Bitiş: 30 Kasım 1916 Perşembe gecesi saat 04:00.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
- 4 –
BU YÜKSEK FASS İDRÎS KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN "KUDDÛSİYYE HİKMETİ"NİN BEYÂNINDADIR
"Kuddûsiyye Hikmeti"nin İdrîs Kelimesine tahsîsindeki hikmet budur ki: İdrîs (a.s.) ağır riyâzât ile nefsini hayvâni sıfatlardan ve tabîat kirlerinden ve ârızî noksanlıklardan temizlemiş ve sonuçta rûhâniyyeti hayvâniyyeti üzerine üstün gelerek, madde beden kaydından çıkmış ve mi'râc sâhibi olmuş ve melekler ve saf rûhlar ile karşılıklı görüşme ve konuşmalarda bulunmuş idi. Nitekim, on altı sene yiyip içmediği ve uyumadığı ve salt akıl hâline geldiği hikâye olunur.
Bu ma’nâlar, cismâni kesâfeti içinde, fikrî görüşlere dayalı olan aklı vücûduna hâkim olan filozoflarca kabûl edilir bir şey değildir. Fakat ne yapsınlar ki, onların akılları cisim ve cismâniyyet dâiresinde mahsûr ve mahbus kalmıştır. O sınırların dışına çıkamazlar; ve "insan yiyip içmese ve uyumasa ölür" derler. Gerçi bu hükümleri, vücûtlarında kesâfet hükümleri hükümrân olan kimseler için doğrudur. Velâkin nefislerini, tabîat kirlerinden ve cismâni kesâfetten kurtaran kişiler hakkında aslâ doğru değildir. Bu kişilerin hâllerinden haberdâr olmaya cüz'i akıl sâhipleri için imkân yoktur. Çünkü, onların akılları sınırlı bir dâire içerisinde mantık ve tabîat kayıtları ile bağlı kalmıştır.
"Kuddûs", mukaddes ma’nâsına "takdîs"ten türemiştir. Sözlük ma’nâsı "tathîr yâni temizlemek"dir. Ve terim olarak "Hakk'ı, imkân ve ihtiyâçtan ve kevni noksanlıklardan ve kendinin gayri bulunan mevcûtlara göre kemâl sayılan kemâlâttan, Cenâbına lâyık olmayan şeyden temizlemektir". Çünkü, Hak Sübhânehû ve Teâlâ ve onun zâti kemâlâtı, akıl ve vehim ve hayâl ile idrâk olunan kemâlâttan a'lâ ve ecelldir. Nitekim kemâl ehlinden mübârek bir zât Cenâb-ı Kibriyâ'ya hitâben buyurur: Rubâî:
Tercüme: "Ey noksandan pâk ve ey yokluktan beri olan Zât-ı Celîl! Senin vasfında akıl ileriye bir adım atabilir mi? A'mâ olan kimse, kulağıyla renkleri ve sûretleri nasıl görür? Veyâhut sağır, göz ile nağmeleri nasıl işitebilir?"
Çünkü gayre mensûb olan kemâlât asl makâmından inmiştir; ve hakîkî mutlaklıktan hâriç ve kayıtlanmıştır ve ilâhi kemâlât üzerine bir daldır. Ve "kuddûs" nitelik ve nicelik îtibârıyla "Subbûh"dan daha hâstır. Çünkü, onda pek şiddet ve çoklukla zâtı tenzîh ma’nâsı vardır.
"Hak tenzîh ve teşbihten münezzehtir" denildiği zaman, tenzîh ve teşbîhten tenzîh edilmiş olur. Ve tenzîhin bu türünde fazla mübâlağa vardır. "Fenânın fenâsı"nın "fenâ"dan daha beliğ olması gibi. Ve "teşbîh", yalnız cem' makâmı ve "takdîs" ise cem' makâmı ve ayrıntılama dolayısıyladır, denilebilir. İşte bunun için Nûh (a.s.)’ın tenzîhi akli ve İdrîs (a.s.)’ın tenzîhi de hem aklî ve hem nefsîdir, demişlerdir. "Subbûhiyye hikmeti" ile "kuddûsiye hikmeti" arasında ma’nâ olarak ve mertebe olarak ilişki olduğu için bir diğerine yakın kılınmıştır. Ve Nûh (a.s.), her ne kadar zamân olarak İdrîs (a.s.)’dan sonra gelmiş ise de, daha beliğ olanın sonraya bırakılması evlâ olduğundan, onun hikmeti "subbûhiyye hikmetin"den sonra getirildi.
Ulüvv, iki nisbettir. Mekân ulüvvü ve mekânet ulüvvüdür. Şimdi mekân ulüvvü “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” yâni “Ve onu, yüksek bir mekâna kaldırdık.” (Meryem, 19/57) ve mekânların âlâsı, felekler âlemi değirmeninin onun üzerine döndüğü mekândır. Ve o, güneş feleğidir. Ve İdrîs (a.s.)’ın rûhâniyyet makâmı ondadır. Ve altında yedi felek ve üstünde yedi felek vardır. Ve o, on beşinci felektir. Şimdi onun üstündekiler Ahmer feleği, yâni Merih yâni Mars, Müşterî feleği yâni Jüpiter, Zuhâl feleği yâni Satürn, Menâzil feleği yâni yıldızlar feleği, Atlas feleği, Burçlar feleği, felek Kürsîsi ve felek Arş'ıdır. Ve onun altında Zühre feleği yâni Venüs, Utârid feleği yâni Mekür, Kamer feleği yâni Ay ve Esîr Küresi ve Havâ Küresi ve Su Küresi ve Toprak Küresidir. Bundan dolayı o, feleklerin kutbu olması yönüyle refî yâni yüksek mekândır. (1).
Yânî ulüvv ve yükseklik iki nisbettir: Birisi mekânın,diğeri de mekânetin ve mertebenin yüksekliğidir. Ve mekânın ulüvvünün delili Kur'ân-ı Kerîm'de İdrîs (a.s.) hakkında gelen “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni "Biz onu yüksek mekâna kaldırdık" mübârek sözüdür.
Ve mekânların en yükseği, üstüne felekler âlemi değirmeninin döndüğü mekândır ki, o da güneş feleğidir. Çünkü dünyâdan îtibaren kendi güneş sistemimizin merkezine yönelik en yüksek bir mesâfe ve bir mekâna çıkılması düşünülse, o mekân ancak güneş feleğidir. Ve bu îtibar, dünyâdan böyle olduğu gibi Jüpiter ve Satürn’den de böyledir. Çünkü, Güneş sistemini teşkîl eden gezegenlerin hepsinin merkezi Güneş feleğidir.
Ve İdrîs (a.s)’ın rûhâniyyet makâmı oradadır. Çünkü İdrîs (a.s.) beşeri tabîat sıfatlarından soyunmuş olup rûhâni sıfatlar ve nûrâni sûret ile bâkî kaldı. Bundan dolayı, karanlık nefsinin sûreti aydınlık rûhunun sûretine dönüşmüş oldu. Ve sûreti de, rûhani sûretine uygun olan misâl âleminin rûhani sûretine geçti. Ve bu nûrâni ilişki ile Güneş feleğine yükseldi. Ve Güneş feleğine cisim ile yükselmek maddeten mümkün değildir. Ve mümkün olduğu var sayılsa, Güneş cismi yakar ve onun kesâfetini yok eder. Çünkü güneş küresi, dünyâ küresi gibi soğuk ve katı bir cisim değil, akıcı veyâ ateş buhârı bir haldedir. O makâma ancak rûhen yükselmek mümkündür. Çünkü latîf rûh, kesîf cisim gibi, ateşte yanıp erimez. Nitekim, riyâzâtla lâtifleşen evliyâullâhtan ateşte yanmamak ve suya batmamak ve havada uçmak gibi rûhi eserler görülür.
Bilinsin ki, Hz. Şeyh (r.a.) Güneş feleğinin mekân ulüvvünü anlatmak için eski astonomi gereğince feleklerin mertebelerini saymıştır. Yüksek maksatları astronomi ilminden bahsetmek değil, Güneş sistemine göre, insânlara mekân ulüvvünü anlatmaktır. Bunu anlatmak için yüksek zamânlarındaki âlimlerin düşüncelerine uygun beyânlarda bulunmuşlardır. Ve bu yüksek beyânlar, yeni astonomiye göre mekân ulüvvünün değişmesini gerektirmez.
Şöyle ki, eski astronomiye göre Güneş, feleklerin merkezi olması îtibarıyla onun altında veyâ üstünde olan her bir felekten Güneşe bakılsa maddi mekânların en yükseğidir. Ve yeni astronomiye göre güneş sisteminin merkezi ve kalbi, yine Güneş feleğidir. Ve bu sistemi oluşturan gezegenlerin hepsi, Güneşin etrâfında bir alan üzerinde dönerler. Güneşe en yakın bulunan Merkür olup ondan (57.85) milyon km, Venüs (108.1) milyon km, Dünya (149.5) milyon km, Mars (227.72) milyon km ve küçük gezegenler denilen asteroidler yaklaşık (400) milyon km, Jüpiter (777.6) milyon km, Satürn (1425.6) milyon km, Uranüs (2868.1) milyon km ve Neptün (4494.1) milyon km uzakta döner.
Bundan dolayı bu gezegenlerin herhangi birisinden kendi merkezi olan Güneşe bakılsa, maddi mekânların en yükseği "Güneş" olmuş olur. Şu halde Güneş, gerek eski astronomiye ve gerek yeni astronomiye göre, feleklerin kutbu olması yönünden refî yâni yüksek mekândır. Bunda aslâ ihtilâf yoktur. Ammâ, merkezden bakılmayacak olunursa, dünyâdan îtibaren güneşten daha yüksek maddi mekânlar çoktur. Uranüs, Neptün veyâ diğer güneş sistemleri gibi. Buradaki ulüvv, her gezegenin kendi merkezi olan güneşe göredir. Çünkü cenâb-ı İdrîs, dünyâda bulunduğu halde hakkında “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni "Biz onu yüksek mekâna kaldırdık" buyruldu.
Soru: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de mutlak olarak “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni "Biz onu yüksek mekâna kaldırdık" buyuruyor. Ve kaldırıldığı mekânın güneş olduğunu açıkça belirtmiyor. Oysa bir dâire çevresinin herhangi bir noktasından merkezden geçmek üzere dik bir çizgi çizilse, yâni dâirenin tam çapı çizilse, karşıdaki çevreden geçtiği nokta merkezden daha uzak ve daha refî yâni yüksek olur. Bu îtibarla güneşin refi yâni yüksek mekân olmaması gerekir.
Cevap: Bu yüksek fassın sonunda beyân olacağı üzere ulüvv dört çeşittir: Zâtî ulüvv, sıfâti ulüvv, mekânet yâni mertebe ulüvvü, mekân ulüvvüdür. Âyet-i kerîmede mekân ulüvvü ibâre ile ve diğer ulüvvler işâret dili ile beyân buyurulur. Güneşten başka bu dört nevi ulüvv ile vâsıflanmış olan hiçbir mahal yoktur. Çünkü güneş, kendi tâbîi olan gezegenlerin kaynağı olduğundan onlara göre zâtî ulüvv sâhibidir. Ve bu tâbî olan gezegenler onun ışık ve ısısına muhtâç olduklarından, bu yönle sıfâtî ulüvv sâhibidir. Ve çekim gücüyle onların hâkimi ve idârecisi olduğundan, mekânet yâni rütbe ulüvvü ile vâsıflanmıştır. Ve her birisinden, kendisine kadar olan mesâfelerin hepsinden daha uzak ve daha refî yâni yüksek olduğundan mekân ulüvvü sâhibidir.
Not:
Ulüvv, "Alâ" fiilinin mastarı olup büyüklenmek, azmak, taşkınlık etmek, zorbalık yapmak, üstüne çıkmak ve yükselmek demektir. İsim şekli olan âlî, ulu, yüce, kibirli demektir. Çoğulu âlîndir.
Ve mekânet yâni rütbe ulüvvüne gelince, o bizim için, yâni Muhammedîler içindir. Allah Teâlâ “entumul a’levne” yâni “ “Siz âlîlersiniz” (Muhammed, 47/35) buyurdu. Ve Allah Teâlâ bu ulüvvde sizinle berâberdir. Ve o, mekândan müteâlî yâni âlî olandır ve mekânetten müteâlî yâni âlî olan değildir (2).
Yânî mekânet ulüvvü ve mertebe ve derece ulüvvü, özellikle bizim için, yâni Muhammed (s.a.v.)’e tâbî olan vârisler içindir. Nitekim Hak Teâlâ, Muhammedîler hakkında “entumul a’levne” (Muhammed, 47/35) yâni "Siz âlîler yâni üstünlersiniz" buyuruyor. Siz, sizin dışınızdaki ümmetler üzerine mertebe olarak ve derece olarak âlîler yâni üstün olanlarsınız demektir.
Ve Allah Teâlâ isimlerinin toplayıcılığı yönünden bu mekânet yâni rütbe uluvvünde sizinle berâberdir. Çünkü, sizin "hüviyet"iniz Hak'tır. Ve siz Hakk'ın zâhirisiniz. Çünkü, Hak cisim olmadığı yön ile mekândan müteâlî yâni yücedir. Fakat mekânetten yâni mertebeleri oluştan müteâlî yâni yüce değildir.
Ve ulüvv nisbeti iki sûretle olur: Birisi "âlî olan"ın sırf kendi şânındandır. Bu ulüvv, hakîkî ve zâtî ulüvvdür. Diğeri âlî mekâna göre olur. Bu dâ izâfi ulüvvdür. Bundan dolayı Hakk'ın ulüvvü, hakîkî ve zâtî ulüvv olan mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. Çünkü, Hakk'ın mutlak vücût mertebesi kayıtlı vücût mertebesinden âlâdır.
Ve ne zaman ki, bizden amel sahibi olan nefisler korktu, Hak Teâlâ berâber oluşu “ve len yetireküm a'maleküm;” yâni “ve sizin amellerinizden asla eksiltmez” (Muhammed, 47/35) sözüyle tâbî kıldı. Şimdi amel mekânı taleb eder. İlim ise mekâneti yâni rütbeyi taleb eder. Böyle olunca Hak Teâlâ bizim için iki ulüvv yâni yükseklik arasını birleştirdi ki, biri amel ile mekân ulüvvü ve diğeri ilim ile mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. Daha sonra berâber oluşta ortaklığı tenzîh için "Sen âlâ Rabbini bu mânevi ortaklıktan tesbîh et" (A`lâ, 87/1) buyurdu. Ve insanın, yâni insan-ı kâmil’in, mevcutların âlâsı olması işlerin acâibindendir. Oysa ister mekâna veyâ ister dereceden ibâret olan mekânete olsun, ulüvv, ancak ona tâbî oluş ile nisbet olundu. Böyle olunca onun ulüvvü bizzât olmadı. Bundan dolayı, o mekân ulüvvü ve mekânet ulüvvü ile âlîdir. Şu halde ulüvv, onlar içindir (3).
Yânî Muhammed (s.a.v.) sûresinde olan “Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum.” (Muhammed, 47/35) âyet-i kerîme sindeki “ve entumul a’levne” yâni “Siz âlîlersi-niz” sözü ile Hak Teâlâ bizi âlî oluş yâni üstün oluş ile vasfedip “vallâhu meakum” yâni “Ve Allah sizinle berâber” sözü ile de bizimle berâber olduğunu isbât edince, Muhammedî ümmetinden ilâhi hâkikâtlerden haberi olmayıp yalnız sâlih ameller işleyen kimseler, ulüvvden mekânet ulüvvünü anladılar; ve "Hak, mekândan münezzehdir; bundan dolayı bizim için mevcût olan âlî oluş, ilim yönüyledir. Çünkü biz kesîf cisimiz ve mekânı oluş ile vâsıflanmışız. Eğer bizim ulüvvümüz mekân ile olsa, bizimle Hakk’ın berâberliği mevcût olduğuna göre, Hakk'ın mekândan münezzeh olmaması lâzım gelir. Oysa amellerin sûreti olur. Ve sûret ise mekân ister. Ve Hak bizimle berâber olup ulüvvümüz de mekânet ve mertebe ulüvvünden ibâret olunca amellerimizin sûretleri nerede muhafaza olur?" diyerek amellerinin mükafatının kaybolacağından korktular. Bunun için Hak Teâlâ “vallâhu meakum” yâni “Ve Allah sizinle berâber” sözünü tâkiben “ve len yetirekum a’mâlekum” yâni "Allah Teâlâ cismâni amellerinizden ve onların mükâfatlarından bir şey noksan kılmaz" sözünü beyân buyurdu.
Şimdi, amel mekânı ve ilim, mekâneti yâni rütbeyi ister. Çünkü amel cismin âzâ ve organları vâsıtasıyla çıkmış olan sûretlerden ibârettir. Ve o sûretler kevn âleminde muhafazalıdır. Bu hâl, zamânımızda, hissî bakış ile de görülebilir. Nitekim cismin her anda olan fiilerini ve hareketlerini önüne bir enstantane fotoğraf makinesi konulunca kaydetmek mümkün oluyor. Bundan dolayı cismin hâllerinin ve hareketlerinin bütün sûretleri her yönden uzaya dağılıp sür'atle gitmektedir. Kevn âlemi içinde ondan bir şey kaybolmaz. Hattâ varsayalım yüz sene evvel dünya üzerinde gerçekleşen savaşların sûretlerini, bu sûretlerin uzaydaki sür'atlerinden daha serî bir sûrette mesâfe katederek bir fotoğraf makinesiyle önlerine geçilmesi mümkün olsa, onların hepsi kaydedilebilir.
Ve (Yûnus, 10/61) “Ve mâ tekûnu fî şe'nin ve mâ tetlû minhu min kur'ânin ve lâ ta'melûne min amelin illâ kunnâ aleykum şuhûden” yâni "Biz ancak sizin üzerinize şâhit ve gözetleyici olduğumuz halde, bir işte olursun ve Kur'ân okursun ve amelinden bir şey işlersin" âyet-i kerîmesi Hakk'ın birlikte oluşu ile beraber insanın işlerinin ve sözlerinin ve amellerinin kaydediliyor oluşunu beyân buyurur.
Şimdi amellerin sûretleri en yüksek mekân olan Sidretü'l-müntehâya kadar erişir. Ve "Sidre" sözlükte "kenardaki ağaç" ma’nâsına gelir. Ve güneş sistemimizi oluşturan her bir gezegen bir ağaç derecesindedir. Bundan dolayı "Sidretü'l-müntehâ" en son gezegenin taayyününden ibâret olur ki, bu gezegene "Neptün" denilmektedir. Ve bu gezegene ulaşan güneş ışıkları, dünyâya ulaşan ışığın binde biri oranındadır. Ve hayâli sûretlerin kemâliyle dağılması güneş ışıklarının bulunduğu mahallerde gerçekleşir. Ve bu son gezegen dünyâdan îtibaren dahi güneş sistemimizi oluşturan gezegenlerin en uzağı ve en yükseğidir. Fakat bundaki ulüvv, ancak mekân ulüvvüdür. Daha önce bahsedilen üç nevî güneş ulüvvü gibi, burada mevcût değildir.
İşte bu kaydedilen hayâli sûretler âhiret yurdunda, o ortamın maddesine göre vücûtlanarak sâhibine eşlik eder. Eğer ameller sâlih ise, güzel sûrette ve eğer fenâ ise fenâ sûrette vücût bulur. Bundan dolayı herkes dâhil olacağı cennetin nîmetlerîni, hûrîlerini, gılmanlarını ve diğer nîmetlenme sebeplerini âlemde oluşturup berâberce götürür. Çünkü “eddünya mezraâtül ahiratün” yâni “Dünyâ ahiretin tarlasıdır” buyrulmuştur. Ve kâfirler ise aynı şekilde cehennemi ve cehennemdeki azâbın çeşitlerini dünyâda oluşturup intikâlleri anında birlikte götürür. İşte bunun için Hak Teâlâ “inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrin” (Tevbe, 9/49) yâni "Cehennem kâfirleri, her an ihâta edicidir" buyurmuştur.
Şu halde ümmet-i Muhammedîyyeden olan bizler için Allah Teâlâ iki ulüvv yâni yükseklik arasını birleştirdi: Birisi amel ile mekân ulüvvü ve diğeri, ilim ile mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. İşte Hak Teâlâ "hüviyyet"inin bizimle berâber olduğunu “ve hüve meaküm” yâni “O sizinle berâberdir” sözü ile isbât buyurmakla, âlî oluşta ortaklığı vurgulayarak bu ibâreyi kullandıktan sonra, bu ortaklık vurgusunu kaldırmak için "Âlâ olan Rabb'inin ismini bu mânevi ortaklıktan tenzîh et!" dedi. Çünkü bizim vücûtlarımız, kayıtlanmış vücûtlar olduğundan, Hakk'ın bizim için birleştirdiği iki ulüvv, yâni mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ile bizim birleştiriciliğimiz kayıtlı birleştiricilik olmuş olur. Ve biz Hakk'ın mutlak vücûdu dolayısıyla âlâlarız. Halbuki, Hak Teâlâ küllün yâni bütünün ayn’ıdır. Ve onun ulüvvü zâti ulüvvdür. Ve hiçbir vücût dolayısıyla oluşmuş olan bir ulüvv değildir. Bundan dolayı kayıtlı vücût sâhibi olan kula bağlanan ulüvv, mutlak vücût olan Hakk'ın ulüvvüdür. Ve bu ulüvv Hakk'ın "Aliyy" ismi ile ona olan tecellîsi kadardır. Ve şu halde, ulüvvün aslında Hakk'a ortaklık mümkün değildir.
Ve insan-ı kâmil’in mevcûtların âlâsı olması pek şaşılacak şeylerdendir. Oysa ona bağlanan ulüvv, ya mekâna veyâ mekânete, yâni rütbeye, tâbî oluş ile bağlandı. Bundan dolayı onun ulüvvü zâtından dolayı değildir. Belki o, mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ile âlâdır. Böyle olunca ulüvv bağlantısı, mekân ve mekânet için sâbittir. Ve insan-ı kâmil “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” ve bir rivâyette “Allah Âdem’i Rahmân sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfı gereğince ilâhi sûret üzerine mahlûktur. Ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli bu şehâdet mertebesinde açığa çıkan insan-ı kâmilin vücûduyla hâsıl olmuştur. Ve insan-ı kâmil kendi nefsinde bütün ilâhi mertebeleri toplamıştır. Ve onun dışındakiler kemâlde noksandır. Bundan dolayı insan-ı kâmil, mevcûtların âlâsıdır
Şimdi mekân ulüvvü “errahmânu alel arşisteva” “Rahmân arş üstüne istiva etti” (Tâhâ, 20/5) gibidir. Ve o, mekânların âlâsıdır. Ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ise, “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “Herşey helâk olucudur O’nun vechi dışında” (Kasas, 28/88) , “ve ileyhi yurceul emru küllühu” yâni “Emrin hepsi O’na döner” (Hûd, 11/123) , “eilâhun meallah” yâni “O’nunla beraber ilah var mıdır” (Neml; 27/63) dir. Ve Hak Teâlâ “Ve refa'nahu mekânen aliyyen” yâni ”Biz onu yüksek mekana kaldırdık” (Meryem, 19/57) buyurduğunda, "aliyyen" yâni yüksek sözünü mekân için nitelik kıldı. “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halifeten” yâni “Rabbin meleklere, “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti” (Bakara, 2/30) Bu, mekânet ulüvvüdür. Ve melekler hakkında “estekberte em kunte minel âlîn” yâni “kibirlendin yoksa âlîlerden mi oldun?” (Sâd, 38/75) buyurdu. Bundan dolayı, ulüvvü melekler için kıldı. Eğer melâike olmalarından dolayı olsaydı bu ulüvve meleklerin hepsi dâhil olurdu. Vaktâki melek târifinde ortak oluşlarıyla berâber hepsine yaygın olmadı; biz bildik ki, muhakkak bu, Allah indinde mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. Ve insânlardan halifeler de böyledir. Eğer onların halife oluşu ile olan ulüvvü, zâti ulüvv olsaydı, her insan için olur idi. Vaktâki herkese yaygın olmadı; biz bildik ki, muhakkak bu ulüvv, mekânet yâni rütbe içindir (4).
Yânî ulüvv, mekân ve mekânet için sâbit olup ulüvv-i mekân Hak Teâlâ'nın “errahmânu alel arşisteva” yâni "Rahmân arş üzerine istivâ eyledi" sözüyle te’yid edilmiştir. Çünkü cismânî âlemin sonu Arş'tır. Ve Arş, cismânî âlemin tamamını ihâta etmiştir. Şu halde Arş, mekânların en yükseğidir. Ve Hak Teâlâ, "Rahmân" ismiyle Arş üzerine istivâ edince, onun için mekân uluvvü sâbit olmuş olur.
Mekânet uluvvüne gelince “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “Herşey helâk olucudur O’nun vechi dışında” (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesi Hak için bu mekânet uluvvünü isbât eder. Çünkü her bir şey helâk olucudur. Ancak onun "vech"i ve "zât"ı helâk olucu değildir. Çünkü kayıtlı vücûtlar mutlak vücût ile kâimdir. Ve kayıtlı olan vücût, taayyün kaydından kurtulunca, mutlak ayn olur. Ve bu, Hakk'ın mekânet ulüvvüdür.
Ve aynı şekilde “ve ileyhi yurceul emru küllühu” (Hûd, 11/123) yâni "Emrin hepsi ona döner" ve "O'nunla berâber ilâh var mıdır?" (Neml, 27/63) âyet-i kerîmeleri de, bu mekânet uluvvünü isbat eder. Çünkü kayıtlı vücûtlar helâk olup taayyün elbisesinden soyunduğu zaman, vücûdun aslı olan mutlak vücûda katılır ve döner. Bundan dolayı gayr için vücût olmayınca, Allah ile berâber ilâh olması tasavvur edilebilir değildir.
Ve Hak Teâlâü, İdrîs (a.s.) hakkında “Ve refa'nahu mekanen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni "Onu âlî mekâna kaldırdık” buyurduğunda, "aliyy" güzel sıfatını mekâna nitelik kıldı. Yânî mekânı "aliyy" güzel sıfatı ile vasıflandırdı. Şu halde ulüvv, insanın vasfı değil, mekânın vâsfı olur. Ve insan o âlî mekâna çıkmakla âlî olur.
Ve Hak Teâlâ, Âdem (a.s.) ve evlâdı hakkında “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) yâni "Rabbin meleklere hitâben ben yeryüzünde halîfe kılıcıyım, dediği vakit" buyurduğunda, bu söz dahi mekânet yâni rütbe ulüvvünü gösterir. Çünkü bu sözde mekânet ulüvvü, hilâfet rütbesine tahsis edilmiştir. Bundan dolayı insan, kendi nefsinde bütün ilâhi mertebeleri toplamış olarak hilâfet rütbesine sâhip olmakla mekânet ulüvvü sâhibi olur. Bu halde de ulüvv, insanın vasfı değil, mertebenin vasfı olmuş olur.
Ve aynı şekilde Hak Teâlâ İblîs’e hitâben, melekler hakkında: "Sen Âdem'e secdeden kibirlendin mi? Yoksa sen, âlîn meleklerdenmisin?" (Sâd, 38/75) buyurdu. Ulüvvü âlîn melekler için sâbit kıldı. Çünkü âlîn melekler, meleklerin bir sınıfıdır ki, Hak'ta heyemânlarının yâni aşklarının şiddetinden ve hálktan gaybta oluşlarının kemâlinden dolayı, Âdem (a.s.) a ve evlâdına secde ile me'mûr değildirler. Çünkü onlar oluşumlarından beri, Hak'ta gark olup gayrin ne olduğunu bilmezler. Hattâ kendi nefislerinden dahi habersizdirler. Bundan dolayı onlardaki ulüvv, kendilerinin zâtî ulüvvleri değil, Hak'ta gark oluşlarından dolayı Hakk’ın ulüvvüdür. Eğer bu ulüvv, sâdece melâike oldukları için kendilerine tahsîs edilmiş olsaydı, meleklerin hepsinin bu ulüvve dâhil olması lâzım gelirdi.
Şimdi ne zaman ki, melek târîfinde hepsinin varlığı ortak olmakla berâber, bu ulüvv, meleklerin hepsine yaygın ve içine alıcı olmadı; bu sebebe binâen, biz bu genele yaygın olmayıştan, bu ulüvvün Allah indinde mekânet ulüvvü olduğunu, yâni Hakk'ın vücûdunda gark oluş ve heyemân yâni aşk mertebesinin ulüvvü bulunduğunu bildik. Ve insânlardan halifeler de âlîn melekler gibidir. Çünkü halifelerin ulüvvü, sâdece insan oldukları için zâti ulüvv olsaydı, bu ulüvv insanların hepsine yaygın olurdu. Ne zaman ki bu halife oluş, insan fertlerinin hepsine genel olmadı; biz bu yaygın olmayıştan bildik ki, bu ulüvv hilâfet mertebesini kazananlara mahsûstur. Ve ulüvv de mekânet yâni rütbe içindir.
Ve "Aliyy" O'nun güzel isimlerindendir. Kimin üzerine? Oysa vücûtta ancak O vardır. Şimdi O; zâtından "Aliyy"dir. Yâhut ne şeyden? Oysa o şey, ancak O'dur. Bundan dolayı onun ulüvvü, kendi nefsi içindir. Ve O, vücût îtibarıyla mevcûtların "ayn"ıdır. Böyle olunca sonradan olan olarak isimlendirilenler, zâtında "Alliyy"dir. Oysa sonradan olan denilen ancak O'dur. Şu halde Hak, izâfi ulüvv olmaksızın "Aliyy"dir. Çünkü kendileri için yokluk sâbit olan ayn’lar ki, o yoklukta sâbittirler, vücûttan bir koku almadılar. Şimdi mevcûtlarda sûretlerin çoğalması ile berâber, onlar hâli üzeredir. Oysa tamamında, hepsinden açığa çıkan "ayn" birdir. Şimdi çokluğun vücûdu isimlerdedir; o da bağıntılardır ve bağıntılar yokluksal işlerdendir ve ancak "zât" olan "ayn" vardır. Şimdi, o, izâfetle değil, nefsinden "Aliyy"dir (5).
Yânî "Aliyy" ismi, çok sağlam hâdîslerde bize ulaşan Hakk'ın doksan dokuz isimlerinden birisidir. Ve Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de “ve hüvel aliyyul azîm” yâni “O Aliyy’dir, Azîm’dir.” (Bakara, 2/255) buyurur.
Hak Teâlâ "Aliyy"dir, yâni mürtefîdir ve yüksektir. Fakat kimin üzerine "Aliyy"dir? Ve onun bu yüksekliği kimin üzerinedir? Oysa vücûtta O'ndan başka bir vücût yoktur Mahlûkların vücûdu, Hakk'ın vücûduna bağlı olan îtibari vücûtlardır. Bundan dolayı Hakk'ın gayri yoktur ki, Hak ondan yüksek olsun. Böyle olunca Hak, kendi zâtından dolayı "Aliyy"dir. Ve O, öyle bir "Aliyy"dir ki, O'nun ulüvvü başka bir şeye göre değildir.
Yâhut Hak ne şeyden "Aliyy"dir? Yânî hangi şeyden yüksektir? Halbuki o şey, ancak O'dur. Yânî Hak şu şeyden "Aliyy"dir denilse, bu doğru olmaz. Çünkü o şey, Hakk'ın mutlak vücûdunun letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzülünden oluşan bir vücûttur ki, isimlerinden bir veyâ birden fazla isimlerinin kemâlâtına görünme yeridir. Bundan dolayı onun "hüviyyet"i Hak'tır; ve o şey Hakk'ın zâhiridir. Şu halde, Hakk'ın ulüvvü kendi nefsi için olur. Çünkü Hak "hakîkat"iyle gayriden ganîdir.
Ve O, eşyânın hepsinin "ayn"ıdır. Ve Hakk'ın vücûdundan başka bir vücût olmadığına göre, Hak vücût îtibarıyla mevcûtların "ayn"ı olunca, sonradan olan denilen eşyâ kendi zâtından dolayı "Aliyy" olur. Fakat Hakk'ın kesîf şehâdet mertebesindeki ulüvvü ile zât mertebesindeki ulüvvü arasında fark vardır. Çünkü şehâdet mertebesindeki ulüvvü, eşyânın bütün sûretlerinde isimleriyle açığa çıkışı ve bütün sûretleri kapsam olmasıdır. Ve zât mertebesindeki ulüvvü ise, isimlerin çokluğundan ulüvvüdür. Ve vücût îtibarıyla muhdesât yâni sonradan olanlar ancak Hak'tır, Hakk'ın gayri değildir. Bundan dolayı Hak, mevcûtların "ayn"ı olduğuna göre, o mekâna ve mekânete yâni rütbeye göre "Aliyy" değil, hakîkî ulüvv ile "Aliyy"dir. Çünkü "a'yân-ı sâbite" vücûttan bir koku duymadılar. Çünkü onlar için yokluk vardır. Ve onlar o yokluk hâli içinde sâbittirler. Yokluk hâlinde sâbitliğin ne demek olduğu Uzeyr Fassı’nda örnek ile îzâh edilir.
A'yân-ı sâbite ilâhî ilimde peydâ olan isimlerin sûretleri olduğundan, vücût sâhibi olmadıkları açıktır. Çünkü onların ilâhî ilimdeki sûretleri Hakk'ın taayyün etmiş vücûdu olduğu gibi, kevnî vücûtları dahi a'yân-ı sâbite sûretlerinde taayyün etmiş olan Hakk'ın vücûdudur.
Dostları ilə paylaş: |