FRİEDRİCH ENGELS'İN ÜÇÜNCÜ ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZÜ
18 Brumaire'in çıkışından otuzüç yıl sonra yeni bir baskısının gerekli olması, bu broşürün bugün bile değerinden hiç bir şey yitirmediğini tanıtlar.
Gerçekten, bu, dahiyane bir çalışmaydı. Duru gökte çakan bir şimşek gibi tüm siyaset dünyasını şaşırtan, kimilerinin erdemli öfke bağırtıları ile karşıladıkları, kimilerinin devrimden kurtuluşun mutluluğunu getiren bir davranış olarak ve, devrimin yarattığı kargaşalığın cezası olarak karşıladıkları, ama herkes için şaşkınlık ve kavrayamama konusu [sayfa 474] olan olayın hemen ardından Marx, onun, kısa, iğneleyici bir açıklamasını yaptı. Marx, bu yapıtında, Fransa'da Şubat günlerinden bu yana olagelen olayların akışını, onların iç ilişkileri içinde anlatıyor ve 2 Aralık [259] mucizesinin nasıl bu ilişkilerin doğal, zorunlu sonucu olduğunu gösteriyor ve hükümet darbesi kahramanını ele alırken ona karşı çok iyi hakettiği aşağısamadan başka bir tavır takınmaya gerek görmüyor. Ve tablo öyle bir ustalıkla çizilmişti ki, o zamandan beri yapılan bütün açınlamalar bu tablonun gerçeği nasıl bir sadakatle yansıttığını tanıtlamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Yaşanan günlük tarihi bu kadar dikkat çekici bir biçimde anlamak, olayları geçtikleri anda bile böylesine aydınlık bir biçimde kavramak, gerçekten de, eşsiz bir şeydir.
Ama bunun için, Fransız tarihi konusunda Marx'ın sahip olduğu derin bilgi gerekliydi. Fransa, sınıf savaşımlarının, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü, ve bu bakımdan sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri bu savaşımların sonuçlarının özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirdikleri ülkedir. Ortçağ feodalizminin merkezi, Rönesanstan beri babadan oğula geçen krallığın klasik ülkesi olan Fransa, Büyük Devriminde, feodalizmi yıktı ve burjuvazinin egemenliğine, Avrupa'da başka hiç bir ülkenin ulaşamadığı katıksız klasik bir özellik verdi. Aynı şekilde, devrimci proletaryanın hüküm süren burjuvaziye karşı savaşımı da, Fransa'da, başka yerde bilinmeyen keskin biçimlere büründü. Marx'ın, eski Fransız tarihini, özel bir önem vererek incelemekle kalmayıp, geçmekte olan tarihin bütün ayrıntılarını izlemesinin ve daha sonra yararlanılmak üzere malzeme toplamasının nedeni budur ve Marx, bu yüzden, olaylar karşısında, hiç bir zaman boş bulunmamış, şaşkınlığa kapılmamıştır.
Ama buna eklenecek başka bir özellik daha vardır. Şöyle ki, ister siyasal, ister dinsel, felsefi, ya da tamamen başka ideolojik bir alanda yürütülmüş olsun, bütün tarihsel savaşımların, aslında, toplumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesi olduğuna ilişkin yasayı, karşılık olarak, bu sınıfların varlığının, dolayısıyla çarpışmalarının, bu sınıfların ekonomik durumlarının gelişme derecesi ile, bu [sayfa 475] gelişme derecesinden doğan üretim biçimleri ve değişim biçimleri ile belirlendiğine ilişkin yasayı, ilk Marx bulmuştur. Enerjinin dönüşümü yasası doğa bilimleri için ne kadar önemliyse, tarih için o kadar önemli olan bu yasa, Marx'a, burada da, II. Fransız Cumhuriyetinin tarihini kavramada bir anahtar hizmeti görmüştür. Ve işte, bu tarih, Marx'ın, kendi yasasını denemesine, sınavdan geçirmesine yardımcı olmuştur ve otuzüç yıl sonra bile, Marx'ın yasasının bu sınavdan parlak bir şekilde geçtiğini teslim etmemiz gerekiyor. [sayfa 476]
FRİEDRİCH ENGELS
1855'te yazılmıştır
*
LOUİS BONAPARTE'IN 18 BRUMAİRE'İ
I
Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak. Danton'a göre Caussidiére, Robespierre'e göre Louis Blanc, 1793-1795'in Montagne'ına göre 1848-1851'in Montagne'ı, amcasına göre yeğeni. Ve, 18 Brumaire'in ikinci baskısına eşlik eden koşullarda gene aynı karikatürü görüyoruz.[260]
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla [sayfa 477] yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul'ün maskesini takındı, 1789-1814 devrimi ardarda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789'un, kimi de 1793'ün ve 1795'in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.
Tarihin ölülerine okunan bu dualar incelendiğinde, hemen, çok gözeçarpan bir fark ortaya çıkar. Camille Desmoulins, Danton, Robespierre, Saint-Just, Napoléon, birinci Fransız Devriminin partileri ve yığınları kadar kahramanları da, Romalı kılığında ve Roma'ya özgü cafcaflı sözler kullanarak, kendi çağlarının ödevini, yani modern burjuva toplumunun meydana çıkması ve kurulması işini yerine getirdiler. Birinciler, feodal kurumları parça parça ettiler ve bu kurumlar üzerinde biten feodal bağları kopardılarsa, o, Napoléon da, Fransa'nın içinde, bundan böyle artık özgür rekabetin geliştirilmesini, küçük toprak mülkiyetinin işletilmesini ve ulusun özgür kılınmış sınai üretici güçlerinin kullanılmasını sağlayacak koşulları yaratırken, dışarda her yerde, Fransa'daki burjuva toplumuna Avrupa kıtası üzerinde gerekli olan çevreyi yaratmak için zorunlu olduğu ölçüde feodal kurumları sildi süpürdü. Toplumun yeni biçimi bir kere kurulup yerine yerleşince, tufan-öncesi devler ve onlarla birlikte yeniden dirilmiş olan Roma da, ortadan kayboldu; Brutus'ler, Gracchus'ler, Publicola'lar, tribünler, senatörler ve bizzat Sezar. Burjuva toplumu yalın gerçeği içinde Say'ların, Cousin'lerin Royer-Collard'ların, Benjamin Constant'ların ve Guizot'ların kişiliğinde kendi yorumcularını ve kendi sözcülerini yaratmıştı. Burjuva toplumunun gerçek başları tezgahların gerisinde yer alıyordu, Louis [sayfa 478] XVIII'in "et kafası" ise, onun siyasal başı idi. Gırtlağına kadar servet üretmeye ve barışçıl rekabet savaşımına gömülen burjuva toplumu, Roma çağının hayaletlerinin kendi beşiği başında beklemiş olduklarını unutmuştu. Ama, burjuva toplumu ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da, onu dünyaya getirmek için, kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuştu. Ve onun gladyatörleri, Roma Cumhuriyetinin kaskatı klasik geleneklerinde, kendi savaşımlarının dapdar burjuva içeriğini kendi kendilerinden gizlemek ve coşkularını, esrimelerini büyük tarihsel trajedi düzeyinde tutabilmek için kendilerine gerekli olan ülküleri, sanat biçimlerini, yanılsamaları buldular. Gene bunun gibi, yüzyıl önce, gelişmenin bir başka aşamasında, Cromwell ve İngiliz halkı, kendi burjuva devrimlerine gerekli olan dili, tutkuları ve hayalleri Tevrat'tan almışlardı. Gerçek amaca varıldığı zaman, yani İngiliz toplumunun burjuva toplumuna dönüşümü gerçekleşince, Locke, Habakkuk'un[2*] ayağını kaydırıp onun yerini aldı.
Bu devrimlerde, ölülerin dirilmesi, sonuç olarak, eskilerini taklit etmeye değil, yeni savaşımları ululamaya, gerçeğe sığınarak onların çözümünden kaçınmaya değil, tamamlanacak, yerine getirilecek ödevi muhayyilede devrimin hayaletini yeniden çağırmaya değil, devrim ruhunu bulmaya hizmet eder.
(…)
19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. 19. yüzyılın devrimi, geçmişin bütün hurafelerinden kendisini sıyırmadan, kendisiyle harekete geçemez. Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır. Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor.
(…)
Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, hic salta!
*
Karl Marks'ın Mezarı Başında Yapılan Konuşma
Highgate Mezarlığı, Londra
17 Mart 1883
14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk.
Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk, kendini duyumsatmakta gecikmeyecek.
Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve, böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta sözkonusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve, buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.
Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları, karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi.
Bu türlü iki bulgu koca bir yaşam için yeterdi. Kendisine böyle bir tek buluş yapma nasip olana ne mutlu! Ama Marx araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanlann sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatte matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı.
Bilim adamı olarak, buydu. Ama onun etkinliğinde asıl önemli olan, hiç de bu değildi. Marx için bilim, tarihi etkinliğe geçiren bir güç, devrimci bir güçtü. Pratik uygulamasının düşünülmesi belki de olanaksız olan herhangi bir teorik bilimdeki bir bulgudan duyabileceği sevinç ne denli katıksız olursa olsun, sanayi için, ya da genel olarak tarihsel gelişme için doğrudan doğruya devrimci bir önem taşıyan bir bulgu sözkonusu olduğu zaman duyduğu sevinç bambaşkaydı. Böylece Marx, elektrik alanındaki bulguların gelişmesini ve, daha şu son günlerde, Marcel Deprez'in çalışmalarını çok dikkatli bir biçimde izliyordu.
Çünkü Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştı o. 1842'de birinci Rheinische Zeitung'a, 1844'te Paris'teki Worwärts'a, 1847'de Brüksel'deki Deutsche-Brüsseler-Zeitung'a, 1848-1849'da Neue Rheinische Zeitung'a 1852'den 1861'e değin New York Tribune'e katkı, ayrıca, bir sürü kavga broşürünün yayınlanması, tüm yapıtının doruğu olan büyük Uluslararasi Emekçiler Derneğinin kuruluşuna değin Paris, Brüksel ve Londra'da çalışma, işte, eğer başka hiçbir şey yapmasaydı bile, yapıcısının gurur duyabileceği sonuçlar.
Marx, işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok karaçalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu karaçalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları, hiç aldırmaksızın, örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya değin, Avrupa ve Amerika'nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki, onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi, ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu.
Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da!
17 Mart 1883 günü
Highgate'de Engels tarafından
İngilizce yapılan konuşma
Almanca olarak,
22 Mart 1883 günlü
Social-Demokrat'ın 13. sayısında
yayınlanmıştır
(Marks-Engels: Seçme Yapıtlar,
Cilt: 3, s:196-198, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Aralık 1979)
*
Fransa’da Sınıf Mücadeleleri FRİEDRİCH ENGELS'İN GİRİŞİ
Marx'ın bu yapıtı, onun, kendi materyalist anlayışı ile ve giderek durumun içerdiği verilerin yardımı ile çağdaş tarihin bir parçasını açıklama yolunda ilk girişimi oldu. Komünist Manifesto'da, teori, bütün modern tarihin bir taslağını yapmak için kullanılmıştı, Marx ve ben, Neue Rheinische Zeitung'un[96] yayınladığı makalelerimizde, teoriyi, anın siyasal olaylarını yorumlamak için kullanmıştık. Buna karşılık, burada, bütün Avrupa'da, kritik olduğu kadar tipik olan birkaç yıllık bir gelişmenin akışı sırasında nedenlerin ardarda iç bağlanışını ortaya koymak, yani yazarın kafasında, siyasal olayları, son tahlilde, ekonomik olan nedenlerin sonuçlarına indirgemek sözkonusu idi.
*
Marks’ın giriş cümleleri FRANSA'DA SINIF SAVAŞIMLARI 1848-1850
BİRKAÇ bölüm dışında, 1848'den 1849'a kadar devrim yıllıklarının her önemli kesimi, "Devrimin Yenilgisi!" başlığını taşır.
Ama bu yenilgilerde asıl yenik düşen devrim olmadı. Yenilgiye uğrayanlar, geleneksel devrim-öncesi uzantılar, henüz şiddetli sınıf karşıtlıkları haline gelecek kadar keskinleşmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları oldu: devrimci partinin Şubat devriminden önce kopamadığı ve Şubat zaferi ile de kurtulamayıp ancak bir dizi yenilgiler sonucu kendini kurtarabildiği kişiler, yanılsamalar, düşünceler, tasarılar oldu.
Kısaca: devrimci ilerleyiş, hiç de kendi dolaysız traji-komik kazanımları ile kendine yol açmadı, tersine, ancak sımsıkı, katı, güçlü bir karşı-devrim ortaya çıkartarak, [sayfa 249] kendisine bir hasım yaratarak ve onunla savaşarak, yıkıcı parti, en sonunda gerçekten devrimci bir parti oldu.
Aşağıdaki sayfaların görevi, bunu tanıtlamaktır.
*
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya ÖNSÖZ
Benim uzmanlaşmış çalışmalarımın konusu, felsefe ile tarih yanında ikincil bir bilgi kolu saymış olmama karşın, hukuktu. 1842-43'te Rheinische Zeitung'un[209] başyazarı olarak, ilk defa, maddi çıkarlar denen şey üzerine yazı yazmak gibi zor bir yükümlülükle karşılaştım. Renanya Landtag'ındaki orman kaçakçılığı ve toprak mülkiyetinin parçalanması üzerine tartışmalar, o zamanlar Renanya eyaletinin birinci başkanı olan Bay Von Schaper'in Mosel köylülerinin durumu üzerine Rheinische Zeitung ile giriştiği polemik, ve nihayet serbest ticaret ve himayecilik konusundaki tartışmalar, iktisadi sorunlarla uğraşmam için, ilk nedenler oldular. Öte yandan, "öne geçme" yolunda iyi niyetin sık sık bilginin yerini aldığı o dönemde, Rheinische Zeitung'da, Fransız felsefesine, sosyalizmine ve komünizmine hafif çalan bir yankı duyulmaktaydı. Ben, bu acemi işine karşı çıktım, ama aynı zamanda, Allgemeine Augsburger Zeitung[327] ile giriştiğim bir tartışmada, o zamana kadar yapmış olduğum incelemelerin, Fransız eğilimlerinin asıl niteliği üzerinde herhangi bir hükme varma cesaretini göstermeme olanak vermediğini açıkça itiraf ettim. Bunun yerine gazeteleri için verilmiş ölüm fermanını, gazeteye daha ılımlı bir tutum vererek affettirebileceklerini sanan Rheinische Zeitung yöneticilerinin bu hayalinden özenle yararlanmayı, politika sahnesini terketmek ve çalışma odama kapanmak için yeğliyordum.
Kafamda biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma, hegelci hukuk felsefesini[1*] eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu. Bu çalışmanın girişi,[2*] Paris'te, 1844'te yayınlanan Deutsch-Französische Jahrbücher'de[15] çıkmıştır. Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan (sayfa 608) zihninin genel evriminden aşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel'in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak "sivil toplum" adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. Ben ekonomi politiği incelemeye, Paris'te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınırdışı edilme kararı sonucu göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal (sayfa 609) üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçak, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.
Deutsch-Französische Jahrbücher'de, iktisadi kategorilerin eleştirisine katkının dahice denemesini[3*] yayınlamasından beri yazışarak devamlı surette fikir alışverişinde bulunduğum Friedrich Engels, benim vardığım sonuca, başka bir yoldan (İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtıyla karşılaştırınız) ulaşmıştı, 1845 ilkyazında, o da gelip Brüksel'e yerleştiği zaman, birlikte çalışmaya ve Alman felsefesinin bakış açısı karşısında kendi bakış açımızı oluşturmaya karar verdik: bu, gerçekte, bizim geçmişteki felsefi bilincimizle hesaplaşmamızdı. Bu planımız, Hegel-sonrası felsefenin bir eleştirisi biçiminde gerçekleşti. Elyazması, formalar halinde, iki cilt olarak, Vestfalya'daki yayınevi sahibinin elindeydi ki, yeni gelişmelerin yapıtın basılmasını olanaksız kıldığını öğrendik. Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmak olan başlıca amacımıza vardığımız için, elyazmasını, farelerin kemirici eleştirisine seve seve terkettik. Bu dönemde çeşitli sorunlar üzerine görüşlerimizi kamuoyuna açıkladığımız dağınık çalışmalar (sayfa 610) arasında, ancak Engels ile birlikte kaleme aldığımız Komünist Parti Manifestosu ile benim yayınlamış olduğum Serbest Ticaret Sorunu Üzerine'yi[4*] belirteceğim. Bizim görüş tarzımızın kilit noktaları, polemik tarzında olsa da, ilk defa olarak bilimsel şekilde 1847'de yayınlanmış olan ve Proudhon'u hedef tutan Felsefenin Sefaleti vb. adlı yapıtımda sunuldu. Almanca olarak yazılmış olan ve Brüksel'deki Alman İşçileri Derneğinde konuyla ilgili konferanslarımı toplayan Ücretli Emek[5*], üzerine incelemenin basımı, Şubat Devrimi ve bunun sonucu olarak Belçika'dan sınırdışı edilmem yüzünden yarıda kesildi.
*
Engels, Ütopik Sosyalizm’denBilimsel Sosyalizme
BİLİMSEL SOSYALİZM
MATERYALİST tarih anlayışı, insanın yaşamını sürdürmeye yarayan araçların üretiminin ve, üretimin yaraşıra, üretilen şeylerin değişiminin bütün toplumsal yapının temeli olduğu; tarihte ortaya çıkmış her toplumda, zenginliğin dağıtıldığı ve toplumun sınıflara ya da takımlara bölündüğü tarzın, ne üretildiğine, nasıl üretildiğine ve ürünlerin nasıl değişildiğine bağımlı olduğu önermesinden hareket eder. Bu görüş açısından, bütün toplumsal değişmelerin ve politik devrimlerin ereksel nedenleri, insanların kafalarında, insanların sonrasız gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında değil, ama üretim ve değişim tarzlarındaki değişmelerde aranmalıdır. Bunlar felsefede değil, her sözkonusu çağm ekonomisinde aranmalıdır. Varolan toplumsal kurumların [sayfa 80] usa-aykırı ve adaletsiz olduğunun, sağduyunun saçmalaştığının, doğrunun yanlış hale geldiğinin55 giderek kavranması, yalnızca, üretim ve değişim tarzlarında sessizce değişmeler olduğunun ve eski ekonomik koşullara uyarlanmış toplumsal düzenin artık onlara uymaz hale geldiğinin kanıtıdır. Bundan şu da anlaşılır: günışığına çıkarılan aykırılıklardan kurtulmanın araçları da, değişmiş üretim tarzlarının kendilerinde, epeyce gelişmiş halde bulunmak gerekir. Bu araçlar, tümdengelim yoluyla temel ilkelerden çıkarılmamalı, ama yürürlükteki üretim sisteminin çetin olgularında aranıp bulunmalıdır.
*
Ailein Devletin … Kökeni BİRİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ
Bu kitap, deyim yerindeyse, bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Karl Marx kadar, kendi -bir dereceye kadar bizim de diyebilirim- materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın araştırmalarından çıkan yargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü. Nedir ki, Almanya'nın profesyonel iktisatçıları Kapital'den sözetmemek için ne kadar direndilerse, ondan kopya çekmek için de o kadar büyük bir çaba göstermişlerdi. Morgan'ın Eski Toplum'u[1] karşısında, (sayfa 230)İngiltere'deki "tarih-öncesi" bilim sözcülerinin tutumu da başka türlü olmadı. Benim bu çalışmam, yitip giden dostumun yapamadığı işin yerini, ancak güçsüz bir şekilde doldurabilir. Bununla birlikte, Marx'ın Morgan'dan çıkardığı bol sayıda özet[2] arasında bulunan eleştiri notları elimin altında. Bu çalışmada, elden geldiğince, bu notları kullandım.
Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddî yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin, ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların-üretimi, türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan emeğin öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir. Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip bulunduğu servet ne kadar az ise, kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve onunla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının emek-gücünden yararlanabilme olanağı, sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir; bütün bu yeni toplumsal öğeler, kuşaklar boyunca, eski toplumsal kuruluşu yeni koşullara uyarlamak için; bunların arasındaki bağdaşmazlık tam bir devrim sonucu verene kadar, var güçleriyle etkide bulunurlar. Kan bağı üzerine kurulmuş eski toplum, yeni yeni gelişmiş toplumsal sınıfların çatışması sonucu değişir; yerini, artık dayanaklarını kan bağı üzerine kurulmuş toplulukların değil, belirli bir ülkede yaşayan toplulukların oluşturduğu devlet içinde örgütlenen aile rejiminin tamamen mülkiyet rejimi tarafından belirlendiği günümüze kadar (sayfa 231) gelen yazılı tarihin bütün özünü biçimlendiren sınıflar çatışması ve sınıflar savaşımının bundan böyle içinde özgürce geliştiği yeni bir topluma bırakır.
İşte Morgan'ın büyük değeri, yazılı tarihimizin bu tarih-öncesi temelini bularak onu ana çizgileriyle anlatmış ve en eski Yunan, Roma ve Cermen tarihinin o zamana kadar tahlil edilememiş başlıca gizlerinin anahtarını, Kuzey Amerika yerlilerinin kandaş grupları içinde bulmuş olmasındadır. Ama yapıtı, bir günün işi olmadı. Konusunu adamakıllı kavrayabilmek için, onunla hemen hemen kırk yıl içlidışlı oldu. Ve işte bu yüzdendir ki, kitabı, günümüzün çığır açacak sayılı yapıtlarından biridir.
*
Engels’in Marks Hakkında Yazdığı Bir Yazıdan
alım ki Kapital'in ikinci cildini daha çok gecikmeksizin baskıya verebilsin.
Marx'ın bilimler tarihine adını yazdığı birçok ve önemli bulgular arasında, biz burada ancak ikisini belirtebiliriz.
Birincisi, genel dünya tarihi anlayışında onun tarafından gerçekleştirilen devrimdir. Ondan önceki tüm tarih anlayışı, bütün tarihsel değişikliklerin son nedenlerinin, insanların değişken fikirlerinde aranması gerektiği ve, bütün tarihsel değişiklikler içinde en önemli olanların, tüm tarihi egemenlikleri altına alan değişikliklerin, siyasal değişiklikler oldukları fikrine dayanıyordu. Ama fikirlerin insanlara nereden geldikleri ve siyasal değişikliklerin belirleyici nedenlerinin neler oldukları hiç sorulmuyordu. Yalnız, yeni Fransız tarihçileri ile, kısmen de yeni İngiliz tarihçileri okulu, hiç değilse ortaçağdan bu yana, Avrupa tarihindeki itici gücün, gelişme yolundaki burjuvazi ile feodalite arasındaki toplumsal ve siyasal egemenlik savaşımı olduğu kanısına değin gelmiş bulunuyordu. Oysa Marx, günümüze değin, tüm tarihin bir sınıf savaşımları tarihi olduğunu, basit ve karmaşık bütün siyasal savaşımlarda, toplumsal sınıfların toplumsal ve siyasal egemenliğinden başka, eski sınıflar için bu egemenliğin korunup sürdürülmesi ve yükselen sınıflar için ise iktidarın fethinden başka bir şeyin sözkonusu olmadığını tanıtladı. Ama bu sınıflar nasıl doğuyor ve varlıklarını nasıl sürdürüyorlar? Her zaman toplumun belli bir anda yaşamı için zorunlu olan şeyleri içlerinde ürettiği ve değişime soktuğu maddi, elle tutulur koşullar gereğince. Ortaçağın feodal egemenliği, gereksinme duyduğu hemen her şeyi üreten, değişim nedir hemen hemen bilmeyen ve yabancı ülkelere karşı, onlara ulusal, ya da hiç değilse siyasal bir bağlılık veren savaşçı soyluluk tarafından korunan, kendi kendine yeterli küçük köylü (sayfa 101) topluluklan ekonomisine dayanıyordu. Kentler büyüyüp ayrı bir zanaatsal sanayi ile, ilkin salt ulusal, sonra uluslararası bir ticaret oluşunca, kentsel burjuvazi gelişti ve, soyluluğa karşı savaşımında, ayrıcalıklı toplumsal sınıf olarak feodal rejim içindeki yerini .kazandı. Ama, 15. yüzyıl ortalarında başlayarak, yeni kıtaların bulunması, burjuvaziye ticari etkinliğini yayma olanakları ve sanayi için yeni bir alan sağladı. Tezgah, en önemli etkinlik kollarında, yerini manüfaktüre bıraktı, manüfaktürün yerine de, sırası gelince, son yüzyılın buluşlarından, özellikle buhar makinesinin bulunmasından sonra olanaklı duruma gelen büyük sanayi sayesinde, fabrika geçti. Bu sonuncu da, geri kalmış ülkelerde eski elle çalışmanın yerine geçerek, daha gelişmiş ülkelerde güncel ve yeni iletişim araçlarını, buhar makinelerini, demiryollarını ve elektrikli telgrafı yaratarak, ticareti etkiledi. Böylece burjuvazi, soyluluk ve soyluluğa dayanan krallık elinde bulunan siyasal iktidardan daha uzun zaman uzakta kalırken, elleri arasında gitgide daha çok zenginlik ve toplumsal güç topluyordu. Ama belli bir gelişme derecesinde -örneğin Fransa'da, Büyük Devrimden sonra- burjuvazi siyasal iktidarı da fethetti ve bu kez proletarya ve küçük köylüler karşısında yönetici sınıf durumuna geldi. Eğer her an toplumun, tarih uzmanlarımızın hiç mi hiç bilmedikleri iktisadi durumu üzerine yeterli bir bilgi sahibi olunursa, bütün tarihsel olaylar bu açıdan en kolay biçimde açıklanır. Bunun gibi, her tarihsel dönemin kavram ve fikirleri de, bu dönemin iktisadi yaşam koşulları ve bunlara bağlı toplumsal ve siyasal ilişkiler aracıyla en kolay biçimde açıklanırlar. İlk kez olarak tarih, kendi gerçek alanı üzerine konmuş bulunuyordu. İnsanların, her şeyden önce, yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri, yani iktidar için savaşabilmelerinden, siyaset, din ve felsefe ile uğraşabilmelerinden önce çalışmaları gerektiği yolundaki elle tutulur, ama o zamana değin tamamen savsaklanmış bulunan gerçek, bu gözle görülür gerçek, ensonu tarihte yeralma hakkını elde ediyordu.
Sosyalist fikir bakımından, bu yeni tarih anlayışı son derece önemliydi. O zamana değin tüm tarihin sınıf karşıtlıkları ve sınıf savaşımları içinde devindiğini, her zaman (sayfa 102) yöneten ve yönetilen, sömürücü ve sömürülen sınıflar olduğunu, ve insanların büyük çoğunluğunun her zaman ağır bir çalışma ile azıcık bir yaşama sevincine yargılı bulunduğunu tanıtlıyordu bu yeni anlayış. Peki neden? Şundan ki, insanlığın gelişmesinin daha önceki bütün evrelerinde üretim henüz o denli güçsüzdü ki, tarihsel gelişme ancak bu karşıt biçim altında kendini gösterebilirdi; tarihsel ilerleme gerçekte küçük bir ayrıcalıklı azınlığın etkinliğine ayrılmıştı, oysa büyük yığın, küçük bir ayncalıklı azınlığın geçim araçları durmadan artarken, kendi çerden çöpten geçim araçlarını kendi emeğiyle kazanmaya yargılanmış kalıyordu. Ama, o zamana değin yalnızca insanlann kötülüğü ile açıklanabilir bir şey olan varolan sınıf egemenliğini doğal ve akla-uygun bir biçimde açıklayan bu tarih irdelemesi, üretici güçler tarafından bugün erişilmiş bulunan o şaşırtıcı gelişmeyi gözönünde tutarak, insanlan yöneten ve yönetilen, sömürücü ve sömürülen olarak bölmek için, hiç değilse en ileri ülkelerde, artık hiçbir bahane kalmadığı; iktidardaki büyük burjuvazinin kendi tarihsel görevini tamamladığı, artık yalnızca toplumu yönetmeye yetenekli olmamakla kalmadığı, ama ticari bunalımların, ve en başta son büyük çöküntünün,47 ve sanayiin bütün ülkelerdeki durgunluğunun da gösterdiği gibi, üretimin gelişmesine bir engel durumuna da gelmiş bulunduğu; tarihsel yönetimin proletaryaya, kendi toplumsal durumu gereği, kendini ancak her türlü sınıf egemenliğini, her türlü bağımlılığı ve genel olarak her türlü sömürüyü ortadan kaldırarak kurtarabilecek olan sınıfa geçtiği; burjuvazinin elinden kaçan toplumsal üretici güçlerin, toplumun bütün üyelerinin yalnızca üretime değil, ama toplumsal zenginliklerin dağıtım ve yönetimine de katılmalarını sağlayacak, ve tüm üretimin akla-uygun işletilmesi sayesinde, toplumsal üretici güçleri ve onların ürünlerini, herkesin butün akla-uygun gereksinmelerinin karşılanmasını durmadan artan ölçüler içersinde sağlayacak biçimde artıracak bir rejimin kurulması için, birleşik proletarya tarafından ele geçirilecekleri andan başka bir şey beklemedikleri kanısına da götürür .
Karl Marx'ın ikinci önemli bulgusu, sermaye ile emek ilişkilerinin ensonu yapılmış bulunan açıklaması, bir başka (sayfa 103) deyişle, işçinin kapitalist tarafından, bugünkü güncel toplumda, varolan kapitalist üretim biçimi içinde sömürülmesinin gerçekleşme biçiminin tanıtlanmasıdır. Ekonomi politiğin, tüm zenginlik ve tüm değerin tek kaynağının emek olduğunu ortaya koymasından bu yana, nasıl olup da ücretlinin kendi emeği ile üretilen tüm değeri almadığı ve bunun .bir parçasını kapitaliste bırakması gerektiği zorunlu olarak sorulacaktı. Marx'ın, çözümü ile birlikte ortaya çıktığı zamana değin, burjuva iktisatçılar ile sosyalistler, bu soruya geçerli bir bilimsel yanıt vermek için boşuna çabaladılar. Bu çözüm şuydu: Bugünkü kapitalist üretim biçimi, iki toplumsal sınıfın varoluşunu içerir: bir yanda, üretim ve geçim araçlarını ellerinde tutan kapitalistler sınıfı; öte yanda ise, her türlü mülkten dıştalanmış, bir tek metadan: kendi emek-güçlerinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan, dolayısıyla, geçim araçları elde etmek için bu emek-gücünü satma zorunda olan proleter sınıf. Ama bir metaın değeri, onun üretimi ve yeniden-üretimi için toplumsal bakımdan gerekli-emek miktarı ile belirlenir; öyleyse, ortalama bir insanın bir günlük, bir aylık, bir yıllık emek-gücü değeri, bu emek-gücünün bir gün, bir ay, bir yıl boyunca bakımı için gerekli ürünler miktarı içinde bulunan emek miktarı ile belirlenir. Bir işçiye bir gün için gerekli ürünlerin üretimleri için altı saatlik çalışma gerektirdiklerini, ya da, bir başka deyişle, bu ürünler içinde bulunan emeğin, altı saatlik bir emek miktarını temsil ettiğini kabul edelim. Bu durumda, bir günlük emek-gücü değeri, kendini gene altı saatlik çalışma gerektiren para tutarı ile dışa vuracaktır. Gene kabul edelim ki, işçimizi çalıştıran kapitalist ona bu tutarı, yani onun emek-gücünün tam değerini ödesin. Eğer işçi kapitalist için günde altı saat çalışırsa, kapitaliste harcamalarını tamamen geri vermiş olur: altı saatlik emek için altı saatlik çalışma. Ama o zaman da kapitaliste hiçbir şey kalmazdı. Bundan ötürü, kapitalist başka türlü düşünür: Ben, der, bu işçinin emek-gücünü altı saat için değil, ama bütün bir gün için satın aldım. Bunun sonucu, işçiyi, koşullara göre, 8, 10, 12, 14 saat, hatta daha da çok çalıştırır, öyle ki, yedinci, sekizinci ve daha sonraki saatlerin ürünü, ödenmemiş bir çalışmanın ürünüdür ve (sayfa 104) kapitalistin cebine gider. Böylece kapitalistin hizmetindeki işçi, yalnızca kapitalist tarafından ödenen kendi emek-gücü değerini yeniden üretmekle kalmaz, ama kapitalistin ilkin kendine maletmekle başladığı ve, sonradan, belirli iktisadi yasalar gereğince, tüm kapitalist sınıf üzerine dağılan ve toprak rantının, kârın, kapitalist birikimin, kısacası aylak sınıflar tarafından tüketilen ya da biriktirilen bütün zenginliklerin çıktığı başlıca kaynağı oluşturan artı-değeri de üretir. Ama, bugünkü kapitalistler tarafından edinilen zenginliklerin, tıpkı köle sahiplerinin ya da serflerin emeğini sömüren feodal beylerin zenginlikleri gibi, bir başkasının ödenmemiş emeğinin maledinmesinden geldiklerinin, ve bütün bu sömürü biçimlerinin, birbirlerinden ödenmemiş emeğin maledinme biçimlerinin çeşitliliğinden başka bir şeyle ayrılmadıklarının tanıtlanmasıdır bu. Ama bu, bugünkü toplumsal düzende hukuk ve dürüstlüğün, hak ve ödev eşitliğinin, çıkarlar arasında genel uyumun egemen olduğunu ikiyüzlüce ileri süren varlıklı sınıfların son siperlerinden kovulmalarıdır da. Bugünkü burjuva toplumun yüzündeki maske, halkın engin çoğunluğunun, çok küçük, durmadan da küçülen bir azınlık tarafından devsel bir sömürü kurumu olarak, kendisine öngelen toplumların yüzündeki maskelerden daha az çıkarılmamıştı.
*
MARX'TAN NEW YORK'TAKİ J. WEYDEMEYER'E
Londra, 5 Mart 1852
... Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamılşlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfıiz bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.
Tamamı ilk kez
Jungsozialistische Blätter'de
(1930) yayınlanmıştır
*
ENGELS'TEN BRESLAU'DAKİ W. BORGIUS'A
Londra, 25 Ocak 1894
Sayın Bay,
Sorularınızı aşağıda yanıtlıyorum:
1. Toplum tarihinin belirleyici temeli olarak kabul ettiğimiz ekonomik ilişkilerden, belli bir toplumda insanın, yaşama araçları üretiminin ve (işbölümü varolduğu sürece) ürünleri değişiminin biçimini anlıyoruz. Öyleyse, ekonomik ilişkiler, tüm üretim ve ulaştırma tekniklerini içerirler. Bizim yaklaşımımıza göre bu teknik, ayrıca değişim biçimi ve ondan öte, ürünlerin dağılımını ve buradan giderek kabile toplumlarının çözülmesinden sonra, sınıflara bölünüşü ve onun sonucunda egemenlik ve kölelik ilişkilerini ve onun da sonucu olarak devlet, politika, hukuk, vb.'yi belirler. Ekonomik ilişkiler, ayrıca üzerinde gerçekleştikleri coğrafi temeli ve geçmişten -çoğu zaman yalnızca gelenek ya da vis inetriae[28] nedeniyle- aktarılan ve yaşayan daha önceki ekonomik gelişme aşamalarının kalıntılarını da kapsar; ve elbette bu tür bir toplumu saran dış çevreyi de içine alır.
Sizin değindiğiniz gibi, teknik geni ölçüde bilimin durumuna bağlıysa, bilim de ondan daha çok tekniğin durumuna ve gereksinimlerine bağlıdır. Toplumun teknik gereksinmeleri olduğu zaman, o bilimi on üniversitenin yapacağından daha çok canlandırır. Tüm hidrostatik (Toricelli vb.), 16. Ve 17. yüzyıllarda İtalya'da dağ sellerinin düzenlenmesi yolundaki dirimsel gereksinmeden çıktı. Elektrik üzerine, ancak elektriğin teknik kullanımı bulunduktan sonra ussal bir şeyler biliyoruz. Ama, ne yazık ki, Almanya'da, bilimler tarihini, sanki bilimler gökten düşmüş gibi yazma alışkanlığı edinilmiş.
2. Biz ekonomik koşulları, tarihsel gelişmeyi son kertede belirleyen olarak görüyoruz. Ama ırkın kendisi ekonomik bir etmendir. Ancak bu bağlamda iki nokta gözden kaçırılmamalıdır:
a) Politik, hukuksal, felsefi, dinsel, yazınsal, sanatsal, vb. gelişme ekonomik gelişmeye dayanır. Ama bütün bunlar, birbirlerini olduğu gibi, ekonomik temeli de etkiler. Bu demek değildir ki ekonomik durum nedendir, yalnızca o etkendir, bundan başka her şey ancak edilgen sonuçtur. Tersine, her zaman son kertede ağırlığını koyan ekonomik zorunluluk temeli üzerinde bir etkileşim vardır. Örneğin devlet, koruyucu gümrükler, serbest ticaret, iyi ya da kötü mali sistem ile bir etki yapar; ve Almanya'nın 1648'den 1830'a değin sefil ekonomik durumundan kaynaklanan, kendisini önce pietism[29] ile, sonra duygusallık, prenslere ve soylulara yaltaklanarak kulluk etme ile dışavuran Alman darkafalının aşırı beceriksizliği ve güçsüzlüğü bile ekonomik etkiden yoksun değildir. Bu ekonomik düzelmenin önündeki en büyük engellerden biriydi ve süreğen sefilliği dayanılmaz duruma getiren Devrime ve Napoléon savaşlarına dek sarsılmadı. Onun içindir ki, şurada burada salt kolaylık olsun diye düşünülmek istendiği gibi, ekonomik durumun otomatik bir etkisi yoktur, tersine, insanlar tarihlerini kendileri yaparlar; yalnız, kendilerini koşullayan verili bir çevrede ve önceden varolan edimsel ilişkiler temelinde. Bunlar arasında, tek başına sizi anlamaya götürecek ipucunu oluşturan ekonomik ilişkiler öteki -politik ve ideolojik- ilişkilerden ne denli çok etkilenebilir olurlarsa olsunlar, gene de, son kertede belirleyici olan ilişkilerdir.
b) İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama henüz, genel bir plana göre, ve hatta belirli, örgütlü, verili bir toplum çerçevesi içinde, bir kollektif istence uyarak değil. İnsanların beklentileri birbiriyle çatışır ve işte tam da bu nedenle bütün bu toplumlar, tümleyeni ve açığa vuranı raslantı olan zorunluluk tarafından yönetilir. Burada kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluk, gene sonal olarak ekonomik zorunluluktur. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken, büyük adamlar denen sorundur. Şöyle şöyle bir adamın ve tam da ol adamın, belli bir zamanda, belli bir ülkede ortaya çıkışı, kuşkusuz yalnızca bir şanstır. Ama o eğer ortadan kaldırılırsa, ikame edilmesi gereği ortaya çıkar ve bu ikame, iyi ya da kötü, ama uzun zamanda bulunur. Napoléon'u, işte tam da o Korsikalıyı, bizzat kendi savaşlarıyla tükenen Fransa Cumhuriyetinin askeri diktatör olarak gereksinmesi raslantıydı; ama ortada bir Napoléon olmasaydı, onun yerini birinin dolduracak olduğunu, gerek duyulduğu zaman birinin mutlaka bulunduğu olgusu kanıtlamaktadır: Sezar, Augustus, Cromwell, vb.. Marks, materyalist tarih anlayışını keşfettiyse de, Thierry, Mignet, Guizot ve 1850'ye kadarki tüm İngiliz tarihçiler, bu yolda çaba gösterildiğinin kanıtıdırlar; aynı kavramın Morgan tarafından da keşfedilmiş olması, zamanın bu keşif için olgunlaşmış olduğunu ve bu kavramın keşfedilmesinin artık gerekli hale geldiğini kanıtlar.
Tarihteki bütün diğer olumsallıklar [raslantılar] ve görünürdeki olumsallıklar [raslantılar] için böyledir. İrdelediğimiz alan ekonomiden ne denli uzaklaşır ve salt soyut ideolojininkine ne denli yaklaşırsa, gelişmesinin o denli raslantı gösterdiğini ve eğrisinin o denli zikzak çizdiğini görürüz. Ama eğrinin ortalama eksenini işaretlerseniz, dikkate alınan dönem ne denli uzun ve ilgilenilen alan ne denli geniş olursa, bu eksenin, ekonomik gelişme eksenine o denli yaklaştığını ve o denli koşut olma eğilimi gösterdiğini görürsünüz.
Almanya'da doğru anlamanın önündeki en büyük engel, ekonomik tarihin, yazında, sorumsuzca ihmal edilmesidir. Güç olan yalnızca, insanın kendisine okulda belletilen tarihsel nosyonlardan kurtulması değildir; bunu yaşması için gereken materyali bulup alması daha da güçtür. Örneğin, ihtiyar G. Von Gülich'in sayısız siyasal olgunun aydınlatılmasında yararı olan birçok bilgi içeren yorumsuz materyal koleksiyonunu kim okumuştur?
Aklıma gelmişken, 18 Brumaire'de Marks'ın verdiği iyi örnek, sanırım, sorularınıza oldukça iyi bir yanıt olacaktır, çünkü pratik bir örnektir. Dahası, gördüğüm kadarıyla konuların çoğuna ben zaten Anti-Dühring I, bölüm 9-11'de; II, bölüm 2-4'de; III, bölüm 1'de; ya da "Giriş"te ve Feuerbach'ın son bölümünde de değinmiştim.
Lütfen, yukarda söylediklerimi, kılı kırk yararak değerlendirmeyin, ama genel ilintiyi aklınızda tutun; bir yazıyı yayınlanmak üzere hazırlarken, sözcüklere gösterdiğim özeni, zamanımın olmayışı nedeniyle burada gösterememekten üzgünüm...
Dostları ilə paylaş: |