Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Soru: Kur'ân-ı Kerîm'de Muhammedîlere hitâben: “lâ ilâhe illâ huve fettehızhu vekîlâ”



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə26/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   90

Soru: Kur'ân-ı Kerîm'de Muhammedîlere hitâben: “lâ ilâhe illâ huve fettehızhu vekîlâ” yâni “O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse O'nu vekil edin.” (Müzzemmil, 73/9) buyrulur. Bundan dolayı ilâhî vekâlet husûsunda Muhammedîler ile Nûhîlerin ne farkı vardır?

Cevap: Nûhîler için hâlife kılınma yoktur, yalnız mülk verme vardır. Fakat Muhammedîler için hem hâlife kılınma ve hem de mülk verme vardır. Bundan dolayı Muhammedîlerin zevki, Nûhîlerin zevkini de toplamıştır. Velâkin Nûhîlerde Muhammedîlerin zevki yoktur.

Bu mülk verme, hakîkî mülk verme olmayıp mecâzî olduğu için, Hz. Şeyh, bu mülk hâlife olunan mülktür; bu sebeble, Hak Tirmizî'nin dediği gibi, mülkün sâhibi olur, buyurdu. Çünkü onların vücûdu asâleten Hakk'ındır ve Hakk'ın mülküdür. Çünkü onların vücûtlarında mâlik ve tasarruf edici ve kayyûm Hak'tır. Ve sonuç olarak Hak, onların sâhibidir. Çünkü onların vücûdu, Hâkk'ın izâfî vücûdudur. Ve onlar o vücûtta hâlife olarak tasarruf edicidirler. Nitekim, Hz. Şeyh-i Ekber'in velâyetinden iki yüz sene evvel gelen Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali el-Hakîm Tirmizî (k.s.) birtakım sorular sorarak "Onların cevâbını evliyânın sonuncusu, yânî vaktin evliyâsı verecektir" buyurmuş ve Hz. Şeyh, onların cevaplarını Fütûhât-ı Mekkiyye'nin dört yüz kırk dördüncü bölümünde vermişlerdir. Sorulardan birisi de "Hak mülkün sâhibidir" sözü idi.

"Ve büyük bir mekr ile mekr ettiler." (Nûh, 71/22) Çünkü Allâh'a dâvet, dâvet olunana mekrdir. Çünkü o başlangıçta yok kılınmadı ki netîceye dâvet olunsun “ed’u ilellahi” yâni ”Allah’a davet ediniz” (Yûsuf, 12/108). İşte bu, "basîret üzerine'', mekrin aynıdır. Bundan dolayı Nebî (a.s.) işlerin hepsinin Allah'a mahsûs olduğuna tenbîh etti (24).

Yânî Nûh (a.s.)’ın dâvetine karşı, kavmi büyük bir mekr ile mekr yaptılar. Çünkü Allâh'a dâvet, dâvet olunan için mekrdir. Esâsen Allah’a dâvet, Allah'tan Allâh'adır. Çünkü Allah, dâvet eden ile dâvet olunanın "ayn"ıdır. Ve dâvet olunan başlangıçta yok olmalı ve Hak onunla berâber düşünülmemeli ki, netîce olan Allâh'a dâvet olunsun. Halbuki “ve huve meakum eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, biz nerede olursak olalım Hak dâimâ bizimle berâberdir. Bundan dolayı Hak, başlangıçta bizde yok değildir ki, biz nihâyette ona dâvet olunalım ve biz mevcût oldukça o bizimle berâberdir. Şu halde Hakk'a nasıl dâvet olunuruz! İşte bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulan “ed’u ilellahi” (Yûsuf; 12/108) Yânî "Allah'a dâvet ediniz!" hitâbı mekrin ayn’ıdır.

Fakat (S.a.v.) Efendimizin Hakk’ın emriyle ümmetine olan hitâbı "Allah'a basîret ve ilim üzerine dâvet ediniz!" sûretinde olduğundan, bu dâvet Allah'tan Allâh'a olur. Bundan dolayı Muhammedî zevk üzere dâvet aslâ mekr değildir. Çünkü Muhammedîlerin dâveti, Furkân'a değil, Kur'ân'a ve cem' etmeyedir. Onun için Nebî (a.s.) “alâ basîretin” (Yûsuf, 12/108) yânî "Basîret üzere" kaydıyla işin hepsinin Allâh'a mahsûs olduğunu, yânî onun müşahedesinde dâvet edenin, dâvet olunanın ve kendisine dâvet kılınanın ve kendisinden dâvet edilenin hep bir şeyden ibâret bulunduğunu ve o bir olan şeyin, muhtelif mertebelerde birtakım karşılıklı isimler ile açığa çıktığını tenbîh etti.

Bosnevî, Kâşânî, Ya'kûb Hân ve Te'vîl-i Muhkem "tenbîh''i (S.a.v.) Efendimiz'e âit kılmışlar; ve Dâvûd Kayserî Nûh (a.s.)'a veyâhut Hakk'a ve Mevlânâ Câmî ise mutlak dâvet ediciye veyâ Hakk'a ve Abdü'l-Ganî Nâblusî dahi şerhinde [فنبه سبحانه] tarzında yazıp mutlak Hakk'a; ve Bâlî Efendi de Cenâb-ı Nûh'a bağlamışlardır. Bununla beraber hepsinin bir yönü vardır. Çünkü Cenâb-ı Nûh kendi kavmini hem farka ve hem de cem' etmeye dâvet etti; fakat çeşitli sûretlerde dâvet etti. Şu halde onun dâveti de aslında basîret üzeredir. Çünkü vahdete dâvet etmiştir. Ve aynı şekilde bütün nebîler de kavmini vahdete dâvet eder. Ve Hak ise peygamberlerini Hakk'ın mârifetine dâvet için göndermiştir. Bundan dolayı nebîlerin lisânları ile basîret üzere dâvet eder ve Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz'in dâvetinin basîret üzerine olduğuna ise Kur'ân şâhittir.

Şimdi Nûh (a.s.), kavmini Hak'la berâber iken, Hakk'a dâvet ettiği ve bu da bir mekr olduğu için ona karşı kâvmi de büyük bir mekr etti, yânî onun mekrinden daha büyük mekr etti.

Böyle olunca onları mekren dâvet ettiği gibi, onlar da mekren icâbet ettiler. Muhammedî geldi, bildi ki muhakkak Allah'a dâvet, onun hüviyyeti yönüyle değil, ancak isimleri yönüyledir. Bundan dolayı Hak Teâlâ: “Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ” (Meryem, 19/85) yânî "Biz o günde ittikâ sâhiplerini bölük bölük Rahmân'a toplarız" buyurdu. Şimdi, gâye harfini getirdi ve onu isme bitişik kıldı. Öyle ise biz bildik ki, âlem onların ittikâ sâhibi olmalarını îcâb eden bir ilâhî ismin ihâtası altındadır (25).

Yânî dâvet eden ve dâvet edilen bir şey ve Hak dâvet edilen ile berâber iken  Cenâb-ı Nûh'un kavmini Allâh'a dâveti mekr olduğundan, onların  icâbetleri de mekr ile oldu. Ve onların ne sûretle mekr ile icâbet ettikleri biraz aşağıda îzâh edilecektir.

Oysa dâvete gelen Muhammedî, yânî Muhammedî vâris, dâvetin Hakk'ın ahadiyye hüviyyeti yönünden değil, isimleri yönünden olduğunu bildi. Çünkü Hakk'ın ahadiyye hüviyyeti görünme yerlerinin hepsinde sîrâyet etmiştir ve taayyünlerin hepsini sûrî ve mânevî zâti ihâtası ile ihâta etmiştir. Bundan dolayı  mutlak hüviyyeti îtibârıyla dâvet eden ve dâvet edilen bir şey olduğundan ona dâvet mekr olur. İsimler yönünden dâvet ise böyle değildir. Bu yönden dâvet edilen bir ismin terbiyesinden diğer ismin terbiyesine dâvet  olunur. Örneğin Hâfıd veyâ Müntakım ve Mudill isimlerinin görünme yerleri olan kimse, bu isimlerin karşıtı olan Râfi' ve Rahîm ve Hâdî isimlerine dâvet olunur. Çünkü önceki isimler, sonrakilerden daha dar ve daha husûsîdir ve celâlîdir. Sonrakiler ise öncekilerden daha kapsamlı ve daha kâmildir ve cemâlîdir. Şu halde dâvet edilen darlıktan genişliğe ve Celâl'den Cemâl'e dâvet edilmiş olur. Çünkü “ve rahmetî vesiat külle şey’in” yâni “Ve rahmetim herşeyi kuşattı.” (A'râf, 7/156) gereğince rahmet olan Cemâl, Celâl'den daha geniş ve daha kapsamlıdır.



Soru: Kevni görünme yerlerinden her birisi, kendi hâs rabbi olan ismin kemâlâtının açığa çıkması için, vücût sahrâsına gelmiştir. Ve ismin sırât-ı müstakîmi yâni doğru yolu ne ise, kendi görünme yerini alnından tutup çeker, götürür. Ve o yolun sonu o ismin kemâlidir ve o görünme yeri dâimâ o ismin terbiyesi altındadır ve onun hakîkâti ve rûhu odur. Bundan dolayı bir görünme yeri, kendi hâs rabbi ve hakîkâti ve rûhu olân ismin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden, kendi hâs rabbi olmayan diğer bir ismin rubûbiyyetine mi yâni terbiyesine mi dâvet olunur? Bu mümkün müdür? Ve birinin terbiyesi altından çıkıp diğerinin terbiyesi altına girebilir mi?

Cevap: Hayır! Bir görünme yerinin, kendi hakîkâti olan hâs rabbin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden ihrâç edilip diğer bir hakîkate dâvet edilmesi mümkün değildir. Çünkü “ve len tecide li sünnetillâhi tebdîlâ” yâni “Ve Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzab, 33/62) âyet-i kerîmesi gereğince ilâhî hakîkatlerin değişmesi ve bozulması mümkün değildir. Fakat her bir görünme yeri, ilim mertebesinden kopup bu şehâdet âleminde insan bedenini oluşturan unsuri sûretler ile açığa çıkıncaya kadar geçtiği yollardan birer sıfat kapar ve o sıfatların rengine boyanır. Bundan dolayı bu kaptığı sıfatlardan hangisi diğer sıfatlar üzerine gâlip gelmiş ise, o görünme yerinde, o sıfatın saltanatı açığa çıkar. Ve o görünme yeri, o sıfata uygun olan ismin tecellîsini üzerine çekip kendisinde onun hükmü gâlip olur. Ve şu halde o ismin terbiyesi altına girmiş bulunur.

Fakat bunların hepsi geçicidir, aslî değildir. Çünkü o görünme yeri, aslında hangi ismin görünme yeri ise, o ismin zevki yâni hakîketinin yaşanması ve sırât-ı müstakîmi üzerinedir. Örneğin Nâfi' isminin görünme yeri olan bir kimsenin zevki ve sırâtı, herkese menfaât ulaştırmaktır. O kimse her ne kadar kevni muhîtinden kaptığı birtakım nefsâni sıfatlarının rengine boyanmış olsa da, yine hâs rabbi olan Nâfi' isminin zevkınden yâni bizzât hakîkatini yaşamaktan ayrılmış değildir. Bu geçici sıfatlar sebebiyle birtakım fenâlıklarda bulunsa bile, yine hálkın menfaâtini gözetmedikçe, kalben rahat olamaz ve hálka zarar verse üzülür; çünkü hâs rabbinin zevki yâni hakîkatinin yaşantısı budur ve bu isim cemâli isimlerdendir. Bundan dolayı o kimse aslında bir Cemâl isminin görünme yeridir. Fakat bu kesâfet âleminde ve bu tabîat sahrâsında, görünme yerlerine yapışmış olan sıfatlar, celâli sıfatlar olup, onların bu sıfatlara uygun olarak kendilerine çektikleri isimler de, celâli isimlerdir. Çünkü bütün fenâlık kesâfet ve tabîatın gereğidir ve hayvâniyyet kesâfetle kâimdir ve ne kadar hayvâni sıfatlar varsa hepsi celâlîdir ve tabîatın kirliliklerindendir. Onun için eşler ile meşrû birleşmelerden sonra bile cenâbet hâlinden temizlenmek lâzımdır. İşte nebîlerin dâveti Celâl ismi terbiyesinden Cemâl isminin terbiyesinedir.



Soru: Nebîler celâli isimlerden cemâli isimlere dâvet ediyor. Fakat asılda bir Celâl isminin görünme yeri olan bir kimse, o hâs rabbinin zevki yâni hakîkatinin yaşanması ve sırât-ı müstakîmi üzerinde seyredeceğine ve kendi hakîkâti olan bu ismin dâiresinden dışarı çıkamayacağına göre, kendi peygamberine tâbî olup Hâdî yâni hidâyete erdirici Cemâl isminin terbiyesi altına girse bile, faydası olamayacaktır. Çünkü ilâhî hakîkatlerin değişmesi mümkün değildir. Şu halde dâvetin ona ne faydası vardır?

Cevap: Dâvetin fâydası, ancak Hak için hüccet-i bâliğanın yâni apaçık delilin sâbitliğidir. Çünkü peygamber gelip Celâl ehlini dâvet etmese, onların küfür ve  dalâletleri kuvvede kalıp fiile gelmezdi ve şu halde de Hakk'ın Adl ve Hakem isimleri açığa çıkmazdı. Cemâl ehli de böyledir.

Şimdi dâvet edilmiş olan kimselerde dört sûret tasavvur edilir:



Birincisi: Aslında bir Cemâl isminin görünme yeri olup, peygamberin dâvetine icâbetle sâlih ameller işler. Bu kimse zâhiren ve bâtınen Cemâl isminin terbiyesi altındadır.

İkincisi: Aslında bir Celâl isminin görünme yeridir. Fakat peygamberin dâvetine icâbetle, görünüşte şerîat üzere iş yapar olmakla beraber, hâs rabbi olan o Celâl isminin zevki ve sırât-ı müstakîmi üzeredir. Örneğin namaz kılar, oruç tutar, hacca gider; velâkin konuştuğu zaman yalan konuşur, vaâdettiği zaman sözünde durmaz, emânete hıyânet eder ve bunları yapmaktan zevk duyar, aslâ pişmanlık duymaz. İşte bunlar nifâk alâmetidir. Bundan dolayı geçici olarak cemâli isimlerin terbiyesi altında bulunsa bile fayda vermez. Çünkü ayn-ı sâbitesinin istîdâdı budur. Netîce hâs rabbi olan isim, onu sırât-ı müstakîminin en son derecesine, yânî kemâline götürür.

Üçüncüsü: Aslında bir Celâl isminin görünme yeri olmakla berâber, bu şehâdet âleminde dahi, zâhiren kendisini dâvet eden nebîye tâbî olmayıp inkâr eder. Kâfirler bu zümredendir. Bu kimse bâtınen ve zâhiren Celâl isminin terbiyesi altındadır.

Dördüncüsü: Aslında bir Cemâl isminin görünme yeri olup zâhirde tabîat perdeleriyle ve çevresinin etkileriyle kendisini dâvet eden nebîyi yalanlar; ve geçici olarak celâli isimlerin te'siri altında vakitlerini geçirici olur. Fakat bu küfür günleri içinde dahi hâs rabbi olan ismin zevki üzere bulunur. Örneğin küfretmekle berâber yalandan nefret eder; emânete hıyânet etmez; hálka zulümden çekinir; nihâyet hidâyet rüzgârı erişip birgün ezelî imânı açığa çıkar. İşte böyle bir kimse bâtınen Cemâl isminin ve zâhiren Celâl isminin terbiyesi altında bulunur.

Şimdi peygamberin dâvetiyle herkesin istîdâdının icâbı ne ise o açığa çıkar ve ilâhî irâde ne sûretle bağlanmış ise o gerçekleşir. Bu kazâ ve kader sırrı bahsi Üzeyr Fassı’nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır, oraya mürâcaat edilsin.

Bundan dolayı resûl ile vâris, tebliğ etme yönünden, ancak teklîfi emre hizmet ederler; yoksa irâdî emre hizmet etmezler. Bunun ayrıntıları da Ya'kûb Fassı'ndadır.

Bundan başka peygamber, aslında bir Cemâl isminin görünme yeri olan kimseyi, o cüz'î ismin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden daha kapsamlı ve daha toplayıcı olan ismin rubûbiyyetine yâni terbiyesine dâvet eder. Bu basîret üzerine dâvettir. Örneğin aslında Hâdî isminin terbiyesi altında bulunan bir kimse, isimlerin hepsini ihâta etmiş olan "Allah" ve "Rahmân" isimlerine dâvet olunur. Ve bundan ilâhî hakîkatlerin değişmesi lâzım gelmez. Bu esâs, okyanustan alınan bir bardak suyun yine okyanusa dökülmesine benzer. Alınan su değişmedi; belki okyanusa karışıp onda gark oldu. Ve bu toplayıcı isme görünme yeri olmak ancak, insan-ı kâmil’de olur.

Şimdi Hz. Şeyh (r.a.) dâvetin, bir ismin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden, diğer ismin rubûbiyyetine yâni terbiyesine olduğunu Hak Teâlâ Hazretlerinin “Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ” yâni "Biz o günde ittikâ sâhiplerini bölük bölük Rahmân'a toplarız" (Meryem, 19/85) mübârek sözüyle delil olarak örnek gösterirler.

Bilinsin ki, âlem ehli, ittikâ sahibi olmaları yönünden, Cebbâr isminin ihâtası altındadır. Ve ittikâ ceberût yâni aşırı azamet ve satvet yâni ezici kuvvet sâhibi olan bu ismin terbiyesinden ileri gelir. Bundan dolayı ittikâ sâhibi olan kimse Cebbâr isminin celîsi yâni birlikte bulunanı ve görünme yeridir. Şu halde onun satvet yâni ezici kuvvet ve ceberûtundan yâni aşırı azametinden ittikâ, genel rahmet sâhibi olan Rahmân ismine sığınmadır. Çünkü Rahmân'ın, rahmâniyyeti yönünden icâbı lütuf ve âtıfet yâni koruma ve af ve mağfirettir. İttikâ sâhipleri satvet yâni ezici kuvvet ve heybet yâni azamet veren Cebbâr isminden geçerek Rahmân ismi indinde toplanınca, onların vücûdunu genel rahmet kaplayacağından, artık rahmet edilmiş ve mağfiret edilmiş olurlar. Ve ittikâ sahiplerinin sayısı sayılmaz derecede çok olduğu ve her birisi, bir ismin görünme yeri bulunduğu halde, hepsinin Rahmân ismi altında toplanması, görünme yeri oldukları isimlerden daha kapsamlı ve daha toplayıcı olan bir isme dâvet olunduklarını gösterir.

Bunun aksi de böyledir. Yânî ittikâ sâhibi olmayan kimseler ki, dünyâda Rahmân isminin celîsidir yâni birlikte bulunanıdır; âhirette Cebbâr ve Müntakım gibi celâli isimlere dâvet olunurlar. Çünkü, bu kimselerin sayısı da pek çoktur. Ve her birerleri Şedîd, Dârr gibi birer celâli isimlerin görünme yeridir. Ve dünyada Rahmân ismi altında toplanmış olup çeşitli nefsâni hazlarını tatmin ederler. Fakat sonunda Müntakım ismi altında toplanıp kendilerinden intikam alınır.

Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ” yâni "Biz o günde ittikâ sâhiplerini bölük bölük Rahmân'a toplarız" (Meryem, 19/85) işte bu âyet-i kerîmede Hak Teâlâ, gâye harfi olan “ilâ”yı isimlerin hepsine kapsam olan “Rahmân" ismine bitişik kıldı ve bundan "Rahmân" isminin bütün isimlere kapsam olduğu anlaşılır. Çünkü "Rahmân" ismi ile "Allâh" ismi arasında fark yoktur.

Ve âlem ehlinden her birisi, bir ismin terbiyesi altındadır. Ve herkes kendi hâs rabbi olan ismin kuludur. Bundan dolayı peygamber o çeşitli isimlerden Rahmân ismi veyâ Allâh isminin terbiyesine dâvet eder.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “e erbâbun muteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr” (Yûsuf, 12/39) yânî "Farklı farklı rabler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı hayırlıdır?"

Ve aynı şekilde diğer bir âyette de buyurur: “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân” (İsrâ, 17/110) yânî "Yâ habîbim! De ki: “Allah'a dâvet ediniz veyâhut Rahmân'â dâvet ediniz!". Bu dâvet basîret üzere olan bir dâvettir. Çünkü farklı farklı rablerin kulu olmaktan kurtarıp bir ilâhın ubûdiyyetine yâni kulluğuna dâhil eder. Böyle olunca basîret sâhibi olan Muhammedî indinde dâvet, Hakk'ın hüviyyeti yönüyle değil, isimler yönüyledir. Çünkü Hakk’ın hüviyyeti her görünme yerinde mevcûttur.

Mâdemki dâvet isimler yönüyledir; ve biz bildik ki, âlem Cebbâr isminin ihâtası altındadır, şu halde âlem ehlinin Rahmân isminin ihâtası altına girmesi için bu Cebbâr ismi onların iitikâ sâhibi olmalarını îcâb etti. Ve Rahmân isminin îcâb ettiği takvânın hakîkatı budur ki, ittikâ sâhibi kendinden çıkan hayırları ve kemâlâtı nefsine bağlamayıp: Hakîkî fâil Hak'tır, bunların hepsi ona dönücüdür der ve Hakk'ı nefsine vikâye, yânî siper, edinir; ve şerrleri ve noksanlıkları kendi nefsine bağlayıp nefsini Hakk'a vikâye, yânî siper kılar. Çünkü noksanlıkların ve şerrlerin kaynağı izâfi ve îtibârî olan kevni vücûtlardır. Bundan dolayı bu noksanlıklar ve şerrler de izâfi ve îtibârî olan bir şeydir; ve yokluksal işlerdir.

Şimdi mekrlerinde "İlâhlarınızı terk etmeyiniz ve Vedd'i, ve Süvâ'yı ve Yeğûs'u ve Yaûk'u ve Nesr'i de terk etmeyiniz" (Nûh, 71/23) dediler. Çünkü muhakkak onlar ilâhlarını terk ettikleri zaman, onlardan terk ettikleri kadar, Hak'tan câhil olurlar. Çünkü Hak için her bir mâbûdda bir vech vardır. Onu bilen bilir ve bilmeyen de bilmez. Ve Hak Teâlâ Muhammedîler hakkında: "Ey Habîbim! senin Rabb'in ancak ona ibâdet etmenizi kazâ etti, yânî hükmetti" (İsrâ, 17/23) buyurdu (26).

Yânî dâvet eden ile dâvet edilen hüviyyeti yönünden bir şey olduğu halde, Cenâb-ı Nûh'un kavmini dâvet etmesinin mekr oluşu yönüyle kavmi de ona mekr olmak üzere birbirlerine hitâben dediler ki: “Sakın ilâhlarınızı terk etmeyiniz ve insan şeklinde yapılmış olan Vedd'i ve deve sûretindeki Süvâ'yı ve arslan sûretinde tasarlanmış Yeğûs'u ve at şeklindeki Yaûk'u ve kartal biçimindeki Nesr'i terk etmeyiniz. Çünkü bunlar ilâhî görünme yerleridir. Ve bizi dâvet eden peygamber ise, Hakk'ı bu görünme yerlerinden ihrâc edip, bu putlarda Hakk'ın vechini müşâhededen bizi meneder ve biz cem' ayn’ında olduğumuz halde, bizi farka dâvet eder dediler.

Doğrusu da Nûh kavmi ilâhlarını terk ettikleri zaman, onlardan terk ettikleri kadar, Hak'tan câhil olurlar. Çünkü Hak, hüviyyetiyle zerrelerin bütününde mevcûttur. Bundan dolayı O'nun her mâbûdda bir hâs vechi vardır. O vechi bilen kimse, Hakk'ı bilir ve bilmeyen kimse de, bilmez. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) "Ne tarafa dönerseniz dönün; Allâh'ın vechi oradadır."

Ârif i billâh Hasan Sencerî buyurur: Beyit:

Tercüme: "Kâfirler, putların yüzüne secde ederler. Bütün yüzler senin tarafınadır, bütün yüzler senin tarafına!... " 

Ve bu îzâhtan putperestliğin câiz olduğu anlaşılmasın. Belki putperestlik bayağı olan kimselerin ve Hudâ-perestlik ise mübârek olanların kârıdır.

Bilinsin ki, ulûhiyyet yâni ilâhlık ve me'lûhiyyet yâni ilâh edinmek ve âbidiyyet yâni kul oluş ve mâbûdiyyet yâni mâbud oluş ve sâcidiyyet yâni secde edicilik ve mescûdiyyet yâni kendisine secde edilenin oluşu, her bir aynda zâhirdir. Eğer bir kimse o görünme yerinin perde oluşuna ve put oluşuna ibâdet etse veyâhut o îmal edilmiş olan mâbûd’ta ilâh’ın hayâline tapsa, kendi hayâline ve hevâsına tapmış olur. Ve buna yalnız putperestlerin putu değil, mü'min geçinen birtakım kimselerin kendi inançlarındaki ve hayâllerindeki ilâh dahi dâhildir. Fakat bir kimse her mâbûdda ve her görünme yerinde sınırlama ve tâyîn bulunmaksızın bir tek, ahad olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etse, o kimse ârif ve keşf ehli olmuş olur. Bunun için Allah Teâlâ, Muhammedîler hakkında: "Yâ habîbim, bütün her şeyin Rabb'i olan senin Rabb''ın, âncak O'na ibâdet etmenizi kazâ, yânî hükm etti" buyurdu. Çünkü, her kim puta tapsa veyâhut hayâl ettiği bir mâbûda ibâdet etse, mutlaka Hakk'a ibâdet etmiş olur. Çünkü gerek sûrî görünme yerlerinde ve gerek hayâller gibi mânevî görünme yerilerinde açığa çıkan hep Hak'tır. Vücût birdir; o da ancak Hakk'ın vücûdudur. Beyt:

Tercüme:

"Gayreti cihanda gayri koymadı; şübhesiz bütün eşyânın"ayn"ı oldu."

Şimdi, âlim olan bilir ki, ibâdet olunan kimdir ve hangi sûrette zâhir oldu, tâ ki ibâdet olundu. Ve bilir ki, muhakkak farklılık ve çokluk kendisine tahsis edilen sûretlerdeki a'zâ gibi ve rûhâni sûretlerde mânevi kuvvetler gibidir. Böyle olunca, her bir mâbûdda Allâh'ın gayrisine ibâdet olunmadı. Bundan dolayı kulun en aşağısı onda ulûhiyyet hayâl eden kimsedir. Eğer bu hayâl etme olmasaydı, taşa ve onun gayrisine ibâdet olunmazdı. Ve işte bunun için, Hak Teâlâ buyurdu ki: "Sen onlara, mâbûdlarınızı isimlendirin, de!" (Ra'd, 13/33) Şimdi eğer onlar o mâbûdları isimlendirselerdi, onlar onları taş, ağaç ve yıldız isimleriyle isimlendirirlerdi (27).

Yânî Muhammedî olan evliyâdan âlim-i billâh olan kimse, putperestlerin ibâdet ettikleri zaman kime ibâdet edildiğini ve ibâdet edilenin hangi sûrette zâhir olduğunu bilir; ve aynı şekilde o âlim-i billâh olan bilir ki, bir olan mâbûd’daki farklılık ve çokluk, insanın kendisine tahsis edilen sûretlerindeki, eli, ayağı, kulağı, gözü ve benzeri a'zâsı gibidir; ve rûhâni sûretlerde de görme kuvveti, işitme kuvveti, koklama kuvveti, dokunma kuvveti, düşünme kuvveti, hâfıza kuvveti ve hayâl kuvveti ve benzeri mânevi kuvvetleri gibidir. Yânî insanın a'zâ ve kuvvetlerinin çokluğu sûretinin ahadiyyetine eksiklik vermediği gibi, mâbûdların çokluğu ve farklılığı da Hakk'ın ahadiyyetine  mânî değildir. Bundan dolayı her hangi mâbûda ibâdet olunursa olunsun, yine Hakk'a ibâdet olunmuş olur. O'nun gayrine ibâdet edilmesi tasavvur edilebilir değildir.

Şu halde, kulun en aşağısı, her bir mâbûdda Hakk'ı müşâhede etmeyip onda ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl eden kimsedir. Böyle olan kimse ilâhdan gâfil ve perdelidir. Eğer her ibâdet olunan şeyde ulûhiyyet ma’nâsı hayâl edilebilir olunmasaydı, taşa ve onun gayrı ay ve güneş gibi şeylere ibâdet olunmazdı. İşte her mâbûdda ulûhiyyet hayâl edilir olunduğu için, Hak Teâlâ Hazretleri: Yâ habîbim! sen kavmine: "Siz mâbûdlarınızı adlarıyla çağırınız de!" (Ra'd, 13/33) buyurdu. Şu halde, eğer onlar o mâbûdları adlarıyla çağıraydılar, elbette onlara taş, ağaç ve yıldız adlarını verip onları "Allah" ismiyle isimlendirmezlerdi.

Ve eğer onlara: "Kime ibâdet ettiniz?" denilse, "Bir ilâh’a" derlerdi. Allâh'a ve ilâha demezlerdi. Ve âbidin âlâsı, onda ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl etmedi. Belki bu, ilâhî aynadır; onun hürmeti gerekir, dedi. Böyle olunca o sınırlamaz. Hayâl sâhibi olan en aşağı kul ise: "Biz, bunlara bizi Allâh'a yakınlığı yaklaştırsınlar diye taparız" (Zümer, 39/3) derler. Ve âlâ kul, der ki: "Sizin ilâhınız ancak bir ilâh’tır"; bundan dolayı nerede açığa çıkarsa "O'na teslim olun"; ve tabîat ateşi sönmüş olan "muhbitlere yâni tevâzû sahiplerine müjde ver!" (Hac, 22/34) Şimdi onlar "ilâh" dediler ve "tabîat" demediler (28).

Yânî Nûh kavmine veyâ çeşitli putlara tapan kimselere "kime ibâdet ettiniz?" diye sorulsa, onlar cevaplarında elbette bir ilâh’a, yânî kayıtlı ilâh’a taptık derlerdi. Yoksa Allah Teâlâ'ya ve mutlak ilâh’a taptık demezlerdi. Demek ki, onlar da, mâbûdlarında mutlak uluhiyyeti sınırlamıyorlar; belki ulûhiyyeti hayâl ediyorlar. Fakat her görünme yerinde ve zerrelerinin bütününde Hakk'ı müşâhede eden âlâ kul, o putlarda ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl etmez; belki bu ilâhî aynadır, hürmeti îcâb eder, der. Bundan dolayı o, Hakk'ı belirli ve kayıtlanmış mâbûd’a mahsûs kılmaz. Çünkü bu kul bütün eşyâ aynalarında Hakk'ı müşâhede eder ve bu mâbûd dahi o âynalardan birisidir. Ve Hak, zâtı yönünden bir ve aynalarda yansıyan isimlerinin sûretleriyle çoktur.

Ve bu mâbûdda ulûhiyyeti hayâl eden en aşağı olan kul ise, âlâ kulun müşâhedesinden habersiz olduğundan, biz bunlara bizim Allâh'a yakınlığımızı yaklaştırsın diye tapıyoruz derler. Nitekim günümüzde Îsevîlere Hz. Îsâ'nın ve Hz. Meryem'in resimleri önünde niçin tapındıkları sorulduğu zaman aynı cevâbı veriyorlar. Fakat âlâ kul onlarâ hitâben: “Sizin ilâhınız ancak bir ilâh’tır. Nerede açığa çıkacak olursa olsun ona teslim olun; Hakk'ın çok olan tecellîleri sizi bir olan zât’tan perdeye düşürmesin,” der.

Ey me'mûr olan zât! Tabîat ateşleri sönmüş ve Hakk'a perde olan benlikleri kırılmış olan muhbitîn, yânî haşyet duyan tevâzû sâhipleri, "ilâh" dediler, "tabîat" demediler. Çünkü kendilerinde gâlip olan şey ne ise onu bildiler. Ve onların tabîat ateşleri söndüğü zaman, ilâhîyyet zâhir ve gâlip olur ve kendilerinde olan tabîat ateşinin sönmesinden, tabîatın te’sir edilebilir olan bir şey olduğunu ve tasarrufun tabîat için değil, Hak için sâbit olduğunu bilirler. Bundan dolayı onlar "ilâh" ismini verirler. Eski ve yeni filozoflar gibi "Tabîat şöyle yaptı, böyle yaptı" demezler. Oysa tabîat, tasarruf edici değildir; belki kendisi tasarruf mahalli ve infiâl yâni fâilin fiilini kabûl eden mahaldir.

"Ve birçoğunu şaşırttılar. "yânî bir’in vecihleri ve bağıntıları ile sayılmasında hayrete düşürdüler. Ve kitâba vâris kılınıp güzide olmuş olan, nefislerine "zulmedenler" çoğaltmadılar." Ve o üçün ilkidir. Şimdi, Hak onu "muktesıd" ve "sâbık" üzerine öne geçirdi. Ancak dalâlen, yânî hayreten, arttırdı. Muhammedî ise "Sen'de hayreti bana arttır!" dedi. Her ne vakit onlara aydınlık olsa, onun içinde yürürler ve üzerlerine karanlık bastığında dururlar. Şimdi hayrette olan için devr vardır ve devr hareketi kutbun etrâfındadır; ondan ayrılmaz (29).

Yânî Nûh kavmi bir olan vücûdu, görünme yeri aynalarına yansıyan onun muhtelif vecihlerini ve sûretlerini ve kendisinde olan isimler ve sıfat bağıntılarını saymak sûretiyle hálkın bir çoğunu şaşırtıp hayrete düşürdüler.



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin