğlunun yatağını paylaşmadığım bilindiğinden bu yana onlara j pek fazla bir şey veremiyorum."
Yanında duran Alia tekrar kıpırdandı, yarı uykulu, sıcak.
"Aslında, oğlum için iyi bir eş olurdun," dedi Jessica. Ve kendi kendine ekledi: Es...zevce değil, çünkü bu düşünce hiç aklından çıkmıyordu. Ardından Jessica'nın düşünceleri doğru-
dan konunun özüne; oğlunun Chani'yle birlikteliğinin kalıcı hale geldiği, evlilik haline geldiği söylentisinin siyeçte yayılmasından kaynaklanan acıya yöneldi.
Chani'yi seviyorum, diye düşündü Jessica; ama sevginin, aristokrat zorunluluklar için bir kenara çekilmek zorunda kalabileceğini hatırlattı kendi kendine. Aristokrat evliliklerin sevgiden farklı sebepleri olurdu.
"Oğlun için ne planladığını bilmediğimi mi sanıyorsun," diye sordu Harah.
"Ne demek istiyorsun?"
"Kabileleri O'nün yönetimi altında birleştirmek istiyorsun," dedi Harah.
"Bu kötü bir şey mi?"
"Onun başının üstünde dolaşan bir tehlike görüyorum...ve Alia da bu tehlikenin bir parçası."
Alia annesine sokulurken gözlerini açmış Harah'ı inceliyordu.
"ikiniz birlikteyken sizi izledim," dedi Harah, "birbirinize dokunuşunuzu. Ve Alia benim bir parçam gibi çünkü kardeşim gibi olan birinin kız kardeşi. Buraya kaçtığımız razzia zamanından beri, bebekliğinden beri ona göz kulak oluyorum, onu koruyorum. Onunla ilgili birçok şeye tanık oldum."
Jessica başıyla onaylarken, yanında duran Alia'nın huzur-suzlanmaya başladığını hissetti.
"Ne demek istediğimi biliyorsun," dedi Harah. "En başından beri ona söylediğimiz her şeyi biliyor oluşu. Bu kadar küçük yaşta su disiplinini bilen başka bir bebek hiç olmuş mu? Başka hangi bebeğin dadısına söylediği ilk söz, 'Seni seviyorum, Harah,' olmuştur?"
Harah gözlerini Alia'ya dikti. "Onun hakaretlerini neden kabul ediyorum sanıyorsun? Bu hakaretlerde hiçbir kötü niyet olmadığını biliyorum da ondan."
Alia başını kaldırıp annesine baktı.
"Evet, mantık yürütme yeteneğim var, Başrahibe," dedi Harah. "Sayyadina olabilirdim. Ben de gördüm geçirdim."
535
534
"Harah..." Jessica omuz silkti. "Ne diyeceğimi bilmiyorum." Ve kendi kendine hayret etti çünkü bu söylediği tam anlamıyla doğruydu. .
Alia doğruldu, omuzlarını dikleştirdi. Jessica bekleyiş hissinin sona erdiğini algıladı, karar verme ve üzüntüden oluşan bir duygu.
"Bir hata yaptık," dedi Alia. "Şimdi Harah'a ihtiyacımız var."
"Tohum töreninde oldu," dedi Harah, "sen Ab-ı Hayat'ı dönüştürürken, Başrahibe, Alia henüz karnındayken."
Harah'a ihtiyacımız mı var? diye sordu Jessica kendi kendine.
"Başka kim, insanların arasında konuşup beni anlamaya başlamalarını sağlayabilir?" diye sordu Alia.
"Ondan ne yapmasını istiyorsun?" diye sordu Jessica.
"O ne yapacağını zaten biliyor," dedi Alia.
"Onlara doğruyu söyleyeceğim," dedi Harah. Kaşlarını çattığı için zeytuni teni kırışan yüzü, aniden yaşlı ve üzgün göründü, sert yüz hatlarında bir cadılık vardı. "Onlara Alia'nm küçük bir kızmış gibi göründüğünü ama onun hiçbir zaman küçük bir kız olmadığını söyleyeceğim."
Alia başını iki yana salladı. Gözyaşları yanaklarından aşağı yuvarlandı ve Jessica kızından yayılan üzüntü dalgasını sanki bu duygu kendisininmiş gibi hissetti.
"Biliyorum, ben bir ucubeyim," diye fısıldadı Alia. Çocuk ağzından çıkan bu yetişkince çıkarım acı bir onaylama gibiydi.
"Ucube değilsin!" dedi Harah sertçe. "Kim sana ucube demeye kalkıştı?"
Harah'ın sesindeki sert, koruyucu tınıyı duyunca Jessica bir kez daha hayrete düştü. Ardından Alia'nm değerlendirmesinin doğru olduğunu anladı: Harah'a ihtiyaçları vardı. Kabile Harah'ı anlardı...hem sözlerini hem de duygularını...çünkü , onun Alia'yı kendi çocuğu gibi sevdiği gün gibi ortadaydı.
"Kim söyledi bunu?" diye tekrarladı Harah.
"Kimse."
Alia yüzündeki yaşları silmek için Jessica'nın abasının bir ucunu kullandı. Cüppenin ıslatıp buruşturduğu yerini düzeltti.
"O zaman böyle söyleme," diye emretti Harah.
"Peki, Harah."
"Şimdi," dedi Harah, "bunun nasıl bir şey olduğunu bana anlat ki ben de diğerlerine anlatabileyim. Başına ne geldiğini bana anlat."
Alia yutkundu, başını kaldırıp annesine baktı.
Jessica başıyla onayladı.
"Bir gün uyandım," dedi Alia. "Uyuduğumu hatırlayama-mam dışında uykudan uyanmak gibiydi. Sıcak, karanlık bir yerdeydim. Ve korkmuştum."
Kızının yarı peltek konuşmasını dinleyen Jessica, büyük mağaradaki o günü hatırladı.
"Korkunca," dedi Alia, "kaçmaya çalıştım ama kaçacak hiçbir yer yoktu. Sonra bir kıvılcım gördüm...ama tam olarak görmek gibi de değildi. Kıvılcım hemen orada benimle birlikteydi ve kıvılcımın duygularını hissediyordum...beni yatıştırıyor, bana huzur veriyor, bu şekilde bana her şeyin düzeleceğini söylüyordu. O annemdi."
Harah gözlerini ovuşturdu, Alia'ya güven verici bir şekilde gülümsedi. Yine de Fremen kadınının gözlerinde vahşi bir bakış, sanki onlar da Alia'nm sözlerini işitmeye çalışıyormuş gibi bir yoğunluk vardı.
Ve Jessica şöyle düşündü: Böyle birinin...eşsiz tecrübeleri, eğitimi ve atalarından dolayı ne şekilde düşündü-ğıiyle ilgili olarak gerçekte ne biliyoruz ki?
"Tam kendimi güvende ve yatışmış hissettiğimde," dedi Alia, "bizimle birlikte başka bir kıvılcım daha vardı...her şey bir anda oluyordu. Diğer kıvılcım yaşlı Başrahibe'ydi. O...annemle yaşamları...her şeyi...takas ediyordu...ve ben .onlarla birlikteydim, her şeyi görüyordum...her şeyi. Ve bu sona erdi ve ben onlardım ve tüm diğerleri ve kendim...yalnız kendimi tekrar bulmam uzun sürdü. Diğerleri öyle çoktu ki."
"Bu zalimce bir şeydi," dedi Jessica. "Hiçbir varlık bu şe-
536
537
kilde bilince kavuşmamalı. Mucizevi olan senin başına gelen tüm bu şeyleri kabul edebilmendi."
"Yapabileceğim başka bir şey yoktu ki!" dedi Aha "Bilincimi nasıl reddedeceğimi ya da gizleyeceğim i... y a da susturacağımı bilmiyordum...her şey öylesine olmuştu...her şey..."
"Bilmiyorduk," diye mırıldandı Harah. "Annene Ab'ı verdiğimizde, onun karnında olduğunu bilmiyorduk."
"Bunun için üzülme, Harah," dedi Alia. "Kendim için üzülmemeliyim. Ayrıca bunda mutlu olmak için bir neden var: ben bir Başrahibe'yim. Kabilenin iki Baş..."
Konuşmayı kesti, dinlemek için başını yana yatırdı.
Minderde oturmakta olan Harah topuklarının üstünde geriye kaykıldı, gözlerini Alia'ya dikti, sonra dikkatini Jessica'nın yüzüne çevirdi.
"Hiç şüphelenmedin mi?" diye sordu Jessica.
"Şşşşt," dedi Alia.
Onları siyeç koridorlarından ayıran perdenin arasından belli belirsiz tempolu bir nida duyuldu. Nida yükseldi, ne söylendiği artık anlaşılıyordu: Ya! Ya! Yavm! Ya! Ya! Yavm1 Mu zayn, Yallah! Ya! Ya! Yavm! Mu zayn, Yallah!"
Bağıranlar dış kapının önünden geçtiler ve sesleri iç dairelerde gürledi. Ses yavaş yavaş uzaklaştı.
Ses yeterince azaldığında Jessica üzüntülü bir sesle duaya başladı: "Bela Tegeuse'de Ramazan ve Nisan'dı."
"Ailem havuzlu avlularında oturuyordu," dedi Harah, "bir fıskiyenin serpintisinden yükselen nemle yıkanan havada. Hemen yanlarında bir portakal ağacı vardı, meyveleri yuvarlak ve koyu renkli. Bir sepet mişmiş, baklava ve kupalarla liban...her çeşit güzel yiyecek vardı. Bahçelerimizde ve cemaatimizde barış vardı...barış vardı tüm diyarda."
"Akıncılar gelene kadar yaşam mutlulukla doluydu," dedi Alia.
"Dostların çığlıkları kanımızı dondurdu," dedi Jessica. Ve paylaştığı o tüm diğer geçmişlerden kendisine doğru anıların
hücum ettiğini hissetti.
"La, la, la, diye çığlık attı kadınlar," dedi Harah.
"Müştemelden akıncılar geldi, hançerlerinden erkeklerimizin kanı damlarken üstümüze saldırdılar," dedi Jessica.
Siyeçin bütün dairelerinde olduğu gibi acılarını hatırlayıp bu şekilde canlı tutarken üçünün üstüne de sessizlik çöktü
Hemen ardından, sözcüklere Jessica'nın daha önce hiç duymamış olduğu bir sertlik yükleyen Harah, seremoninin ritüel kapanışını yaptı.
"Asla bağışlamayacağız v. asla unutmayacağız," dedi Harah.
Kadının sözlerini izleyen düşünce dolu sessizlikte insanların mırıltısını ve birçok cüppenin hışırtısını duydular. Jessica odasını saran perdenin arkasında birinin durduğunu hissetti.
"Başrahibe?"
Bir kadın sesiydi ve Jessica onu tanıdı: Stilgar'ın karılarından birinin, Tharthar'ın sesi.
"Ne var, Tharthar?"
"Sorun var, Başrahibe."
Jessica kalbinin sıkıştığını hissetti, oğlu için ani bir korku duydu. "Paul..." dedi nefes nefese.
Tharthar perdeyi araladı, odaya girdi. Dış odaya yığılmış insanlar perde düşmeden önce Jessica'nın gözüne çarptı. Kafasını kaldırıp Tharthar'a baktı: üzerinde kırmızı bir şekil olan siyah bir cüppe giymiş ufak tefek, esmer bir kadın, gözlerinin mutlak mavisi Jessica'ya dikilmişti, küçücük burnunun delikleri genişledikçe tıkaç yaraları görünüyordu.
"Ne var?" diye sordu Jessica.
"Kumdan haber var," dedi Tharthar. "Usul, sınavı için yaratanla karşılaşıyor...bugün. Gençler onun başarısız olamayacağını, akşama kalmadan bir kum binicisi olacağını söylüyorlar. Gençler bir razzia için bir araya geliyorlar. Kuzeye baskın yapacaklar ve orada Usul'la buluşacaklar. O zaman seslerini yükselteceklerini söylüyorlar. Onu Stilgar'a meydan okumaya ve kabilelerin kumandasını üstlenmeye zorlayacak-
539
538
larını söylüyorlar."
Su toplamak, kumulları bitkilendirmek, dünyalarım yava yavaş ama kesin bir şekilde değiştirmek...bunlar artık değil, diye düşündü Jessica. Küçük baskınlar, belirli baskın lar...bunlar artıkyeterli değil çünkü Paul ve ben onları < Güçlerini hissediyorlar. Savaşmak istiyorlar.
Tharthar ağırlığını bir ayağından öbürüne verdi, hafifçe ök-| sürdü.
İhtiyatla beklemeye ihtiyacımız olduğunu biliyoruz, diy düşündü Jessica, ama arlık zıvanadan çıktık. Bu bekleyişini fazla uzun sürmesinin bize verebileceği zararı biliyoruz Bu j bekleyiş uzatılırsa amacımızdan uzaklaşırız
"Gençler, eğer Usul, Stilgar'a meydan okumazsa, bunun sebebi korkmasıdır diyorlar," dedi Tharthar.
Bakışlarını yere indirdi.
"Olacağı buydu," diye mırıldandı Jessica. Ve şöylj düşündü: Evet, bunun yaklaştığını anlamıştım. Stilgar'ın an ladığı gibi.
Tharthar tekrar hafifçe öksürdü. "Kardeşim, Shoab bild böyle diyor," dedi. "Usul'a başka seçenek bırakmayacaklar."
Demek zamanı geldi, diye düşündü Jessica. Ve Paul bıınul kendi başına halletmeli. Başrahibe, bu yönetim değişikliğinin^ bir parçası olmaya kalkışmamalı.
Alia annesinin elini bırakarak şöyle dedi: "Tharthar'la bir-s likte gidip gençleri dinleyeceğim. Belki de çıkar bir yol vardır."
Jessica, Tharthar'a bakıp Alia'ya şunları söyledi: "Peki git.^ Ve olanları bir an önce bana haber ver."
"Bunun olmasını istemeyiz, Başrahibe," dedi Tharthar.
"İstemeyiz," diye onayladı Jessica. "Kabilenin olduğu bütün güce ihtiyacı var." Harah'a şöyle bir ba "Onlarla gidecek misin?"
Harah sorunun dile getirilmemiş kısmını yanıtladı: "Thar-j thar, Alia'nın başına bir şey gelmesine izin vermez. Yakında birlikte zevce olacağımızı, aynı erkeği paylaşacağımızı biliyor;
giz konuştuk, Tharthar'la .ben." Harah başını kaldırıp Tharthar'a baktı, sonra Jessica'ya döndü. "Anlaşmaya vardık."
Tharthar elini Alia'ya uzatıp, "Acele etmeliyiz," dedi. "Gençler gidiyorlar."
Perdenin arasından geçtiler, çocuğun eli ufak tefek kadının elindeydi ama sanki çocuk yol gösteriyordu.
"Eğer Paul-Muad'Dib, Stilgar'ı öldürürse, bunun kabileye bir yararı olmaz," dedi Harah. "Şimdiye kadar yönetim hep bu şekilde el değiştirdi ama zaman değişti."
"Zaman senin için de değişti," dedi Jessica.
"Böyle bir dövüşün sonucu konusunda şüphem olduğunu düşünüyor olamazsın," dedi Harah. "Usul mutlaka kazanır."
"Kastettiğim buydu."
"Ve kararıma kişisel duygularımın karıştığını düşünüyorsun," dedi Harah. Başını iki yana salladı, boynundaki su halkaları şıngırdadı. "Nasıl da yanılıyorsun. Belki de Usul tarafından seçilmemiş olduğuma hayıflandığımı ve Chani'yi kıskandığımı da düşünüyorsundur, öyle mi?"
"Yapabildiğin sürece kendi kararını kendin verirsin," dedi_ Jessica.
"Chani'ye acıyorum," dedi Harah.
Jessica oturduğu yerde dikleşti. "Ne demek istiyorsun?"
"Chani hakkında ne düşündüğünü biliyorum," dedi Harah. "Oğlun için uygun bir zevce olmadığını düşünüyorsun."
Jessica arkasına yaslandı, minderlerinin üstünde gevşedi. Omuz silkti. "Belki de."
"Haklı olabilirsin," dedi Harah. "Eğer haklıysan, şaşırtıcı bir müttefik bulabilirsin...Chani'nin ta kendisi. Chani, onun için en iyi olanı istiyor."
Aniden boğazı sıkışan Jessica yutkundu. "Chani benim için çok değerli," dedi. "O asla..."
"Kilimlerin çok kirlenmiş," dedi Harah. Gözlerini Jes-sica'nın gözlerinden kaçırarak bakışlarıyla zemini taradı. "Her dakika dünya kadar insan basıyor. Gerçekten bunları daha sık temizletmen gerek."
541
540
r
Paul, kumda, dev yaratanın yaklaşma hattının dışında bekliyordu. Bir kaçakçı gibi beklememeliyim...sabırsız ve tedirgin, diye hatırlattı kendi kendine. Çölün bir parçası olmalıyım.
Yaratık artık yalnızca birkaç dakika uzaklıktaydı; yol alırken sürtünerek çıkardığı tıslama, sabahı dolduruyordu. Bir mağarayı andıran ağzındaki büyük dişleri dev bir çiçek gibi açılmıştı. Yaydığı bahar kokusu havaya hakim olmuştu.
Paul'ün damıtıcı giysisi vücudunu hiç rahatsız etmiyordu, burun tıkaçlarıyla solunum maskesinin hemen hemen hiç farkında değildi. Stilgar'ın verdiği dersler, kumun üstündeki o zahmetli saatler, geri kalan her şeyi gölgede bırakıyordu.
"Nohut büyüklüğündeki kum topaklarının üstünde, yaratanın yarıçapının ne kadar dışında durman gerekir?" diye sormuştu Stilgar ona.
Ve o doğru yanıtı vermişti: "Yaratanın çapının her bir metresi için yarım metre."
"Neden?"
"Geçerken oluşturduğu girdaptan korunmak ama aynı zamanda da onu yakalayıp tırmanmak üzere yeterli zamana sahip olmak için."
"Tohum ve Ab-ı Hayat için beslenen küçüklerine bindin," demişti Stilgar. "Ama sınavın için çağıracağın, vahşi bir
Muhafazakar bir dinle politikanın karşılıklı etkileşimleri önlenemez. Bu güç mücadelesi, muhafazakar toplumun eğitimine, öğretimine ve yetiştirilmesine siner. Bu baskı nedeniyle böyle bir toplumun liderleri kaçınılmaz olarak şu nihai tercihle yüzleşmek zorunda kalırlar: yönetimlerini sürdürmenin karşılığı olarak tam bir oportünizme teslim olmak ya da muhafazakar ahlak uğruna kendilerini feda etme riskini göze almak
- Prenses Irulan'ın yazdığı "Muad'Dib: Dinsel Meseleler"den
yaratan, yani çölün ihtiyarı olacak. Bunun gibisine hak ettiği sayg1)" göstermelisin."
Dostları ilə paylaş: |