Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Soru: Cenâb-ı Hak Kur'ân- Kerim'de: “ve lâ yerdâ li ıbâdihil küfra”



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə36/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   90

Soru: Cenâb-ı Hak Kur'ân- Kerim'de: “ve lâ yerdâ li ıbâdihil küfra” yânî “Ve O, kulları konusunda küfre razı olmaz” (Zümer, 39/7) buyurmuştur. Oysa kulların bâzıları kâfirdir. Şu halde Hakk’ın onların küfürlerinden râzı olucu olması lâzım gelir ki, bu da bu apaçık ifâdeye ters görünür.

Cevâp: Hakk'ın emri mükellef olanların halleri hakkında iki yön üzeredir: Birisi "teklîfî emir", diğeri "irâdî emir"dir. Eğer Hak mükelle­fe bir şeyle emreder ve o şeyin yapılmasına ilâhî ilmi olduğundan, irâdesi de bağlanır ve onu yapmaya me'mûr olan mükellefin ayn-ı sâbite­si de onu îcâb ettirir ise, bu "irâdî emir"dir. Ve eğer Hak, mükel­lefe, yapılmasına irâdesinin bağlanmadığı ve onu yapmaya me'mûr olanın ayn-ı sâbitesinin de îcâb ettirmediği bir şeyle emrederse; bu da "teklî­fi emir"dir.

Şimdi bir kul, Hakk'ın gönderdiği peygamber’in getirdiği emirlere itaât etmeyip küfretse ve onun bu küfrü de ayn-ı sâbitesinin istîdâdı olsa, Hak "teklîfi emri" yönünden onun bu küfründen râzı olucu değildir. Fakat ezelde onun istîdâdıyla taleb ettiği küfrün yapılmasını irâde ettiği için, "irâdî emir" yönünden Hak ondan râzı olucudur. Çünkü onun fiili ilâhî irâdeye uygundur . Bu bahsin ayrıntıları Ya'kûb Fassı ile Uzeyr Fassı'nda geçmiştir. Oraya mürâcaat olunsun.

Şimdi iki hazret, benzerlerin karşılıklı oluşu gibi, karşılıklı oldu. Benzerler ise zıttırlar. Çünkü iki benzer birleşmezler; çünkü farklı olmazlar. Oysa vücûtta diğerinden ayrılmış olmayan bir şey yoktur (24).

Yânî Rabb’ların hepsini toplamış olan rubûbiyyet hazreti ile kulların hepsini toplamış olan ubûdiyyet yânî kulluk hazreti, benzerin bir diğerine karşılık oluşu gibi, karşılıklı oldu. Çünkü iki hazretten biri, diğerine göre karşılıklı olarak râzı olan ve râzı olunan oldu. Bundan dolayı her biri karşılıklı râ­zı olan ve râzı olunan olmakta ve her biri diğerinde hükmünü açığa çıkarmakta benzerler gibidirler ve benzerler ise zıttırlar. Çünkü iki benzer birleşmezler ve şâyet birleşecek olurlar ise birbirinden ayrılmazlar ve oysa vücûtta ayrılmayan bir şey yok­tur. Çünkü ilâhi isimler birbirinden ayrıdır. Sonuç olarak iki benzer birleşmezler; ve birleşmeyince bir dîğerine zıt olurlar. İşte bunun için rubûbiyyet ve ubûdiyyet hazretleri, zıt olan benzerlerin karşılıklı oluşu gibi, karşılıklı oldu.

Bu durumda Şeyh (r.a.) önce, çokluk îtibârıyla, benzerlerin ve zıtların vü­cûdunu isbât etti; daha sonra bu iki hazret arasındaki benzer oluşu ve zıt oluşu kaldırıp, zâti olan “bir”liği ve sonra da âraz olan “bir”liği beyân etmeyi murâd ederek, iki hazreti toplamış vâhid yânî bir olan hakîkate işâreten buyurdu ki:

Şimdi bir olan hakîkatte benzer yoktur. Böyle olunca "vücût"ta benzer yoktur: Ve vücûtta zıt da yoktur. Çünkü "vücût" vâhid yânî bir hakîkattir. Oysa bir şey kendi nefsine zıt olmaz (25).

Yânî "benzer" dediğimiz şeyin bulunması için, iki mevcût lâzımdır ve bu iki mevcûdun da birbirinin gayrı olmuş olması îcâb eder. Oysa "vücût" tek bir hakîkattir. Ve o hakîkat da ahadiyyet vasfı üze­redir; parçalanma ve çoğalma kabûl etmez. Bundan dolayı vücûtta ne benzer ve ne de zıt yoktur. Eğer olsa idi, tek bir hakîkatin kendisinde çoğalmış olması lâzım gelirdi. Örneğin "bir" dediğimiz şeyden kendisine benzeyen başka “bir” çıkmaz; çünkü kendi kendisinde çoğalmaz. Ve “bir”den kendisine zıt olan bir şey de çıkmaz. Sonuç olarak o dâimâ “bir”dir. Fakat “bir”in kendisinde yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir ve diğerleri gibi birtakım bağıntılar mevcût olur ve gayrılık, ancak bu bağıntılar arasında görünür. Ve bu bağıntılar tek bir olan hakîkatı ihlâl et­mez; O dâima “bir”dir.

Şiir:
Şimdi Hakk'ın dışında bir şey bâkî kalmaz; vâr olan bâkî olmaz. Bundan dolayı birleşmiş yoktur; ayrı da yoktur. Açık delîl bu­nunla geldi. Şu halde ben gördüğüm ve incelediğim zaman, iki gözle ancak O'nun "ayn"ını görürüm (26).

Yânî benzerler ve zıtlar kalkıp "vahdet-i vücûd" zâhir olduğu zaman, ancak Hak bâkî kalır ve âlem fânî olur; çünkü âlem, çokluğu gerektirir. Vahdet-i vücûdun zuhûrunda ise vâr olan, yânî âlem, bâkî kalmaz. Bundan dolayı hakîkatte birleşmiş yoktur. Çünkü vehmedilmiş bir imkân dâhilinde olan yoktur ki, birleşme bulunsun. Ve yine hakîkatte ayrı yok­tur; çünkü tâyin edilmiş olan bir şey yoktur ki, hakîki olan vahdetten ya’nî “bir”den ayrılmış olsun; bağıntısal çoklukların hepsi, o “bir”de helâk olmuştur. Nitekim, ”bir”in zâtında mevcût olan yarımlık ve üçte birlik ve dörtte birlik ve diğer bağıntıları onda muzmâhildir. Ve onların “bir”den ayrı oluşları ve ona birleşik oluşları nisbî iştir ve nisbet ise an­cak iki şey arasında olur. Oysa hakîkatte “bir” için ikilik yoktur; bundan dolayı açık delîl ve keşf bu bahsedilen şeyle gel­di. Yânî açık olarak ve keşf ile, zâhir ve bâtında, Hakk'ın gayrı bir şey olmadığı sâbit oldu. Böyle olunca ben baş gözü ile ve kalb ve rûh gözüyle, zâhir ve bâtında mevcûtları müşâhede ettiğim zaman, ancak Hakk'ın "ayn"ını mü­şâhede ederim.

Bu, Rabb'inden onun vücûdu olmaktan haşyet eden kim­seye mahsûstur. Çünkü o, ayrımı bilendir (27).

Bu söz daha önce bahsedilen "Allah kullarından râzı olucu oldu; onlar da razı olunmuşlardır……" sözünün tamamlanması için devâmıdır. Arada geçen sözler, izâh etmek içindir. Bu halde bağlantı şu şekilde olur: Hakk'ın kullarından ve kulların Rabb'inden râzı olması ve onların bir dîğerine göre kendisinden râzı olunan bulunması, Rabb'inden haşyet eden kimseye mahsûstur. Çünkü Rabb'inden haşyet eden kul, Rab ile merbûb yânî Rabb’i olan arasında olan ayrımı bildiği için,tevhîdi yânî “birliği” ıspât edip, Rabb'in vücûdu benim vü­cûdumdur; veyâhut benim vücûdum Rabb'in vücûdudur, demekten kaçınır. Çünkü rubûbiyyeti yânî Rabb oluşu ve ubûdiyyeti yânî kul oluşu birbirinden ayırıp her birisinin hakkına riâyet etmek edeb gereğidir ve ubûdiyyetin îcâbı da budur. Ve mâdem ki ayırım ilmi mevcûttur, ne Mevlâ kul olur ve ne de kul Mevlâ olur. Eğer bu ilim ile berâber mertebelerin îcâblarına riâyet edilmezse, dînsizlik ve zındıklık olur. Beyt:

Tercüme: "Vücûdun her mertebesinin bir hükmü vardır. Eğer me­rtebeleri muhafaza etmezsen zındıksın. "

Çünkü vücûtta bâzı ayn’ların, âlimin getirdiği şeye cehâleti, bizi bunun üzerine sevk etti. Şimdi kullar arasında ayırma oldu. Böyle olunca da Rabb’lar arasında ayırma oldu. Eğer ayırma olmasa idi, elbette ilâ­hî bir isim, bütün yönleriyle, diğer bir ismin izâh edildiği şeyle izâh edilir idi. Oysa Muizz yâni “izzet veren”, Müzill'in yâni “zelil eden”in izâhıyla izâh olun­maz. Benzer şekilde diğerleri de böyledir. Ancak o, ahadiyyet yönü îtibârıyla odur. Nitekim sen, her bir isim hakkında, “hüviyeti yönünden o, zâta ve onun hakîkatine delildir” dersin. Bundan dolayı isimlendirilmiş olan birdir. Böyle olunca da Muizz Müzill'­in hüviyyetidir. Muizz ise, kendi nefsi ve hakîkati yönünden, Müzill değildir. Çünkü akılda, onlardan her birisi hak­kındaki kavram farklıdır (28).

Yânî vücûtta bâzı şahısların, âlimin getirdiği şeye, yânî âlim-i billâhın bahsettiği "vahdet-i vücût" meselesine câhil olması, bizi ru­bûbiyyet yânî Rabb oluş ve ubûdiyyet yânî kul oluş kavramlarının farklılaştırılmasına ve ayrılmasına sevk etti. Çünkü ulemâ-yı billâh Hz. Şeyh (r.a)’ın yukarıda yazdığı beyitlerin kavramı üzere "vahdet-i vücût"tan bahsettik­de, ârif olmayanlar, ayrılığın yokluğunu bilmedikleri için, onu inkâr ederler. Bundan dolayı edebe riâyet etmek için, bu hal bizi, ma­kâmının ayrılığına sevk etti ve ayrılık ile hükmettik. Bu îtibar ile kullar arasında ayrılık oldu.

Yânî ârifin ilmi ve câhilin cehli ayrımı gerektirdi ve netîce olarak da Rabb’lar; yânî isimler, arasında ayrılık oldu. Çünkü kullar, isimlerin görünme yerleridir ve her bir kul, ancak Rabb-i hâssının kendisine verdiği şeyle görünür; ve Rabb-i hâssının ona verdiği şey de, kulun ayn-ı sâbitesinin istîdâd lisânı ile taleb ettiği şeydir. Bundan dolayı kullar Rab­b-i hâslarının kendilerine verdiği şeyle ayrılırlar ve kullar ara­sındaki ayırma "Rabb’lar" arasındaki ayırmadır ve Rabb’lar ise bir ­diğerinden zâti özellikleriyle ayrılırlar.

Şimdi bu ayrılış ilk önce isimler mertebesinde Rabb-i hâslar arasında ve ikinci olarak şehâdet mertebesinde kullar arasında olunca, elbette kul ile Rab arasında da sâbit olur. Eğer ilâhi isimler arasında ayrılık olmasaydı, ilâhi isimlerden her bir isim, bütün yönlerden diğer bir ismin izâh edildiği şeyle izâh edilir idi. Oysaki Muizz yânî izzet veren ve Müzill yânî zelîl eden isimlerinin zâti özellikleri başka baş­ka olduğundan, Muizz ismi her yön ile, Müzill ismi ile izâh olun­maz. Ve ne kadar karşılıklı isimler varsa hepsi de böyledir. Mâ­ni', Mu'tî; ve Muhyî, Mümît; ve Hâfıd ve Râfi'; ve Dârr ve Nâfı' ve diğerleri gibi. Ancak zâti ahadiyyete göre Muizz ismi Müzill ismidir; ve bu îtibâra göre Muizz ismi Müzill ismi ile izâh olunur. Çünkü ahadiyyet zâtında hepsi birliktedir. Orâda zıt ve benzer yok­tur. Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Renksizlik rengin esîri olduğunda Mûsâ, Mûsâ ile savaşta oldu. Ne zaman ki renksizliğe ulaşırsın ki, o sende var idi; Mû­sâ ile Firavun'un barışı vardır."

Yânî renksiz ve çokluktan berî olan ahadiyyet zâtı taayyün elbisesine büründüğünde Mûsâ ile Firavun'un veyâhut Mûsâ (a.s.) ile bir adı Mûsâ olan Sâmirî'nin çekişmede olduğunu görürsün. Şerh ediciler ikinci Mûsâ'yı Firavun ma’nâsına almışlardır. Oysa Sâmirî olması daha uygun olur. Nitekim, ârifin biri bu­yurur: "Cibrîl'in terbiye ettiği Mûsâ kâfir ve Firavun'un terbiye ettiği Mûsâ da resûldür". Ne zamanki derin düşünceler ve tefekkür ve doğru keşf ile renksizliğe ulaşasın ve mutlaklık âlemine dikkâtlice bakasın, Mû­sâ ile Firavun arasında savaş olmayıp onların barış ve dostluk içinde bulunduğunu ve o mertebede zıt olmadığını görürsün. Nitekim sen ilâhi isimlerden her bir isim hakkında: O isim, zâta ve kendine mahsûs olan hüviyyeti dolayısıyla kendi hakîkatine delîldir, dersin. Şimdi bütün isimlerin isimlendirilmişi bir olduğundan, bu birlik îtibârıyla Muizz is­mi Müzill isminin hüviyyetidir; ve bir dîğerinin aynıdır: Fakat ken­di nefisleri ve hakîkâtleri îtibârıyla başka başkadır. Çünkü birinin zâti özellikleri izzet, diğerininki zillettir. İzzet ve zillet ise hü­kümde bâşka başka şeylerdir. Şu halde her bir isim için iki delîl olma olmuş olur. Birisi zâta, diğeri o ismin nefsine ve hakîkâtinedir. Bu ikinci delîl oluşa göre isimler, bir dîğerinden ayrılır. Ve bu îtibâr ile Muizz ismi Müzill isminin aynı değildir. Çünkü bunların kavramları akılda farklıdır. İşte zât, bu isimlerden her birinin zâti özelliklerine göre bir sıfat ile vasıflanarak açığa çıktı. Ve izzet vericilik sıfatı ile açığa çıkma, zelîl edicilik sıfatı ile açığa çıkmanın aynı değildir; bir dîğerine muhâliftir. Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: Ey bilgiye susamış, şehâdet âlemindeki zıtlığın sebebini dinle! Şöyle ki; farklı sûretlerin canları olan isimler, "yâ" harfinden "elif’ harfine kadar harfler nasıl farklı ise, öylece farklıdır. İşte bu sebeble şehâdet âleminde mevcût, bütün sûretler ve farklı harfler de, kargaşa ve şek ve zıtlık ve ihtilâf vardır. Bununla berâber içerik i’tibârıyla o harflerin her birisi baştan ayağa kadar birliktedir.

Şiir: Sen Hakk'ı hálktan soyutlamış olduğun halde, Hak tarafına bakma! (29).

Yânî sen Hakk'ı, vâr edilmişlerden soyutlanmış ve hálk edilmiş görünme yerlerinden münezzeh bir hârici mevcût kılma ve O'nu hálktan ve O'nun sıfâtından soyutlamak sûretiyle O'na bakma! Çünkü O'nu vâr edilmişlerden ayıracak ve tenzîh edecek olur isen, Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûduna birer sınır belirleyerek, her birinin kendi sınırını geçmeyeceğine hükmetmiş olursun. Oysa Hak Teâlâ Hazretleri zâtıyla her şeyi ihâta etmiş­tir ve sınırsızdır.

Ve sen hálka Hakk'ın gayrını giydirici olduğun halde, hálk tarafna bakma! (30)

Yânî sen hálkı, Hak'tan soyutlanmış ve bütün yönlerden O'na gayrı kılmak ve gayrı oluş elbisesi giydirmek sûretiyle ona bakma! Çünkü Hak Teâla: “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” yânî “Siz nerede iseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4) buyurur. Bel­ki sen, hálk edilmişlerin çokluğunda zâti birliği ve zâti birlikte de hakledilmişlerin çokluğunu görmek için hálkta Hakk'a bak!

Ve Hakk'ı tenzîh ve teşbîh et ve sıdk yeri makâmında kaim ol! (31).

Yânî sen Hakk'ı, ahadiyyet makâmı dolayısıyla hálktan ve onda mevcût olan çokluk şâibesinden ve imkân dâhilinde oluştan ve noksandan tenzîh et ! Ve O'nu sem', basar ve irâde ve kudret gibi kemâli sıfatların tümüyle teşbîh et! Çünkü sen tenzîh ile teşbîhi cem' edersen sıdk makâmında kâim olmuş olursun. Ve bu şekil kâmillerin âdetidir; ve ona "cem’ makâmı” derler; ve onda aslâ sâdık olmama şâibesi yoktur.

Ve istersen cem’ makâmında ol; ve istersen fark makâmında ol! (32).

Yânî ey ârif sen, ne zamanki hakîki vücûdun birliğini bildin ve maiyyet yânî berâberlik hükmü ile hálkın bir yönden Hak ve Hakk'ın bir yönden hálk olduğunu; ve fark makâmında hálkın hálk ve Hakk'ın da Hak olduğunu; ve mutlak cem’ makâmında hálkın vücûdu ol­maksızın her şeyin Hak olduğunu ve mutlak fark makâmında da Hakk'ın gayrı olarak vâr olmuşlarda her şeyin hálk bulunduğunu anla­dın ve bu makâmlarda tahkîk ehli oldun; bu şekilde ister cem’ makâmlarında ve ister fark makâmlarında ol! Artık sana zarar vermez; ve sen hâlis bir tevhîd ehlisin.

Eğer sana her biri açılırsa, sen hepsiyle kasab-ı sa­baka sâhip ol! (33).

Yânî cem' ve farktan, sana açılan her bir makâmın yalnız birisiyle yetinme! Çünkü onlardan her birisiyle yetinmek, şeriata göre kötülenmiştir. Ve yalnız "cem"' zındıklık ve yalnız "fark" da şirktir. Onlardan birisi açılınca, sen kasab-ı sabakı; yânî müsâbaka mız­rağına sâhip ol! "Kasabu's-sabak" burada zafer ve yüksek mertebeler ile üstünlük için benzetmedir. Arablar, meydanın bir tarafına mızrak dikip atlarını koştururlar; ilk giden o mızrakları alıp müsâbakayı kazanır; buna "kasabu's-sabaka sâhip oldu" derler. Özetle, ey ârif, mertebelere nâil olmak için müsâbaka mızraklarına sâhip ol! Hakk’ın vechi hálka ve hálkın vechi Hakk'a perde olmasın, demek olur.

Şimdi sen fânî olmazsın, bâkî de kalmazsın; ve sen, fânileştirmezsin, bâkîleştirmezsin de (34).

Yânî sen "hakîkat" yönüyle Hak olduğun için, asla fânî olmaz­sın; ve hálk edilmişlik yönüyle de bâkî kalmazsın. Çünkü senin bu taayyü­nün izâfi bir vücûttan ibarettir ki, iki ân içinde bakî değildir; ve dâimâ yenilenmededir. Vücûdunun her bir zerresi fenâ bulup yerine benzeri gelir. Çocuk iken küçük olan cesedin gittikçe artarak bü­yür ve zayıf iken şişman ve şişman iken zayıf olursun. Senin senli­ğin bu şekilde bu şehâdet âleminde böylece ortaya çıktığı gibi, âhiret yurdunda da yine böyle olacaktır. Çünkü "hakîkat"ın ve rûhun ebe­den fânî olmaz.

Ve aynı şekilde sen vücûdi ayn’ları da fânîleştiremezsin; çünkü onların Hakk’ın görünme yerleri olup Hakk'ın onlarda ezelen ve ebe­den tecellî edici ve zâhir olduğunu bilirsin. Ve onları bâkîleştirmezsin de; çünkü bu taayyünlerin, zâtıyla güneşin tecellîsi zamanında buzun erimesi gi­bi eriyip izafî vücûtlarından üryân kalacaklarına vâkıfsın.

Ve senin üzerine vahy, gayr sûretinde aktarılmaz; ve sen de gayra aktarmazsın (35).

Yânî ey ârif, sana kudsî mertebeden ve Cenâb-ı İlâhîden dolan ilhâm gayra aktarılmaz; çünkü senin vücûdun Hakk'ın gayrı de­ğildir. Sen Rabb-i hâssın olan ilâhî ismin sûretisin ve ilâhî isim ise, isim sâhibinin gayrı değildir. Bu sûrette dolan ilhâm, ancak senden sana aktarılır.

Ve aynı şekilde bütün kullar da, ayrı ayrı birer ismin terbiyesi altındadır. Ve bu isimlerin hepsi, kendisiyle isimlendirilen i’tibârıyla birliktedir ve kendisiyle isimlendirilenin aynıdır. Bundan dolayı sen, senden sana dolan ilhâmı, sûretleri farklı farklı olan kullara aktardığın zaman, yine gayrıya aktarmış olmazsın. Çünkü vücûtta gayrı yoktur; bu, ârifin hâlidir. Gâfil ise Hakk'ın vücûdunu ve kendi vücûdunu ve diğer hálkın vücûdunu bir dîğerinden ayrı görür. Beyt:

Ey dil bu yeter iki cihanda sana iz'ân

Birdir, bir iki olmaya yok, bilmiş ol, imkân

Hak söyleyecek sende, senin ortada, nen var?

Âlemde senin "ben" dediğindir sana noksan.

Şimdi, Hak Teâlâ Hazretleri İsmâîl (a.s.) üzerine rızâ ve vaâde sadâkat ile senâ etmiş olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buraya kadar rızâ sırlarından bahsetti. Bundan sonra da senâ sırlarının hikmetini beyâna başlayarak buyurur ki:

Senâ vaade sadâkat iledir, vaîde yânî tehdide sadâkat ile değildir. Ve ilâhî hazret bizzât övülmüş olan senâyı taleb eder. Bundan dolayı onun üzerine vaîde yânî tehdide sadâkat ile değil, vaâde sadâkat ile, belki vazgeçme ile senâ olunur. Hak Teâlâ: “Fe lâ tahsebennallâhe muhlife va’dihî rusulehu” yânî “Sakın Allah’ı resûllerine vaadinden cayar sanma” (İbrâhim, 14/47) dedi; "vaîdi-hî yânî tehdidinden" demedi. Belki “ve netecâvezu an seyyiâtihim” yânî “Ve onların kötülüklerinden vazgeçeriz” (Ahkâf, 46/16) dedi. Bununla berâber bunun üze­rine vaadetti. (36).

Senâ, akla ve âdete göre, ancak senâ olunan kimsenin hayırları karşılığında olur; şerleri karşılığında senâ olmaz. Bundan dolayı hayır ile vaad edip de bu vaadini yerine getiren kimse, bununla övülür ve senâ olu­nur. Fakat şer ile tehdit edip de bu tehdidini yerine getiren kimse, bu tehdit ile senâ olunmaz; belki affedip tehdidinden vazgeçtiği zaman senâ olunur.

Ve ilâhî hazret ise, vâr ettikleri için hayırlar kaynağı ve sevinçler mâdenidir. Kullarını yokluktan vücûda çıkardığı ve onlara ke­mâlât elbiselerini giydirip isimlerinin ve sıfatlarının görünme yerleri kıldığı yönle, kullarından bizzat senâ taleb eder.

Şerler ise, vâr ettikleri için izâfi işler olup, karakterlerine uygun gelmemesinden ibârettir. Bundan dolayı şerrin şer oluşu zâta göre değildir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” yâni “Sana iyilikten ne isabet ederse, işte o Allah'tandır. Ve sana kötülükten ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir” (Nisâ, 4/79). Belki Hakk'ın zâtına göre hepsi hayırdır. Çünkü görünme yerlerinde görünen Hak'tır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “kul küllün min ındillâh” (Ni­sâ, 4/78). Yânî, Allâh'a mensûb olan iyilikler ile, senin nefsine âit olan kötülüklerin hepsi Allah indinden çıkar. Çünkü, aslında hayırdır. Ve her ne kadar sana göre şer ise de, ilâhî isimlerin îcâbından olduğu için hayırdır.

Ve vaade sadâkat ile senâ olunduğuna delil olarak Hak Teâla Hazretleri: “Fe lâ tahsebennallâhe muhlife va’dihî rusulehu” (İbrâhim, 14/47) Yânî "Ey habîbim! Sen zannetme ki, Allah Teâlâ resûllerine karşı vaadinde cayıcıdır" buyurdu. Ve tehdidinden değil, vaadinden caymayacağını açıkça belirtti; ve hattâ tehditte sadâkat şöyle dursun, Hak Teâlâ: “ve netecâvezu an seyyiâtihim” (Ahkâf, 46/16) yânî "Biz onların kötülüklerinden vazgeçeriz" buyurmakla âsilere karşı af ve vazgeçme ile muâmele edeceğini vaad etti. Oysa, her kim şu ve bu isyânı işlerse, ona şöyle ve böyle cezâ ederim di­ye, tehdit etmiş idi. Sonuç olarak tehdit, kulun kötülüklerine karşılık olup, bizzât övülmüş olmadığından, ilâhî hazret üzerine tehditte sadâkat ile senâ olunmaz .

Böyle olunca, Hak İsmâîl (a.s.)’ı vaadine sâdık olmasıyla se­nâ etti. Ve mümkün olabilecek olan tercih talebinden dolayı Hak hakkında vaîdin yânî tehdidin gerçekleşmesi olasılığı ortadan kalktı (37).

Yânî Hak, mâdemki İsmâîl (a. s. )’ı “innehu kâne sâdıkal va’di ve kâne resûlen nebîyyen” yânî “muhakkak o vaadine sadıktı ve o resûl ne nebî idi.” (Meryem, 19/54) âyet-i kerîmesinde vaadine sâdık olmasıyla medh etti ve bundan, vaade sadâkat üzerine senâ olunduğu anlaşıldı ve Hak ise kullarına iyi amellerine karşılık mükâfat vereceğini vaad ve kötü amellerine karşılık da azâb edeceğini tehdit etmekle berâber, kötülüklerden vazgeçme ve af ile muâmele buyuracağı­nı da vaad etti ve “innallâhe yagfiruz zunûbe cemîân” yânî “Muhakkak ki Allah, günahların hepsini mağfiret eder” (Zümer, 39/53) ve “İnnallâhe lâ yagfiru en yuşreke bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike” yânî “Muhakkak ki Allah, O’na şirk koşulmasını mağfiret etmez. Bunun dışındakileri mağfiret eder.” (Nisâ, 4/48) buyurdu; şu halde senâyı gerektirici olan vaadi yerine getirme yönü tercih edildi ve tehdidin gerçekleşmesi imkânı ortadan kalktı.

Yânî iki şekil mümkün idi: Biri mü­kâfât, diğeri suça cezâ. Mükâfât vaadinin yerine getirilmesi senâyı gerektirici olup, suçun cezâsının yerine getirilmesi, senâyı gerektirici değil idi. Çünkü Hak önceki ahidlerini yerine getirdiği için, İsmâîl (a.s)’ı vaade sadâkat ile senâ buyurdu. Bundan dolayı olması mümkün olan tercih yönü vaadi yerine getirmek olduğun­dan, Hak hakkında tehdidin gerçekleşme imkânı kayboldu, gitti.

Sonuç olarak tehditte sadâkat ile senâ olunmaz; yânî "Hamd ve senâ olsun o Al­lâh'a ki, kullarına çeşitli suça karşılıklar ve azâblar ile tehdit edip bu tehdidini de yerine getirir" demek câiz değildir. Çünkü tehdidin sadâkatı müm­kün değildir.

Şiir:
Şimdi yalnız vaade sadâkattan başkası bâkî kalmadı. Ve Hakk'­ın tehdidi için belirlenmiş bir "ayn" yoktur (38).

Yânî Hak hakkında, tehdidin gerçekleşmesi imkânı ortadan kalktığından, yalnız vaade sadâkat kaldı; tehdide sadâkat kalmadı. Çünkü vazgeçme ile vaa­din sadâkatı vâcibdir ve tehdidin infâz edilmesi ise “ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvîfâ” yânî “Biz âyetlerimizi ancak korkutucu olarak göndeririz” (İsrâ, 17/59) âyet-i kerîmesi gereğince mümkün değildir. Ve enbiyâ­yı zî-şan hazarâtının tehdit âyetleri ile gönderilmeleri ancak kulları korkutmak ve tehdît içindir. Ve bu korkutma da sakınarak Hakk'ın kemâlli cemâline perde olan nefislerinin benliğinden kurtulmaları içindir. Ve Hakk'ın tehdidine mahsûs olmak üzere belirlenmiş bir "ayn" yoktur. Çünkü tehdit âsîler hakkında af ve mağfiret ile, kâfirler ve münâfıklar hakkında da, azâblarının mizâçlarına uygun olan nîmetlere dönüşmesi ile zâil olur. Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r. a. ):

Ve gerçi şekâ yurduna yânî cehenneme dâhil olurlar ise de, onlar o şekâ yurdunda bir lezzet üzerinedirler; o da değişik bir nîmettir (39).

Yânî haklarında tehdit âyetleri gelen kimseler, cehennem dediğimiz şekâ yurduna girdiklerinde, orada cennet ehlinin nîmetlerinden değişik ola­rak oluşan bir nîmetin lezzeti ile lezzetlenirler. Çünkü cen­net ehli iyi ve temiz nefsler olduklarından iyi ve temiz şeyler ile ve cehennem kötü ve pis nefsler olduklarından, dışkı böceği nasıl ki gül kokusun­dan azâb duyar ve dışkılar ile lezzetlenirse, onlar da kötü ve pis şeyler ile nîmetlenirler ve lezzetlenirler. Bu beyt, aşağıdaki beytin başlangıcındaki "ebedi cennetlerin nîmetlerine ile tamam olur.

Ebedi cennetlerin nîmetlerine. Oysa emr birdir ve arala­rında tecellî indinde değişiklik vardır (40).

Yânî şekâ yurdu dediğimiz cehenneme dâhil olanlar, orada ebedi cennetlerin nîmetlerinden değişik bir nîmetten lezzet üzerinedirler. Oysa, gerek cen­net ehlinin ve gerek cehennem ehlinin tecellîsi, tek bir emr olduğu gibi, lezzetlenmeleri ve nîmetlenmeleri de birdir. Şu kadar var ki, her birinin tecellîsi istîdâdlarına; ve lezzet ve nîmetlenmeleri de mizâçlarına göredir. Yânî tecellî birdir, fakat istîdâdlar farklı farklıdır ve lezzet de aslında bir emirdir, fakat mîzaca göre çeşitlenir. Beyt:

Halkın istîdâdına bağlıdır feyzin eserleri

Nîsan bulutundan istiridye inci tanesi, yılan zehir kapar

Meselâ aynı toprakta biten ve aynı su ile sulanmış kamış, iki tür üzere meydana çıkar. Birinin içi boş, âdî kamıştır ve diğeri şeker kamışıdır. Bu meydana çıkma istîdâdlarının gereğidir; yoksa tecellîleri bir emrdir. Ve aynı şekilde kimi insanın zevki vuruşma ve atışmadır ve kiminin zevki ise, hálka yumuşaklıkla muâmele etmektedir. Fakat zevk oluşları îtibârıyla ikisi de birdir. Ancak her birinin mizâcına uygun olan bunlardır.

Tatlılık tadından dolayı "azâb" olarak isimlendirilir. Ve bu azâb sözü, azâba kabuk gibidir ve kabuk muhafaza edicidir (41).

Yânî cehennem ehline mahsûs olan bu nîmete, tadında tatlılık ol­duğu için "azâb" denilmiştir. Çünkü azâb, aslında "azb"den türemiştir ve "azb" sözlükte "tatlı ve şîrin" ma’nâsına gelir. Nitekim "mâ­i azb" derler ki “tatlı su” demek olur ve “lisânu azbi'l-beyânı Arabî" derler ki "beyâ­nı şîrîn olan Arabî lisân" demek olur. Bundan dolayı cehen­nem yurdunda kâfirler hakkındaki azâb, hem "elem" ma’nâsını barındırıcı olan terimsel azâb ve hem de "lezzet" ma’nâsına gelen sözlük ma’nâsını toplamış olur. Ve bu "azâb" sözü, onda mevcût olan "lezzet" ma’nâsı için dış ve kabuk gibidir ve kabuk içi muhâfaza eder. Ve bu sebeble eşyânın hakîkatlerini idrâkten perdeli olan gâfillerden o ma’nâ korunaklı kalır.

Veyâhut cennet ehlinin nîmeti cehennem ehlinin ­nîmetine göre iç ve kabuk gibidir. Bunlar iç ile, onlar kabuk ile nîmetlenirler. Nitekim bu âlemde de örnekleri çoktur. Biz insan­lar karpuzu ve kavunu yiyip nîmetleniriz; kabuklarını da hayvan­lara atarız; onlar da bununla nîmetlenirler. Hattâ hayvânlara içi verilse kabuk gibi makbûl gelmez. Nitekim "Eşek hoşaftan ne anlar" atasözü bu hakîkatı pek açık bir sûrette belirtir. Çünkü her ikisinin mizâclarına uygun olan nîmet bun­lardır.

Şimdi ehl-i sünnetin mezhebi üzere cehennem ehlinden terimsel azâb ebeden ayrılmaz ve o azâb vâr oldukça da sözlüksel azâb vâr olur. Şu kadar ki Müntakım onlardan intikâm aldıktan sonra “Rahmetim gazâbımı geçmiştir” gereğince terimsel azâb devam eder iken elemli olmazlar ve bilakis lezzet duyarlar. Çünkü onlar hakkındaki rahmet, Rahmân’ın rahmetidir. Ve Rahmân’ın rahmeti ise azâb ile karışıktır. Ve bu rahmet herşeye yaygındır. Nitekim, dünyâda Hak, mü'­minlere ve kâfirlere, bu rahmetle tecellî edicidir; onun için bu âlemin zevkleri hep elemle karışıktır. Fakat cennet ehli hakkındaki rah­met, Rahîm rahmetinden olduğu için, onların nîmeti hâlis nîmettir. Ve bu rahmet herşeye yaygın değildir; belki özel rahmettir.

Ey firâset yânî sezgi sâhibi olan mü'min! Bu mizâçların sâhiplerini sen bu âlemde de anlayabilirsin. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “ve le ta’rifennehum fî lahnil kavl” (Muhammed, 47/30) Yânî "Yâ habîbim sen münâfıkları sözlerindeki uslûbtan ve sözlerinin imâsından bilirsin." Mesnevî:


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin