Birincisi: Avâmın yânî sıradan insanların takvâsıdır ki, Hakk'ın yasak ettiği şeylerden sakınma ve çekinmedir.
İkincisi: Havâssın takvâsıdır ki, kemâlâtı kendi nefsine ve kötülenmişi Hakk'a isnâd etmekten sakınmadır.
Üçüncüsü: Ehassu'l-havâssın takvâsıdır ki; zâti ve sıfati ve fiili olarak Hakk'ın vücûdundan başka bir vücût isbâtından çekinmektir
Ve takvânın bu üç mertebesi cem’ yânî toplayıcı makâma ulaşmazdan öncedir. Yânî seyr-i fillâh, Allah için seyirdedir. Ve takvânın bir mertebesi daha vardır ki, bu da "fenâdân sonra bakâ" vaktinde, yânî cem’ makâmına ulaşıp "fark"a geldikten sonra olan takvâdır.
Ve takvânın her mertebesinde bir furkân, yânî Hakk'ı hálktan ayırmak vardır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur. “İn tettekullâhe yec’al lekum furkânen” yânî “Allah’tan ittikâ ederseniz sizi furkân sâhibi kılar” (Enfâl, 8/29). Ancak bütün mertebelerin hakkını îfâ eden kâmil vârisin furkânı diğerlerinin furkânından erfa'dır, yânî yüksektir. Çünkü bu mertebede Hak, ilâhi toplayıcılığı ile kulda zâhir ve kul da o toplayıcılığa görünme yeri olduğu halde, Hakk'ın zâtî zorunluluğu, kulun zâtî fakrı ile ayrılır.
Ve kendi nefsinde Kur'ân sâhibi olân kâmilin bu furkânı da, kulun Rabb'inden ayrılması husûsunda bu meselede bahsedilen furkân gibidir. Sonuç olarak, ârif "cem"' mertebesinde Hak'tan ayrılmış değildir. Örneğin demir, ateşte kıpkırmızı olur ve ateş sıfatıyla vasıflanır. Bu hal demirin ateş ile cem’ mertebesidir. Bu mertebede demirle ateşi ayırmak mümkün değildir. Ancak ârif bu "cem"' makâmından "fark" makâmına tenezzül ettiğinde Hak'la hálk arasındaki farkı isbât etmek için hálk edilmişlik sıfatlarından bir sıfatla, örneğin vücûtta ve taayyünde Hakk'a "iftikâr yânî muhtac oluş" sıfatı ile vasıflanmış olup ubûdiyyet makâmında sâbit-ayak olur.
Şiir:
Şimdi bir vakitte kul, hiç şüphesiz Rab olur. Ve bir vakitte de kul, hiç iftirâsız kul olur' (45).
Yânî ubûdiyyet makâmında sâbit-ayak olan insan-ı kâmil, ilâhi sıfatların ve rubûbiyyet bağıntılarının hepsine görünme yeri olması îtibârıyla âlemler üzerinde halîfe olması yoluyla rubûbiyyet yânî Rabb’lık icrâ eder. Ve insan-ı kâmil ilâhi isimlerin görünme yeri olması dolayısıyla ilâhi sûret üzeredir. Nitekim “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” buyrulmuştur. Ve halîfe, halîfe olunanın sûreti üzeredir.
Ve aynı şekilde vakit olur ki kul, hiç iftirâsız kul olur. Çünkü insan-ı kâmil vücûtta Hakk'a muhtaçtır. Çünkü Hakk’ın vücûdu olmasa idi, insan-ı kâmilin taayyünü mevcût olmaz idi. Bundan dolayı onun vücûdunda tasarruf edici olan ancak Hak'tır; ve onun görünme yerinden tasarruf edici olan Hak'tır. İnsân-ı kâmil ise hâlis kul olup onun rubûbiyyeti ârızî yânî geçici; ve taayyünü dolayısıyla ubûdiyyeti zâtîdir. Örneğin demir ateşte kızınca onun ateşliği ârızî ve demirliği zâtîdir. Yoksa demir demir; ve ateş de ateştir. Ne ateş demir olur; ve ne de demir ateş olur.
Şimdi kul olursa, Hak'la geniş olur. Ve Rab olursa, darlık yaşayışında olur (46).
Yânî insan-ı kâmil, kâh kul ve kâh Rab olur. Kul olduğu zaman, Hak ile geniş olur. Çünkü onun kalbine Hak sığmıştır. Ve bu zamanda ilâhi sıfatlar ile vasıflanmış olmuştur; ve Hakk'ı kendisine halîfe olunan eylemiştir. Kendisi hâlis ubûdiyyet merkezinde kâim olup onun görünme yerinden çıkan tasarruf, hep Hakk'ın tasarrufudur. Ve insan-ı kâmil, taayyünü ile var oluş âleminde ancak Hakk'ın bir âletidir. Bundan dolayı bu halde, onda genişlik olacağı açıktır. Fakat Rab olduğu zamanda yaşayışı dar olur. Çünkü rubûbiyyet sıfatıyla zâhir olunca, kulların rızıklarını vermekle kendisinden talepte bulunulan olur. Bundan dolayı bâzı zamanlarda rızık vermekten âciz kalmakla yaşayışındâ darlık olur ve sıkıntı çeker. Çünkü kulun kudreti geçicidir; Hakk'ın kudreti ile devamlıdır. Varlık, ganî oluş, fiil, te'sîr ve feyzlendirmek Hak için zâtî şeyler olduğu gibi, bunların karşılığı bulunan yokluk, muhtac oluş, fiili kabûl ediş, te’sir alış ve kabûl de kul için zâtîdir. Bundan dolayı insan-ı kâmil’de zâtî muhtaçlık ile geçici kudret birleşince zâti kudretin şânından olan rızk vermek ile kendisinden tâlepte bulunulduğunda, zâtî muhtaçlığının üstün gelmesi dolayısıyla bundan âciz olup sıkıntı çeker.
Şimdi kul oluşundan dolayı, kendi nefsinin "ayn"ını görür. Ve emeller hiç şüphesiz onda genişler (47).
Yânî insan-ı kâmil, ubûdiyyet sıfatı ile vasıflanıp hâlis kul oluşundan dolayı kendi nefsinin "ayn"ını görür. Yânî kendi nefsinin acz ve muhtac oluşunu ve belki yokluğunu görür. Ve kendi nefsini böyle aslî vasfı üzerine görünce, onun birtakım emelleri bulunmasından dolayı şüphesiz Hak'tan talebi genişler. Nitekim (s.a.v) Efendimiz "Ey benim Allâh’ım, cüzzâm ve deride alaca hastalığından ve delilikten ve kötü illetlerden sana sığınırım" diyerek sıhhat taleb buyururlar idi. Bu duâ şüphesiz rahmet edilmiş ümmetlerine öğretim amaçlı olmakla berâber hâlis ubûdiyyet makâmında bulundukları yön ile mübârek taayyünleri için de bir taleb idi.
Ve Rab oluşundan dolayı, mülk ve melekût hazret mertebelerinden hálk edilmişlerin hepsini, onu kendisinden talepte bulunulan ettiklerini görür (48).
Yânî insan-ı kâmil, Hakk'ın halîfesi olduğundan, rubûbiyet ve tasarruf ile açığa çıkmakla, gerek şehâdet âleminin ve gerek melekût âleminin bütün hálk edilmişleri, kendisinden maddi ve mânevî rızıklar taleb ederler. Ve onların hakediş ve istîdâdlarına göre onların maddi ve mânevi rızıklarını vermek, bu halîfe üzerine zorunluluk olur.
Oysa onların istedikleri şeyden zâtı ile âcizdir. İşte bundan dolayı âriflerin bâzısını bu sebeple, ağlar görürsün (49).
Yânî rubûbiyyet ve tasarruf ile açığa çıkan insan-ı kâmilden hálkın taleb ettikleri maddi ve mânevî rızıkları, o insan-ı kâmil, zâtî olarak muhtac oluşu dolayısıyla vermekten âciz olduğu için, dar bir yaşayışa düştükleri sebep ile, o âriflerin bâzısını ağlar bir halde görürsün. Çünkü insan-ı kâmil, hâlis ubûdiyyetine bakarak acz sıfatı ile zuhûrunu gördüğü zaman, Rabb oluşu ile kendisinden talepte bulunulan olunca sıkılır. Yoksa bütün işleri Hakk'a havâle edip kendisinde bütünsel fenâ hükmü zâhir olduğu zaman, âciz değildir. Çünkü bu zamanda ortada kendisi yoktur. Ve onun görünme yerinden tasarruf eden Hak'tır ve Hak'ta ise acz yoktur.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yirmi ikinci bölümünde "Ubûdiyyet ile vasıflanmanın lezzetini, ancak rubûbiyyetle vasıflanmış olup, hálkın ona muhtaç olmasından dolayı, elemler duyan kimse bilir" buyurup, bu husûsta Süleyman (a.s.)ın kıssasını beyân ederler. Çünkü, Süleyman (a.s.), mahlûklara rızıklar verme husûsunda olan darlığının kemâlinden dolayı, bu işi, hakîkî Rezzâk’a havâle ve teslîm edip, kendisi nefsinde bir hoşluk ve râhat buldu ki, hiçbir hoşluk ona karşılık olamaz.
Şimdi sen, Rabb'in kulu ol; onun kulunun Rabb'i olma! Tâ ki bağlanma sebebiyle ateşe ve erimeğe gidesin (50).
Bu hitâp üç mertebe sâhiplerini kapsar:
1- Halîfe oluşu sebebiyle rubûbiyyet ve tasarruf ile açığa çıkan insan-ı kâmiledir. Bu şekilde, "ateş"ten kasıt, acz ateşidir. Nitekim, yukarıda hâlis ubûdiyyetine bakarak acz sıfatı ile zuhûrunu gördüğü zaman rubûbiyyetle kendisinden talepte bulunulan olunca sıkılıp ağladığından bahsedilmiş idi. Bununla berâber bu ârif bütünsel fenâ hükmüne göre ma'zûrdur. Çünkü, ortada kendisi yoktur.
2- İnsân-ı kâmilin alt dereceleri olup tasarrufa me'mûr olmadıkları halde, bâzı ilâhi sıfatlar ile vasıflanmış olduklarından, nefislerinde arta kalanların istekleri dolayısıyla, kendilerinden tasarruf ve rubûbiyyete bağlı bâzı fiiller çıkan zâtlardır. Bu şekilde "ateş"ten kasıt, mahrûmiyyet ateşidir. Çünkü sâlik, tasarruf kaydına mübtelâ oldukça vahdet cemâlinden mahrûm ve perdelidir. Onda henüz ikilik zevki vardır.
3- Bu sınıfın alt derecesinde olan nefis ve arzu sâhipleridir ki, beşeri sıfatlardan hiçbirisini terk etmemiş oldukları halde Firavun gibi hálk üzerinde tasarruf ve rubûbiyyetle zâhir olmaya kalkışırlar. Beyt:
Tercüme: "Lânetlenmiş olan nefis Firavun'dan aşağı değildir. Fakat bunun desteği vardır, onun desteği yoktur". Yânî Firavun mülk ile berâber rubûbiyyet iddiasında bulundu. Nefis ise mülksüz rubûbiyyet iddia eder.
Bundan dolayı bu gibi nefislerin sâhipleri hakkındaki "ateş"ten kasıt, dünyâda çeşitli azâb ile, âhirette bilinen ateş azâbıdır. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur ki: "Azamet benim izârım ve Kibriyâ ise ridâmdır. Kim ki benden bu ikisini almaya çalışırsa, ateşe dâhil ederim.
“Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm” yânî “Allah selâm yurduna dâvet eder” (Yûnus, 10/25)
Bitişi: 16 Eylül 1916, Cumartesi gecesi, sâat 02:50
Mesnevî
Sivrisineğin Süleyman (a.s.)’a mürâcaatla rüzgârdan şikâyet etmesi üzerine, o Hazretin şikâyetçi olan sivrisineğe hasmını hüküm dîvânına çağırmasını emir buyurduğuna dâir olan Mesnevî-i Şerîf in üçüncü cildinde olan mübârek beyitlerdir. Mesnevî:
Tercüme: "Süleyman (a.s.) sivrisineğe dedi ki: Ey güzel sesli, Hakk'ın emrini candan dinlemen lâzımdır. Hak bana buyurmuştur ki; Ey âdil sen, diğer hasım olmaksızın bir hasmı dinleme! Her iki hasım huzûra gelmedikçe hâkimin önünde hak ortaya çıkmaz. Hasım yalnız olduğu halde, eğer yüz kişi şâhit getirse, sakın sakın hasımsızın sözünü tutma! Ben onun emrinden yüz çeviremem. Git, hasmını benim tarafıma getir!. Mesnevî:
Tercüme: "Sivrisinek dedi: Senin sözün geçerli delîldir. Benim hasmım rüzgârdır; o da senin hükmündedir. O şâh: Ey latîf rüzgâr, sivrisinek senin zulmünden figân eyledi, gel! diye çağırdı. Haberin olsun, hasmına karşı taraf ol ve hasmına cevap verip düşmanlığı def'et ! Rüzgâr Süleyman (a.s.)’ın emrini işitti. Çabuk çabuk geldi. Sivrisinek o zaman firâr yolunu tuttu. Sonra Süleyman dedi: Ey sivrisinek nerdesin? Sabret, tâ ki ben her ikinizin üzerine hâkimlik yapayım. Sivrisinek, Süleyman (a.s.)’a dedi: Ey şâh, benim ölümüm onun vücûdundandır. Benim günümün karası onun dumanındandır. O gelince ben nerede karar bulurum ? Çünkü o benim tabîatımdan helâk getirir. Mesnevî:
Tercüme: "Hudâ Dergâh’ını talep eden böyledir. Ne zaman ki Hudâ gelir, tâlib "lâ yânî yok" olur."
Yânî Hak tâlibi olan sâliklerin hâli de böyledir. Ne zaman ki Hak isimlerine ve sıfatlarına ve zâtına âit tecellîler ile sâlike tecellî buyurursa, artık o sâlikin beşeri sıfatları fânî ve yok olur. Onun yerine ilâhi sıfatlar kâim bulunur. Mesnevî:
Tercüme: "Gerçi o kavuşma bakâ içinde bakâdır. Ancak başlangıçta o bakâ fenâ içindedir." Yânî sâlikin taayyünü gereği olarak birtakım beşeri sıfatları vardır. Ve bu taayyünü dolayısıyla Hakk'ın gayridir. Ne zaman ki bu taayyünün gereği olan o sıfatlar fânî olur, o sâlikin hakîkati olan Hak, onda kendi sıfâtıyla zâhir olur. Ve bu, ulaşmasız ve ayrılmasız bir kavuşmadır ki, bakâ içinde bakâdır. Ancak o bakâ kulun sıfâtından fânî olması hâlinin içindedir. Mesnevî:
Tercüme: "Nûr tâlibi olan gölgeler, onun nûru ortaya çıktığında yok olur".
Bu beyt-i şerîf hem varlıksal vücûdu ve hem de fenâyı bildirir. Şöyle ki, gölgeler nûrun tâlibidir. Çünkü güneşin nûru olmasa, gölge ortaya çıkmaz. Çünkü karanlık, gölgenin ortaya çıkmasına engeldir. Bundan dolayı varlıksal vücûtlar açığa çıkmada Hakk’ın vücût nûruna muhtaçtır. Fakat yere düşen bir cismin gölgesi üzerine güneşin nûru vursa, gölgenin vücûdu kalmaz. Bunun gibi kulun taayyün etmiş vücûdundan açığa çıkan bir takım sıfatlar, zât güneşinin tecellîsiyle mahvolur. Ve artık mevcût olan onun nûrudur. Kulun eserleri ise fânîdir. Mesnevî:
Tercüme: "O sâlik baş verici olunca; akıl ne vakit kalır?" Hakk'ın vechi dışında her bir şey helâk olucudur" (Kasas, 27/88)”,
Yânî sâlik, başı makâmında olan varlığını, Hakk’ın vücûdu karşılığında fânî kılınca hiç akıl kalır mı? Çünkü Hakk'ın zâtının gayrı her şey helâk olur. Ve akıl ise eşyâdan bir şeydir. Bundan dolayı o da helâk olucular zümresine dâhildir. Bizim varlık dediğimiz şey, bu taayün etmiş olan vücûdumuzdur. Oysa onlar, ilâhi isimlerin sûretleri olan a'yân-ı sâbitenin sûretleridir. Ve bizim sûretlerimiz ile taayyün etmiş olan ancak Hakk’ın vücûdudur. Böyle olunca, bizim vücûdumuzun bağımsızlığı yoktur. Belki Hakk'ın vücûduna bağlı olan bir îtibârî vücûttur. Bu izâfi olan vücûtlar ise, buz gibi eriyip dâimâ helâk olmada ve Hakk'ın zâtı bâkî kalmadadır. Ve helâk işinde, ister maddi ve ister mânevî mevcûtlar olsun farketmez. Bundan dolayı akıl dediğimiz mânevî varlık dahi helâk olur. Mesnevî:
Tercüme: "Onun zâtı indinde, helâk olucu, mevcût ve mevcût olmayan gelir. Yokluk içinde varlık ise acaîptir. "
Yânî helâk olucu olan bu varlıksal sûretler, Hakk'ın bâkî olan vechi huzûrunda, hem mevcût ve hem de mevcût olmayan olur. Taayyünlerin mevcût oluşu, Hakk'ın vücûdunun tenezzüllerinden dolayı, isimlerinin birer kesîf elbiseye bürünüp, yine Hakk’In vücûduyla açığa çıkmasıdır ki, Zâhir ismiin gereğidir. Mevcût olmayışı da, bu taayyünlerin bozulup mahv ve helâk olucu bulunmasıdır. Bu tenezzüllerden dolayı Hakk'ın zâtına asla değişme ârızası bulaşmış değildir. Örneğin buhar yoğunlaşınca su olur ve su yoğunlaşınca buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdudur. Buz eriyince su ve su buharlaşınca buhâr olur. Bundan dolayı buzun şânı helâk olmaktır. Oysa helâk olucu olan buz, buhârın indinde hem mevcût ve hem de mevcût olmayandır. Ve onun şânı, yokluk içinde varlıktır. Bununla berâber bu iniş ve çıkışta buhârın zâtı değişmiş değildir. Mesnevî:
Tercüme: "Bu mazharda akıllar elden gitti; kalem buraya gelince kırıldı. "
Yânî bu ulaşmasız ve ayrılmasız kavuşmadan ibâret olan bakâ içinde bakâ işinin esası ve o bakânın fenâ içinde olması akıl erecek bir şey değildir. Çünkü bu meşhedde akıllar elden gitti. Bundan dolayı burada akıl sâhipleri susmuştur. Ve zâhir ilmine sığabilecek bir şey değildir ki, kalemle yazmak mümkün olsun. Bu ancak hâl bahsidir; tatmayan bilmez.
19 Eylül 1916, Salı gecesi, ezânî sâat 03:50
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-7-
İSMÂÎL KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN ALİYYE HİKMETİNİN
BEYANI OLAN FASSTIR
"Aliyye hikmeti"nin İsmâîl kelimesine dayandırılmış olmasının se bebi budur ki, Hak Teâlâ İsmâil (a. s)ı "Aliyy” ismine görünme yeri kıldı. Onun için himmeti âlî olup, Hakk'a karşı önceki ve sonraki ahitlerinde vaadine vefâ ederek, sadâkatını gösterdi. Nitekim, Hak Teâlâ onun hakkında “ve cealnâ lehüm lisâne sıdkın aliyyâ” yânî “ve onları lisânda sâdık ve aliyy kıldık” (Meryem, 19/50) buyurmuştur. Ve bu mertebesinin yüksekliğinden dolayı Rabb'i indinde kendisinden râzı olunan oldu.
Yâhut İsmâîl (a.s.) toplayıcılık zâtının görünme yeri olan ve zâti ulüvv sâhibi bulunan Nebî'miz (s. a. v. ) Efendimiz'in rûhâniyyetini taşıyıcı oldu ğu için, "aliyye hikmeti" bu kelimeye ilişik kılındı. Ve "Aliyy" zâti isimlerinden bir isim olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r. a) onların hikmetinde, zât dolayısıyla, o ismin ahad oluşunu; ve isimler ve sıfatlar dolayısıyla da küllî oluşunu beyâna girişti. Ve Aliyy ismi İsmâil (a. s)ın Rabb-i hâssı olup, ondan râzı olduğu gibi, mevcûtlardan her bir mevcûdu terbiye eden ilâhi isimlerden her birisinin de kendi merbûb yânî Rabb’i olanlardan ve görünme yerlerinden râzı bulunduğunu bu yüce fassda beyân etti.
Bilinsin ki, muhakkak Allâh ismiyle isimlendirilen, zât ile ahadî, isimler ile küldür (1).
Yânî "Allah" olarak isimlendirilen "vücûd"un zâtında hiç bir yön ile çokluk yoktur. Belki o vücût, zât ile ahaddır. Ve ahadiyyet zâtı tecellîden berîdir; çünkü âlemlerden ganîdir. Ve bu zât için sonu olmayan vecihler vardır ki, isimleri ve sıfatları iktizâ ettirici olan "ulûhiyyet" o vecihleri toplar. Şimdi hazret-i ilâhiyye yânî uluhiyyet mertebesi bütün sıfatlar ve isimler ile berâber "zat"tan ibâret olduğundan, isimlere ve sıfatlara göre küll yânî bütünselliğin toplanmışlığıdır.
Örnek: "Akıl" dediğimiz şey bir ma’nâdır ki, zâtında aslâ çokluk yoktur; zât ile ahadîdir. "Akıl" olabilmesi için, işin aslında, eserlerde tecellî edici olmasına lüzûm yoktur. Eserlerde açığa çıksa da, çıkmasa da, zâtında yine akıldır. Bundan dolayı eserlerden ganîdir. Fakat onun sonsuz işleri vardır ki, onları zâtında toplamıştır. Âdem devrinden bu âna kadar ortaya çıkmış ve bundan sonra da ortaya çıkacak muhtelif eserleri îtibârıyla o ma’nâ küldür yânî bütünseldir.
Her bir mevcût için, Allâh'dan, hâs olarak onun Rabb'inin dışında bir şey yoktur. Onun için kül olması imkânsız olur (2).
Yânî her bir mevcûdun, "ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse ve nasîp, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir "isim"dir; ve o mevcûdun Allah'a irtibâtı, o isim vâsıtasıyladır; ve o ismin "eser"i, o mevcût olduğundan, onun görünen sûretidir. Ve o "isim", o mevcûdun bâtınıdır ve hakîkatidir. Bu şekilde her bir mevcût, âlemlerin Rabb'i olan Allâh'ın görünme yeridir. Fakat bu görünme yeri oluş mevcûtlardan her birinin mutlak rubûbiyyetten görünme yeri olduğu hâs ismin ona hâs olan rubûbiyyeti yönüyledir; yoksa ulûhiyyet mertebesinin barındırmış olduğu isimlerin bütününe görünme yeri oluş her bir mevcût için imkânsızdır. Bu görünme yeri oluş ancak "insan-ı kâmil"e mahsûstur. Çünkü insan-ı kâmil, bütün ilâhi isimleri toplamış olan "Allâh" isminin görünme yeridir ve insan-ı kâmil’den başka hiçbir mevcûdun bu görünme yeri oluşa istîdâdı yoktur.
Örnek: Kendisinde mîmârlık, hattâtlık, ressâmlık ve marangozluk vesâire gibi birtakım sıfatlar olan kimse, bu sıfatlarının îcâbları olan isimler ile açığa çıkmayı murâd etse ve örneğin kendisinin ressâm olduğunun bilinmesini istese, bir tablo resmedip ortaya atar. Bu tablo, onun "ressâm" isminin görünme yeri olur. Çünkü "ressâm" isminin terbiyesi altındadır. Ve bu şahsın çeşitli isimlerinden tablonun nasîbi, hâs olarak "ressâm" ismidir. Bununla birlikte o tablo, o kimsenin mutlak rubûbiyyeti altında olmaktan da kurtulmuş değildir. Çünkü bu şahıs, o tabloya ilmiyle, irâdesiyle, kudretiyle ve diğer sıfatlarıyla da tecellî edicidir. Şu kadar ki, bu mutlak rubûbiyyete o tablonun görünme yeri oluşu, ressâm hâs isminin, hâs rubûbiyyeti yönüyle olmuştur. Bundan dolayı tablonun mîmâr, hattât ve marangoz ve diğer isimlerin görünme yeri olması imkânsızdır. Çünkü o tablo bu isimlerin tecellî mahalli olmak istîdâdına sâhip değildir. Fakat bu kimse bütün isimlerin açığa çıkmasına istîdâdlı olmak üzere, meselâ bir câmi' binâ etse, bunda mîmârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar yazsa hattâtlığı ve resimler yapsa ressamlığı ve kürsüler îmâr etse marangozluğu görünür. Ve câmi' o kimsenin ne kadar isimleri varsa, hepsinin görünme yeri olduğundan, resim tablosuna göre, kâmil bir görünme yeri olur.
Ancak ilâhi ahadiyyette kimse için ayak yoktur. Çünkü biri için ondan bir şey vardır ve diğeri için de ondan bir şey vardır, denilmez; çünkü O bölünme kabûl etmez. Şimdi O'nun ahadiyyeti kuvvede olan yânî potansiyel bütün isimlerin toplanmışlığıdır (3).
Cenâb-ı Şeyh (r. a), yukarıda "Allâh" ismi ile isimlendirilmiş olan vücûdun, zât ile ahadî ve isimler ile kül yânî bütünsel olduğunu beyan buyurmuş idi. Şimdi de ilâhi zâti ahadiyyede kimse için ayak, yânî vücût ve sâbitlik olmadığını ve örneğin falan sûret için falan şey ve falan sûret için de falan şey sâbit olmuştur denilemeyeceğini ve çünkü ahadiyyetin bölünme kabûl etmeyeceğini beyân buyururlar.
Bilinsin ki, ahadiyyet mertebesinde ne isim ve ne de resim yoktur. Bu mertebeye verilen "mutlak vücût" ismi, akıllara anlatmak için konulan özel bir terimden ibârettir. Bundan dolayı bu mertebede fiilen sâbit olmuş bir vücût yoktur. Ne kadar bağıntısal ve mevcûtsal çokluk varsa, hepsi O'nda toplu halde kuvvededir yânî potansiyeldir; ve ilâhi isimler bir dîğerinden ayrılmış bir halde değildir ve hepsi O'nun aynıdır. Ve ahadiyyet zâtı parçalara ayrılabilir olmadığından, bir parçası falan ve bir parçası da falan şey içindir denemez. Bundan dolayı "Allah" ismi ile isimlendirilmiş olan zâtın ahadiyyeti, O'nda kuvvede yânî potansiyel olarak bulunan bütün isimlerin toplanmışlığıdır. Çünkü daha önce beyân olunduğu üzere isimler ile küldür yânî bütünseldir.
Örnek: Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle, meyveleriyle berâber bir ağaç vardır. Fakat bu ağaç kuvvededir yânî potansiyeldir, henüz fiile çıkmamıştır ve icmâldedir yâni toplu haldedir, henüz ayrıntıya gelmemiştir. Ve çekirdek içinde mevcût olan bu ağaç, o çekirdeğin aynıdır. Ve onun dalları, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri birbirinden ayrılmış değildir. Çekirdeğin zâtı ahadiyyet üzeredir; fakat kendisinde potansiyel olarak mevcût olan ağacın ve ayrıntısının ve bu ağacın meyvelerindeki çekirdeklerden silsileler hâlinde sonu olmayan bir şekilde meydana gelecek olan ağaçların ve onların ayrıntılarının hepsinin toplanmışıdır.
Şimdi Cenâb-ı Şeyh (r.a) daha önce her bir mevcûdun bir Rabb-i hâssı olup, o mevcûdun mutlak rubûbiyyetten nasîbinin, ancak o hâs ismi olduğunu beyân etmiş idi. Şimdi de mevcûtlardan her birisinin, kendi Rabb-i hâssı olan isme göre saîd olduğunu ve her bir mevcûttan Rabb-i hâssının râzı olucu bulunduğunu beyân buyururlar. Ve mevcûtların, kendi Rabb-i hâslarının sırât-ı müstakîmi yânî doğru yolu üzerinde nasıl yürüdükleri, Hûd Fassı'nda ayrıntılı anlatılmıştır.
Ve saîd Rabb'i indinde kendisinden râzı olunan kimsedir. Oysa hazreti vücût mertebesinde, Rabb'i indinde kendisinden râzı olunmayan kimse yoktur. Çünkü o Rab, onun üzerine rubûbiyyetini bâkîleştirir yânî devamlı kılar. Böyle olunca o kimse, Rabb'i indinde kendisinden râzı olunandır. Kendisinden râzı olunan ise saîddir (4).
Yânî saîd kendisini terbiye eden hâs ismi indinde kendisinden râzı olunan kimsedir. Çünkü o hâs isim onun alnından tutup, kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Ve merbûbun yânî Rabb’i olanın bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir. Bundan dolayı Rab olan o hâs isim merbûbundan yânî Rabb’i olduğu birimden râzıdır. Ve mevcûtlardan her birisi, böylece kendi Rab'leri olan hâs isimlerin indinde kendilerinden râzı olunandırlar. Çünkü o Rab merbûbunun üzerinde devâmlı olarak rubûbiyyeti ile mevcût ve bâkîdir. Eğer merbûbdan râzı olmasa idi, onun üzerinde terbiyesini dâim ve kâim kılmaz idi. Ve Rabb’i olan kimse, mâdemki Rabb-i hâssının rubûbiyyetini kâbiliyyeti ile kabûl etmiştir, elbette onun indinde kendisinden râzı olunandır ve kendisinden râzı olunan kimse ise saîd olur. Bununla berâber diğer isme göre şakî olması, başka bir meseledir. Ve âyet-i kerîmede “ve lâ yerdâ li ıbâdihil küfra” (Zümer, 39/7) Yânî "Hak Teâlâ kullarının küfrüne râzı olmaz" buyrulması bu hakîkata aykırı değildir. Çünkü Rabbü'l-erbâb olan Allah Zü'l-Celâl Hazretleri hâs Rabb’lerin hepsinin îcâblarından râzı olucu değildir. Ancak o isimlerin îcâblarının açığa çıkması zâtının gereklerindendir.
Ve bunun için Sehl dedi: “inne rububiyyeti sırrâ ve hüve ente” yânî “Muhakkak rubûbiyyet için bir sır vardır ve o da sensin”. Her bir "ayn"a hitâb eder. “Lev zahara batıltu rububiyyeti” yânî “Eğer o sır zâil olsaydı rubûbiyyet bâtıl olurdu” ve “zahara yânî zâil olma” üzerine “lev yânî eğer” dâhil etti ve “lev yânî eğer” olumsuzluk harfidir, olumsuzlaştırma içindir. Oysa o sır zâil olmaz. Bundan dolayı rubûbiyyet de bâtıl olmaz (5)
Yânî her bir hâs ismin rubûbiyyeti, merbûbu yânî Rabb’i olanın üzerinde devamlı olduğu için Sehl b. Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki: "Muhakkak rubûbiyyet için bir sır vardır ve o sır da sensin ve eğer o sır zâil olsaydı rubûbiyyet bâtıl olurdu." Hz. Sehl "ente yânî sen" sözüyle her bir mevcût ayna hitâb eder. "Zahara", "zâle", yânî "zâil oldu" ma’nâsına gelir. Yânî Hakk'ın "rubûbiyyet" sıfatıyla sıfatlanması merbûbun yânî Rabb’i olanın mevcût oluşuna bağlıdır. Bundan dolayı merbûb mevcût ve vâr oldukça, rubûbiyyet de mevcût ve vâr olur. Rabb’i olan zâil olduğunda rubûbiyyet de zâil olur. Şu halde rubûbiyyet için olan sır, senin varlığındır. Eğer senin mevcût aynın olan o rûbubiyyet sırrı zâil olacak olsa, rubûbiyyet bâtıl olurdu. Oysa Hak merbûb üzerinde rubûbiyyetini devamlılaştırmakla o sır zâil olmaz. Ve netîce olarak rubûbiyyet de bâtıl olmaz. Bunun için Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretleri "Lev zahara yânî eğer zâil olsaydı" deyip "zahara yânî zâil olma" kelimesine olumsuzluk harfi olan "lev yâni eğer"i dâhil etti; ve bununla rubûbiyyet sırrı olan mevcût aynın zâil olmasının imkânsız olduğunu belirtmeyi amaçladı.
Çünkü "ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'iyledir; "ayn" ise dâimâ mevcûttur. Bundan dolayı rubûbiyyet de dâimâ bâtıl olmaz (6).
Ya’nî rubûbiyyet sırrı olan ayn’ın vücûdu ebeden zâil olmaz; ve o zâil olmadıkça, rubûbiyyet de zâil olmaz. Çünkü mevcût ayn’ın vücûdu hâriçte, ancak Rabb'iyledir. Oysa "ayn" ilâhî ilim mertebesinde, rûhlar âleminde, misâl âleminde, şehâdet âleminde ve berzah âleminde ve âhiret âleminde, sonuç olarak bütün hâl ve tavırlarda dâimâ Rabb'i ile mevcût ve bâkîdir. Ve bu "ayn" ile tahakkuk eden rubûbiyyet de böylece bütün hâl ve tavırlarda dâimâ bâkî olduğundan ebeden bâtıl olmaz. Bundan dolayı herhangi bir "ayn", ilk taayyün mertebesinde taayyün ettikten sonra, hangi mertebeye geçerse geçsin, artık yok olmaz. Her mertebenin îcâbına göre bir elbiseye bürünür. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a) buyurur: Beyt:
Tercüme: "Eğer benim vücût camımı sâkî kırarsa, bundan dolayı gam yemem; çünkü onun koltuğunun altında başka bir vücût kadehi vardır. Yânî sûrete âit ölüm ile bu cismânî vücût harâb olursa, Hak berzah âlemine uygun diğer bir vücût verir. "
Ve her kendisinden râzı olunan muhabbet edilendir ve muhabbet edilenin her işlediği şey muhabbet edilmiştir. Çünkü "ayn" için fiil yoktur; belki fiil, o aynda, onun Rabb'i içindir. Bundan dolayı "ayn", fiilin ona bağlanmasından emin olmuş oldu. Şu halde "ayn" Rabb'inin fiillerinden onda ve ondan açığa çıkan şeyle râzı olucu oldu. Bu fiiller kendilerinden râzı olunanlardır. Çünkü, her bir fâil ve san’atkâr kendi fiilinden ve san’atından râzıdır. Çünkü her fâil ve san’atkâr; kendi fiilinin ve san'atının içeriği neyi gerektiriyorsa onun hâkkını mükemmel bir şekilde verdi. “a’tâ külle şey’in hálkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50) Yânî "Hak Teâlâ her şeye hálkını verdi." Yânî beyân etti ki, Hak her şeye hálkını verdi. Bundan dolayı eksiklik ve fazlalığı kabûl etmez (7).
Yânî her bir kendisinden râzı olunan kimse, terbiyesi altında bulunduğu ilâhî ismin muhabbet edilenidir. Ve o kimse muhabbet edilen olunca, o ismin îcâblarından olarak kendisinden çıkan fiiller ve ahlâk ve kelâm ve sâire hep Rabb'inin muhabbet edişidir. Çünkü mevcût ayn’ın belli başlı fiili yoktur. Çünkü şâhidi olduğumuz o "ayn"ın bağımsız bir vücûdu yoktur. Onun vücûdu Rabb'i olan ismin sûretidir; ve o isim, o sûretin bâtını ve rûhudur. Bundan dolayı o "ayn"da açığa çıkan fiil, "ayn"ın Rabb'i olan ilâhî ismindir. Bu şekilde her bir "ayn", kendisinden çıkan fiillerin kendine bağlanmayacağından emindir. Bu hakîkat bilinince, hakîkât bakışı ile bakıldığı zaman; hiçbir ferdin fiillerine îtirâz etmek uygun olmaz. Fakat şerîat bakışıyla bakıldığı zaman, Hâdî ismi Mudill isminin fiillerine îtirâz eder. Çünkü şeriat ehli olan kimse, Hâdî isminin ve kâfir ve günâhkâr olan kimse de Mudill isminin terbiyesi altındadır. Birinin îcâbları, diğerinin îcâblarına zıttır. Ve doğru yolları ve bu yolların varış yerleri başka başkadır. Birinin yolunun varış yeri âhiret oluşumunda cennet ve diğerininki cehennemdir.
Şimdi her bir "ayn", kendi vücûdunda, terbiye edicisi olan Rabb-i hâstan açığa çıkan şeyle, o Rabb'inin fiillerinden râzı olucudur. Bu fiiller kendisinden razı olunandır. Çünkü, her bir fâil ve san’atkâr kendi fıilinden ve san'atından râzıdır. Eğer râzı olmasa onu yapmaz idi. Ve her fâil ve san’atkâr kendi fiilini ve san'atını, o fiilin ve san'atın içeriği neyi gerektiriyorsa, hakkını vermek sûretiyle, mükemmel bir hâle getirdi. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de: “a’tâ külle şey’in hálkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50) buyurdu. Mübârek ma’nâsı budur ki: "Hak Teâlâ her şeye hálkını, yânî istîdâdının gereği olan hakkını verdi. Ondan sonra da her şeye hálkını verdiğini beyân etti." Bundan dolayı her şey, kendi istîdâdıyla neyi talep etmiş ise, ondan eksiğini ve fazlasını kabûl etmez.
Şimdi İsmaîl (a.s.), bizim bahsettiğimiz şeye olan keşfi sebebiyle Rabb'i indinde, kendisinden râzı olunandır. Ve aynı şekilde her bir mevcût Rabb'i indinde kendisinden râzı olunandır. Ve her bir mevcût, beyân ettiğimiz üzere, Rabb'i indinde kendisinden râzı olunan olduğunda, diğer kulun Rabb'i indinde kendisinden râzı olunan olması gerekmez. Çünkü rubûbiyyeti, ancak külden aldı; vâhidden almadı. Bundan dolayı ona külden, ancak ona uygun olan şey tâyin edilmiş oldu. O da onun Rabb'idir (8).
Yânî İsmâil (a. s) fiilin, "ayn" için sâbit olmayıp, ancak aynda tecellî edici olan ve açığa çıkan Rabb-i hâs için sâbit olduğuna ve o ayn’ın da ancak kendisinden açığa çıkan şeyi kâbiliyyet ve istîdâdı ile Rabb'inden taleb ettiğine vâkıf oluşu sebebiyle, Rabb-i hâs indinde kendisinden râzı olunmuştur ve beğenilmiştir. Çünkü Rabb-i hâssı o mevcûdun üzerine rubûbiyyeti bâkîleştirdi ve onun istîdâdı dolayısıyla, ona tecellî edip fiillerini onda açığa çıkardı. Bununla berâber her mevcût, Rabb-i hâssının indinde kendisinden râzı olunan olmakla yine o mevcûdun, diğer kulun Rabb'i indinde kendisinden râzı olunan olması ve beğenilmesi gerekmez. Çünkü mevcûdun her birisi rubûbiyyeti, ancak isimler ile küllden yânî bütünden aldı; belirli olan tek bir isimden almadı. Ve külden onun için belirlenmiş olan şey de, ancak kendisine uygun olan şeydir. Ve kendisinin uygunu olan şey de onun istîdâdıdır. Ve o mevcût için kendisine uygun olarak külden belirlenmiş olan şey, onun Rabb'idir. Bu bahsi biraz îzâh edelim:
Bilinsin ki “ulûhiyyet”, yânî "vahdet" mertebesi, kendisinde isim ve resim olmayan "ahadiyyet" mertebesi ile, isimler ve sıfatlar mertebesi olan "vâhidiyyet" arasında vâsıta olan bir mertebedir. Ve bu ulûhiyet mertebesi mutlak rubûbiyyeti îcâb eder. Çünkü ilâhı olan olmayınca "ilâh" kimi terbiye edecektir? Oysa âlemlerin tamamı ilâhı olandır. Bundan dolayı Allah, Rabbü'l-âlemindir. O'nun âlemler üzerindeki rubûbiyyeti mutlak rubûbiyyettir ve geneldir. Ve her mevcûdun bu "ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse ve nasîp, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir isimdir. Ve bu ismin rubûbiyyeti hâs ve kayıtlı rubûbiyyettir. Bundan dolayı her bir mevcût rubûbiyyetini külden, yânî bütün isimleri toplamış olan ulûhiyyet mertebesinde almış olur. Ve bu, aldığı hâs rubûbiyyet de onun kâbiliyyet ve istîdâdına uygun olup, görünme yeri olduğu hâs isme mahsûs olur. İşte o mevcûdun fiillerinden râzı olan ve ondan çıkan şeyleri beğenen, ancak bu hâs isimdir.
Örneğin mühtedînin yânî hidâyette olanın Rabb'i olan Hâdî hâs ismi, ona hidâyetle tecellî edicidir ve mühtedîden çıkan fiillerden ve ahlâktan râzıdır. Ve aynı şekilde dalâlette olan kimsenin Rabb'i de, o dalâlette olana dalâletle tecellî edicidir. O Rab da Mudill hâs ismidir. Ve aynı şekilde menfaâtlenenin Rabb'i Nâfi'; ve zarar görenin Rabbi Dârr ve intikam olunan kimsenin Rabb'i Müntakım ve merhûmun yânî rahmet edilenin Rabb'i Rahmân'dır. Ve diğerleri de bunlara kıyâs olunur. Birine göre kendisinden râzı olunan olan kimse diğerine göre kendisinden râzı olunan olmaz. Ve aynı şekilde bir isme göre saîd olan, diğer isme göre saîd olmaz Çünkü mevcût ayn’lar rubûbiyyetlerini kül yânî bütünsel olan ulûhiyetten ayrı ayrı hâs isimler ile aldı; yoksa belirli tek bir isimden almadı. Eğer belirli tek bir isimden alsaydı, mevcûtlar rubûbiyyette ortak olur ve hepsinin fiilleri, o belirli olan isme göre kendisinden râzı olunan olmakla, hepsi eşit şekilde saîd olurdu. Fakat her bir mevcûdun hissesini ve nasîbini bir hâs ismin vâsıtasıyla külden alması, mevcûtların rızâ ve saâdette bir dîğerine eşit olamamalarını meydana getirir. Bundan dolayı bir hâs isme göre saîd olan, diğer hâs isme göre şakî olur.
Ve hiçbir kimse rubûbiyyeti, Hakk'ın ahadiyyeti yönüyle almaz ve bunun için ehlullah, ahadiyyette tecellîyi men' etti (9).
Yânî ahadiyyet zâtı parçalanabilir olmadığı yön ile , falan parçasını falan şey ve falan parçasınaı da falan şey aldı demek mümkün olmadığından: ve bundan dolayı onda ne isim ne de resim bulunmadığından, hiçbir kimse "rubûbiyyet"i Hakk'ın "ahadiyyet"i yönüyle almaz. Çünkü "rubûbiyyet" bir sıfattır ve ahadiyyet zâtı ise isimlerden ve sıfatlardan berîdir. İşte bu sebepten dolayı, ehlullah, ahadiyyet mertebesinde tecellî yoktur, derler. Çünkü tecellî için, tecellî olunan bir şey lâzımdır. Oysa bütün bağıntılar ve izâfeler ahadiyyet zâtında mahvolmuş ve helâk olmuştur.
Şimdi sen O'nunla O'na bakıcı olursan, O kendi nefsine bakıcıdır. Böyle olunca O, kendi nefsine, kendi nefsiyle bakıcı olmaktan zâil olmadı (10).
Yânî ey ârif, sen fenâ makâmında, Hakk'a nefsin ile değil, yine Hak ile bakarsan, O'na bakıcı olan sen olmazsın; O kendi nefsine bakıcı olur. O ise evvel ve âhir bulunduğu halden zâil olmadı ve dâimâ kendi nefsine, kendi nefsiyle bakıcıdır ve hiçbir şeye "ahadiyyet" ile tecellîsi yoktur. Çünkü tecellî, gayr için keşf oluştan ibârettir. Oysa burada ne başkaları ve ne de gayr yoktur. Ve bu mertebe, bâtın olma mertebesidir; zâhir olma mertebesi değildir. Tecellî ise bâtın olma değil, zâhir olmadır.
Ve eğer sen O'na senin ile bakarsan, "ahadiyyet" zâil olur. Ve eğer sen O'na O'nunla ve seninle bakarsan, yine "ahadiyyet" zâil olur. Çünkü "nazarte-hû yânî sen ona baktın"daki "tâ" zamîri, bakılanın "ayn"ı değildir. Şimdi "bakan" ve "bakılan" olan iki husûsun gerektirdiği bağıntının vücûdu lâzımdır. Böyle olunca "ahadiyyet" zâil olur (11).
Yânî sen Hakk'a nefsin, kayıtlı vücûdun ile bakarsan, o zaman bu nefsin sebebiyle "ahadiyyet" zâil olur ve bu sûrette Hak sıfatları ve isimleriyle sana tecellî eder; yânî ahadiyyetle değil, "vâhidiyyet"le tecellî eder.
Ve eğer sen Hakk'a, Hakk’ın vücûduyla ve senin vücûdun ile bakarsan, sen nefsinde Rabbânî iniş ile tahakkuk etmiş olursun. Nitekim hadîs-i şerifde buyrulmuştur: "Rabbimiz her gece dünyâ semâsına iner. " Ve bu bakış, ilâhî yakın olmuşlar ve Muhammedî vâris olan saâdet sofrası zâtların bakışıdır. Ve buna "ikinci fark" derler. Çünkü bu saâdetlinin bakışında Hakk'ın vücûdu, hálkın vücûduna ve hálkın vücûdu da Hakk'ın vücûduna perde olmaz. Ve bu nazar ile de "ahadiyyet" zâil olur. Çünkü “nazarte-hû yânî sen ona baktın"daki "hitâp tâ"sı yânî “sen” zamîri, "bakılan" olan Hakk'ın aynı değildir, gayrıdır. Çünkü "sen" dediğimiz zaman, senin kayıtlı vücûdun ve "O" dediğimiz zaman da Hakk'ın vücûdu sâbit olur ve bundan da ikilik ortaya çıkar. Ve "bakan" ile "bakılan"dan ibâret bulunan iki şeyin gerektirdiği bağıntının vücûdu lâzım gelir ve "bakan" ile "bakılan" arasında gayrılık sâbit olunca, ahadiyyet de zâil olur; çünkü ahadiyyette bütün bağıntılar yok hükmündedir.
Ve yine de Hak kendi nefsiyle, kendi nefsinin gayrını görmedi; oysa bu vasıfta bakanın ve bakılanın Hak olduğu ma'lûmdur (12).
Yukarıda, senin Hakk'a seninle olan bakışın ile, senin O'na O'nunla ve seninle olan bakışın anlatılmış idi. Bu iki türlü olan bakışta dahi Hak, kendi nefsiyle, kendi nefsinden gayrısını görmez. Oysa Hak bu vasıfta, yânî senin vücûdun ile ve kendi vücûdu ile bakıcı olduğunda hem bakan ve hem de bakılandır. Ancak bakıcılık ve bakılıcılık bağıntısıyla ahadiyyet zâil olur. Ve bakıcılık ve bakılıcılık ile tecellîde ise bağıntıların vücûdu lâzımdır.
Şimdi kendisinden râzı olunanın mutlaka kendisinden râzı olunan olması geçerli olmaz. Ancak onda, onunla açığa çıkan her şey, râzı olanın fiilinden olduğu zaman, kendisinden râzı olunanın mutlaka kendisinden râzı olunan olması geçerli olur (13).
Bu cümle daha önce yazılmış olunan "Her bir mevcût rubûbiyyeti ancak külden aldı, vâhidden almadı; bundan dolayı ona külden ancak ona uygun olan şey tâyin edilmiş oldu" cümlesinin devâmıdır ve o cümleye ilişiktir. Ve bu iki cümle arasındaki beyânlar, ahadiyyette tecellî olmadığını îzâh için verilmiştir.
Şimdi her bir mevcût, mâdemki rubûbiyyeti belirli tek bir isimden almayıp, hâs rubûbiyyetten kendisine uygun şeyi külden, yânî mutlak rubûbiyyetten aldı ve diğer tâbîr ile, her mevcût, mâdemki rubûbiyyeti istîdâdına göre "Allah" toplayıcı ismi altında bulunan isimlerin birinden aldı; şu halde ancak terbiyesi altında bulunduğu isme göre kendisinden râzı olunan olur; yoksa mutlakâ kendisinden râzı olunan olmaz. Çünkü diğer bir isme göre kendisinden râzı olunan değildir ve her bir ismin görünme yeri diğerini beğenmez. Nitekim Şeyh Sâdî (k. s) buyurur. Beyt:
Tercüme: "Bir yahûdi ile müslüman çekişiyorlardı. Öyle ki, onların sözlerinden bana gülme geldi. Müslüman hiddetle dedi ki: “Eğer bu delîlim doğru değilse, ilâhî, yahûdi olarak öleyim.” Yahûdi dedi: “Tevrât'a yemin ediyorum, eğer muhalefetim varsa, senin gibi müslüman olayım. "
Sonuç olarak Rabb-i hâssı olan isme göre kendisinden râzı olunan olan kimse, mutlakâ kendisinden râzı olunan değildir. Ancak kendisinden râzı olunanda, vücûdu ile açığa çıkan bütün fiiller ve haller, râzı olanın fiili olursa, yânî kendisinden râzı olunan olan kulun fiili olmazsa, o zaman o kul, mutlakâ kendisinden râzı olunan olur. Çünkü râzı olanın fiili, kemâliyle insan-ı kâmilde ortaya çıkar. Çünkü insan-ı kâmil, "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri olduğundan bu isim altında toplanmış olan bütün ilâhi isimlerin görünme yeri olmuş olur. Ve onun Rabb'i, mutlak Rabb ve Rabbü'l-erbâb olan "Allah" toplayıcı ismi olur. Nitekim âyet-i kerîmede: “e erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr” (Yûsuf, 12/39) Yânî "Ayrı ayrı Rabb’lar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan "Allah" mı hayırlıdır?" buyrulur.
"İnsân-ı kâmil" rubûbiyyeti mutlak Rabb olan Allah'dan aldığından, onun görünme yerinde açığa çıkan bütün fiiller ve haller, mutlakâ kendisinden râzı olunan olur. Nitekim Hızır (a.s.) gemiyi deldi ve erkek çocuğunu öldürdü. Ve bunların görünüşte inkâr edilmiş olması nedeniyle, Mûsâ (a.s.)’ın inkârına cevâben: “mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) Yânî: "Ben o işleri kendi nefsimin emriyle işlemedim" buyurdu. Çünkü: “innen nefse le emmâretun bis sûı” yânî “Muhakkakki nefs, kesinlikle kötülüğü emreder” (Yûsuf, 12/53) âyet-i kerîmesi gereğince "Nefis kötülük ile emreder." Fakat Hak emrinde hakîmdir. Bundan dolayı insan-ı kâmilden çıkan fiiller, görünüşte çirkin bile olsa, râzı olanın fiili olduğundan mutlakâ kendisinden râzı olunan olur.
Şimdi Hak Teâlâ onu Rabb'i indinde kendisinden râzı olunan olmasıyla vasfetmekle, İsmâîl (a.s.) ayn’lardan kendisinin dışındakiler üzerine üstün oldu. Ve "Ey nefis, Rabb'ine dön!" (Fecr, 89/27-28) denilen her mutmainne nefs de bunun gibidir. (14).
Yânî İsmâîl (a.s.) Rabb'leri indinde kendisinden râzı olunmuş olan ne kadar ayn’lar varsa, onların hepsinden üstün oldu. Çünkü Hak Teâlâ onu: “ve kâne inde rabbihî mardıyyâ” yânî “Ve o, Rabb’inin indinde râzı olunmuşlardandı” (Meryem, 19/55) âyet-i kerîmesinde kendisinden râzı olunan olmakla vasfetti. Ve İsmâîl (a.s.), Hak Teâlâ Hazretlerinin her şeye hálkını, yânî istîdâdıyla taleb ettiği hakkını, verdiğine vâkıf oldu. Bu vâkıf oluş ise kazâ ve kader sırrına ilimdir. Ve kazâ ve kader sırrına vâkıf olmak ta, insan-ı kâmil’in hâlidir. Ve insan-ı kâmil, mutlak Rabb’in terbiyesi altındadır ve zât isminin görünme yeridir. Nitekim İsmâîl (a.s.) da: “ve cealnâ lehüm lisâne sıdkın aliyyâ” yânî “ve onları lisânda sâdık ve aliyy kıldık” (Meryem, 19/50) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere zât ismi olan Aliyy isminin görünme yeridir. Bundan dolayı o mutlaka kendisinden râzı olunmuş olandır; ve diğer ayn’lar ise Rabb-i hâsları indinde kendisinden râzı olunanlardır. Bu şekilde İsmâîl (a.s.) kendisinin dışında olan ayn’lar üzerine üstün olur.
Ve “Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh, İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh, Fedhulî fî ibâdî, Vedhulî cennetî.” Yânî “Ey mutmain olan nefs!, Rabbine dön râzı olarak ve râzı olunmuş olarak!, O zaman, kullarımın arasına gir. Ve cennetime dâhil ol.” (Fecr, 89/27-30) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu yön ile, her bir mutmainne nefs te, İsmâîl (a.s.) gibi kendisinden râzı olunmuş olandır. Çünkü "emmâre" değildir ki, fiilleri kendisine dayandırma ile dâvâya kalkışsın ve "levvâme" değildir ki, aynı şekilde fiilleri kendine bağlı kılarak kendini levm etsin? O tercihli ölüm ile bütün fiillerinden fânî olmuş ve kendisinde fiilleri dayandırabileceği bir vücût görememiştir. Onun için o nefse gerek tercihli ölümde ve gerek zorunlu ölümde "Rabb'ine dön!" hitâbı ulaştı. Çünkü bir kimse nefsinden dönünce, Hak açığa çıkar. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “câel hakku ve zehekal bâtıl” (İsrâ, 17/81) Yânî "Hak geldi, bâtıl gitti.”
Şurası da kapalı kalmasın ki, her mutmainne nefsin kendisinden râzı olunmuş olması, Rabb-i hâsı indinde kendisinden râzı olunmuş olmasıdır. Hattâ İsmâîl (a.s.) da, Rabb-i hâsı indinde kendisinden râzı olunmuş olmakla bir yön ile kayıtlı kendisinden râzı olunmuştur ve ikinci yön ile mutlak kendisinden râzı olunmuş olandır.
Birinci yön budur ki, İsmâîl (a.s), insan-ı kâmil olduğundan mutlak rubûbiyyeti barındıran bütün rubûbiyyetlerin görünme yeri oluştadır. Ve mutlak rubûbiyyet onunla tahakkuk edici olmuştur.
İkinci yön budur ki, salt kul oluş ile vasıflanmış olduğundan ondan açığa çıkan bütün fiiller, râzı olucu olan Hakk’ın fiilleridir.
Şimdi Hak Teâlâ mutmainne nefse, ancak onu dâvet eden Rabb'ine dönmek ile emretti. Böyle olunca nefis de, "râzıyye yânî râzı olmuş" olduğu halde, Rabb'ini külden ârif oldu. Şimdi sen "Ey nefis", bu makâm, onların mülkü olması yönüyle, "Benim kullarım zümresine gir!" Şu halde burada bahsedilen "kullar", Rabb'ini bilen ve onunla yetinen ve ondan başka Rabb'a bakmayan her kuldur (15).
Yânî Hak, mutmainne nefse, kendisini çağıran Rabb-i hâssına dönme ile emretti. O da bu Rabb-i hâssını, diğer hâs Rabb’lerden, yânî isimlerden ayırıp O'nun dâvetinden râzı olduğu halde ârif oldu ve O'nun dâvetine îcâbet etti. Ve Hak, dönüş ile berâber bu rızâ makâmının onların mülkü olması dolayısıyla, mutmainne nefs sâhipleri olan kullarının zümresine dâhil olmasını da emretti; ve “Fedhulî fî ibâdî” yânî “Kullarım arasına dâhil ol!” (Fecr, 89/29) âyet-i kerîmesindeki kullar, hangi ismin terbiyesi altında olduğunu bilip onun üzere yetinerek, onun dışında olan hâs Rabb’lara bakmayan her bir kuldur.
Ve "Ey mutmainne nefs, benim cennetime gir" ki, benim örtmem onun iledir. Oysa benim cennetim senden gayrı değildir. Çünkü sen, zâtın ile beni örtersin (16).
Cennet, sözlükte "Sık ağaçların gölgeleriyle örtülmüş olan yer"e derler. "Örtme" ma’nâsına olan "cenn"den türemiştir. Ve zâhir âlimlerin terimlerinde "Âhiret yurdunun ferah makâmlarından ve muhabbet edilen yurtlardan ibârettir" ki, onlar da "ameller ve fiiller cennet"idir. Fakat ârifîn indinde bunlardan başka cennetler de vardır ki, onlar "sıfat cennetleri" ve "zât cennetleri"dir. Sıfat cennetleri, kemâl sâhiplerinin sıfatıyla sıfatlanmak ve ilâhi ahlâk ile ahlaklanmaktır. Ve bunun da birtakım mertebeleri vardır. Zât cennetleri, ârifinden Rabb'in zuhûru ve onların üzerinde zâhir olması ve Rab'leri indinde onların örtünmesidir. Kul için olan bu cennetlere karşılık, Hak için de cennetler vardır. Buna binâen Hak Teâlâ: “Vedhulî cennetî” (Fecr;' 89/30): Yânî: "Cennetime gir!" buyurur ve cenneti, ecell ve âlâ Zât’ına bağlar.
İlâhi cennetlerden birincisi; "a'yân-ı sâbite cennetleri"dir. Çünkü Hak onunla örtünür ve a'yân-ı sâbite örtülerinin arkasından zâtını zâtı ile müşâhede eder.
İkincisi; ne mukarreb meleklerin, ne de diğerlerinin vâkıf olamayacağı şekilde rûhlarda örtünmesidir.
Üçüncüsü; gayrın vâkıf olamayacağı yön ile perde arkasından âlemlerini müşâhede etmek için, şehâdet âleminde varlıklar ile örtünmesidir.
Şimdi nefsâni hazlardan fânî olan ârife "Benim cennetime gir!" denilince o ârif bu sözden, "zâtına ve "ayn"ına ve hakîkatınâ gir ki, onda Ben'i bulasın; ve onunla Ben'i müşâhede edesin" ma’nâsını anlar. Çünkü onun isteği Hakk’ın cemâlidir. Ârif olmayan kimse ise bu hitâptan yenilip içilecek ve hûrîlerle zevk edilecek, sonuç olarak bu gibi nefsâni hazlar ile meşgûl olunacak yere dâhil oluşu anlar. Nitekim Şeyh (r.a.) Hak tarafından tercümân olarak "Benim cennetim senden gayrı değildir; çünkü sen zâtınla beni örtersin" buyurur. Yânî sen zâtınla ve sıfatlarınla ve fiillerin ile zâtıma, sıfatlarıma ve fiillerime koruma, yânî siper olursun demektir. Ve kulun nefsini Rabb'ine siper etmesi hakkındaki izâhlar İbrahim Fass'ında geçmiştir; oraya mürâcaat buyrulsun.
Şimdi Ben bilinmem, ancak senin ile; nitekim hakîkatte sen mevcût olmazsın, ancak Ben'im ile. Böyle olunca seni bilen kimse, Ben'i bildi. Oysa Ben bilinmem, sen de bilinmezsin (17).
Yânî varlıklarda Ben'im açığa çıkışım, ancak senin iledir. Çünkü sen Ben'im zâtımın aynası ve sıfatlarımın görünme yeri ve tasarruflarımın mahallisin. Nitekim sen de, ancak Ben'im ile mevcûtsun. Çünkü senin senliğin yokluktan başka bir şey değildir. Belki Ben kendi vücûdumdan sana bir izâfi vücût verdim de, senin senliğin bu sâyede meydana gelmiş oldu. Böyle olunca, hakkıyla seni bilen kimse Ben'i bildi; çünkü senin hakîkatin Ben'im. Oysa benim hakîkatimi ve zâtımın özünü hiçbir kimsenin bilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı sen de hakîkatinle ârif olunan olamazsın.
Bu hitâp, "insan-ı kâmil" olan Şeyh (r.a)in bâtınından zâhirinedir. Çünkü insan-ı kâmilin vücûdu Hakk'ın vücûduna bütünüyle görünme yeridir ve Hak, suyun buzda gizlenmesi gibi, onda gizlidir. Rubâî-i Hazret-i Mevlânâ:
Tercüme: "Ey Hoten şehrine mensûp olan güzel yüzlü sevgili! Ben seninle öyleyim ki, acabâ ben sen miyim, yoksa sen ben misin? diye yanılgı içindeyim. Ben ben değilim, sen de sen değilsin. Sen, ben de değilsin. Hem ben benim; ve hem sen sensin; hem de sen bensin."
Şu halde sen Rabb'in cennetine girdiğin zaman, "nefs"ine dâhil olursun (18).
Yânî birer Rab olan ilâhi isimlerden birisi, alnından tutup çektiği kuluna “Fedhulî fî ibâdî” yânî “Kullarım arasına dâhil ol!” (Fecr, 89/29) sözüyle seslenip ve cennetine dâhil olmayı emretse, o ârif kul kendi nefsine dâhil olur. Çünkü, ârif Rabb-i hâssı olan o ismin cennetinin kendi "nefs"i olduğunu ve kendisinin o Rabb'in görünme yeri ve aynası ve istivâ ettiği arşı olduğunu bilir. Bu şekilde Rab, kulunu ve kul da Rabb'ini sever. Biri râzı olan, diğeri de râzı olunandır.
Rabb'ini tanıdığın anda, Rabb'ine ârif oluşun sebebiyle, kendi nefsini bildiğin ârif oluşun dışında olarak, diğer bir ârif oluş ile tanırsın. Bu sûrette sen iki ârif oluş sâhibi olursun. Birisi, senin nefsin yönüyle Rabb'in ârif oluşudur; diğeri, nefsin yönüyle değil, Rabb'in yönüyle, Rabb'in ârif oluşu sebebiyle, nefsin ârif oluşudur (19).
Yânî Rabb'in cennetine girdiğin zaman, nefsine ve zâtına dâhil olur ve Hakk'ın nûrlarından ve zâtından, o nefsinde olan şeyi ve sırları müşâhede edersin. Ve bu şekilde nefsini ikinci bir tanıyış ile tanırsın ki, bu ârif olma nefsini tanıdığın ârif olmanın gayrıdır. Yânî bundan evvel nefsini bilmiş ve bu bilme sebebiyle Rabb'ini tanımış idin. Bu defâ Rabb'in cennetine girip kendi nefsine dâhil olmakla, nefsin hakkında ikinci bir ârif olma oluşur ki, bu da önceki ârif olmadan başkadır. Ve bu ikinci ârif oluşun oluşması anında, Rabb'ine ârif oluşun sebebiyle nefsini tanımış olursun ve netîce olarak sende iki ârif oluş hâsıl olur. Çünkü, daha önce nefsini bilmiş ve ondan sonra Rabb'ini tanımış idin. Ve bu ârif oluşta sen kendinin âciz, fakîr, noksanlıklar ve şerler kaynağı olup, sendeki kemâlâtın ödünç olduğunu ve Rabb'inin Kâdir, Ganî, kemâlât ve hayırlar mâdeni olup, zâti kemâlât sâhibi bulunduğunu anlamış idin. Ancak, Rabb'ini ve görünme yerlerinde onun açığa çıkışlarını bildiğin zaman, bu biliş ile tekrâr nefsinin ârif oluşuna döner ve yönelirsen, sende ikinci bir ârif olma daha peydâ olur ki, bu ârif olma öncekinden daha tam ve mükemmeldir. Çünkü bu defâ, nefsinin Hakk’ın görünme yerlerinden bir görünme yeri olduğunu bilmiş olursun. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz'e "Rabb'ini ne ile bildin!" diye sorulduğunda "Eşyâyı Allah ile bildim" buyurdular.
Şimdi sende hâsıl olan iki mârifetten yânî ârif oluştan birisi, nefsin yönünden Rabb'ini ve nefsini bilmektir ve diğeri, nefsin yönünden değil, Rabb'in yönünden, Rabb'ini ve nefsini bilmektir. (Dâvûd-ı Kayserî şerhi).
Beyt:
Sen kulsun ve sen Rab'sin; o kimse için ki, onun için onda sen kulsun (20).
Yânî ey iki mârifet sâhibi olan ârif! Birinci mârifetin yânî ârif oluşun yönünden sen kulsun; çünkü o mârifet sebebiyle vehmî nefsini bilip, daha sonra hakîki Rabb’ini anladın ve eseri bildin, eserin sâhibini tanıdın. Ve böylece sen, ikinci mârifetin yânî ârif oluşun yönünden Rab'sın. Çünkü bu mârifet sebebiyle nefsinin hakîkâtini bildin ve senin üzerindeki Kayyûm'u tanıdın ve Hakk'ı anladın. Bu halde sen, resimlerin ile kulsun ve resimlersiz Rab’sın. Ve sen, seninle kulsun; ve sensiz Rab'sın. Ve sen onun vücûdunda yok hükmünde olan içeriğin ile zâhirsin ve bu vücûdunda zâhir olduğun Rabb-i hâssın için kulsun; çünkü senin üzerinde o hâs ismin saltanatı açığa çıkmaktadır. Ve sen kulu olduğun bu hâs isim için Rab'sın. Çünkü O'nun vücûdunda o ismin hükümlerini kabûl edersin ve açığa çıkarırsın ve bu şekilde onun üzerinde de senin saltanatın açığa çıkar.
Bu ifâdelerin kısaca îzâhı budur ki: Sen, senin üzerine hâkim olan Rabb-i hâs için kulsun. Ve onun hükümlerinin ve fiillerinin cereyânı husûsunda sen, o Rabb-i hâssın hüküm ve saltanatı altında itaât edicisin; işte birinci mârifetin gereği budur. Ve sen hükmünde bulunman ile kulu olduğun Rabb-i hâssın için Rab'sın. Çünkü sen, istîdâdın ile onun üzerine hâkimsin ve onun senin üzerine olan hükmü ve fiili, ancak istîdâd lisânın ile olan talebine dayanmaktadır. Bu da ikinci mârifetin netîcesidir.
Sonuç olarak Allah Teâlâ Zâhir ve Bâtın'dır ve Zâhir ismi ile Bâtın ismi için rubûbiyyet sâbittir. Zâhir Bâtın'ı ve Bâtın da Zâhir'i terbiye eder. Bâtın'ın Zâhir'i terbiye etmesi, Zâhir üzerinde isimlerin hükümlerini açığa çıkarmasıdır. Ve Zâhir'in Bâtın'ı terbiye etmesi de, isimlerin hükümlerini kabûl edip, onun açığa çıkmasına görünme yeri olmasıdır.
Şimdi Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu beyitte kul ile Rabb-i hâs arasındaki bağıntıyı beyân buyurmuştur. Ve sonraki beyitte ise, abd ile Rabbü'l-erbâb yânî Rabb’ların Rabb’ı arasındaki bağıntı beyân olunur.
Ve sen Rab'sın ve sen, hitâpta onun için ahid sâbit olan Rab için kulsun (21).
Yânî sen, sende açığa çıkan "hüviyyet" îtibârıyla Rab'sın. Ve sen “e lestu birabbikum“ yânî “Ben sizin Rabb’iniz değilmiyim?” (A'râf, 7/172) hitâbında kendisi için ahid sâbit olan Rabb'in için, taayyünün ve kayıtlı oluşun îtibârıyla kulsun. Ve kul ile Rab arasındaki geçmiş küllî ve cüz'î ahdi bilmek lâzımdır. "Küllî ahd" budur ki, ilâhî toplayıcı isim ile kullar arasında olmuştur. Ve "cüz'î ahd" ise isimlerden her biriyle kulları arasındaki ahiddir. Şimdi herkes Allâh'ın kuludur; fakat her bir kul kendisine hâkim olan isimler yönünden Hakk'a tapar.
Şimdi her bir inanç ki, bir şahıs onun üzerine sâbittir, o inançtan başka inancı olan kimse, o inancı reddeder (22).
Yânî herkesin bir inancı vardır. Başka birisinde, kendi inancının dışında olan bir inanç gördüğünde, onu hükümsüz bırakır. Çünkü her bir şahıs ilâhi isimlerden bir ismin görünme yeridir. Bundan dolayı o ismin hükmü îcâbınca kendine mahsûs bir inanç sâhibidir. Ve bu sebeple diğer inanç sâhiplerinden ayrılmıştır. Ve bu inanç, o kimse ile Rabb-i hâssı arasındaki ahdidir. Bundan dolayı muhtelif isimlerin te'sîri altında olarak bir dîğerine inançları muhâlif olan kimselerden her biri, diğerini reddeder ve hükümsüz bırakır.
Böyle olunca, Allah kulundan râzı olucu oldu. Onlar da kendilerinden râzı olunanlardır ve onların hepsi O'ndan râzı olucu oldular. Bundan dolayı O da kendisinden râzı olunandır (23).
Allah, kulundan râzı olucu oldu; çünkü o kullar Allâh'ın isimlerinin gereklerini ve hükümlerini açığa çıkardılar. Örneğin kimi çevresine zarar verdi, Dârr isminin gereğini meydâna koydu ve kimi hálka fayda verdi, Nâfi' isminin hükümlerini açığa çıkardı. Ve Allah ismi bütün isimleri toplamış olduğundan, bu isimlerin her birerlerinin kullarından râzı olucu oldu. Ve netîce olarak da bu kulların hepsi Allah indinde kendilerinden râzı olunanlar oldular. Diğer taraftan onlara, taleb ettikleri aynî vücûdu verdiği ve bu yokluk gizlenmişliğinde gizli olan onların kemâlâtını isimlerin ellerinden açığa çıkardığı için, kullar da râzı oldular. Ve bu sebeble de Allah onların indinde kendisinden râzı olunan oldu.
Dostları ilə paylaş: |