Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə20/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   90

Örnek: Kerîm olan bir pâdişâha farz edelim birkaç kişi mürâcaat ederek sadrâzamlık makâmını isteseler; pâdişah ilk önce onların bu makâmı ve ihsânı kabûle istîdâd ları olup olmadığına bakar ve içlerinde hangisinin istîdâd ı isteğine uygun ise, bu makâmı ona verir. Ve bundan dolayı onun isteğine fiilen icâbet etmiş olur. Diğerlerinin istekleri, istîdâd larına uygun olmadığı için, bu makâma gerekli olan bilgilerin öğrenilmesi için onları birer uygun me'mûriyetlere ta'yîn eder. Bu da "Pekâlâ, sizin isteklerinizi de vakti gelince yerine getireyim" demek olur ki; pâdişâhın lütûflarının fiilen te'hîri ve lebbeyk ile icâbetidir.

Şimdi sâlih kalpler ilâhî ilimde belirli olan icâbet vaktini, ilhâma veyâ o sırada aklına gelen Kur'ân âyetlerine veyâhut diğer oluşan işâretlere dayanak hissederek Hakk'a ihtiyacını arz eder ve o ihtiyacı derhal kazâ olunur. Bunu görenler, filân kimse duasına icâbet edilendir, derler. Ve o zâtlar, bu belirli zamanten sonra isteğin uygun olmadığını hissederlerse, Hakk'a duâ etmezler. Ve bu halde de hálk onun hakkında derler ki: "Eğer Hakk'a duâ edeydi, kabûl olurdu, fakat etmedi". İşte bu sırra vâkıf olanlar ile olmayanların farkı budur.

Diğer taraftan Hakk'ın lebbeyk ile icâbet edip, fiilen icâbeti te'hîr buyurması, mahbûbiyyet sırrına delildir ve bu mahbûbiyyet ezelî olup, ayn-ı sâbitesinin istîdâd ı gereğindendir. Bundan dolayı ilâhi mahbûblar, bu şehâdet âleminde Hak'tan bir şey talep ettikleri zaman, onların duâda ısrarları Hakk'a hoş geldiği ve Hak onların kendisinden bir şeyle perdeli olmalarını istemediği için o istenen şeyi vermez; belirli bir vakte erteler ki, onun hakkında hayırlı olan ancak budur. Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Ma'nevî'lerinin altıncı cildinde bu hâli başka bir örnek ile anlatır ve îzâh buyururlar.

Tercüme: "Mahbûb dostun önüne biri ihtiyâr ve çirkin ve diğeri güzel olarak iki kişi gelip her ikisi de ekmek istedikleri zaman, o mahbûb dost çabucak un getirip o ihtiyara "Al!" der. Oysa ona boyu ve yanağı hoş gelen diğerine, ekmeği bile vermeyip, belki te'hîre düşürür. Ona der ki: "Biraz rahatça otur, çünkü evde tâze ekmek pişiriyorlar:" O güzel olan kimseye zahmetten sonra sıcak ekmek eriştikde, o mahbûb dost ona "Otur ki, tatlı gelir" der. İşte Hakk'ın kendi mahbûblarıyla olan muâmelesi böyledir.



Ve ikinci kısma gelince, o da bizim “bâzısı da isteme ile olmaz” sözümüzdür. Bundan dolayı isteme ile olmayandır. Şimdi, isteme ile benim kastım ancak onunla telaffuzdur. Çünkü işin aslında, ya söz ile, ya hâl ile veyâhut istîdâd ile istemek lâzımdır (6).

Hz. Şeyh (r.a.) daha önce lütûfları, Hakk'a göre "zâtî" ve "isimlere ait" kısımlarına ve hálk edilmişlere göre de "isteme ile" ve "istemesiz" ulaşan lütûflara taksîm buyurmuş ve istemesiz olan lütûfları beyân ederek, daha önce "Lütûflardan bâzısı da istemek ile olmaz; gerek zâti lütûflar olsun ve gerek isimlerin lütûfları olsun eşittir" demiş idi. İsteme ile olan ve ilk kısımdan olan lütûfları îzâh buyurduktan sonra, şimdi de istemesiz olan ve ikinci kısımdan olan lütûfları îzâh ederek buyururlar ki: İstek ile gerçekleşmeyen lütûflar demekten kastım, ancak Hak'tan istenen şeyin dil ile telaffuz olunmasıdır. Yânî "Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!" gibi sözlü istek ile ulaşmayan lütûflardır. Ve bu sözlü istek, hâl ve istîdâd ile olan istekler olarak anlaşılmamak için tedbir kaydıdır. Çünkü istek mutlakâ bu üç sûretten biriyle olur.



Söz lisânı ile istek: "Yâ Rab fakîrim bana zenginlik ihsân eyle!" demek gibidir.

Hâl lisânı ile istek: Aç ve susuz olan kimse gibidir ki, açlığıyla tokluğu ve susamışlığıyla suya kanmayı ister. Bundan dolayı açlık, tokluğun istenmesine sebep olan bir haldir; ve hâl ise, istemeye sebep olan şeydir.

İsti'dâd lisânı ile istek: Bu da iki kısımdır. Birisi yapılmış olan cüzi istîdâd ın lisânıyla ve diğeri yapılmamış olan küllî istîdâd ının lisânıyla olur.

Cüz’i istîdâd lisânıyla istek: Yeni doğan bir çocuğun senelerin geçmesiyle bünyesi gelişerek yürümeye, konuşmaya kâbiliyyet gelmesiyle, yapılmış ve sonradan meydana gelmiş olan bu cüz’i istîdâd ın lisânıyla Hak'tan yürüme ve konuşma istemesi; ve aynı şekilde bir fidanın büyüyüp gelişerek meyve vermek kâbiliyetine sahip bir ağaç olduktan sonra mevsiminde meyvesinin meydana gelmesini istemesi gibidir. Bu lütûflarda geciktirme yoktur, kâbiliyyetin oluşmasını tâkiben meydana gelir.

Küllî istîdâd lisânıyla istek: İlâhî ilimde sâbitlik bulan a'yân-ı sâbitenin Hak'tan hâricî vücûdu ve her bir ayn-ı sâbitenin kendi idârecisi ve rûhu ve rabb-i hâssı olan ilâhî isim hazînesinde saklı bulunan kemâlâtın açığa çıkmasını istemesidir; ve bu lütûflar da geciktirilmez. Çünkü, isimler ilâhi işlerdir; ve işler, zâtın gereğidir ve a'yân-ı sâbite ise isimlerin sûretleridir; ve bu isimler hazînelerinde saklı olan kemâlât dahi, onların istîdâd larıdır ve var olan görünme yerleri ise, a'yân-ı sâbitenin sûretleridir.

Şimdi bir şey Hak'tan söz lisânı ile istenildiği zaman, eğer hâl ve istîdâd lisânına uygun olursa, icâbet derhal gerçekleşir; ve eğer uygun olmazsa, geciktirilir. Ve hâl lisânı ve istîdâd lisânı bir şeyi istediği zaman, söz lisânı olmaksızın o şey ihsân olunur ve o şeyin istek olunmaksızın verildiğini zannederler. Oysa iş böyle değildir. "Ağlamayan çocuğa meme vermezler" atasözü meşhûrdur. Bundan dolayı bâzı duâlarda "Ey istemeden önce ihsân veren!" diye söylenmesi, ancak söz ile isteği kapsar.

Şimdi her lütûf karşılığında bir hamd lâzım geldiğine ve istemesiz olan mutlak lütûflar da mutlak hamd’a karşılık olduğundan dolayı, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) mutlak lütûfla mutlak hamd’i kıyaslayarak buyururlar ki:

Nitekim mutlak hamd ancak söz ile geçerli olur; velâkin ma’nâda onu hâlin kayıtlaması lâzımdır. Bundan dolayı seni Allâh'ın hamdine sevkeden şeyin hamdi, sana fiil ismi ile veyâ tenzîh ismi ile kayıtlanmıştır (7).

Yânî daha önce îzâh edildiği üzere lütûf isteksiz olmaz. O istek ile kayıtlıdır. İstemeden olan mutlak lütûf ancak sözlü isteğe göredir. Bundan dolayı söz ile istek ve talep olmaksızın ulaşan lütûflara, mutlak lütûf deriz. Oysa bu lütûf hakkında hâl ve istîdâd lisânı ile mânen istek olmuştur. 

İşte bunun gibi mutlak hamd dahi söze göre mutlak hamd’dır; yoksa ma’nâya göre mutlak hamd değildir. Çünkü o hamdi bir hâl kayıtlar. Meselâ karnın acıksa "Yâ Rab bana yemek ver!" diye söz ile talep etmeksizin Hakk'ın lütfû olarak, daha önce evinde mevcût olan yemeği yesen bu bir lütûftur; fakat söz ile talep gerçekleşmediği için mutlak lütûftur. Velâkin mânen sen hâl ve istîdâd lisânınla onu Rezzâk'tan talep etmiş idin. Bu îtibâr ile kayıtlı lütûftur.

Şimdi, o yemeği yedin ve "elhamdülillah" dedin. İşte bu hamd söz îtibârıyla mutlak oldu. Çünkü bütün isimleri toplamış olan Allâh'a hamd ettin. Fakat ma’nâda, isimlerin hepsine hamd etmedin. Belki Rezzâk ismine hamd ettin. Yânî senin bu hamdin, örneğin Dârr ve Mâni' isimlerine değildir. Çünkü rızık lütfû bu isimlerden olmadı, ancak Rezzâk isminden oldu.

Ve aynı şekilde sıhhatine ve endâmının güzelliğine hamd ettiğin zaman, onlar Bârî ve Hâfız isimlerinin görünme yerleri olduğu için, fiillerin isimlerinden olan bu isimlere hamd etmiş olursun. Bundan dolayı "elhamdülillah" dediğin zaman, söz ile mutlak olan bu hamdini, mânen bu işlerin fâili olan isimlere hamd etmiş olmakla kayıtlarsın. Veyâhut "Allah'a hamd ve senâ olsun ki, bizi buna hidâyet eyledi" dediğin zaman, aynı şekilde bu hamdin söz ile mutlak olur. Fakat mânen hamdin tenzîhi isimlerden olan Sübbûh ve Kuddûs isimlerine olduğu için, bu hamdini tenzîh ismi ile kayıtlamış olursun.

Ve kuldan olan istîdâd a sâhibinin şuûru yoktur; ve hâle şuûru vardır. Çünkü sevkedeni bilir, o da hâldir. Böyle olunca istîdâd , isteğin en derini ve gizlisidir. Ve bunları, ancak Allâh'ın kendileri hakkında kazâsının önde olduğuna ilimleri, istekten meneder. Bundan dolayı onlar, Hak'tan ulaşan şeyin kabûlü için mahallerini hazırladılar ve nefslerinden ve gâyelerinden vazgeçtiler (8).

Yânî söz lisânı ile olmayıp, istîdâd lisânı ile olan istekte, kulun istîdâd ına vâkıf oluşu olmaz. Çünkü derin ve gizlidir. Oysa hâl lisânı ile olan talebine sâhibi vâkıftır. Çünkü hâlin sâhibi, sevkeden şeyi bilir ve sevkeden şey de hâlin kendisidir. Örneğin aç olan kimse tokluğu ister ve açlık bir hâldir ki, bunu ancak sâhibi bilir. Çünkü yanında bulunan kimseler, bir adamın açlığını veyâ tokluğunu bilmezler. Fakat söz lisânı ile olan isteği, başkaları da işitip bilir. 

İsti'dâd lisânı ile olan isteğe gelince, bu hepsinden daha derin ve gizlidir; çünkü aç olan kimse istîdâd lisânı ile Hak'tan ne tür ve ne kadar rızk talep etmiş olduğunu bilmez. Şu halde söz lisânı ile bir kimse "Yâ Rab, karnım aç bana rızık ver!" dese, bu isteği kendisi ve başkaları bildiği için, gâyet açık bir talep olur. Fakat aç olan bir kimse, söz ile böyle bir talepte bulunmasa, hâl ile tokluğu tâlep eder ve hâl lisânı ile olan talebine sâhibi vâkıf olur ise de başkaları vâkıf olmaz ve istîdâd lisânı ile olan isteğine ne kendi ve ne de başkaları vâkıf değildir; çünkü pek gizlidir. 

Ve ikinci kısımdan olan talepsiz lütûfların sâhiplerî, ilâhî ilimde kendilerinin ayn’ları ne yön ile sâbit oldu ise, hálkedilen vücûtta, yânî dünyâ âleminde de öylece açığa çıkmalarında ilâhî kazânın öne çıktığını bildikleri için, onların ancak bu bilişleri, kendilerini istekten meneder. Bundan dolayı onlar Hak'tan hiçbir şey talep etmeyip, kendi hâs isimlerinin hazînesinde saklı olan hallerin açığa çıkmasını bekleyerek, gelecek hükümleri kabûl etmek üzere mahallerini, yânî hallerin ve hükümlerin ulaştığı yer olan kalblerini, hazırladılar ve Hakk'ın vücûdunun müşâhedesinde nefislerinin müşâhedesinden ve Rab'lerinin irâdesinin hükmünün yürümesinde gâyelerinin talebinden vazgeçtiler. Beyit:

Tercüme: "Sen, kulluğu dilenciler gibi, ücret şartıyla yerine getirme; çünkü efendi, kul-perverlik hâllerini bilir."

Ve Allâh'ın ona ilmi, onun bütün hallerinde, onun vücûdundan evvel, "ayn"ının sâbit oluşu hâlinde üzerinde sâbit olan şey olduğunu; ve Hakk’ın, ancak onun "ayn"ının ilimden Hakk'a verdiği şeyi verdiğini; ve onun da sâbit oluşu hâlinde üzerinde sâbit olduğu şey olduğunu bilen kimse, onlardandır. Böyle olunca Allah'ın ilminin ona nereden hâsıl olduğunu bilir. Ve ehlullah’dan bu sınıfdan yüksek ve keşfi açık bir sınıf yoktur. Bundan dolayı bunlar kader sırrına vâkıftırlar (9).

İkinci kısımdan, yânî istek ile olmayan lütûf sahîplerinden bir sınıf vardır. İşte bu sınıftan bulunan ârif bilir ki, kendisi Hakk'ın işlerinden bir iş olan bir ismin görünme yeridir ve onun dünyâ âlemindeki madde bedeninden evvel, ilâhî ilimde kendisinin ayn-ı sâbitesi sâbit olmuş idi. Ve o ayn-ı sâbite, Hakk'ın bir zâti işi olan ve kendisinin idârecesi ve rûhu bulunan bir ismin sûreti idi. Ve o ismin zâti istîdâd ı neden ibâret idiyse, ilâhî ilimde, öylece sâbit olmuş idi. 

Ve ayn-ı sâbitesinin sâbit oluşu esnâsında, Hakk'ın ne yön ile ma'lûmu olmuş ise, Hakk'ın ona verdiği şey de, ancak Hakk’ın ilminde hâsıl olan şeyden ibârettir. Ve onun ayn-ı sâbitesinin Hakk'a verdiği şey dahi, kendi isminin istîdâd ının gereğidir ki, onun ayn-ı sâbitesi bu istîdâd üzerine sâbitlik bulmuş idi. 

İşte bunları bilen kimse, kendi hakkında Allâh'ın ilminin nereden hâsıl olduğunu bilmiş olur. Ve bu ikinci sınıfta bulunan ehlullah arasında bu bahsedilen sınıftan daha yüksek ve keşfi daha açık olan sınıf yoktur. Çünkü bunlar daha önce îzâh edilen kader sırrına vâkıftırlar. Çünkü bilir ki, ezelde ilâhî ilimde ayn-ı sâbitesi ne sûretle Hakk'ın ma'lûmu olmuş ise, Hak hükmünü o sûretle vermiştir. Ve onun ayn-ı sâbitesi zâti işlerden bir iş olan bir ilâhî isimdir; ve o ismin hazînesinde istîdâd ının gereği olarak, saklı olan haller ve hükümler nelerden ibâret ise, hayatının her bir bölümünde belirli zamanlarda peyderpey açığa çıkacaktır. Şu halde "Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!" diye arkası kesilmeyen istekler ile boş yere gönlünü üzmez. O hükümlerin ve hallerin açığa çıkışını bekler ve hazır olur. Ammâ açığa çıkan haller, tabîatına uygun değil imiş, ne yapalım! Görünme yeri olduğu ismin yapılmamış istîdâd ının gereği budur. Nefis ve tabîatın tasarrufundan kurtulup, her açığa çıkanı hoş görene aşk olsun!

Şimdi bu konu, Fusûsu'l-Hikem'in hakîkatlerinin ve mârifetlerinin esâsı olduğundan, lâyıkıyla anlaşılması için biraz daha îzâha lüzûm göründü.



İlim ma'lûma tâbîdir

İlim, Hakk'ın sıfatlarından bir sıfattır; ve Hakk'ın sıfâtı, Hakk'ın zâtında mevcût olan birtakım bağıntılardan ibâret olup zâtıyla berâber kadîmdir. Ve her sıfat bir ismin kaynağıdır. Örneğin ilim sıfatından Alîm ve hayattan Hayy ve sem'den Semî ve basardan Basîr ve irâdeden Mürîd ve kelâmdan Mütekellim ve kudretten Kadîr ve Kâdir ve tekvînden Mükevvin isimleri meydana gelir. 

Ve her bir isim, zâti işlerden bir iştir. Ve ilâhi isimlerin bütünsellik yönününden sayılması mümkündür; fakat parçalar yönünden bir yere toplanması ve sayılması mümkün değildir; çünkü sonsuzdur. Örneğin Hayy ismi bir bütünsel isimdir; onun altında hareketlendiren, tahsis eden, ayıran, hayat veren, su veren vb. gibi birçok parçasal isimler vardır. Ve bunların her biri âlem sûretlerinden bir sûretin terbiyecisidir; ve o sûret bu ilâhî işin bir âynası olup onda devâmlı olarak o ismin hükümlerinin sûretleri görünür. 

Külle yevmin huve fî şe’n” (Rahmân, 55/29) Yânî "Devamlı olarak her ânda Hak bir iştedir." 

Ve bu isimlerin hepsinin isimlendirileni bir olup, hepsi o isimlendirilenin aynıdır; ve isimlendirilen ise Hakk’ın zâtıdır. Bundan dolayı isimler de Hakk’ın zâtıyla berâber kadîmdir. Şu halde Hakk'ın sıfatlarına ve isimlerine olan ilmi, zâtına olan ilmidir. Böyle olunca "ilim" kadîm, "ma'lûm" da kadîm olur. Ve "ilim ma'lûma tâbîdir" denilince, ilk önce ma'lûm sonradan olan(hâdis) olur,daha sonra ilim de ona bağlanır, ma’nâsı anlaşılmamalıdır. Ma'lûmun ilme önceliği, zamânsal öncelik değil, ancak akli önceliktir.

Örneğin "Falan kimse bildi" denilse, akıl, "Neyi bildi?" diye sorar. Demek ki akıl, ma'lûmu ilmin önüne geçiriyor. İşte aklen, ilk önce "ma'lûm" ve sonra da ona bağlanacak olân "ilim" mevcût olması lâzım geldiği için, ilim ma'lûma tâbi' olmuş olur. Ve ma'lûm olmayan şey istenemeyeceğinden, irâde de ilme tâbi' olur. Ve irâde olunmayan şey hakkında, kudret sarfetmeye mahal olmayacağından, kudret de irâdeye tâbi'dir.

Bu mârifetlerin bizzât hakîkatini yaşayarak idrakine ulaştıktan sonra anlarsın ki sen, sana verdin; ve sen, senden aldın. Şu kadar ki bu alışveriş Hakk'ın vücûdunda ve Hakk'ın vücûduyla olmuş ve olagelmekte bulunmuştur. Bu âlemde durmaksızın her ânda, eline geçen her bir metâ' ister tabîatına uygun gelsin ister gelmesin, hep senin hazînendeki metâ'dır. Boş yere kimseyi kötüleme! 

Ve onlar da iki kısım üzerinedir: Ve bunu mücmel olarak bilen onlardan biridir; ve onu ayrıntılı olarak bilen de onlardan diğeridir. Ve onu ayrıntılı olarak bilen mücmel olarak bilenden dah yüksek ve daha tamdır. Çünkü o, kendi hakkında olan Allâh'ın ilmindeki şeyi, ya Allah Teâlâ ona ayn-ı sâbitesinin ilimden Hakk'a verdiği şeyi bildirmekle, veyâhut ona ayn-ı sâbitesinden ve onun üzerine olan sonsuz hallerin geçişlerinden keşf etmekle bilir. O da daha yüksektir. Çünkü onun kendi nefsine olan ilmi, Allâh'ın ilmi derecesinde olur. Çünkü ilmin alınması tek bir kaynaktandır (10).

Yânî kader sırrına vâkıf olan sınıf iki kısım üzerinedir: Bir kısmı Hakk'ın ona ve zâhir ve bâtın hallerine olan ilminin, kendi ayn-ı sâbitesinin gereği üzere olduğunu mücmel olarak bilir ve onun bu icmâl olan ilmi delil ve îmân ile olur. Ve diğer kısmı da bu kader sırrını böyle delil ve îmân ile mücmel olarak değil, belki keşf ve açıklık ile ayrıntılı olarak bilir. Ve kader sırrını ayrıntılı olarak bilen, mücmel olarak bilenden daha yüksek ve daha tâmdır. Çünkü kader sırrını ayrıntılı olarak bilen kimse, kendi hakkında, ilâhî ilimde sâbit olan şeyi bilir. Ve bu biliş dahi iki sûretle olur: 

Ya Hak Teâlâ Hazretleri o kimsenin ayn-ı sâbitesinin ilâhî ilimde ne sûretle ma'lûm olduğunu ona bildirir. Eğer o kimse bir nebî ise bu bildirim, Hak tarafından ona ya melek vâsıtasıyla veyâhut kalbine vahiy ve indirme ile bildirilir. Ve eğer o kimse vâris veli ise, onun ayn-ı sâbitesinin gerektirdiği belirli hallerin nelerden ibâret bulunduğu kalbine ilham olunmakla olur. 

İkinci sûrette, Hak onun ayn-ı sâbitesini ve ayn-ı sâbitesi üzerindeki sonsuz hallerin geçişlerini kendisine açar. Ve bu zât kendi ayn-ı sâbitesinin dünyâda ve âhirette gerektirdiği halleri müşâhede ettiği gibi, bütün a'yân-ı sâbiteyi de müşâhede eder. Çünkü kendisinin ayn-ı sâbitesi Hakk'ın ilminin alındığı kaynaktır. Ve ayn-ı sâbite ise, Hakk’ın vücûdunda Hakk'ın aynıdır. Ve kader sırrını böyle keşf ile bilen, Hakk'ın bildirimi ile bilenden daha yüksektir. Çünkü bu insan-ı kâmil’in kendi nefsine olan ilmi, Allâh'ın ilmi derecesinde olur. Çünkü Hakk'ın ilmi, onun ayn-ı sâbitesinden alınmış olduğu gibi, kendisinin ilmi de yine buradan alınmıştır. Bundan dolayı her iki ilim tek bir kaynaktan ve bir menba'dan olmuş olur. Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: Evliyâ’nın tuzağı olan o hayâller, Hudâ bahçesi ay yüzlülerinin yansımasıdır. Yânî evliyâda da birtakım hayâller vardır ve onlar da hayâller tuzağına tutulur. Fakat zannetme ki onların hayâller tuzağı da, nefsâni sıfatlara esir olan kimselerin tutuldukları hayâller tuzağı gibi, suflî âlemden yansıyan birtakım hayâli sûretlerdir. Onlar Hudâ bahçesi, yânî ilâhî ilim ay yüzlülerinin, yânî ayn-ı sâbitelerinin aksidir.

Ancak şu kadar vardır ki, kul tarafından o ilim, ayn-ı sâbitesinin hallerinin tümünden onun için öne geçen, Allah'tan bir lütûftur. Onu, bu keşf sâhibi buna, yânî ayn-ı sâbitesinin hallerine, Allah Teâlâ vâkıf kıldığı zaman bilir. Çünkü vücût sûreti onun üzerine olan ayn-ı sâbitesine Allah Teâlâ onu vâkıf kıldığında bu halde Hakk'ın bu a'yân-ı sâbiteye onların yokluk hâlinde olan bilişine mahlûk sahasında, vâkıf olmak yoktur. Çünkü onlar zâti bağıntılardır. Onlar için sûret yoktur (11).

Yânî gerek Hakk'ın ve gerek kulun ilmi, ayn-ı sâbiteden alınmış olması îtibârıyla her iki ilim de bir kaynaktan ise de, aralarındaki fark budur ki, Hakk'ın a'yân-ı sâbiteye olân ilmi bi-zâtihîdir; ve belki O'nun ilmi aynların bildirimini lüzûmlu kılmıştır. Fakat kulun ilmi Hakk'ın lütfûyla hâsıl olur. Yânî kula göre Hak tarafından onun için öne çıkan bir lütûftur; ve o lütûf dahi, o kulun ayn-ı sâbitesinin bütün hallerindendir, yânî ayn-ı sâbitesinin yapılmamış olan istîdâd ının lisânıyla Hak'tan talep ettiği şeydir. 

Hak Teâlâ bir kimseyi, kendi ayn-ı sâbitesinin hallerine vâkıf kılınca, bu keşif sâhibi o lütfû bilir. Bundan dolayı kulun ayn-ı sâbiteye olan ilmi, ilâhî ilimde sâbit olma ve taayyün ettikten sonradır. Oysa Hak, bu a'yân-ı sâbiteye, ilmî taayyünden evvel, yokluk hâlinde iken dahi vâkıftır. Kulun yokluk hâlinde olan â'yân-ı sâbiteye vâkıf olmaya tâkati yoktur. Çünkü yokluk hâlinde sâbit olan ayn’lar, zâti vahdet bağıntılarıdır. Vahdet mertebesinde, Hakk'ın bağıntılarının ilmi vücûtları ve onların henüz sûretleri olmadığından kulun onları bilmesi mümkün değildir. Çünkü bu mertebede Hakk’ın bağıntıları kendi zâtının "ayn"ıdır ve ilim dahi zâti bağıntılardan bir bağıntıdır. Bundan dolayı Hakk'ın ilmi dahi, zâtının "ayn"ıdır. Vahdette mahlûk oluşun îtibâri olması yönünden, mahlûk ilmi dahi söz konusu olamaz.

Şimdi bu kadarı ile biz deriz ki, muhakkak ilâhi lütûf, ilim ifâdesinde, bu kul için, bu denklik île öne çıktı. Ve buradandır ki, Allah Teâlâ “hatta na’leme”(Muhammed, 47/31) yânî "Tâ ki biz bilelim" buyurur. Ve o, ma'nâsı muhakkak olan bir kelimedir. O kendisine bu meşreb oluşmayan kimsenin vehmettiği şey gibi değildir (12)

Şimdi a'yân-ı sâbite ilâhî ilimde sâbitlik bulduktan sonra, bu a'yân-ı sâbite hakkında oluşan ilim, gerek Hak ve gerek kul için, bir kaynaktan istifâde edilmiş olduğundan, bizlere Allâh'ın lütfû olarak hâsıl olan bu ilim ile deriz ki, bu kul için Allâh'ın lütfû, a'yân-ı sâbitenin gerek Hakk'a ve gerek kula verdiği ilimdeki bu denklik ile öne çıktı. Yânî Hak ile kul arasında olan ilimdeki denklik, ancak a'yân-ı sâbite sûretlerinin ilâhî ilimde peydâ olmasından sonradır. A'yân-ı sâbite ilâhi vahdet mertebesinde yokluk hâlinde mahv ve helak olmuş iken, Hak'tan başka onların hâllerine kimsenin ilminin ulaşması ihtimâli olmadığından, bu mertebede Hakk'ın ilmi ile denklik mümkün değildir. Çünkü açığa çıkma yoktur; ve kul, Hakk'ın bildirimi veyâ keşfiyle ancâk açığa çıkan şeyi bilebilir. Diğer taraftan kulun vücûdu da yoktur. Mevcût olmayan şeyin tabîdir ki ilmi de olamaz. 

İşte Hakk'ın a'yân-ı sâbiteye olan ilmi, onların sûretlerinden ve hallerinden istifâde etmiş olması mertebesindendir ki, Allah zü'l-Celâl Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de: “Ve le nebluvennekum hattâ na’lemel mucâhidîne minkum” (Muhammed, 47/31) Yânî "Biz sizi elbette imtihan ederiz, tâ ki, sizden mücâhid olanları bilelim" buyurur. 

Ve “na’leme” yânî "Biz bilelim" kelimesi, ma’nâsı tahakkuk etmiş olan bir kelimedir. Onun ma’nâsı, meşrebleri hakîkî tevhide müsâit olmayan, kelâmcılar gibi vehmî tenzîh sâhiplerinin vehmettileri gibi değildir. Çünkü bunlar hakîkî vâhidi zâtının gereklerinden tenzîh ederler. Oysa bir şey zâtının gereklerinden tenzîh olunmaz. Onlar Hakk'ın ve hálk edilmişin vücûtlarını bir dîğerinin ayrı zannettikleri için, Hakk'ın "Tâ ki biz bilelim" sözünü te'vîl etmeseler, Hak ilminin, ayrı bir yerden alınmış olacağını vehmederler. Halbuki gayr nerededir ki, Hak ilmini oradan almış olsun?

Hak ilmi iki tür’dür

Hak ilmi, biri "zâtî", diğeri "sıfatlara ait ve isimlere ait" olmak üzere iki tür’dür:



Zâtî ilim: Vahdet mertebesinde, mutlak vücût olan Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir. Zâti işlerden ibâret bulunan sıfatlar ve isimler zâti vahdetinde mahv ve helâktadır. Bu bağıntılar açığa çıkmasa dahi, mutlak vücût, yine mutlak vücûttur; ve bağıntıların tümünden ve onların görünme yeri olan âlemlerden ganîdir. “İnnallâhe le ganiyyun anil âlemîn” yâni “Muhakkak ki Allah âlemlerden ganîdir” (Ankebût, 29/6). Bu zâti ilim, icmâlî ilimdir. 

Şimdi, mâdemki bu ilim Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir; ve zât mertebesinde, zâtın zâtlığı üzerine ilâve olarak, onun kendi bağıntılarından ileri gelen izâfi çokluk yoktur; şu halde "bilmek", "bilen" ve "bilinen" hep birliktedir. Çünkü, bunların hepsi bağıntılardır; ve bağıntılar ise zâtın "ayn"ı olarak toplama makâmındadır. Bundan dolayı zâti ilim, tahakkukta ma'lûmâta bağlı değildir. Bu bilişin evveli yoktur, zât ile berâber olup kadîmdir. 



Örnek: Zeyd dediğimiz zaman, insan fertlerinden bir şahıs düşünürüz. Bu bir şahsın gülme, ağlama, öksürme, söyleme, bilme gibi zâtının birçok bağıntıları ve sıfatları vardır ve bu sıfatların her birinden, gülen, ağlayan, öksüren, söyleyen, bilen gibi birçok işler ve isimler meydana çıkar; ve bunların hepsi Zeyd'in zâtının gereğidir. Bir kimse Zeyd'i bu bağıntılarından ve işlerinden tenzîh etmiş olsa, onun bu tenzîhi doğru birşey olmaz. Çünkü bir kimse zâtının gereğinden tenzîh olunmaz ve bu bağıntılar ve işler, Zeyd'in mevcûdiyyetiyle berâber olup ârızî değildir; ve hepsi Zeyd'in şahsi tekliğinde mahv ve helâktadır. Ve Zeyd, bu bağıntıların içinde bulunan "bilme" bağıntısı ile, kendisinde gülme, ağlama, öksürme, söyleme gibi birçok bağıntılar bulunduğunu bilir. İşte Zeyd'in sâkinlik ve suskunluk hâlinde olan bu ilmi, kendi zâtına olan icmâlî ilimdir. Bu mertebede "ma'lûm", Zeyd'in kendi zâtı olduğu gibi, bilme ve bilen dahi yine kendidir. Bu ilmin tahakkuku için sonradan oluşmuş bir ma'lûma ihtiyaç yoktur. Yânî Zeyd'in gülmesine, ağlamasına, öksürmesine, söylemesine ihtiyaç yoktur. Zeyd, bu ilminde, bunların açığa çıkmasından ganîdir.

Sıfâtlara ait ve isimlere ait ilim: Hakk’ın vücûdu vahdet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine tenezzül buyurduğunda, vahdette mahv ve yok hükmünde ve birlikte olan isimlerin sûretleri ilâhî ilimde açığa çıkıp birbirinden ayrılırlar. Ruhlar ve örnek ve şehâdet mertebelerine tenezzül ettiğinde dahi, o isimler her bir mertebenin îcâbına göre bir taayyün elbisesine bürünerek görünür. Ve her bir iş ile bir açığa çıkması vardır ve her bir iş her bir mertebede ne sûretle açığa çıkmış ise,o sûretle Hakk'ın ma'lûmu olur. Bundan dolayı bu sıfatlara ve isimlere ait ilim tahakkukta ma'lûmâta bağlıdır. Ve bu ilim, zâtî ilmin ayrıntısıdır; ve taayyünlerin açığa çıkması yönünden zâtî ilme bağlanmış olması îtibârıyla onun gayrıdır; ve her bir iş bir sûretle açığa çıktıkça bu ilim yenilenir. Çünkü potansiyel olarak mevcût olanı bilmek başka, açığa çıkmış olanı bilmek yine bâşkadır.

Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin