Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə69/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   65   66   67   68   69   70   71   72   ...   90

Soru: İnsan, mâdemki Hakk'ın sûretidir ve onun kesîf vücûdu Hakk'ın Zâhir ismidir, şu halde onu zemmetmenin câiz olmaması gerekir. Oysa biz insânı zemmedip dururuz.

Cevap: İnsân "ayn"ından ya'nî kâim olan vücûdundan ve zâtından dolayı zemmedilmez. Belki kendisinden çıkan fiiller zemmedilir. Ve insândan çıkan fiiller, kendisinin "ayn"ı değildir. Ve "İnsân Hakk'ın sûreti üzerinedir; ve O'nun Zâhir ismidir" sözü, insanın “ayn”ı hakkında söylenmiş bir sözdür.

Soru: İnsan, fiillerinden dolayı zemmedildiği zaman, fiilin insana isnâd edilmesi gerekmez mi? Oysa fiil ancak Allâh'ındır ve fâil ancak Hak'tır

Cevap: Evet, fiil Allâh'ındır, fakat bu fiil, kulluk mertebesinde açığa çıktı. Eğer kulun kesîf vücûdu olmasa, bu zemmedilmiş fiillerin açığa çıkacağı mahal bulunmazdı. Şimdi bu kulların kesîf vücûtları, ilâhî işlerin birer aynaları mesâbesindedir. Bu aynalarda gözüken sûretler, ilâhî isimlerin gerekleri olan hallerdir. Ve o isimlerden her birisi, birer hâs Rabb’tır. Ve her hâs Rabb, kendinin merbûbu ya’nî Rabb’ı olanı olan kuldan râzıdır. Fakat Rabb’ların Rabb’ı olan ve bütün isimleri toplamış olan "Allah", her ismin gerekleri olan hallerden râzı değildir. Örneğin Mudill ismi, kendi merbûbu ya’nî Rabb’i olanı olan kâfirin küfründen râzıdır. Fakat Mudill isminin Rabb'i olan “Allah” bu ismin gereklerinden râzı değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de “ve lâ yerdâ li ibâdihil küfra” ya’nî “Ve O, kullarının küfründen râzı olmaz” (Zümer, 39/7) buyurur. Onun için Allah Teâlâ hazretleri kendisinin râzı olduğu ve olmadığı fiilleri risâlet mertebesine inerek koyduğu şerîat hükümleri ile kullarına i'lân etti.

Soru: Demek ki, Hakk'ın râzı olduğu ve olmadığı bir takım işler var. Hakk’ın râzı olduğu işlerini açığa çıkarması ve râzı olmadıklarını terk etmesi mümkün değil miydi?

Cevap: Bütün işler Allah’ın zâtının gerekleridir. Zâhir olma da ilâhî işlerden bir iştir. Bundan dolayı zâtî işlerden ba'zılarının terk edilmesi mümkün değildir. Bu ise, âcizlik ve noksanlık değil, kudret ve kemâlin aynıdır.

Örnek: İnsan, ilâhî sûret üzerine mahlûk olup kendisinde görme, bilme, işitme ve söyleme ve diğerleri... gibi bir takım işler vardır. Mâdemki işitilecek şey vardır, insan bu zâtî işiyle zâhir olur ve insan için işitmeyi terk etmek mümkün değildir. Bu işte kābiliyyetin olmayışı ya’nî işitememesi onun âczi değil belki kemâlidir. Noksanlık ve kudretin olmayışı, onun sağırlığıdır.

Ve aynı şekilde insanda rızâ ve gazab sıfatları mevcûttur. Gazabını harekete geçirecek hallerin gerçekleşmesiyle insan bu sıfatla gözükür, meğer ki kendisinde hilim ya’nî yumuşaklık ve ağırbaşlılık işi gâlip ola. Ve hilim işi dahî zâtî işlerden bir iştir. Bundan dolayı hilim sıfatı ile gözükmesi dahi zâtının gereğidir. Çok kere olur ki, ba'zı kimseler, gazab ile gözükecekleri yerde hilim ile ve hilim ile gözükecekleri yerde de gazab ile gözükürler. Ve sebebi sorulsa: “Ne yapayım, ben de bu hâlimden râzı değilim, fakat zâtımın gereği olan bu haller rızam olmaksızın benden gözüküverir” cevâbıyla karşılık verirler. Râzı olmadığı fiillerin insandan gözükmesi zevk ile ya’nî bizzat yaşanarak bilinecek bir şeydir. Her insan, farz edelim aksırık ve öksürük gibi sonu olmayan kendi işlerini tetkîk edecek olursa bunun nasıl bir şey olduğunu ve bunun ortaya çıkmasının terkinin mümkün olup olmadığını bilir.

Şimdi görünme yerlerinde açığa çıkan zemmedilmiş fiiller kesîf vücûtların gerekleridir. Ve bu vücûtlar ise, bağımsız olmayıp izâfi olduklarından onlardan açığa çıkan zemmedilmiş fiiller de, yokluksal işlerdendir. Zât mertebesi bunlardan münezzehdir. Onun için Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur: “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi” (Nisâ, 4/79) ya’nî "Sana iyiliklerden bir şey isâbet ederse Allah'dandır.” Çünkü zâttan zâhir olan şey iyilikten ve güzellikten başka bir şey değildir. Ve “ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” (Nisâ, 4 /79) ya'nî "Sana fenâlıktan isâbet eden şey nefsindendir". Çünkü kötülük senin nefsinden ibâret olan kesîf vücûdunun gereklerindendir.

Gerçi kulların nefislerinin bir şeyi talepleri ânında, fiilleri îcâd eden Hak'tır. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Ve sizi de yaptıklarını da Allah hálk etti” (Saffât, 37/96) buyrulur. Fakat fiilin icâdı Hakk'a nispeten hikmettir. Kuldan çıkması kula nispeten zemmedilmiştir. Eğer fiil şerîat hükmüne uygun olarak çıkarsa, onun îcâdı Hakk'a nispeten hikmet olduğu gibi, kula nispeten de övülmüş olur. Çünkü kul, insânî sûretin tesviye edilmesinden kastedilen gâyeye yöneldi. Fakat bir kimse garazına uygun olmadığı için, bir şeyi zemmetse, o şekilde bir zemmetme Allah indinde zemmedilmiştir. Çünkü zemmetme lisânı garaz yönü üzerine olursa câiz değildir. Örneğin ziyâretine gidilen bir kimse, beni ayakta karşılamadı, diye zemmedilmez. Eğer zemmedilecek olunursa, bunda nefsin hazzı ve garazı vardır. Çünkü nefis, herkesin kendisine saygı göstermesini ister. Aksi hâlde nefis kibirlenir ve hiddet edip, o kimseyi zemmetmeye başlar. İşte bu gibi zemmedişler Allah indide zemmedilmiştir. Şu hâlde, ancak şerîat hükümlerinin zemmettiği şeyler zemmedilmiştir. Çünkü şerîat hükümlerini koyanın amacı, insanın hayvâniyete düşkünlüğünü men' etmek ve ilâhî sûreti himâye etmekten başka bir şey değildir. Şerîat hükümlerinin bir fiili zemmetmesi, hikmete dayanmaktadır ki, onu ancak Allah Teâlâ ve onun bildirdiği kullar bilir.

Nitekim, kısâs bir fayda için meşrû' kılındı. O fayda da bu insan türünün devamlılığını te'mîn ve o insan türü hakkında, ilâhî sınırları aşan kimseleri, geriye çekmekten ibârettir. Onun için Hak Teâlâ “Ve leküm fîl kısâsı hayâtün” (Bakara, 2/179) ya'nî "Sizin için kısâsta hayât vardır" buyurdu. Bu sözün iki yönü vardır: Birisi kātilin kısâs olunduğunu herkes görür. Bu ibretten etkilenip bir kimseyi öldürmeye niyet edenler varsa, buna cür'et edemezler. Bundan dolayı kısâsta üstü kapalı olarak insan türünün hayâtı devâm ettirilmiş olur. İkincisi "sizin için" ikinci şahıs zamîri öldürülenin velîsine dönük olur. Şu halde âyet-i kerîmenin ma'nâsı: Ey öldürülenin velîleri, siz kātilden fidye alıp veyâ affedip onu kısâsın hükmünden kurtarırsanız, insan türünden bir ferdin hayâtını devâm ettirmiş olursunuz. Bu âyet-i kerîmeyi ikinci yön ile tefsîr, bu bahse dahâ uygun görünür. Âyet-i kerîmenin sonrası “yâ ulîl elbâbi” ya’nî "Ey derin düşünen akıl sâhipleri” şeklindedir. Bundan dolayı Hak Teâlâ kısâsta hayât olduğunu "ülû'l-elbâb"a hitâben beyân buyurur. Ve "ülû'l-elbâb'' bir şeyin özünü ve içini bilen kimselerdir. Ve onlar Hak ve nebîler tarafından konulan ilâhî şerîat hükümlerinin ve filozoflar ve düşünürler tarafından fetret zamânlarında konulan hikmete dayalı şerîat hükümlerinin sırrına vâkıf oldular.

Ve sen muhakkak Allah Teâlâ'nın bu oluşuma riâyet ettiğini ve onun hayatını devâm eylediğini bildiğin vakit, sen de onun korunmasını en iyi şekilde yaparsın. Bu sebeple senin için saâdet vardır. Çünkü mâdemki insan hayattadır, kendisi için hálk edilen kemâl sıfatlarını elde etmesi, onun için umulur. Ve onun yıkılmasına çalışan kimse, onun için hálk edilen şeye, onun ulaşmasını engellemek hakkında çalışır. Resûllah (s.a.v.)’in “Şundan haberdâr olun, size düşmanlarınıza yaklaşıp onların boyunlarını vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurmalarından sizin için hayırlı ve daha fazîletli olan şeyi haber vereyim mi? Allah'ın zikridir!" sözü ne güzeldir (4).

Ya'nî yukarıda ifâde edilen delîller ile Allah Teâlâ Hazretlerinin bu insânî oluşuma riâyet edip onun hayâtının devâmlılığını murâd ettiğini bildiğin vakit, sen de bu oluşumun devâmlılığına en iyi şekilde riâyet edersin.Çünkü bu insânî oluşuma riâyet sebebiyle senin için saâdet hâsıl olur. Çünkü bu ilâhî sûret riâyet ettiğin için mükâfat kazanırsın. Ve bu mükâfatı vermek de, o sûretin sâhibi olan Allah üzerinedir.

Ve ilâhî sûret üzerine mahlûk olan insânî oluşumun korunmasının sebebi budur ki, insan hayatta olduğu müddetçe, kendisi için hálk edilen kemâl sıfatlarını elde etmesi onun için umulur. Çünkü Hak, isimleriyle görünme yerlerinde zâhir olur. Ve her bir isim kendi görünme yerini alnından tutup kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde o sırâtın sonuna doğru çeker götürür. Ve o sırâtın sonuna ulaşmak, o ismin kemâline ulaşmaktır. Ve o insânî oluşumun yıkılmasına çalışan kimse, o insanın hâs isminin hazînesinde gizli ve fiilen açığa çıkması takdir edilmiş olan şeye, onun ulaşmamasına çalışır. Çünkü görünme yerleri isimler için ayna gibidir. Ayna kırıldığı zaman, onun karşısında duran şahsın sûreti artık yansımaz olur. Bundan dolayı bir insan öldürüldüğü zaman, onun görünme yeri olduğu hâs ismin aynası kırılmış olur. Ve (S.a.v.) Efendimiz'in sözü ne güzeldir ki, irfânın kemâliyle buyurur: "Ey mü'minler haberdâr olunuz, size bir şey haber vereyim mi ki, o şey, düşmanlarınıza yaklaşıp Allah yolunda onların boyunlarını vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurup sizin Allah yolunda şehîd olmanızdan hayırlı ve daha fazîletlidir. O şey Allah’ın zikridir!" İşte bu hadîs-i şerîf dahi, ilâhî yapı olan insânî oluşumun devâm ettirilmesine delîldir.

Ve bunun beyânı budur ki, muhakkak bu insânî oluşum kıymetini, ancak ondan istenilen şekilde zikir ile Allah Teâlâ'yı zikreden kimse bilir. Çünkü Hak Teâlâ, onu zikreden kimsenin arkadaşı ya’nî onunla birlikte oturandır. Ve oysa arkadaş, zikredenin gördüğüdür. Ve zikreden kendisinin arkadaşı olan Hakk'ı, ne zaman görmezse, zikredici değildir. Çünkü Allah’ın zikri, kulun her bir yanına sirâyet etmiştir. Onu zikreden kimsenin lisânına özel değildir. Çünkü Hak, bu anda ancak özellikle lisânın arkadaşı olur. Şimdî lisân, onu gördüğü şeyle, insanın onu görmediği yönden görür. Böyle olunca gâfillerin zikri hakkında bu sırrı anla!.. Bundan dolayı, gâfilden zikredici olan hiç şüphesiz hâzırdır ve zikredilen onun arkadaşıdır. Şu halde o, onu görür. Ve gâfil olan gafleti yönüyle zikredici değildir. Böyle olunca o, gâfilin arkadaşı değildir. Çünkü muhakkak, insan çokluktur, tek bir ayn değildir. Tek bir ayn olan Hak dahî ilâhî isimler ile çokluktur. Nitekim, muhakkak insan parçalar ile çokluktur. Ve bir parçanın zikrinden dolayı diğer parçanın zikredilmesi gerekmez. Bundan dolayı Hak, ondan zikredici olan parçanın arkadaşıdır. Ve diğeri gafletle vasıflanmıştır ve insanın da onu zikreder bir parça olması ve Hakk’ın bu parçanın arkadaşı olması lâzımdır. Böyle olunca diğer parçaları inâyetle muhafaza eder (5).

Ya'nî "Allah zikri"nin, Allah yolunda savaşmaktan ve şehîd olmaktan daha fazîletli olmasının îzâhı şu yönledir ki: İlâhî sûret üzerine mahlûk olan bu insânî oluşumun lâyık olduğu şekilde kıymetini, ancak Allâh'ı zikreden kimse bilir. Ve zikredenden istenilen lâyıkıyla zikir, Allah Teâlâ'yı bütün kuvvetleri ve a'zasıyla düşüncesini toplayarak bir kimsenin zikretmesidir. Çünkü Hak Teâlâ kendisini zikreden kimsenin arkadaşı ya’nî birlikte oturanıdır. Nitekim hadîs-i kudsîde "Ben, Ben'i zikreden kimsenin arkadaşıyım" buyurur. Ve Arkadaş olan kimse ise hâzırdır, gâib değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ zikredenin gördüğüdür. Ve zikreden kendisinin velîsi olan Hâkk'ı, zikir esnâsında görmediği vakitlerde, o kimse Hakk'ı zikredici değildir. Ve zikredenin bu görüşü, maddi sûretlerin görülmesi gibi hissî değildir; belki zevkîdir. Ve Hakk'ın zevkan görülmesi ancak insana mahsûs olan bir husûstur. Şu halde Hakk'ı zevkan görmenin mahalli olan bu insânî oluşumun kıymetini zikir esnâsında Hakk'ı gören ârif bilir. Câhiller ve bil­hassa bu husûsta koyu câhil olan maddeciler bu hakîkattan gâfildirler. Çünkü Allâh'ı istenilen şekilde zikreden ârif kulun her bir yanında Allah zikri sirâyet etmiştir. Ve bu zikir onun yalnız lisânına mahsûs değildir. Belki o kimse Hakk'ı lisân olarak zâhiri ile ve rûhen ve kalben bâtını ile zikreder.

Eğer bir kimse Hâkk'ı yalnız lisân olarak zâhiri ile zikredecek olursa, bu anda Hak, ancak özellikle dilin arkadaşı olur. Yoksa Hak, o kulun her bir parçasının arkadaşı olmaz. Bu halde Hakk'ı gören ancak dil olur. Çünkü dil "Allah, Allah" diye zikrettiği zaman, başka kelimenin telaffuzuyla meşgul olamaz; ancak bu kelimede gark ve helâk olur. Fakat dili, "Allah" deyip de kalbi bunun dışındaki şeylerle meşgûl ise, Hak onun kalbinin arkadaşı olamaz. Ve onun kalbi zevkan Hakk'ın müşâhedesinde değildir. Bunun aksi olarak kalbi Hakk'ı zikredici olup da, dili zikredici olmasa, Hak onun kalbinin arkadaşıdır. Bundan dolayı Hakk'ın arkadaşlığı, dilin Allah zikriyle meşgul olması iledir. Şu halde yalnız diliyle Hakk'ı zikreden kimsenin dili, kendisine mahsûs olan bir esasla Hakk'ı görür ki, insan bütün parçalarıyla, dilinin gördüğünü görmez. Çünkü o kulun diğer a'zâsı dilinin zikrinden etki alıcı değildir. Bundan dolayı onun görüşünden de gâfil olur. Böyle olunca gâfillerin zikri hakkında olan bu sırrı iyi araştır ve iyice anla!

Çünkü gâfilin hangi uzvu zikir ile meşgûl ise şüphesiz o uzuv Hakk’ın huzûrundadır. Ve zikredilen Hâk dahi, o uzvun arkadaşıdır. Şu halde, o uzuv, Hakk'ı görür. Ve kulun Hakk’ın zikrinden gâfil olan uzuvları ve parçaları, bu gafletleri yönüyle Hakk'ı zikredici değildir. Bundan dolayı Hak, kulun gâfil olan parçalarının arkadaşı değildir. Çünkü insan kuvvetleri ve a'zâsı yönünden çokluktur; bu i'tibârla tek bir ayn değildir. Fakat şahıs olmaklığı i'tibârı ile tek bir ayn’dır. Örneğin Zeyd, bütün parçaları i’tibârı ile bir şahıstır. Fakat elleri, ayakları, gözü, kulağı, ağzı, burnu ve diğerleri gibi a'zâsı çoktur. İşte tek bir ayn olan Hak Teâlâ da, insanın parçalar ile çokluk olması gibi, ilâhî isimleri ile çokluktur. Bunun için insanın bir parçasının zikretmesinden dolayı diğer parçalarının zikretmiş olası gerekmez. Örneğin insan eliyle bir şeyle meşgûl iken dili, elinin meşgûl olduğu şeyden bahsetmeyip, başka bir şey söyleyebilir. Ve kulağı, kişinin kendi meşgûl olduğu şeyden çıkan sesi dinlemekle meşgûl olmayıp bir diğer kimsenin söylediklerini dinlemekle meşgul olabilir.

Ve aynı şekilde eli başka bir yerde gözü başka yerde olabilir. Bundan dolayı her bir uzvu bir şeyle meşgûl iken diğer a'zânın o uzva uygunluğu gerekmez. Şu halde her bir uzvun arkadaşı meşgûl olduğu hizmetten ibâret olur. Bunun gibi Hak, insanın zikredici olan parçasının arkadaşı olur. Ve zikredici olmayan diğer parçalar, zikreden parçadan gafletle vasıflanır. Ve insanda, Hakk'ı zikreden bir parçanın bulunması ve o parçanın zikri dolayısıyla Hakk’ın onun arkadaşı olması gereklidir ki, Hak inâyeti ile diğer zikretmeyen parçaları da muhâfaza buyursun.

Bundan dolayı ey sâlik, “Ben bütün kuvvetlerimle ve a'zâmla ve bütün herşeyimle Hakk'ı zikredemiyorum ve yalnız dil ile zikredebiliyorum. Şu halde Hak benim bütün parçalarımın arkadaşı olmuyor. Zikrim noksan oluyor” diyerek zikirden yana gevşeme! Çünkü Hak Teâlâ lisânın zikri sebebiyle, inâyet olarak diğer kuvvetlerini ve a'zânı da muhafaza eder. Ve senin diğer parçaların da bu inâyet sâyesinde tam bir gaflet içinde olmakla vasıflanmaz.

Ve bu oluşumu, Hakk'ın “ölüm” ile isimlendirilmiş olan şeyle yıkmaya girişmesi, yok etme değildir ve o, ancak ayrıştırmaktır. Bundan dolayı onu kendisine çeker. Ve murâd edilen, ancak onu Hakk'ın kendisine çekmesidir. Ve işlerin hepsi Hakk'a döner. Şimdi onu kendisine çektiği zaman, naklettiği yurdun cinsinden, bu oluşumun dışında ona bir oluşum tesviye eder. Onun vücûdu i'tidâl üzerine olduğu için, o, bakâ yurdudur. Böyle olunca ebeden ölmez, ya'nî parçaları dağılmaz (6).

Ya'nî Allah Teâlâ hazretlerinin bu insânî oluşuma riâyet ettiği ve onun devamlılığını te'mîn edecek hükümleri koyduğu yukarıda beyân edildiği halde, bu vücûdun yıkılmasını gerektiren "ölüm" dediğimiz hâle Hakk'ın girişmesi (hakkında) senin aklına gelebilecek soruna karşı, cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyurdular ki: Hakk'ın "ölüm" denilen şeyle, bu insânî oluşumu yıkmaya yönelmesi ve girişmesi, onu yok etmek değildir. Belki o ölüm onun terkîbini ayrıştırmaktır.

Bilesin ki, sırası geldikçe diğer fasslarda da îzâh edildiği üzere her şeyin “hakîkat”i ve rûhu, kendi sâbit ayn’ıdır. Ve sâbit ayn’ı da ilâhî işlerden bir işten ibârettir.Zâtî işler ise zâtın aynıdır. Bundan dolayı zâtı ta'rîf etmek nasıl mümkün değil ise, işi de ta'rîf etmek öylece mümkün değildir. Onun için rûhtan sorulduğu zaman:

kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Rûh, Rabb’imin emrindendir.” İsrâ, 17/85) âyet-i kerîmesi indi. Emr, "şe'n ya’nî iş" ma'nâsınadır. Rûhu bundan daha açık bir şekilde ta'rîf etmek mümkün değildir. Nitekim, bu kesâfet âleminde bir insanın bile işlerini ta'rîf etmek mümkün değildir. Bu işler ancak o insanın fiilleri ve halleri müşâhede edildikçe anlaşılabilir.

Şimdi mutlak olan Hakk’ın latîf vücûdu tenezzül ederek ilk olarak rûhlar mertebesinde ve ikinci olarak misâl mertebesinde ve üçüncü olarak şehâdet mertebesinde, o sâbit ayn’ların sûretlerine göre taayyün eder. Ve bu taayyün elbisesi, her bir mertebenin cinsinden olur. Ve âlem dediğimiz bu şehâdet mertebesindeki taayyün elbisesi, kimyâgerlerin tahlîl ile buldukları elementlerden ve onların karışımlarından oluşur. Bundan dolayı herhangi bir insanın hakîkati, bu elementsel elbiseler değil, kendi sâbit ayn’ıdır ve sâbit ayn’ı da ilâhî isimlerden bir ismin ilmî sûretidir. İşte onun "rûh"u o hâss isimdir. Ve bu ismin her bir mertebenin îcâbına göre bir taayyün elbisesine bürünmesi, kendi kemâlâtının açığa çıkması içindir. Ve her yurdunda kalma müddeti, o yurtta açığa çıkması takdir edilmiş olan kemâlâtının tamâmına kadardır. Daha sonra eceli gelip diğer yurda geçer. Ve o yurdun cinsinden ona diğer bir taayyün elbisesi verilir. Ve evvelki taayyün elbisesini, kendisinden nakledildiği yurtta bırakır. İşte ahadiyyet mertebesinden kopup, ilk olarak ilim mertebesine; ikinci olarak rûhlar mertebesine ve üçüncü olarak misâl mertebesine; ve dördüncü olarak şehâdet mertebesine bu sûretle iner ve burada inişi son bulur. Ondan sonra dönüş başlar. Bu dünyâda da o ismin isti’dâdı dolayısıyla takdir edilmiş olan kemâlâtının açığa çıkışı tamâm olduktan sonra eceli gelmekle, elementlerden oluşmuş olarak verilen cesed, "ölüm" denilen şeyle yıkılmış olur. Bu ise yok etme değildir. Çünkü o isim yok olmuş olmaz. Belki "ölüm" denilen şey, bir araya toplanmış olan elementlerin ayrışmasından ibâret olur. Şu halde Hak Teâlâ insanın rûhunu ve hakîkatini kendi tarafına çeker ve onun cesedini teşkîl eden muhtelif parçalardan her birisi de kendi aslına döner. Bundan dolayı bu insânî oluşumun yıkılmasından Hakk'ın murâdı, ancak Hakk'ın onu kendisine çekmesidir. Ve işlerin hepsi Hakk'a döner.

Hak Teâlâ o insânî oluşumu kendisine çektiği zaman, onun rûhu için bu elementsel âlemdeki terkipten başkaca bir terkip tesviye eder. Ve o terkip onun nakledildiği yurdun cinsinden olur. Şu kadar ki, cemâlî isimlerin görünme yeri olan insanlar şehâdet âleminde, şerîat hükümlerine sarılmakla, sâlih ameller işlemiş ve güzel ahlâk ile vasıflanmış olacaklarından, ölüm ile berzah âlemine geçtiklerinde, kendilerine o âlemin cinsinden olarak verilen terkip, en güzel sûret üzerine olan, insânî sûret üzerine olur. Ve celâlî isimlerin görünme yeri olan insanlar da bu âlemde şerîat hükümlerine muhâlefetle, kötü amel işlemiş ve zemmedilmiş ahlâk ve hayvânî sıfatlar ile vasıflanmış olacaklarından, onlara verilen terkip dahi, kendilerinde gâlip olan hayvânî sıfatlara göre, hayvânî sûretler üzerine olur. Çünkü hayvânlar celâlî görünme yerleridir. Bundan dolayı berzah âlemi sâlihlere göre sevinç yurdu ve işe yaramayan ameller yapanlara göre de hüsran yurdu olur. Sonuç olarak nakledilen insanın berzah âlemindeki misâlî terkibi inançları, ahlâkı ve kendisine gâlip gelen sıfatları ve amelleri dolayısıyla terkip olunup, bu terkip ile ebedî uhrevî ve ilâhî mertebelerde mertebeleri kat' eder. Ve onların rûhları olan ilâhî isimlerin kemâlâtı nelerden ibâret ise berzaha âit görünme yerleri aynalarında yansımış olarak zâhir olur. Ve berzah âleminin vücûdu i'tidâl üzere olduğundan, bakâ yurdudur. Şu halde verilen terkip dünyâya âit cesedin kabûl ettiği gibi çözülüp ayrılmayı kabûl etmez. Ve çözülüp ayrılma kabûl etmeyince, ebediyyen ölüm yoktur. Ya'nî o terkîbin parçaları dağılmaz.

Ey mü'min, ölüm senin için armağandır. Bu kesîf cesedin, çözülüp dağılmasının gamını inkârcılara bırak. Ölüm korkusu ile titreyen onlar olsun. Nitekim Hz. Mevlâna (r.a.) buyururlar: Beyt:

Tercüme:


Ey ten kafesinden uçan cân yârı

Rahtını feleklere edersin resân

Tâze hayat gör de yaşa ba'de-zîn

Serseriyâne yaşamaktan usan

Ölüm hayattır ve hayattır ölüm

Kâfir onun aksini eder zan

Eğer yıkılırsa ten evi ağlama sen

Hapishaneni yıktın efendi inan

Ve Mesnevî-i' Şerîf’lerinde de buyururlar:

Tercüme: "Halk derler ki: "O filân miskin öldü." Sen de dersin ki: "Ey gâfiller, ben diriyim. Eğer benim tenim böyle tek ve tenhâ olarak uyumuş ise, gönlümde sekiz cennet açılmıştır. Uyumuş can, gül ve nesrin içinde olunca, ten o gübre içinde olursa ne gam vardır? Uyumuş canın bedenden ne haberi vardır ki, o beden gül bahçesinde mi, yâhut külhanda mı uyudu? Sâf cihân içinde cân "Yâ leyte kavmî ya'lemûn", ya’nî "Kavmim bilse idiler, ne olurdu" na'rasını vurur."

Şimdi mü'minler, berzah âleminde dâimi terakkiler içinde bulundukları için, Hz. Şeyh (r.a.) onların hallerinin ayrıntılarından bahsetmeyip inkârcıların hallerinin âkıbetlerini beyân ederek derler ki:

Ve ateş ehline gelince, onların sonuçta dönüşleri ni’metedir; fakat ateş içindedir. Çünkü azâb süresinin bitişinden sonra, ateşin yakıcılığı için, onun içinde olan kimseler üzerine, soğuk ve selâmet olması lâzımdır ve bu ni’mettir. Şimdi hukūk tam olarak yerine getirildikten sonra ateş ehlinin ni’meti, ateşe atıldığında, Halîlullah'ın ni’metidir. Çünkü İbrâhîm (a.s.) ilk önce ateşi gördüğünde ve ateş hakkındaki bilgisinde, muhakkak canlılardan ona yaklaşan kimseye acı veren bir sûret olduğuna şartlanmış olması ve bunun kendisinde yerleşmiş olması dolayısıyla azâb duydu. Oysa kendi hakkında onda olan ve ondan Allah'ın olan murâdını bilmedi. Ve bu elemlerin oluşmasından sonra kendi hakkında ateşin sûretteki rengi görünmekle berâber, soğuk ve selâmet buldu. O ise, insanların gözlerinde ateş idi (7).

Hûd Fassı’nın sonlarında da beyân olunduğu üzere, âhiret yurdunda ateş ehlinin sonuçta dönüşü ni’mete ve rahmete ulaşmak olur. Fakat onların ni'meti, yine ateş içindedir. Çünkü onlar Cehennem denilen yurt içinde ebedîlik üzeredirler; edebiyyen oradan çıkamazlar. Ve azâb müddetinin tamamlanmasından sonra elbette ateşin yakıcılığı ve harâreti gidip içinde bulunan kimseler üzerine, o ateş soğuk ve selâmet olur. Çünkü ateş Hak tarafından yakmaya me'mûrdur; ve emrolunduğu şeye aslâ muhâlefet şânından olmayan itâatkâr bir kuldur. Ve kulların dünyâda işledikleri günahların bir limiti vardır. Ve ateş ise, onları, bu limitli olan günâhları kadar azâblandırmaya me'mûrdur. Azâb süresi bitince, ateşin zâtî sıfatı olan sıcaklık kaldırılıp yerine geçici sıfatı olan soğukluk ve selâmet konulur. Ateşin soğuması aklen dahi uzak bir ihtimâl değildir. Bilimsel olarak bilinmektedir ki, kesîf taayyünler fezâda küresel cisimler hâlinde var olur. Cehennem denilen çok büyük ateşsel küre de fezâda var olmuştur. Ve bu ateşsel küre çok uzun devirlerden sonra kural olduğu üzere soğur ve katılaşır. İşte bu ateşin soğuması ve selâmet vermesi, ateş ehlinin ni’metidir.

İlâhî hukūk tam olarak yerine geldikten, ya'nî günahları kadar azâblandırıldıktan sonra, ateş ehlinin ni’metlere mazhar olması, İbrâhîm Halîlullah (a.s.)ın Nemrûd tarafından ateşe atıldığında mazhar olduğu ni’mete benzemektedir. Çünkü İbrâhîm (a.s.) bilir idi ki, ateş, canlı cinsinden kendisine yaklaşan kimseye elem veren bir sûrettir. Ve o sûretin yakma ile vücûda elem vermesi âdet gereğidir. İşte onun ilminde bu ma'nâ yerleşmiş olduğundan, ateşi görmekle azâb duydu. Yoksa ateşin yakmasıyla azâb duymadı. Ve cenâb-ı İbrâhîm o sûrette ve o sûretten kendi nefsi hakkında Allâh'ın murâdının ne olduğunu bilmedi. Bundan dolayı sıradan yakmak şanından olan ateşin sûretini görmekle vehmi olarak azâb duydu. Ve mancınık vâsıtasıyla ateşe atıldığı zaman, bu vehmi olan elemlerinin oluşmasından sonra, kendi nefsi hakkında, ateşin sûretteki rengini görmekle berâber, o ateşi soğuk ve selâmet verici bir halde buldu. Ve ateş onun mübârek vücûdunu yakarak elem vermedi. Oysa ateşin o kırmızı renkteki sûreti, onu seyreden insanların gözlerinde ateşin aynı idi. Ve bu insanlar, kendi bakış açılarıyla, o ateş İbrâhîm (a.s.)ı yakar zannettiler.

Şimdi bir olan şey, bakanların gözlerinde çeşit çeşit olur. İlâhî tecellînin hükmü böyledir. Bundan dolayı dilersen, muhakkak Allah Teâlâ bu işin benzerinde tecellî etti, dersin ve dilersen, muhakkak âlem, ona ve onda nazar etmekte tecellîde Hak gibidir, dersin. Böyle olunca bakanın gözünde, bakanın mizâcı dolayısıyla çeşit çeşit olur. Yâhut bakanın mizâcı, tecellînin çeşitliliğinden çeşit çeşit olur. Bunun hepsi, hakîkatlerde câizdir (8).

Ya'nî ateşin İbrâhîm (a.s.)ın gözünde soğuk ve selâmet ve insanların gözlerinde de yakıcı ateş görünüşü yönüyle, bir olan şeyden ibâret olan bu ateş, ona bakanların gözlerinde çeşitlenmiş olur. İşte ilâ­hî tecellî böyledir. Çünkü o ilâhî tecellî işin aslında birdir fakat kābiliyetler o isti'dâdlar dolayısıyla muhtelif olur. Perde ehli bunu bilmedikleri için, bir işi bildikleri şey ile sınırlarlar. Bundan dolayı idrâklerinden saklı olan ba'zı tecellîleri inkâr ederler. Nitekim ateşin o kırmızı renkli sûretini, perde ehli gördükleri zaman, Hakk'ın o görünme yerinden mutlaka kahır ile zâhir olacağına hükmederler ve aynı görünme yerinden lütuf ile zâhir oluşunu inkâr ederler. Bundan dolayı sen bir olan şeyin kābiliyyeti dolayısıyla çeşitlenip muhtelif nev’iler ile zâhir olduğunu bildikten sonra, dilersen ateşin İbrâhîm (a.s.)’a soğuk ve selâmet ve diğer insanların gözlerine ateş olarak gözükmesi gibi, ayn’ların aynalarında, muhtelif sûretler ile tecellî edici olan ancak Allah'tır dersin. Ve dilersen, muhakkak âlem ayn’ları, ona bakış indinde Hakk’ın vücûd aynasında, muhtelif sûretler ile tecellî edicidir ve âlem, sûretler ile tecellî ve zâhir oluşta, Hak gibidir, dersin.

Böyle olunca âlem, bakanın mizâcı dolayısıyla çeşit çeşit olur. Nitekim vücûdunda harâreti çok olan kimse havayı sıcak görür ve pek üşümüş olan kimse de yine aynı havayı soğuk görür. Şu halde, âlemden olan hava, ona bakan kimselerin mizâcı dolayısıyla çeşit çeşit olur. Yâhut bakanın mizâcı, tecellînin çeşitliliğinden dolayı çeşit çeşit olur. Çünkü ârif, sonsuz olan muhtelif ilâhî tecellîlere tâbi'dir. Bundan dolayı mizâc kaydından kurtulmuş olan ârifin bakışı, ilâhî tecellîlerin çeşitliliği dolayısıyla çeşit çeşit olur. Ve bu tecellîye âit olan bahis Şuayb Fassı'nda geçti. Ve işte bu iki i'tibârın ikisi de, hakîkatlerde câizdir. Ya'nî Hakk'ın bakanın mizâcı dolayısıyla çeşit çeşit olması, câiz olduğu gibi, mizâc kaydından kurtulan zâtların mizâcının, tecellînin çeşitliliğine tâbi' olması da câizdir. İlk hâl, kâmil olmayan ârife göredir. Çünkü Hak o kâmil olmayan ârife kalbi dolayısıyla tecellî eder. İkinci hâl ise, kâmil ârife göredir. Çünkü onun kalbi ilâhî tecellîlere tâbi'dir .

Şimdi Hz. Şeyh (r.a) âhiret hallerini beyânı bitirdikten sonra, insanın ölüm ile Hakk'a dönmesi konusuna gelerek buyururlar ki:

Ve eğer ölen veyâ öldürülen, hangi bir ölen veyâ öldürülen olursa olsun, öldüğü veyâ öldürüldüğü zaman, Allah Teâlâ'ya dönmese idi, Allah Teâlâ bir kimsenin ölümüne hükmet­mez ve onun öldürülmesini meşrû' kılmazdı. Bundan dolayı hepsi onun avucundadır. Şu halde onun hakkında belirsizlik yoktur. Böyle olunca Allah Teâlâ, kulunun ölümle kendisinden ayrılmadığını bildiğinden dolayı, öldürmeyi meşrû' kıldı ve ölüm ile hükmetti. Şimdi Hak Teâlâ'nın “ve ileyhi yurceul emru küllühu” (Hûd, 11/123) ya'nî "İşlerin hepsi O'na dönücüdür" sözünde, onun O'na dönücü olmasına bildirim ve işâret var­dır ki, muhakkak O, işin "ayn"ıdır. Ya'nî tasarruf O'nda olmaktadır ve O, tasarruf edicidir (9).

Ya'nî itâatkâr veyâ âsî olan ölü, veyâhut zulüm ile veyâ kısâs olarak öldürülen maktûl, öldüğü veyâ öldürüldüğü zaman, eğer Allah Teâlâ hazretlerine dönmeseydi, Allah Teâlâ hiçbir kimsenin takdîr edilmiş ecelinin gelmesiyle ölmesine hükmetmez ve kâfirlerin ve müşriklerin savaşarak ve kātillerin kısâs ile öldürülmelerini meşrû' kılmazdı. Bilinsin ki, sırası geldikçe diğer fasslarda da îzâh edildiği üzere, elementlerden terkip edilmiş olan insanın madde bedeni bağımsız bir vücûd sâhibi değildir. Belki o vücûd, Hakk’ın hakîkî vücûduna bağlı olan i'tibârî bir vücûttur. Su ile buzun vücûdu arasındaki bağıntı düşünülürse bu ma'nâ "ilmen" anlaşılır. Fakat "ilmen anlamak" ile kendini bağımsız görme vehmi insandan gitmez. İnsan, bu hakîkati bilmekle berâber, yine "Benim elim, benim ayağım, benim vücûdum" der durur. Ne zamanki Hak, zât nûru ile sâlike tecellî edip, farz edelim su içine atılan bir buz parçası gibi, vücûdunun o nûr içinde eriyerek mahvolduğunu ve kendi kesîf vücûdu gibi çevresinde bulunan bütün kesîf eşyâ sûretlerinin de, o ihâta eden nûrda eriyip gittiğini görür, kendinde "Benimdir..." diyecek bir vücûd bulamaz ve işte bu vakit, o sâlikten kendini bağımsız görme vehmi "zevkan" kalkar gider. Ve insan kendini bağımsız görme vehmi ile vasıflanmış iken, tabi'ki ikilik içindedir. Bu ise şirktir. Çünkü Hakk'ın vücûdu karşısında, kendisinde bir vücûd düşünür. Oysa Hak Teâlâ “faktulûl müşrikîne” ya’nî “Şirk edenleri öldürünüz” (Tev­be, 9/5) buyurur. Ve bununla açık şirkte ısrâr eden kâfirlerin izâfî vücûtlarının ortadan kaldırılmasını emreder. Ve fakat gizli şirkte bulunan mü'minlerin izâfî vücûtlarını da takdir edilmiş olan ecelinin gelmesiyle ortadan kaldırır. Ve bu geneli kapsamına alan zorunlu ölümün hikmeti Hakk'ın onları vücûd şirkinden kurtarıp kendine çekmesinden ibârettir. Bu âlemde iken tercîhli ölüm ile ölenlerin sûrî ölümleri ise, bir yönden genele uymak içindir. Yoksa onların Hakk'a ulaşmak için, zorunlu ölüme ihtiyaçları yoktur. Diğer bir yönden de Hak'la kendi aralarında gâyet ince bir gömlekten ibâret kalmış olan, sûrî vücûdlarının aradan kaldırılması içindir. Beyt:



Cennet elbisesi olursa çekeyim yırtayım

Kavuşma ânında bana perde ola gömleğim

Nitekim, Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimizin son hastalıkları zamânında, Sadreddîn Konevî hazretleri kendilerini ziyâret edip “Allah sana âcil şifâ versin” buyururlar. Hz. Pîr-i dest-gîr:"Bundan sonra, şifâ sizin olsun. Âşık ile ma'şûk arasında ancak kıldan bir gömlekten başka bir şey kalmamıştır. Nûrun nûra kavuşmasını istemez misiniz?" buyururlar. Beyt:

Tercüme: "Ben tenden, o da hayâlden soyundu. Şimdi kavuşmanın nihâyetlerinde salınarak yürürüm."

Şimdi mâdemki ölüm geneldir ve bunun da hikmeti Hakk'ın ölüleri kendine çekmesidir, şu halde hepsi onun avucundadır. Böyle olunca ölü hakkında belirsizlik yoktur. Ya'nî ölen kimse yok olup gitmiş olmaz. İşte Allah Teâlâ, kulunun kendisinden ayrılmadığını bildiği için, müşrik kâfirlerin savaşarak ve kātilin kısâs ile öldürülmesini meşrû' kıldı. Ve bütün insanların sıradan ölümüne hükmetti. Çünkü kul, dünyevî oluşumdan uhrevî oluşuma geçtiğinde, Hakk'a döner. Çünkü her bir yurt Hakk'ın vücûdunun tenezzülü dolayısıyla bir mertebesi ve her bir mertebedeki sûretler de, onun isimlerinin aynalarıdır. Ve Zâhir isminin kapsamından çıkan sûretler, Bâtın isminin kapsamına dâhil olur. Ve Zâhir ile Bâtın ancak Hak'tır. Eğer ölüm ile kulun Hakk'a dönüşüne delîl istersen, Hak Teâlâ hazretlerinin “ve ileyhi yurceul emru küllühu” (Hûd, 11/123) ya'nî "İşlerin hepsi O’na dönücüdür" sözü buna delildir. Ve bu sözde muhakkak, Hakk’ın işin "ayn"ı olduğuna işâret vardır. Çünkü kulun sûretinde, kayıtlanmış olan Hakk’ın hüviyyeti, ölüm ile kulun o kayıtlanmış olan sûreti çözüldüğü zaman, mutlak olan hüviyyetine döner. Ve kulun vücûdu, Hakk'ın vücûdunun tenezzül ile, o sûrette taayyün etmesinden ve kayıtlanmasından başka bir şey değildir. O taayyün bozulduğu ve o kayıt çözüldüğü zaman, mutlaklığa döner.

Örneğin tek parça bir sicim alınıp üzerine üç düğüm yapılsa, mutlak olan sicim o düğümler ile kayıtlanmış olur. Düğümlerin hüviyyeti ve aslı sicim ise de, taayyünü i'tibârı ile o düğümler, sicim değildir. Aralarında mutlaklık ve kayıtlılık farkları vardır. Çünkü "mutlak" başka, "kayıtlı" yine başkadır. Fakat düğümler çözüldüğü zaman, onlar sicime dönerler. Ve dönenle, dönülen şey ancak sicimden ibârettir. Şu kadar ki kayıtlı olan sicim, ya'nî düğüm, mutlak olan sicime dönmüş oldu.

İşte kayıtlanmış olan insânî taayyünün ölüm ile Hakk'a dönmesi de bu örneğe benzer. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.), "İşlerin hepsi Hakk'â dönücüdür" (Hûd, 11/123) sözünü tefsîr ederek: "Tasarruf Hak'ta olmak-tadır ve tasarruf edici olan ancak O'dur" buyururlar. Ya'nî Hak Zâhir ismi dolayısıyla hálk edilmiş sûretlerde taayyün ettiğinden bu mertebede fâilin fiilini kabûl edici mahal olarak O'nda tasarruf olur. Ve aynı şekilde Hak, Bâtın ismi dolayısıyla isimlerin sûretlerinde taayyün ettiğinden, fâil ve tasarruf edici olur. Çünkü Hak, Bâtın'ı i'tibârı ile "etken" ve Zâhir'i i'tibârı ile “edilgen”dir. Ve etken ile edilgen bahsi, İlyâs Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Şimdi O'ndan bir şey çıkmadı ki onun "ayn"ı olmasın; belki O'nun “ve ileyhi yurceul emru küllühu” ya'nî "İşlerin hepsi O’na dönücüdür" (Hûd, 11/123) sözünde, keşfin verdiği budur (10).

Bilinsin ki, Hakk’ın zâtı ahadiyyet mertebesinde, açığa çıkmaya meyletti. Ya'nî açığa çıkmaya zâtî üst irâde bağlandı. Zâtı ile zâtına tecellî etti. Bu tecellî ile zâtında potansiyel olarak bulunan bağıntıların ve işlerin, ya'nî isimlerin ve sıfatların, sûretleri ilâhî ilimde peydâ oldu ve bu tecellî ile ahad ya’nî tek olan zâtı vâhidiyyet ya’nî birlik mertebesine tenezzül edip ismi "Allah" oldu. Çünkü bu mertebeden önce bir isim ve sıfat ve nitelik ile ondan haber vermek mümkün değildir. Ve tecellî eden ile tecellî edilen bir şey olduğu gibi, ilmî sûretler, ya'nî eşyânın hakîkatleri olan sâbit ayn’lar da o bir olan şeyin aynıdır.

Mutlak olan Zât bu mertebeden sonra, o ilmî sûretler dolayısıyla rûhlar mertebesine tenezzül buyurdu.Tenezzül mutlak olan Zât’ın tenezzülü olduğu için rûhlar mertebesi de onun “ayn”ıdır. Çünkü vücûd, ancak bir olan zâtın vücûdudur. Daha sonra yine isimleri ve sıfatları dolayısıyla misâl mertebesine tenezzül etti. Ya'nî sâbit ayn’lara kendi latîf vücûdunu kesîfleştirerek misâl mertebesinin cinsinden bir taayyün elbisesi giydirdi. Bundan dolayı isimler ve sıfatlar kendisinin olduğu gibi, onların taayyünleri de yine kendisinindir. Ondan sonra şu içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesine tenezzül etti. Ve yine o isimlere ve sıfatlara, bu âlemin cinsinden birer taayyün elbisesi giydirdi. Ve onun latîf vücûdu bu âlemde daha kesîf oldu. Ve bu kesâfetle Zâhir isminin kemâlâtı açığa çıktı. Ve Zâhir ismi, Bâtın isminin elinden aldığı şeyleri, kendi elinde açığa çıkardı. Bundan dolayı bir ayn olan Hak Bâtın ismi eli "fâil" ve Zâhir ismi eli ile de "fâilin fiilini kabûl edici" oldu. Şu halde Hak'tan bir şey çıkmadı ki, Hakk'ın "ayn"ı olmasın. Belki Hakk'ın hüviyyeti o şeyin "ayn"ıdır. Ya'nî her bir kesîf mertebede olan her bir taayyünde gizli olan latîf Zât’tır. Ve Hakk’ın zâtı, o taayyünlerin Kayyûm'udur. Şu halde Hak, kendisini, yine kendisi ile gizlemiştir. Hak'tan zâhir bir şey yok iken; perde ehli, Hakk'ı dışarıda arayıp dururlar. Hazret-i Hüdâyî (k.s)’nin beyti:

Zuhûru perde olmuştur zuhûra

Gözü olan delîl ister mi nûra

İşte bu îzâhlar bilindikten sonra anlaşılır ki, bir şey Hakk'a dönmedi ki o şey, Hakk'ın "ayn"ı olmasın. Bundan dolayı Hakk'a dönen her şey, Hakk'ın "ayn"ıdır. Çünkü keskin bakış sâhibi isen, sen vücûdda Hakk'ın dışında bir vücûd görmezsin. Ve Hak Teâlâ hazretlerinin “ve ileyhi yurceul emru küllühu” (Hûd, 11/123) ya'nî "İşlerin hepsi O’na dönücüdür" sözünde keşfin verdiği ma'rifet budur. Sakın bu ma'rifetten gâfil olma! “Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.”



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   65   66   67   68   69   70   71   72   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin