Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Hakk'a göre geçişli ve geçişsiz hüküm



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə56/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   90

Hakk'a göre geçişli ve geçişsiz hüküm:

Hakk'a göre "geçişli hüküm", sâbit ayn’ların ilâhî ilimde zuhûrunda ve vücûd buldukdan sonra, şehâdet âleminde onlarda açığa çıkan Hakk'ın te'sîri ve hükmüdür. Çünkü Hakk'ın hükmü her ne kadar ayn’ların Hakk'a verdikleri hükümden ibâret ise de, gerek yokluk hâlinde ve gerek vücûd bulduktan sonra onlara geçer.

Ve "geçişsiz hüküm" de, mutlak vücûdun hükmüdür. Çünkü o hüküm yine kendisine geri döndüğünden, başkasına geçişi yoktur ve çünkü başkası yoktur. "Gayr ya’nî başkası" dediğimiz, zâtî bağıntısıdır. Örneğin bir, ahad oluşunun hakîkatinde, yarımlık ve üçte birlik ve çeyreklik ve diğer bağıntıları toplamıştır. Bunlar ancak zâtî bağıntılardır. Onun ahad oluşundan hâriç değildir.

Şimdi bu îzâhlardan anlaşılır ki, kader sırrı gerek mutlak vücûd ve gerek kayıtlı vücûd hakkında hükmeder.

Ne zaman ki nebîler (salavâtullâhi aleyhim) ilimlerini, ancak kendilerine has ilâhî vahiy yoluyla aldılar, düşünsel görüş yönünden, aklın işleri hakîkati üzere idrâk etmekte kusurlu olduğunu bildiklerinden, onların kalbleri aklî görüşten temiz ve pâktır (18).

Ya'nî enbiyâ hazarâtı ilimlerini melek vâsıtasıyla Hak tarafından aldıkları vakit, aklın düşünsel görüşü ile hakîkati idrâk edemeyeceğini bildikleri için, aklî görüşlerini kullanmadılar. Onların kalbleri bu aklî görüşten sâde ve sâfi bir haldedir. Melek vâsıtasıyla aldıkları ilâhî haberleri ümmetlerine aynen teblîğ ettiler.

Ve aynı şekilde ancak zevk ile nâil olunan şeyin idrâkinden haber vermek dahi kusurludur (19).

Ya'nî Hak tarafından kendisine melek vâsıtasıyla haber gelen resûl ile nebî dahî, haber vermenin dışında olup ancak zevk ile ulaşılıp vâkıf olunması mümkün bulunan şeyin idrâkinden kusurludur. Nitekim Resûl (a.s.) ilâhî emir ile:



(Ahkâf, 46/9)

ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ bikum, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye”

Ve bana ve size ne yapılacağını ben bilemem. Ben sadece bana vahyedilene tâbî olurum.”

buyurdu. Ve kendisinin ilâhî vahye tâbi' olduğunu ve ilâhî vahiy ile oluşan ilmi isbât etti. Ve ilâhî vahiyden hâriç olan şeyin idrâkini kendisinden kaldırdı. Çünkü ilâhî vahye tâbî olmak, nübüvvet ve risâletin özelliklerindendir. Ve vâsıtalar olmaksızın oluşan ilâhî zevk ve rabbânî açılım yoluyla, ilmî hakîkatlere ve sâbit ayn’lara vâkıf olmak, nübüvvetin özelliklerinden değildir. Bundan dolayı sâdece zevk ile idrâk olunan kader sırrından ve sâbit ayn’ların yokluk hâlinde sâbit olan ilmî sûretlerinden haber vermek husûsunda, resûl ile nebînin lisânı, risâlet ve nübüvvet yönünden kusurludur. Çünkü da'vet esnâsında onların kader sırrından örtülü olmaları lâzımdır. Ve resûl için kader sırrına vâkıf olması lâzım geldiğinde, ona özel yönüyle ve velâyetiyle vâkıf olur. Çünkü o makâmda vâsıtalar kalkar ve nübüvvet ve risâlet dahi yok olur.

Şimdi kâmil olan ilim, ancak ilâhî tecellîde ve Hakk'ın basîret ve his gözünden örtüyü açtığı şeyde dâimi kaldı (20).

Ya'nî Hak rûh gözünden ve beden gözünden perdeyi ve örtüyü kaldırdığı şeyde kâmil ilim oluşur. Çünkü rûh gözüyle beden gözünden perde kalkarsa, ikisinin nûru birleşir; ve bu hal içerisinde keşif sâhibi olan zât birisiyle idrâk ettiğini, diğeriyle de idrâk eder. Nitekim, Abdülkâdir Geylânî (kuddise sırruhu's-sâmî) hazretlerinin mübârek zamânlarında bir kimse: "Ben baş gözüyle Hakk'ı müşâhede ediyorum" da'vâsıyla gezer dururdu. Şerîat âlimleri bunun mümkün olmadığını beyân ile,o kimseyi şerîatın huzûruna da'vet ettiler; da'vâsında ısrâr etti. Âlimler şerîat hükmünü vermeden evvel, cenâb-ı Gavs Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin görüşüne mürâcaat ettiler. Hz. Gavs buyurdu ki: "Bu adam da'vâsında sâdıktır. Fakat ma'rifette noksânı vardır. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri sûrî ve ma'nevî gözünden örtüyü kaldırmış ve onun basîret nûru ile his gözü nûru birleşmiştir. Müşahedesi rûh gözü ile oluyor iken o, bu hakîkati bilmiyor ve beden gözü ile müşâhede ediyorum zannediyor." Âlimler bu îzâhâttan müsterih olup Hz. Gavs'ın mâ'rifetine âferin okuyucu oldular.

Böyle olunca kadîm ve sonradan olan ve yokluk ve varlık ve imkânsız ve zorunlu ve mümkün olan işleri, hakîkatlerinde ve aynlarında ne şey üzerine sâbit idiyseler, onları o yön ile idrâk eder (21).

Yukarıda da beyân olunduğu üzere, Hak Teâlâ bir şey üzerine bir sıfat ve bir fiil ve bir hal ile hükmettiğinde, ancak onun ezelî ilimde taayyün etmiş olan yapılmamış hakîkatinin gereği dolayısıyla hükmeder. Ve ona vücûd feyzi verip potansiyel olarak kendisinde mevcût olan şeyi açığa çıkartır. Ve o kabûl edici ayn da o şeyle zâhir olup onu açığa çıkarır.

Şimdi Üzeyr (a.s.)’ın kader sırrı tarafına rağbeti ve Hırbe kasabasının ne hâl üzere idiyse, yine öylece iâdesini olmayacak bir şey görüp gözünde büyütme düşüncesinin gelmesi, ismi geçen nebînin yapılmamış hakîkatinin gereğinden ve hükümlerinin lâzımlarından oldu. Hak Teâlâ hazretleri onun bu fikri ve gözünde büyütmesi sebebiyle Üzeyr (a.s.)’a iâde şekillerinden ve kudretten hükümlerinden birkaç türü gösterdi ki, o da kudret hükümlerinin ilme ve ilmin ma'lûma ya’nî bilinene tâbi' olmasıdır.

Şimdi ne zaman ki Üzeyr(a.s.)’ın talebi kendisine hâs yol üzere oldu, bundan dolayı onun üzerine azarlama oldu; nitekim hadis-i şerifte bize ulaştı (22).

Ya'nî Üzeyr (a.s.)’ın isteği, kader sırrına vâkıf olup bunu nebîlere mahsûs olan vahiy yolu ile talep etti. Ve vahiy yoluyla kader sırrına vâkıf olmayı talep ettiği için Hak tarafından kendisine azarlama oldu. Ve hâdîs-i şerifte bize ulaştığı üzere Hak Teâlâ ona vahyedip, "Eğer bu talepten vazgeçmezsen, elbette ismini nübüvvet defterinden silerim" buyurdu. Bu ilâhî vahiy gerçi Üzeyr (a.s.)’a cevap idi. Fakat aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı bu cevap azarlama şeklinde oldu. Şöyle ki:

İlk olarak: Üzeyr (a.s.) nebî olup hálkı da'vete me'mûr idi. Halkı da'vete ters olan kader sırrı ilmini talep etti

İkinci olarak: Onun sorusu, emir ve yasaktan ibâret olan nübüvvet makâmının gereğine ters idi. Çünkü, onun soru tarzında Allah’ın kudreti için uzak görme ve olmayacak bir şey ma’nâsı vardı. Oysa nübüvet makâmının hakkı, her bir çok büyük gözükeni, ilâhî kudretin yanında küçültmek idi. Bundan dolayı Üzeyr (a.s.) kader sırrına vâkıf olmayı lâyık olmayan bir tarzda talep etti.

Üçüncü olarak: Üzeyr (a.s.)’ın isteği, kendisine hâs yol üzere kader sırrı ve kudretin takdîr edilene bağlantısı hâlidir. Oysa bu yol, ilâhî zevk ve ilâhî vâkıf oluş yoludur. Ve yoklukta sâbitlikleri hâlinde, zâtî isti'dâdları dolayısıyla Hakk'ın eşyâya vâkıf oluşu ve ilmidir. Ve vâkıf olduktan sonra, Hakk'ın ilmi dolayısıyla olan irâdesi ve irâdesi dolayısıyla, kudretinin ma'lûm olan ya’nî bilinen takdîr edilene bağlantısı hâlidir. Bundan dolayı Üzeyr (a.s.) ilâhî zevk üzere ilâhî esaslardan olan şeyi talep etti.

İşte bu sebeplerden dolayı Hakk'ın cevâbı azarlama tarzında oldu

Böyle olunca, eğer bizim bahsettiğimiz keşfi talep etse idi, çok vakit bu talepte onun üzerine azarlama olmazdı (23).

Çünkü rûh gözü ile beden gözünden perdenin açılımını talep etmek yasak olmadığı gibi, Hak'tan açılım yoluyla kader sırrına vâkıf olmayı istemek dahi yasaklanmış değildir. Nitekim Habîb-i edîb-i Kibriyâ (s.a.v.) Efen­dimiz hazretleri İlâhî! Erine'l-eşyâe kemahî” ya’nî “Allah’ım bana eşyânın hakîkatini göster” buyurmuştur.

Ve Üzeyr (a.s.)ın kalbinin sâdeliğine delil, ba'zı yönlerde “kâle ennâ yuhyî hâzihillâhu ba’de mevtihâ” ya’nî “Allah Teâlâ ölümünden sonra bunu nasıl diriltir” (Bakara, 2/259) sözüdür (24).

Ya'nî onun kalbinin sâdeliğinin delîli, Kur'ân-ı Mecîd'de nakledilmiş olan üstteki âyet-i kerîme olup onun "Allah Teâlâ ölümünden sonra bunu nasıl diriltir?" (Bakara, 2/259) demesi, ba'zı yönlerde şaşırma ve gözünde büyütme ma'nâsına alınmıştır. Ya'nî genel olarak bu ma'nâyı anlamışlardır. Oysa cenâb-ı Şeyh (r.a.) indinde, cenâb-ı Üzeyr'in bu sözünden kastı, ilâhî zevk ve ilâhî vâkıf oluş üzere kudretin takdîr edilene bağlantısının zevkan ya’nî bizzât hakîkatini yaşayıp idrâk ederek müşâhedesini talepten ibârettir. Ve bu talep, sâkinlik için olmuştur. Hz. Şeyh buna göre "Ba'zı yönlerde" buyurdu. Ve şimdi de kendi esaslarını beyân buyururlar.

Fakat bizim indimizde, Üzeyr (a.s.)’ın bu sözünde olan tarzı, İbrâhîm (a.s.)’ın sözünde olan tarz gibidir. "Şimdi Allah Teâlâ onu yüz yıl ölü halde bırakıp daha sonra diriltti; ve ona “venzur ilâl izâmi keyfe nunşizuhâ sümme neksûhâ lahmen” (Bakara, 2/259) ya'nî “Kemiklere bak ki biz onları nasıl birleştiririz; ondan sonra onları etle giydiririz" dedi. Bu halde Üzeyr (a.s.) cisimlerin nasıl bittiğini tahkîki muâyene ile muâyene eyledi. Şimdi ona işin esâsını gösterdi (25).

Ya'nî, Üzeyr (a.s.)’ın “kâle ennâ yuhyî hâzihillâhu ba’de mevtihâ” ya’nî “Allah Teâlâ ölümünden sonra bunu nasıl diriltir” (Bakara, 2/259) sözüyle olan talebindeki tarz, İbrâhîm (a.s.)’ın “rabbî erinî keyfe tuhyil mevtâ” ya’nî “Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster” (Bakara 2/260) sözündeki talebinin tarzıdır. Ve cenâb-ı İbrâhîm (a.s.) nasıl ki ölülerin nasıl dirildiğini görmek istemiş ise, cenâb-ı Üzeyr de bu sözüyle öylece ölülerin dirilme esaslarını görmek istemiştir. Yoksa dirilme işini Hakk'ın kudreti yanında şaşırmış ve gözünde büyütmemiştir. Çünkü nübüvvet makâmı ile velâyet makâmında bulunan kimse, Kâdir ve Mûcid ve Muhyî ve Mümît olan Zü'l-Celâl hazretlerinin ölüleri diriltmesini ve tekrâr îcâd etmesini olmayacak bir iş olarak görmez.

Hz. Üzeyr (a.s.) ölülerin ne şekilde dirildiğini görmek ve bunu ayne'l-yakîn bilmek istediğinden, onun sorusu Hak tarafından fiilen cevâp verilmesini gerektirdi. Ve o fiili Hak Teâlâ cevap olarak cenâb-ı Üzeyr'de göstermek için onu ölü hale getirdi ve dirltti. Ve ölülerin diriltilmesi işinin ne şekilde olduğunu ona kendi nefsinde gösterdi. Ve Hz. Üzeyr'in vücûdu, kudretin takdîr edilene ne yön ile bağlandığını müşâhede etti. Çünkü zevk üç mertebe üzerinedir: "Bilmek", "görmek", "olmak"tır. Ya'nî "ilme'l-yakîn","ayne'l-yakîn" ve "hakka'l-yakîn"dir. Örneğin kesinlikle ateşin yaktığını bildiğimizden, buna "ilme'l-yakîn" deriz. Ne zaman ki ateşin bir şeyi yaktığını görürüz, buna da "ayne'l-yakîn" deriz. Ve ateşin vücûdumuzu yakması hâline de "hakka'l-yakîn" deriz. İşte bunun gibi Hz. Üzeyr Hakk'ın ölüleri dirilteceğini bilirdi; bu ilme'l-yakîndir. Fakat bu ilim ile yetinmeyip, ölünün ne şekilde dirildiğini görmek istedi; bu ayne'l-yakîndir. Fakat Hak Teâlâ Hazretleri onun sorusunun fiilen cevâbını kendi nefsinde vermekle, ona hakka'l yakîn zevkini verdi.

Şimdi, ancak yokluklarında sâbitliği hâlinde eşyâyı keşfetmekle idrâk olunan kader sırrından soru sordu. Böyle olunca bu kader sırrı ona verilmedi; çünkü bu kader ilmi ilâhî vâkıf oluş esaslarındandır (26).

Ya'nî cenâb-ı Üzeyr (a.s.) “kâle ennâ yuhyî hâzihillâhu ba’de mevtihâ” ya’nî “Allah Teâlâ ölümünden sonral bunu nasıl diriltir” (Bakara, 2/259) sözüyle ölülerin ne şekilde dirildiklerinin kendisine gösterilmesini talep ettiği vakit, ilâhî keşif ile idrâk olunan kader sırrını hâl lisânı ile talep etmiş oldu. Kader ilmi, ilâhî vâkıf oluş esaslarından olduğundan, ona bu kader sırrı verilmedi. Çünkü eşyânın sâbit ayn’ları-na ve hakîkatlerine vâkıf olmak Hakk'a ve zâtî isti'dâdı dolayısıyla eşyâya vâkıf olmaya îlâhî irâde bağlanan Hakk'ın seçilmiş kullarına mahsûstur. Bundan dolayı Hak Teâlâ Üzeyr (a.s.)’a kendi nefsinde dirilmenin esaslarını ve ilâhî ilimde olan sâbit ayn’ını ve kasaba ehlinin sâbit ayn’ları, isti’dâdlarıyla ne gibi hükümleri gerektirdiğini gösterdi. Ve fakat kasaba ehlinin dirilme esaslarını göstermedi. Ve bu husûsta kudretin takdîr edilene bağlantısı esaslarına onu vâkıf kılmadı. Çünkü bu vâkıf oluş, îcâd eden kudretin sâhibine mahsûstur. Ve bir kimse kendi aynına vâkıf olduğunda, bu vâkıf olması ile diğer ayn’lara vâkıf olması gerekmez. Eğer bu "ayn"ın sâhibi bütün ilâhî isimlerin görünme yeri olan insan-ı kâmil ise o başka. Ancak bu saadet sâhibi zât kendi aynına vâkıf olmakla diğer ayn’lara vâkıf olur.

Sonuç olarak Hz. Üzeyr'in sorusu kaderden idi. Ve kader ilmi ona verilmedi; çünkü ona göre muhâldir. Kayıtlı olanın mutlakı ihâta etmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Hak Teâlâ Hz. Üzeyr'in kayıtlı olan nefsinde, ona dirilme esaslarını gösterdi.

Kaderi Allah Teâlâ'dan başka bir kimsenin bilmesi muhâldir. Çünkü onlar, ya'nî ayn’lar, ilk anahtarlardır. Ya'nî gaybın anahtarlarıdır ki, onları Allah Teâlâ'dan başka bir kimse bilmez. Ve vakit olur ki, Allah Teâlâ kullarından dilediği kullarını bundan ba'zı husûslara vâkıf kılar (27).

Ya'nî ayn’lar "gaybın anahtarları" olup,

(En'âm, 6/59)

Ve indehu mefâtihul gaybi lâ ya’lemuhâ illâ hüve”

Ve gaybın anahtarları, onun yanındadır.”

âyet-i kerîmesi gereğince onu Hak'tan başka hiçbir kimse bilmez. Çünkü kader ilmi, yoklukta sâbit olan ayn’lara vâkıf olmak ile oluşur. Bu vâkıf olma gayr için muhâl olunca, bunların keşfine muallâk olan kader ilmi de, gayr için muhâl olur.

Ve ayn’ların gaybın anahtarları olmasının yönü budur ki: Hakk’ın zâtında gizli olan ilâhî isimler, rahmânî nefesin, izâfî yokluktaki ayn’ların üzerine yayılması sebebiyle, bu ayn’larda açığa çıkar. Bu şekilde izâfî yokluktaki ayn’lar, ilâhî isimler için "ilk anahtarlar" olurlar. Ve bir de Hakk’ın zâtı, her "ayn" ile ilâhî isimdir ve her isim de O'nun zâtında olan gaybî hazînesinin anahtarıdır. Ve o anahtarların hepsi Hakk'ın elindedir. Çünkü ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinde toplanmış olan isimlerin hepsi, bu mertebenin ismi olan "Allah" isminin altında toplanmıştır. Bu halde, o anahtarları ancak Hak bilir. Bundan dolayı ayn’lardan her bir ayn, diğer ayn’lara vâkıf olmaz. Fakat Cenâb-ı Hak ba'zen kullarından, dilediğini:

(Cin, 72/26-27)

fe lâ yuzhiru alâ gaybihî ehadâ / İllâ menirtedâ min resûlin”

Fakat O, gaybını hiç kimseye izhar etmez / Resûllerden seçtikleri hâriç”

âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, ilmî mertebeye mahsûs olan işlerden ba'zılarına vâkıf kılar. Bu vâkıf olma da onun gayr-ı mec'ul ya’nî yapılmamış isti’dâdının gereğindendir. Fakat bu ba'zı işlere vâkıf olan kullar da azdır. Ancak kayıtlılardan mutlak ve şâhid ve meşhûd birliği ile vasıflanmış olan insan-ı kâmilin toplayıcı ayn’ında, ayn’ların hepsi mevcût olduğundan,o devlet sofrası zât kendi aynında, ayn’ların hepsini müşâhede eder. Çünkü Hakk'ın ilmi, insan-ı kâmilin ilmidir; ve O'nun zâtı dâhil olma ve birleşme olmaksızın, insan-ı kâmilin zâtıdır.

Bilinsin ki "anahtarlar"a, ancak fetih ya’nî açma hâlinde "anahtarlar" denilir. Ve fetih ya’nî açma hâli de eşyâya var etmenin bağlantısı hâlidir; veyâhut eğer dilersen sen, kudretin takdîr edilene bağlantısı hâlidir, de! Ve bunda Allah'ın dışındakiler için zevk yoktur. Ve o halde ne tecellî ve ne de keşf olmaz. Çünkü kudret ve fiil ancak sâdece Allah için sâbittir. Çünkü O'nun için kayıtlı olmayan mutlak vücûd vardır (28).

Ya'nî "fetih" hâli olmadıkça "anahtarlar" olan ayn’lara "anahtarlar" denilmez. Ve "fetih ya’nî açma'' hâli, izâfi yoklukta olan eşyâya var etmenin bağlantısı hâlidir. Çünkü izâfi yoklukta olan eşyâ ilâhî Zât’ın tecellîsine yakınlaşınca var olmuş olur. Bundan dolayı var etmenin vücûdu vaktinde, izâfî yokluktaki eşyâ ilâhî isimler için; ve isimler de izâfî yokluktaki eşyâ için "anahtarlar" olur. Çünkü eşyânın izâfi yokluktan açılması ve var edilmesi, ilâhî isimler iledir. Bu şekilde fetih ya’nî açma hâli, ayn’lar için, gayb hazîne-sinde olan şeyin açığa çıkması hâlidir. Ve açığa çıkma ise, ancak ayn’ların var edilmesi hâlinde olur. Ve bu hal ayniyle kudretin takdîr edilene bağlantısı hâli olduğundan, fetih ya’nî açma hâline, izâfî yokluktaki eşyâya var etmenin bağlanması hâli denildiği gibi, kudretin takdîr edilene bağlantısı hâli de denebîlir. Oysa var etmenin eşyâya ve kudretin takdîr edilene bağlantısı hâlinde Allah'dan başka kimsenin zevki yoktur. Çünkü "gayr" dediğimiz, kayıtlıdır. Kayıtlı ise âcizdir. Kudret, ya'nî mutlak fiil, ondan nasıl çıkar? Bundan dolayı bahsedilen halde hiçbir kimse için tecellî ve keşif olmaz. Çünkü kudret ve fiil Allâh'a mahsûstur. Ve kayıtlı olmayan mutlak vücûd O'nundur. Ya'nî Hak mutlak vücûd olduğundan, îcâd için mutlak kudret dahî, o mutlak vücûd sâhibine mahsûstur. Çünkü mutlakın gayrısı kayıtlıdır ve her kayıtlı ise kabûl ve te’sir alıcılık mevkiindedir. Böyle bir âcizlik mevkiinde bulunanda fiil ve te'sîr olamaz. Bundan dolayı mutlak kâdir kudreti ile her şeyde hâzırdır ve kudretini her şeyde müşâhede eder.

Ne zaman ki kader hakkında olan sorusundan dolayı biz Üzeyr (a.s.)a Hakk'ın azarlamasını gördük, onun bu vâkıf oluşu talep ettiğini ve netîcede kendisi için takdîr edilene bağlanır bir kudret istediğini bildik. Oysa bu, ancak kendisine mutlak vücûd sâbit olan kimse içindir. Şimdi o, hálk edilmişlerde zevkan ya’nî bizzât yaşayarak hakîkati idrâk edilmesi mümkün olmayan şeyi talep etti. Çünkü esaslar ancak zevkler ile idrâk olunur (29).

Ya'nî Cenâb-ı Üzeyr kudretin takdîr edilene bağlantısını zevkan ya’nî bizzât yaşayarak hakîkatini idrâk ile müşâhede etmek istedi. Demek ki kendisinde takdîr edilene bağlanacak bir kuvvet sâbit olmasını talep etti. Oysa kudretin takdîr edilene bağlantısının zevkan müşâhedesi, ancak kendinin takdîr edilen sûretinde açığa çıkması yönünden, takdîr edilende ahad oluşunu müşâhede eden bir Kādir'e mahsûstur. Bundan dolayı îcâda kudret, ilâhî özelliklerdendir. Ammâ denilecek ki, îcâda kudret ilâhî özelliklerden olunca, Îsâ (a.s.)’ın:



(Âl-i İmrân, 3/49)

ve ubriul ekmehe vel ebrasa ve uhyîl mevtâ bi iznillâh”

Doğuştan kör olanı ve abraş hastalığını iyileştiririm. Ve Allah'ın izniyle ölüyü diriltirim.”

demesini ne şekilde te'lîf edeceğiz?

Cevap budur ki: Cenâb-ı Îsâ ve emsâli olan kâmillerin îcâd ve yok etmeye kudretle vasıflanmış olmaları zaman zaman ve ba'zı aynlara göre olur. Ve bu kudretle vâsıflanma, onlar ile Hak arasında gayrı oluş kalmamasındandır. Çünkü bu saâdet sığınağı zâtlar, ubûdiyyet ya’nî kulluk yönlerinin rubûbiyyet ya’nî rablık yönlerinde fânî olması i'tibâriyle, Hak'la birleşmiş olurlar. Fakat bu birleşme, iki ayrı şeyin birleşmesi demek değildir. Belki i'tibârî vücûd olan taayyünün mutlak vücûd olan Hak'ta yok olması demektir.

Hazret-i Mevlânâ (Kuddise sırrıhu'l-a'lâ)’nın rubâîsi:



Tercüme:

"Tevhîdi onun muhakkak olmaz

Kul, mutlak fâni olmayınca

Bâtıl kuru lâf ile hak olmaz

Tevhîd dâhil olma değil, yok olman."

Şimdi, mutlak vücûdda fânî olan bir kâmilde kayıtlılık kalmayacağından, onların îcâd ve yok etmeleri vaktinde, yine kayıtlı için zevk olmamış olur. Ve kudretin takdîr edilene bağlantısının zevkan müşâhedesi, yine mutlak Kādir’e mahsûs olmuş bulunur.

Bu izâhlardan anlaşılan yön ile Üzeyr (a.s.), hálkta zevkan olması mümkün olmayan şeyi talep etti. Oysa esaslar ancak zevk ya’nî bizzât hakîkatini yaşama ile idrâk olunur. Örneğin ömrü boyunca bal yememiş olan kimseye, onu ta'rîf ile anlatmak mümkün değildir. Çünkü lezzet, duyusal esaslardandır. Mutlaka ona balı yedirmek lâzımdır ki bilsin; aynı şekilde kokular da böyledir. İşte kudretin takdîr edilene bağlantısı da esaslardan bir esas olduğundan, cenâb-ı Üzeyr hálk edilmişlerde olması mümkün olmayan bir şeyi talep etmiş oldu. Çünkü kudretin takdîr edilene bağlantısı hâli ilâhî zevktir. Ve mahlûk bu zevke iştirâk edemez ki, tadının ne esaslarda olduğunu bilsin.

Ve ammâ Allah Teâlâ'nın “Eğer bu talepten vazgeçmezsen ismini nebîlik defterinden silerim” sözüyle Üzeyr (a.s.)’a vahyettiği bize rivâyet olunan şey: "Ben senden haber yolunu kaldırırım ve işleri sana tecellî üzere veririm. Ve tecellî ise, sana ancak kendisiyle zevkî idrâk olan isti'dâddan bulunduğun şey üzerine olur. Sonuçta, sen ancak isti'dâdın dolayısıyla idrâk ettiğini bilirsin. Şimdi talep ettiğin bu işe sen bakarsın. O şeyi onda görmeyince, indinde istediğin şeye isti'dâd olmadığını ve bu talep ettiğin şeyin muhakkak ilâhî özelliklerden olduğunu bilirsin. Allah Teâlâ’nın her şeye hálkını verdiğini muhakkak olarak bildin. Eğer ki Allah Teâlâ sana bu özel isti'dâdı vermese, o senin hálkın değildir. Eğer senin hálkın olsaydı “a’tâ külle şey’in hálkahu” ya’nî “herşeye hálkını verdi” (Tâhâ, 20/50) sözüyle haber veren Hak, elbette onu sana verirdi. Şimdi sen kendi nefsinde bu sorunun benzerlerini sonlandırmış kimse olursun; soru sormada ilâhî yasaklara muhtâc olmazsın" demek olur (30).

Ya'nî Hak Teâlâ'nın Üzeyr (a.s.)’a: "Eğer bu talepten vazgeçmezsen ismini nübüvvet defterinden silerim" buyurmasından anlaşılan ma'nâ budur ki: Ben senden melek vâsıtası ile veyâhut vâsıtasız ilhâm ile olan haber yolunu keserim ve sana keşif ve tecellî yolunu açarım. Ve tecellî de sana isti'dâdın ne hal üzere ise, ancak ona göre olur. Ve zevkî idrâki veren isti'dâddır. Tecellî de isti'dâda göre olur. Ve sana isti'dâdın dolayısıyla tecellî olunca sâbit ayn’ına vâkıf olup idrâk ettiğin şeyi, ancak isti'dâdın dolayısıyla idrâk ettiğini bilirsin. Ve sen kudretin takdîr edilene bağlantısını müşâhede etmek istemiş idin. Tecellî ânında bu talep ettiğin işe bakarsın. O şeyi onda görmeyince, istediğin o şeye sende isti'dâd olmadığını ve bunun ilâhî Zât’ın özelliklerinden olduğunu bilirsin. Ve Allah Teâlâ'nın her şeye hakkını ve ona has his-sesini verdiği sence bilinmektedir. Bundan dolayı sâbit ayn’ına baktığın zaman, kader sırrına vâkıf olmana onda isti'dâd olmadığını görünce, talep ettiğin şeye kendi nefsinde isti'dâd olmadığını ve o vâkıf oluşun, ayn’ların tamamının hakîkatlerine vâkıf olan Allah Teâla hazretlerinin özelliklerinden bulunduğunu ve eğer o vâkıf oluşa isti’dâdın olsaydı, her şeye hakkını ve ona has hissesini veren Hakk'ın, sana da hakkını vereceğini bilerek, kendi nefsinle edeplenip kader sırrına vâkıf olma talebinden kendi kendini yasaklar ve ilâhî yasağa muhtâc olmazdın. İşte cenâb-ı Üzeyr'e Hak tarafından azarlama tarzında olan hitâptan anlaşılan ma'nâ budur.

Bu bahsin özeti budur ki: Hiçbir Nebî ve velînin bütün ayn’ların hâkîkatlerini ihâtâ yolu üzere bilme imkânı yoktur. Çünkü bu ilim, ilâhî özelliklerdendir. Ancak Hak Teâlâ hazretlerinin açtığı kadar kendilerine kader sırrı hakkında bir ilim hâsıl olur. Ve da'vet sırasında nebîden bu dahî örtülüdür. Çünkü ba'zı ayn’ların hakîkatleri kendilerine açılırsa da'vetlerinde gevşeklik olurdu. Üzeyr (a.s.)’a Hak Teâlâ kendi hakîkatini açınca, ihâta yolu üzere ayn’ların hakîkatlerine vâkıf olma imkânı ve isti'dâdı olmadığı ortaya çıkardı.(Fakîr şerh edicininin ilâvesidir.)

Ve bu Üzeyr (a.s.)’a, Allah Teâlâ'dan bir lütuftur. Bunu bilen bildi ve bilmeyen bilmedi (31).

Yâ'nî bu rivâyet edilen haberdeki ilâhî hitâpta, gerçi zâhiren Üzeyr (a.s.)‘dan nübüvvetin alınacağı ve onun yakınlıktan uzaklığa gönderileceği anlaşılır ise de, nebîlerin (aleyhimü's-selâm) değerlerinin yüceliği bundan âlîdir. Çünkü onların zâti isti'dâdları, isimlerinin nübüvvet defterinde sâbit ve kendilerinin ilâhî ma’sûmluk ile ma'sûm ve korunmuş olduktan sonra, mertebelerinden düşmemeleri gerekir.

Şimdi, cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu hitâbın, nübüvvet rütbesinde biraz kusur veren zâhirî ma’nâsını murâd etmeyip, ilâhî murâd olan bâtınî ma’nâsını tefsîr etmek sûretiyle beyân ederek azarlama şeklinde olan bu hitâp, ona açılım ve tecellî üzere ilim verilmesi va’dinden ibâret olmakla, hakkında lütuftur, buyurdu. Bu hitâbın lütuf olduğunu, keşf ve irfan ehlinden olanlar bildiler ve cehâlet ehli olanlar ise zâhir ma’nâsına düşüncelerini sınırlayıp bilmediler. Sonuç olarak, bu haber hakîkatte va’d idi, vaîd ya’nî tehdit değildi.

Bilinsin ki, hakîkatte "velâyet", genel bir felektir ve bunun için kesilmedi ve velâyet için genel tebliğ vardır. Ve ammâ şerîat getiren nübüvvet ve risâlet kesilmektedir. Ve Muhammed (s.a.v.)‘de son buldu. Şimdi ondan sonra nebî yoktur. Ya'nî yeni şerîat getiren nebî ve önceden gelen şerîata uyucu ve yeni şerîat getirici olduğu halde resûl yoktur. (32).

Ya'nî "velâyet", ilâhî sıfat olması ve ilâhî keşfin onunla oluşması i'tibâriyle, geneli kapsamış felektir, ya'nî genel küllî ma’nâdır. Resûllerin, nebîlerin ve evliyânın mertebelerinin tamâmını toplamıştır. Ve "velâyet" geneli kapsamış felek olduğu için, dünyâda ve âhirette kesilmedi. Ve velâyet için genel tebliğ vardır. Ya'nî velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan, şerîat sâhibi olan nebîleri ve hálkı da'vete me'zûn olmayan evliyâyı içine alır. Fakat nebîlerin kendi zamanlarında olan haberler, nübüvvet ile kayıtlıdır. Ve velâyet yönüyle olan ilâhî haberler, zâtî tevhîdi ve isimsel ve sıfatsal tevhîdi özelliğiyle her ârif-i billâh olan kimsenin, her isti’dâdlı ve kâbiliyetliye olan haberleridir. Velâyet kesilmemekle berâber, şerîat getiren nübüvvet ve risâlet nübüvveti Muhammed (s.a.v.)‘da son buldu. “Benden sonra nebî yoktur” hadîs-i şerîfi gereğince ondan sonra nebî yoktur. Ya'nî yeni bir şeriatla şerîat getiren nebî gönderilmez. Ve şerîat sâhibi olan bir nebînin şerîatına tâbi', örneğin, Mûsâ (a.s.)‘ın şerîatına tâbi' Benî İsrâil nebîleri gibi, nübüvvet ile ortaya çıkan bir nebî de yoktur ve yeni şerîat ile şerîat getiren bir resûl dahi yoktur. Sonraki zamanlarda Îsâ (a.s.)‘ın gelmesi nübüvvet ve risâlet yönüyle değil, velâyet i’tibâriyle olacağından yeni bir şerîat getiren resûl sayılmaz.

Ve bu hadîs, evliyâullahın zuhûrunu kırdı; çünkü tam kâmil ubûdiyyet ya’nî tam kâmil kul oluşluk zevkinin ya’nî yaşantısının kesilmesini içermektedir. Şimdi tam ubûdiyyete ya’nî tam kul oluşluğa mahsûs olan onun nübüvvet ismi, ubûdiyyete ya’nî kul oluşluğa bağlanamaz (33).

Ya'nî “Benden sonra nebî yoktur” hadîs-i şerîfi, tam kâmil ubûdiyyet zevkinin kesilmesini içerdiğinden, evliyâullahın zuhûrunu kırdı. Çünkü tam kâmil ubûdiyyetin zevki ya’nî yaşanması, nübüvvetle kâimdir. Oysa nübüvvetin kesildiği bahsedilen hadîs-i şerîf ile haber verilmiştir. Bundan dolayı tam ubûdiyyet ile vasıflanmış olan evliyâullah için artık nübüvvete nâil olmak ve "nebî" ismiyle isimlendirilmek kapısı kapanmış ve velâyetten başka bir mertebe kalmamıştır.

Çünkü kul, Allah olan efendisine, isimde ortak olmamayı diler; o da isimde "Allah"dır (34).

Ya'nî kul, tam ubûdiyyetinden dolayı, Allâh'ın ismi olan "Velî" ismine ortak olmak istemez. Çünkü kâmil evliyâlar, ilâhî isimler ile vasıflanmanın kendilerinin zâtları gereğinden olmadığını bilirler. Allah’da fânî oldukları vakitte, ilâhî isimler ile tahakkuk, onlar için geçici husûstur. Örneğin demir ateşe konulursa, kıpkırmızı olur ve temâs ettiği şeyi ateş gibi yakar. Eğer demir konuşup "Ben ateşim" derse, bu sözünde sâdık olur. Fakat demir, ateş değildir; bu hal kendisinde geçici bir husûstur. Ancak, kendisinin demirliği ateşte fenâ bulmuş ve ateş ismiyle tahakkuk etmiştir. Yoksa demir demir ve ateş de ateştir. İşte evliyâullahın fenâ-fillah mertebesindeki hâli de buna benzemektedir. Bundan dolayı onlar, geçici bir husûs olan ilâhî isimler ile tahakkukları hâlinde, kendilerine âit olan şey, ubûdiyyet sıfatı ve onun isimleri olduğu için, ubûdiyyete mahsûs olan isimle isimlenmek isterler. Ve resûl ile nebînin, ubûdiyyet havâssının en şerefli ve en fazîletlisinden oluşu yönüyle, ubûdiyyet özelliklerinde resûlden daha tam ve daha kâmili yoktur. Çünkü Rab, "resûl" ve "nebî" ismi ile isimlenmiş değildir; fakat "Velî" ismiyle isimlenmiştir. Bundan dolayı Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki:

Oysa Allah Teâlâ "nebî" ve "resûl" ismi ile isimlenmedi; "Velî" ismi ile isimlendi ve bu isim ile vasıflandı. Ve “Allâhu velîyyullezîne âmenû” ya’nî “Allah îmân edenlerin Velî’sidir” (Bakara, 2/257) ve hüvel velîyyul hamîd” ya’nî “O Velî’dir, Hamîd’dir” (Şûrâ, 42/28) buyurdu (35).

Ya'nî "nebî" ile "resûl" ismi, hálk edilmişlere âit isimlerden olup tam ubûdiyyet ile vasıflanmış olan kimsenin ismi olduğundan, Allah Teâlâ hazretleri bu isimler ile isimlenmez; fakat "Velî" ismiyle isimlendiği gibi, bu ismin sıfatı olan "velâyet" ile vasıflanmıştır; nitekim, Kur'ân-ı Mecîd'de: “Allâhu velîyyullezîne âmenû” ya’nî “Allah îmân edenlerin Velî’sidir” (Bakara, 2/257) ve “hüvel velîyyul hamîd” ya’nî “O Velî’dir, Hamîd’dir” (Şûrâ, 42/28) buyurmuştur.

Ve bu isim bâkî ve dünyâda ve âhirette Allah’ın kulları üzerine geçerlidir. Şimdi nübüvvet ve risâletin kesilmesi sebebiyle, Hak'tan başka kula âit olacak bir isim bâkî kalmadı. Ancak, bu kadar vardır ki, Allah Teâlâ kullarına lütufta bulundu da, onlar için kendisinde şerîat getirme olmayan genel nübüvveti bâkî kıldı. (36).

Ya'nî nübüvvet ve risâlet artık kesildiğinden, Hakk'ın ismin de ortak olmamak sûretiyle kula verilecek bir isim kalmadı. Zarûrî olarak, fâni-fillah olmaları yönüyle kula "velî " ismi verildi. Cenâb-ı Hak, ancak kullarına lütufta bulunup, melek vâsıtasıyla veyâ vâsıtasız yeni bir şeriat hükümlerini Hak'tan alma esası olmaması sûretiyle genel nübüvveti bâkî kıldı. Ve bu genel nübüvvet, ârif olanlar için ahadî ve cem'î isti’dâd kemâli ile Hakk'ın sıfatlarıyla ve isimleriyle ve fiilleriyle Allah'dan haber vermektir; ve âlimler için de içtihâtta teşrî'dir.

Ve Allah Teâlâ kulları için, hükümlerde sâbitlik olan içtihâtta şerîata dayanmayı bâkî kıldı. Demek ki onlar, için şerîata dayanmada verâseti bâkî kıldı. Bundan dolayı “Âlimler nebîlerin vârisleridir” dedi. Ve onlar için bunda, ancak hükümlerden içtihât ettikleri ve onu şerîata dayandırdıkları şeyde mîras vardır (37).

Ya'nî hakkında kesin haberler ulaşmayan hükümleri, âlimler içtihât ederler ve onu şerîata dayandırıp gereğiyle amel etmeyi emrederler. Onun için, usûl ehli, içtihât "gizli vahiy”dir, derler. Bundan dolayı içtihat eden âlimler, içtihât ile şerîata dayanmada, zâhirde nebîlerin vârisleridir. Ârif olan âlimler ise, ilâhî bilgiyi vâsıtasız Hak'tan aldıklarında, bâtında nebîlerin vârisleridir.

Şimdi sen bir nebîyi şerîata dayanmayan bir söz ile konuşur gördüğün vakitte, o, ârif velî olduğu yönden konuşur. Bunun için, o nebînin âlim ve velî nebî olması yönüyle olan makâmı, resûl veyâ şerîata dayanması ve şerîat sâhibi olması yönüyle olan makâmından daha tam ve daha mükemmeldir. Şimdi ehlullahdan birisinin "Velâyet, nübüvvetten a'lâdır" dediğini veyâ ondan sana nakil olunduğunu işittiğin vakitte, bunu söyleyen ancak bizim bahsettiğimiz şeyi murâd eder (38).

Nebînin şerîata dayanmayan söz ile konuşması vahdet ya’nî birlik ilminden bahsetmesidir. Çünkü vahdet ilmi Hakk ile alâkalıdır. Oysa şeriat hálka yöneliktir. Ve hálk ise ikiliği gerektirir. Ve nübüvvet şerîata dayanma dâhilinde konuşmayı îcâb eder. Bundan dolayı bir nebî: “ve mâ remeyte iz remeyte” ya’nî “attığın zaman sen atmadın” (En­f'âl, 8/17) ve “Beni gören Hakk’ı görmüştür” gibi vahdet ile alâkalı söz söylediği vakit, ârif velî olması yönünden söyler. Vahdet ya’nî birlik ikilikten daha tam ve daha mükemmel olduğu için, o nebînin velâyet makâmı risâlet makâmından daha tam ve daha mükemmel olur. Bundan dolayı eğer sen, ehlullahın birisinden "Velâyet, nübüvvetten a'lâdır" sözünü işitirsen veyâhut ehlullahdan birisinin bu sözü söylediği sana nakil olunursa, bilesin ki, bunun ma'nâsı yukarıda bahsedilen şeyden ibarettir.

Veyâhut ehlullahdan birisinin: "Velî, nebî ile resûlün üstündedir" dediğini işitsen o, bu söz ile bir kişinin kendi şahsında olanı mûrad eder. Nebî ve resûl olması yönüyle olan makâmından, onun "velî" olması yönüyle olan makâmı daha tamdır. Yoksa nebîye tâbi' olan velî, nebîden a'lâ değildir. Çünkü tâbi' olan, tâbi' olduğu şeyde, ebeden tâbi’ olunanı idrâk etmez. Çünkü eğer tâbi' olan tâbi’ olunanı idrâk edeydi, tâbi' olmazdı; bunu iyi anla! (39).

Ya’nî velînin nebî ile resûlün üstünde olması bir kişinin kendi şahsında olan velâyet ve nübüvvet ve risâlet i'tibâriyledir ve bu sözden kasıt ancak budur. Yoksa bir nebînin şeriatına tâbi’ olupta velâyet mertebesini kazanan kimsenin velâyeti, aslâ, tâbi' olduğu nebînin nübüvyetinden yüksek olamaz. Çünkü kendisi tâbi'dir ve kendisinde tâbi’ olmaklık sıfatı bulundukça tâbi’ olunanı idrâk edemez. Eğer idrâk etseydi, kendisinde bu tâbi’ olmaklık sıfatı bulunmazdı. Burasını dikkatle anla!

Şimdi resûlün ve yeni bir şerîat getiren nebînin müraâcatı velâyete ve ilmedir. Görmez misin? Hakîkatte Allah Teâlâ; Resûl (a.s.)a, ilimden artış talep etmeyi emretti. İlmin dışından bir şey artışını taleb etmeyi emretmedi. Böyle olunca ona emredici olduğu halde “ve kul rabbi zidnî ılmâ” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır; de”(Tâhâ, 20/ 114) buyurdu (40).

İlim artışı talebiyle emrin sebebi budur ki: Bu fassın üst taraflarında beyân olunduğu üzere her bir resûlün indinde, irsâl ilminden ancak ümmetlerinin fazlasız ve noksansız muhtac oldukları kadar ilim vardır. Bundan dolayı nübüvvet ve risâlette artış, ümmetin isti'dâdı kadardır. Ümmetin isti'dâdı kendilerine mahsûs olan kemâl üzere ortaya çıktığı vakit, artık nübüvvet ve risâlette artış olması düşünülemez. Belki bu şekilde nübüvvet ve risâlet işi onların hakkında sona erer; “el yevme ekmeltu lekum dînekum” ya’nî “Bugün dîninizi tamamladım” (Mâide, 5/3) âyet-i kerimesi bu hakîkatin delîlidir.

Ve aynı şekilde, şerîat getiren nübüvvet ve risâlet dâimî olmayıp, kesintiye ma'rûzdur. Onun için nübüvvet ve risâlette artış talebiyle emrolunmadı; belki ümmetin isti'dâdı zamân içerisinde bilinen kader üzere indirildiğinden, yine günden güne bilinen kader üzere, ümmetin isti'dâdına göre indirilecek olan irsâl ilminin artışını talep etmesi emrolundu.

Ve aynı şekilde ilâhî sıfatların artışını talep de emrolunmadı. Çünkü Hak Teâlâ'nın tecellîlerine bir son olmadığı gibi, tecellîde de tekrar yoktur. Ve bundan dolayı ilâhî işlerde de son yoktur. Çünkü her bir tecellînin oluşması indinde bir ilmin oluşması lâzımdır. İşte bu sebeble de ilim artışını talep etmesi emrolundu.

Ve bu, onun içindir ki şerîat, belirli ameller ile teklîf ve belirli fiillerden yasaklamadır. Ve bu amellerin yeri bu dünyâ yurdudur; bu yurt da kesilmektedir. Velâyet ise böyle değildir. Çünkü kesilme olsaydı, hakîkati ile kesilirdi. Nitekim risâlet, hakîkati yönüyle kesildi. Ve eğer velâyet hakîkati yönüyle kesilseydi, onun için "Velî" ismi dâimi kalmazdı. Oysa "Velî" ismi Allah için dâimi-dir (41).

Ya'nî şerîat, belirli ameller ile emirdir; ve belirli amellerden yasaklamadır. Oysa ameller, dünyâ yurdunun kesilmesiyle kesilir. Ve risâlet kesilince hakîkatiyle kesilir. Fakat velâyet böyle değildir. O dünyâda ve âhirette kesilmez. Çünkü Allah için "Velî" ismi bâkîdir. Nitekim Yûsuf (a.s.)‘dan naklen Kur’ân-ı Mecîd'de: “ente veliyyî fîd dünyâ Vel âhıreti” ya’nî “Sen dünyâda ve âhirette Velî’sin” (Yûsuf,12/101) buyrulmuştur. Bundan dolayı resûlden ve nebîden risâlet ve nübüvvet mertebesi kalkınca, onun müraâcatı velâyete ve ilâhî ilme olur.

Şimdi "Veli" ismi tahallukan ve tahakkukan ve taallukan Hakk'ın kuluna mahsûstur. (42)

Ya'nî bu isim Hakk'ın kuluna bağlanır. Fakat bu ismin Hakk'a bağlı olması asâlet iledir ve kula bağlanışı ise tahalluk ve tahakkuk ve taalluk tavırlarıyla olur. "Tahalluk", kulun sıfatlarının ilâhî sıfatlarda fenâsı sırasında olur. Ve "tahakkuk" kulun Hakk’ın zâtında fânî olması sûretindedir. Ve "taalluk" bakâ hâlinde olur ki, bu makâm, verâset makâmıdır. Bundan dolayı bu üç mertebenin her birinde gözüken kimseye "velî" ismi verilir. Hz. Şeyh (r.a.) cenâb-ı Üzeyr hakkında ulaşan haberin tamamlanmak üzere hakîkatine dönerek buyurur ki:

Şimdi Hak Teâla'nın Üzeyr (a.s.)‘a "Eğer kaderin mâhiyyetinden soru sormaktan vazgeçmezsen, elbette ismini nübüvvet dîvânından silerim" demesi, emir, sana keşif ve tecellî üzere gelir ve senden nebî ve resûl ismi kalkar, demek olur. Ve bu şekilde onun velâyeti bâkî kalır. Ancak şu kadar var ki, vaktâki hâlin belirtileri, gerçekte bu hitâbın vaîd ya’nî tehdît mecrâsında cereyân ettiğine işâret etti; kendisinde bu hâl ile, o hitâbı duyan kimse, muhakkak o hitâbın, velâyet mertebesinin ba'zı husûsunun bu dünyâ yurdunda kesilmesiyle vaîd ya’nî tehdît olduğunu bildi. Çünkü nübüvvet ile risâlet, velâyette, mertebelerden bir rütbenin ve velâyetin ihtivâ ettiği ba'zı mertebeleri ihtivâ eden bir rütbenin husûsudur (43).

Ya'nî Üzeyr (a.s.)‘ın:

kâle ennâ yuhyî hâzihillâhu ba’de mevtihâ” ya’nî “Allah Teâlâ ölümünden sonra bunu nasıl diriltir” (Bakara, 2/259)

sözündeki hâlin belirtileri, kader sırrından soruya işâret ettiğinden, Hakk’ın hitâbı, azarlama şeklinde olarak vaîd ya’nî tehdît mecrâsında cereyân etti. Ve cenâb-ı Üzeyr Hakk'ın bu hitâbında, velâyetin özel bir rütbesi olan nübüvvet ve risâletin bu dünyâ yurdunda kesilmesiyle vaîd ya’nî tehdît olunduğunu bildi. Çünkü nübüvvet ve risâlet, velâyette özel bir mertebedir ki, velâyetin ilim mertebesinden ihtivâ ettiği mertebelerin ba'zısını ihtivâ eder.

Bunun îzâhı şu yön iledir ki: Velâyet ilâhî sıfat olup Hak Teâlâ kulları üzerine ezelen ve ebeden bu sıfat ile Velî’dir. Nübüvvet ve risâlet ise, dünyevî oluşumda nebîlerden olan evliyâda geçici bir sıfat ve velâyet dâiresinin içinde özel bir mertebedir. Bundan dolayı velâyet olmaksızın, nübüvvet tahakkuk etmez. Fakat nübüvvet olmaksızın velâyet tahakkuk eder. Bu şekilde, nübüvvet ve risâlet, resûl olan zâtın velâyetine göre özel bir rütbe olmuş olur.

Ve bu özel rütbe olan nübüvvet ve risâlet, resûlün dünyâ yurdundan ayrılışından sonra kalkar; fakat velâyeti, uhrevî berzahlara intikâlinden sonra da devam eder. Şimdi cenâb-ı Üzeyr'e olan:

Eğer vazgeçmezsen ismini nübüvvet dîvânından silerim”

hitâbı, onun velâyetinin ba'zı mertebelerinden, özel bir rütbe olan nübüvvetin kaldırılması için vaîd ya’nî tehdît olur.

Şimdi o, kendisinde yeni bir şerîat getiren nübüvvet ve yeni bir şerîat getiren risâlet olmayan velîden a'lâ olduğunu bilir (44).

Ya'nî Üzeyr (a.s.), azarlama şeklinde vaîd ya’nî tehdît mecrâsında cereyan eden Hakk’ın hitâbı üzerine, yeni bir şerîat getiren nübüvvet ile ve risâletle gelmemiş olan velîden nebînin a'lâ olduğunu bildi. Çünkü nübüvvette husûsî bir fazlalık vardır; ve risâlet dahî nübüvvetten a'lâdır. Çünkü risâlette de nübüvvet üzerine bir başka fazlalık husûsiyyeti vardır.

Ve velâyet, nübûvvet ve risâletten daha geneldir. Çünkü her resûl nebî olduğu gibi, her nebî de velîdir. Fakat her velî, resûl de değildir, nebî de değildir. Bundan dolayı nübüvvet ve risâlet, velâyet dâiresinin içinde iki husûsî rütbedir. Ve tecellî ile kader sırrı açıldığı vakit, velâyet makâmı kuvvetli olur ve nübüvvet ve risâlet makâmı onda yok olur.

Kendisinde aynı şekilde nübüvvet mertebesinin gerektirdiği diğer haller gelen kimsenin yanında, muhakkak bu hitâbın vaîd ya’nî tehdît değil, va'd olduğu sâbit oldu. Böyle olunca, Üzeyr (a.s.)‘ın sorusu, muhakkak makbûldür; çünkü nebî hâs velîdir (45).

Nübüvvet mertebesinin gerektirdiği ilk durum, yukarıda anlatılmış idi ki, Hakk’ın hitâbının, hâl belirtisiyle, vaîd ya’nî tehdît mecrâsında geçerli olması hâli idi. Çünkü bu halde, velâyet dâiresinin içinde, husûsi bir rütbe olan nübüvvet kalkacak ve yalnız velâyet mertebesi kalacaktı. Ve bir mertebenin kaldırılmasını içeren hitâp ise vaîd ya’nî tehdîttir. Hz. Şeyh (r.a.) nübüvvet mertebesinin gerektirdiği ilk durumu beyan buyurduktan sonra, bu cümlede de yine nübüvvet mertebesinin gerektirdiği diğer durumları îzâh ediyor. O diğer durumlar da budur ki:

Hâs velî olan nebî, ilâhî hakîkatleri bildiğinden, Hak Teâlâ hazretlerinin kendisinden açığa çıkmasını iyi görmediği şeye ve oluşması muhal olan şeyin talebine çaba sarfetmez. Bundan dolayı talep ettiği zaman, oluşması mümkün olan şeyi talep eder ve bu talebi makbûl olduğundan tabi'ki yerine getirilir. Ve nübüvvetin gerektirdiği bu hal; bir kimseye yakın olunca:

Eğer vazgeçmezsen ismini nübüvvet dîvânından silerim”

hitâbının vaîd ya’nî tehdît değil, va'd olduğunu bilir. Çünkü kendisi nebîdir; nebî ise hâs velîdir. Ve bu vasıfları toplamış olan kimse ise aslâ abes olan şeyi talep etmez ve sorusu makbûl olur. Şimdi Üzeyr (a.s.)‘ın ismi, nübüvvet defterinden silindikten sonra, velâyet mertebesi bâkî kalır. Ve bu şekilde de, isteğine keşif ve tecellî yoluyla nâil olur.

Ve hâlin belirtisiyle bilir ki, gerçekte nebî için velâyette, bu ihtisâsın sâbit olması yönüyle, Allah Teâlâ'nın muhakkak ondan çıkmasını iyi görmediği ve oluşmasının kesin olarak muhâl olduğunu bildiği şeye çaba sarfetmesi muhâldir (46).

Ya'nî nübüvvet mertebesinin gerektirdiği yukarıda beyân olunan diğer durum, kendisine gelen kimse, nebî için velâyette sâbit olan bu ihtisâs yönünden, Hak Teâlâ'nın kendisinden açığa çıkmasını iyi görme-diğini bildiği şeyi talep etmeyeceği gibi, oluşmasının muhâl olduğunu bildiği şeyi de talep etmeye çaba sarfetmez. Çünkü bu talepler, ma'rifete aykırıdır; oysa hâs velî olan nebî âriftir; ondan böyle şeyler çıkmaz.

Ve bu haller, onlara yakın olan kimsenin indinde yakınlaştı ve sâbit oldu da, o kimse “ismini nübüvvet dîvânından silerim” sözünde olan bu ilâhî hitâbı kendi indinde va'd makâmında değer-lendirir. Ve bu hitâp, bâkî olan mertebeye işâret eden bir haber olur. Ve o mertebe nebîlerin ve resûllerin üzere âhiret yurdunda bâkî kalacak olan mertebedir. O âhiret yurdu öyle bir âhiret yurdudur ki, bir şerîat için mahal değildir. Tâ ki cennet ve ateşe dâhil olduktan sonra, hálktan bir kimse cennette ve ateşte o şerîat üzerine olsun (47).

Yâ'nî nübüvvet mertebesinin gerektirdiği daha önce anlatılan hallere yakın olan kimse bu ilâhî hitâbı kendi indinde va'd makâmında değerlendirir. Ve bu şekilde bu hitâp, nübüvvetin kalkmasından sonra bâkî mertebe olan velâyetin kalacağına işâret eden bir haber olur ki, bu velâyet mertebesi, âhirette dahî bâkî olan bir mertebedir. Ve âhiret yurdu öyle bir yerdir ki, artık orada şerîat yoktur; ve cennete girecekler cennete ve ateşe girecekler de ateşe dâhil olduktan sonra, onların oralarda amel etmeleri lâzım gelen hiçbir şerîat bulunmaz. Çünkü âhiret yurdu amel yurdu değil, karşılık yurdudur.

Ancak biz şerîatın olmayışını iki yer ile ya’nî cennet ve ateşe dâhil olmakla sınırladık. Çünkü kıyâmet gününde fetret dönemi kişileri ve küçük çocuklar ve deliler için şerîat olunur. Şimdi bunlar, adâletin gerçekleşmesi ve ceremesi ile azâplanma ve cennet ashâbı hakkında, amellerin sevâbı için, bir zemînde toplanırlar. Bunlar bir zemînde diğer insanlardan ayrı olarak toplandıkları zaman, onların hakkında fazîletli olanlarından bir nebî gönderilir ve onlara bir ateş gösterilir. O günde onlara gönderilen nebî, o ateş mu'cizesiyle gelir. Onlara: “Ben size gönderilmiş Hakk'ın resûlüyüm” der. Şimdi o kavmin ba’zıları bunu tasdîk eder ve ba'zılarında da yalanlama olur. Ve o nebî onlara "Siz nefsinizi bu ateşe atın; bana itâat eden kurtuluş bulup cennete dâhil olur ve bana isyân eden ve emrime muhâlefet eden, helâk olup ateş ehli olur" der. Kim ki onlardan o nebînin emrine uyup, kendisini ateşe atarsa saîd olur ve amel olarak sevâba nâil olur ve o ateşi soğur ve selâmet bulur. Ve kim ki o nebîye âsî olursa azâbı haketmiş olarak ateşe dâhil olur ve muhâlif amel ile ateşe gider. Ve ahd edilen günde bu ba's, kulları hakkın­da Allah tarafından adâletin yerine getirilmesi içindir (48).

Ya'nî cenâb-ı Şeyh (r.a), âhiret şerîat mahalli olmadığından cennet ve cehennem ehlinin mekânlarına girdikten sonra, oralarda onların amel edeceği şerîat kalmaz, demiş ve şerîatın olmamasını "cennet ve cehenneme girdikten sonra" kaydıyla sınırlamış idi. Çünkü ne cennete ve ne de cehenneme giremeyecek olan ba'zı kimseler vardır ki, onlar için âhirette dahi şerîat olacaktır.

Bunlardan birisi fetret döneminde yaşamış kişilerdir. Çünkü bu kişiler kendilerinden önce gelen peygamberin şeriatından eser kalmadığından, onun ile amel edemediler ve bu peygamberlerden sonra gelecek peygamber de gelmedi ki, onun şerîatıyla amel etsinler. Bundan dolayı kendilerine ilâhî teklîf olmaksızın âhirete gittiler.

İkincisi küçük çocuklardır. Çünkü teklîf zamânı olan bülûğ çağlarından önce vefât ettiler.

Üçüncüsü, delilerdir. Çünkü dünyâ hayâtında iken bunlara teklîf tarzlarına aykırı bir mizâc bulaşıp akılları örtüldü ve o halde vefât ettiler.

Eğer bunlar hakkında âhirette şerîat teklîfi olmamış olsa, hikmete uygunluk olmaz ve adâlet yerine gelmez. Çünkü kabâhatleri olmadığı için cehenneme konamazlar ve amel olarak sevâbları olmadığı için cennete de giremezler. Kabâhatsız bir kimseyi, ateşe ve amel olarak sevâbsız bir kimseyi de cennete sokmak adâlet değildir. Bundan dolayı bunların sevâb ve azâbı hakedişlerinin ortaya çıkması için, Allah Teâlâ âhiret gününde, şeriatten bu miktârı devâm ettirdi. Bu şekilde bütün yönleriyle ilâhî adâlet ortaya çıkar. Hz. Şeyh (r.a.) kıyâmette olan bu bahsedilen şerîatı âyet-i kerîme ile ispât edip buyururlar:

Ve bu şekilde Allah Teâlâ'nın "O günde ki âhiret işlerinden azîm bir husûs açılır; hálk secdeye da'vet olunurlar" (Kalem, 68/42) sözü de teklîf ve şerîattır. Şimdi onlardan ba'zılarının secdeye tâkatları olur, ba'zılarının olmaz. Ve tâkatları olmayanlar, Allah Teâlâ'nın haklarında “ve yud’avne iles sucûdi fe lâ yestetîûn” ya’nî “secdeye da’vet olunurlar, fakat güçleri yetmez” (Kalem, 68/42) buyurduğu kimselerdir. Nitekim dünyâda, Ebû Cehil ve diğerleri gibi, kulların ba'zısı Allah'ın emrine uymaya tâkat getiremedi (49).

Ya'nî Kalem sûresinde geçen:


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin