Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə85/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90

"Mescûn" "sicn" kelimesinin çekimlenmiş hâlidir ve "sicn" kelimesindeki "sin" harfi kelime köküne ilâve edilen harflerdendir. Ve "sîn" harfi çıkarıldığında "cenn" kelimesi kalır. Ve "cenn" kelimesinin ma'nâsı ise "setr ya’nî örtme"dir. Nitekim Hak Teâlâ “Fe lemmâ cenne aleyhil leylu” ya’nî “Gece onun üzerini örtünce” (En'âm, 6/76) buyurur. Şu halde Firavun Mûsâ (a.s.)’a cevâben: "Ben seni örterim; çünkü sen Hakk'ı âlemin "ayn"ı kılmak sûretiyle öyle bir cevap verdin ki, bu cevap ile benim “ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin çok yüce Rabbinizim” (Nâziât, 79/24) sözümü te'yîd ettin. Şimdi verdiğin cevâba göre, mâdemki Hak âlemin "ayn"ıdır ve her ikimiz de âlem sûretlerinden bir sûretiz ve Hakk'ın gayrı değiliz ve mâdemki ben hükmetme makâmındayım, şu halde ben firavunluğumun üstün gelmesiyle senin mûseviyyetini örterim " dedi.

Soru: Bu îzâhlardan Firavun’un tevhîde vâkıf olduğu ve “ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin çok yüce Rabbinizim” (Nâziât, 79/24) sözünün bu vâkıf oluşa dayandığı anlaşılıyor. Oysa, Hz. Mansûr (k.A.s.) da "Ene'l-Hak-Ben Hakk’ım" demiş idi. İkisinin arasındaki fark nedir?

Cevap: Îmân etmeden önce Firavun’un tevhîdi ilmî tevhîd idi. Akıl ve zekâ sâhibi olanlar bu tevhîdi idrâk edebilirler. Fakat bu ilmî tevhîd insânı benlikten ve ikilik vehminden kurtarmaz. Ve vehim ve benlik mevcût iken bir kimse "Ene'l-Hak-Ben Hakk’ım" dese bu da’vâsından dolayı kâfirdir. Çünkü benlik vehminin gereğinden olan beşerî sıfatlar bu da'vâsını hâl olarak ve fiil olarak yalanlar. Ya'nî bu iddiâcının fiili sözüne uymaz. Örneğin demirin kendisine mahsûs olan sıfatları vardır. Ve bu sıfatlar kendisinde bulundukça ona lâyık olan "Ben demirim" demektir. Fakat ateşte kıpkırmızı bir hâle geldiği zaman demirlik sıfatlarından temizlenmiş olacağından "Ben ateşim" dâ'vâsında bulunsa, bu davâsında sâdık olur. Çünkü o anda ondan ateşin sıfatı gözükmektedir. Ve sözü fiiline uygun olur. Mesnevî:

Tercüme: ''Demir ateşin renk ve tabîatından muhteşem oldu. Artık o, ben ateşim, ben ateşim, der."

İşte Firavun kendisinin benliği devâm etmekte iken ve beşerî sıfatlarının hükümleri geçerli iken ilmî tevhîdin sürüklemesiyle bu da'vâda bulunduğu için yalancı ve kâfir oldu. Nitekim zamânımızın fen filozofları da bu ilmî tevhîdten dem vururlar ve vahdet-i vücûddan bahsederler. Fakat Nebiyy-i zî-şâna tâbi' olarak vehmî vücûttan ve vücûdî vehimden kurtulmadıkları için bu ilmî tevhîdleri faydalı olmaz. Fakat Hz. Mansûr ve benzerleri (k.A.e.), Nebiyy-i zî-şâna tâbi' olup şerîat çerçevesinde türlü mücâhedeler ile beşerî sıfatlarından temizlenmiş ve benlik vehmi gömleğini izâfî vücûtlarından çıkarmış ve artık onlarda gözüken Hakk’ın sıfatları bulunmuş olduğundan, bu zâtlardan çıkan "Ene'l-Hak-Ben Hakk’ım" sözünde aslâ nefislerinin katkısı yoktur. Ve onlar bu da’vâlarında sâdıktırlar. Beyit:

Mansûr “Ene'l-Hak” söyledi

Haktır sözü Hak söyledi

Ve cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’in beşinci cildinde bu ma'nâyı îzâh olarak şöyle buyururlar:

Tercüme: "Bir Firavun ben Allâhım dedi, alçak oldu. Bir Mansûr "Ben Hakk'ım" dedi kurtuldu. O Firavun’un "ben" deyişinin sonrasında Allâh'ın la'neti vardır. Bu Mansûr'un "ben" deyişi için, ey dost, Allah’ın rahmeti vardır. Çünkü o Firavun kara taş idi; bu Mansûr ise akîk idi. Ve o, nûrun düşmanı idi; bu ise nûrun âşıkı idi. O "ben" sırda "hüve" idi. Ey faziletli, nûrun birlikteliğinden dolayı idi, dâhil olma yolundan değil. Taşlığın azalıncaya kadar çabala, tâ ki taşın la'l olmakla çok nurlu ola! Cihâda ve zahmetlere sabreyle! Anbean bakâyı fenâda gör! Çünkü mücâhede ile taşlık vasfı her zaman azalır; sende la’l olmaklık vasfı kuvvetlenir. Senin kesîf sûretinden izâfî vücût vasfı gider; ve senin sır ve bâtınında aşk ve mestlik sıfatı çoğalır."

İşte Firavun’un Hz. Mûsâ'ya cevâbı bu mertebeden idi. Şimdi Firavun cevâbına devâm edip der ki: Yâ Mûsâ, eğer sen işâret lisânı ile bana:

"Ey Firavun, sen tehdîdin sebebiyle muhakkak câhil oldun. Ya’nî “le ec’alenneke minel mescûnîn” ya’nî “mutlaka seni zindana atılanlardan kılarım” (Şuarâ, 26/29) tarzında söylediğin sözde, bu tehdîdi kendi nefsine bağladın ve "Seni ben zindana atılmışlardan kılarım" dedin. Ve kendi nefsini ortaya koymakla câhil oldun. Oysa hakîkî vücûd bir olan ayn’dır. Sen kendini ve beni ortaya koymakla o bir olan ayn’ı nasıl ayırdın?"

diyecek olursan, Firavun da senin bu soruna cevâp olarak der ki:

“O hakîkî vücûdun bir olan ayn’ı ayrılmadığı gibi, kendi zâtında da kısımlara ayrılmadı. Belki onun mertebeleri "ayn"ını ayırdı. Ve benim şimdiki mertebem, yâ Mûsâ fiilen hükmetmektir. Ve hakîkî vücûdun bir olan ayn olmasına bakarak, ben senim; ve rütbe ile senin gayrınım. Çünkü firavunluk rütbesi ile mûseviyyet rütbesi birdiğerinin aynı değildir.”

Ne zamanki Mûsâ (a.s.) Firavun'dan bu ma'nâyı anladı, ona: Sen buna kâdir değilsin, demek sûretiyle ona hakkını verdi. Çünkü Firavun’un tevhîdde kudreti olmadığı yukarıdaki izâhlar ile belli oldu. Ve tevhîdde kudret "Benim halkıma benim sıfatlarımla çık, seni gören beni görür ve seni kasteden beni kasteder ve seni seven beni sever" hadis-i kudsîsine muhâtab olan insan-ı kâmile mahsûstur. Firavun'da bu kudret nerede! Firavun'da bu bâtınî kudret olmamakla berâber hükümdârlık rütbesi mevcût idi. Ve Firavun’un bu rütbesi, Firavun’un Mûsâ (a.s.) üzerine kudret ile ve bu kudret eserini Mûsâ (a.s.) üzerinde göstermekle Firavun için şâhittir. Çünkü mutlak olan Hakk, Firavun’un rütbesinde taayyün etmiş olarak zâhirî sûretten bu rütbede hükmeder.

Ve firavunluk rütbesinin bu mecliste mûsevilik rütbesi üzerine hükmetmesi vardır. Çünkü zâhirde Firavun hükümdar ve kılıç ya’nî zâhiri güç sâhibidir. Mûsâ (a.s.) ise şân sâhibi bir nebî olmakla berâber o mecliste zâhirî kudret ile kuvvetli değildir. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) Firavun’un zâhiri sûretinden etkilenicidir. Fakat bâtınî sûrette Mûsâ (a.s.)’ın rütbesi, Firavun'un rütbesinden elbette çok yüksektir. Çünkü ondaki isimleri toplayıcılık Firavun'da yoktur. Ve işte bu bâtınî üstünlük netîcesidir ki, Mûsâ (a.s.) sonuçta Firavun’un zâhiri kudretini hükümsüz bıraktı; ve saltanatını darmadağın etti. Ve bu ulviyyete dayalı olarak Hak Teâlâ hazretleri “lâ tehaf inneke entel a’lâ” (Tâhâ, 20/68) ya'nî "Korkma, muhakkak sen daha üstünsün!" buyurdu

Şimdi kendi üzerine Firavun’un saldırmasını engelleyen şeyi Firavun'a göstererek ona “e ve lev ci’tuke bi şey’in mubîn” (Şuarâ, 26/30) ya'nî "Eğer ben sana apaçık bir şey getirecek olursam...?" dedi. Böyle olunca Firavun’un ona: “fe’ti bihî in künte mines sâdikîn” (Şuarâ, 26/31) ya'nî "Eğer sâdıklardan isen onu getir!"den başka bir şey demeye tâkati olmadı. Tâ ki Firavun kendi kavminden görüşleri zayıf olanların indinde insâfsızlıkla gözükmüş olmasın. Böyle bir durumda onlar onun hakkında tereddüt ederler. Ve onlar Firavun’un kendilerine ihânet ettiği topluluktur. Şimdi onlar ona itâat ettiler. Muhakkak onlar fâsıklar kavmi idiler. Ya'nî akılda zâhir lisânı ile Firavun’un iddiâ ettiği şeyin inkârından normal geçerli akılların verdiği şeyden dışarıda idiler. Çnkü akıl için ölçü vardır. Keşf ve yakîn ehli, onu aştığı zaman, onun indinde durur. İşte bunun için Mûsâ "îkân sâhipleri"nin ve özellikle "akıllı"nın kabûl ettiği cevâbı getirdi (26).

Ya’nî Mûsâ (a.s.) Firavun’un zâhiri kudreti dolayısıyla kendi üzerine saldırmasına engel olan şeyi Firavun'a göstererek ona: "Eğer ben sana apaçık bir şey getirecek olursam" (Şuarâ, 26/ 30) ya’nî "Ben sana mu'cize gösterecek olursam bana saldırabilir misin?" dedi. Çünkü Mûsâ (a.s.) sözlü delîlleri getirmiş idi ki, yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldı. Ve Firavun bu sözlü delîllere karşı saldırıya geçti ve görüşleri zayıf olan vezirleri ve filozofları indinde Mûsâ (a.s.)’ı câhilmiş gibi gösterdi. Mûsâ (a.s.) ise bunun üzerine fiilî delîllerden bahis buyurdu. Çünkü fiilî delîller zayıf akıl erbâbı indinde etkilidir. Firavun bunun üzerine sersemleşip: "Eğer da'vânda sâdıklardan isen o şeyi getir bakalım!" (Şuarâ, 26/31) dedi. Çünkü bundan başka bir şey söyleyemez idi. Eğer söylese görüşleri zayıf olan kavmi indinde insâfsızlıkla gözükmüş olurdu. Bu da Firavun’un aslâ işine gelmezdi. Çünkü onlar Firavun hakkında şüpheye düşerler idi.

Oysa Firavun anlayışlarının kusurlu oluşundan dolayı o kavme ihânet etti ve onlar da Firavun'a itâat etti. Ve onlar fâsıklar kavmi idiler. Ya'nî akılda zâhir lisânı ile Firavun’un "Ben sizin en yüce rabbinizim"(Nâziât, 79/24) diye ettiği da'vâyı inkâr için geçerli normal akılların verdiği şeyden dışarıda idiler. Çünkü Firavun’un rabblık da'vâsı akıl mertebesinde zâhir lisânı ile oldu. Oysa normal geçerli bir akıl, bir insanın rabblıkla ortaya çıkmasını inkâr eder. Çünkü akıl için belirli bir ölçü vardır. Keşif ve yakîn ehli o belirli olan ölçüyü aştığı zaman akıl bu belirli ölçüde durur, ileriye geçemez. Keşf ehlinin belirli olan ölçüyü aşması budur ki, herhangi bir sûrette tecellî edici olan Hakk'ın, o tecellîsini kabûl ve tasdîk ederler. Normal akıl o tecellîyi ister muhâl görsün ister câiz görsün. Çünkü onlar akıl ile kayıtlı değillerdir. Nitekim bu ma'nâya işâreten Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar: Beyt:

Tercüme ve izâh: “Hak ağaçtan Mûsâ (a.s.)’a “innî enallâhu” ya’nî “Muhakkak ben Allah’ım” (Kasas, 28/30) dedi. Bunu akıl ile kayıtlı olan zâhir ehlinin hepsi kabûl etti. Eğer en güzel sûret üzere mahlûk olması dolayısıyla ağaçtan daha üstün olan beşerden söylerse ve meselâ Hz. Mansûr'dan "Ene'l-Hak-Ben Hakk’ım" ve Hz. Cüneyd'den "Leyse fî cübbetî sivallâh ya’nî cübbemin içinde Allah’tan başkası yok" ve Hz. Bâyezîd'den “Sûbhânî mâ a'zame şânî ya’nî tenzîh ederim kendimi, şânım ne yücedir" sözleriyle ve sâir kâmillerden benzeri sözler ile tecellî edici olursa, onu basîret gözünün körlüğü sebebiyle inkâr etme.”

İşte keşf ehli ile akıl ehli arasında böyle fark olduğu için yukarıda îzâh edildiği üzere Mûsâ (a.s.) “rabbüs semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ, in küntüm mûkınîn” ya’nî “O göklerin ve yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabb’idir. Eğer îkân sâhibi iseniz” (Şuarâ, 26/24) sözüyle îkân sâhiplerinin, ya’nî keşf ve vücûd ehlinin ve “rabbül meşrıkı vel magribi ve mâ beynehumâ, in küntüm ta’kılûn” ya’nî “O doğunun ve batının ve ikisinin arasındakilerin Rabb’idir. Eğer akledenlerden iseniz” (Şuarâ, 26/28) sözüyle de özellikle akıl ehlinin kabûl ettiği cevâbı verdi.

Böyle olunca asâsını bıraktı. Oysa o, Mûsâ'nın da'vetine îcâbet etmekten onun kaçınmasında Firavun’un Mûsâ'ya onunla âsi olduğu şeyin sûretidir. Şimdi o, ansızın apaçık bir ejderhâ, ya'nî görünür bir yılan oldu. Şu halde seyyie ya’nî kötülük olan itâatsizlik tâate, ya'nî iyilik ve güzelliğe dönmüş oldu. Nitekim, Allah Teâlâ “yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât” (Furkân, 25/70) ya'nî “Allah Teâlâ onların seyyiâtini ya’nî kötülüklerini hasenâta ya’nî iyilik ve güzelliğe çevirir” buyurdu, ya'nî hükümde. Böyle olunca, burada hüküm bir olan cevherde farklı olan "ayn" ile açığa çıktı. Bundan dolayı, o asâdır ve o yılandır ve apaçık görülen ejderhâdır. Şimdi "yılan" olması i'tibârı ile yılanları ve "asâ" olması i'tibârı ile de asâları yuttu. Şu halde Mûsâ'nın delîli, "asâlar" ve "yılanlar" ve "ipler" sûretinde olan Firavun’un delîllerinin üzerine zâhir oldu. Böyle olunca sihirbazlar için hıbâl ya’nî ipler var idi. Oysa Mûsâ için bir habl ya’nî ip yok idi. Ve habl (ip) küçük tepe demektir, ya’nî Mûsâ'nın kudretine göre onların kudretleri yüksek dağların yanında küçük bir tepe gibidir (27).

Ya'nî Firavun, Mûsâ (a.s.)’a "O göstereceğin şeyi getir bakalım" deyince, Mûsâ (a.s.) elinden asâsını bıraktı. Oysa o asâ, Mûsâ (a.s.)’ın da’vetini kabûlden kaçınmasında Firavun, cenâb-ı Mûsâ'ya ne şey ile âsî olmuş idiyse o şeyin sûretidir. Ya'nî Firavun, Hz. Mûsâ'ya "emmâre nefs"i sebebiyle âsî olmuş idi. "Asâ" Firavun’un bu emmâre nefsinin sûreti idi.

Ansızın o asâ, "apaçık ejderhâ", ya'nî herkes tarafından görülebilen bir ejderhâ oldu. Ve "asâ"nın hayvana dönüşmesi, ma'sıyetin ya’nî itâatsizliğin iyi ve güzel tâate dönüşmesine işârettir. Çünkü "asâ" ma'sıyet kelimesinden türemiştir. Ve ma'sıyet dönüştüğü zaman, zıttı olan tâat olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât” (Furkân, 25/70) ya'nî “Allah Teâlâ onların seyyiâtini ya’nî kötülüklerini hasenâta ya’nî iyilik ve güzelliğe çevirir”. Ve kötülük, iyilik ve güzelliğe dönüştürüldüğünde kötülüğün "ayn"ı iyilik ve güzellik olmaz; belki onun üzerine iyilik ve güzelliğin hükmü lâzım gelir. Onun için Hz Şeyh (r.a.) "ya'nî hükümde" kaydıyla kayıtlayarak, kötülüğün "ayn"ının değişmeyip ona iyilik ve güzelliğin hükmünün lâzım geleceğine işâret etti.

Böyle olunca "asâ"nın yılan olduğu mahalde, hüküm bir olan cevherde farklı olan "ayn" ile açığa çıktı. Ya'nî ejderhâ ayn’ının sûreti üzere tâate dönüşmüş olan asânın hükmü gözüktü. Ve o sûret diğer sûretten farklıdır. Ve her iki sûret bir olan cevherde açığa çıktı ki, hakîkatte onda çoğalma yoktur. Bundan dolayı o, bir i'tibâra göre asâdır ve bir i'tibâra göre de yılandır ve apaçık görünen ejderhâdır.

Bundan dolayı asâ dönüşerek yılan olması i'tibârı ile Firavun’un sihirbazlarının yılan sûretinde ortaya çıkardıkları maddeleri ve asâ olması i'tibârı ile de, asâ sûretinde ortaya çıkardıkları şeyleri yuttu. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın asâsı, kendi benzeri olarak ortaya çıkan sûretleri yuttu. Şu halde Mûsâ (a.s.)’ın delîli "asâ" ve yılanlar" ve "ipler" sûretinde olan Firavun’un delîlleri üzerine gâlip oldu. Çünkü Hak, Firavun’un üzerine nebîsinin gâlip gelmesini ve onun da'vâsının doğruluğunun ortaya çıkmasını murâd eyledi. Bu sebeple bir olan ayn olan asâdan açığa çıkarak birdiğerinden ayrı olan iki sûret peydâ eyledi. Ve sonuçta Mûsâ (a.s.)’ın delîli sihirbazların birtakım değnekler ve yılanlar ve ipler sûretinde ortaya koydukları delîllerinin üzerine gâlib oldu.

Firavun’un sihirbazları habl, ya'nî ip kullandılar. Mûsâ (a.s.) ise ip kullanmadı. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın ortaya koyduğu asâ mu'cizesine göre Firavun’un sihirbazlarının ortaya koyduğu sûretler değerçe küçük ve önemsiz idi. Çünkü "ip" ma'nâsında kullanılan "habl" kelimesinin sözlükte aslı "tell-i sagîr", ya’nî "küçük tepe" ma'nâsına gelir. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın indinde habl ya’nî ip olmayıp Firavun’un sihirbazlarının indinde ip bulunması, Mûsâ (a.s.)’ın kudretine göre Firavun’un sihirbazlarının kudretinin yüksek dağların yanında bir tepecik menzilesinde olduğuna işarettir.

Şimdi ne zamanki sihirbazlar bunu gördüler, ilimde Mûsâ'nın rütbesini, her ne kadar beşer kudretinden oldu görünse de, ancak kendisi için, muhakkak olan ilimde hayâlden ve vehimden ayrışmış olan kimse için olacağına binâen; gördükleri şeyin beşer kudretinden olmadığını bildiler. Böyle olunca Mûsâ ve Hârûn'un Rabb'i olan Âlemlerin Rabb’ine, ya'nî Mûsâ ve Hârûn'un da'vet ettiği Rabb'e îmân ettiler. Çünkü onlar Firavun’un kavminin, onun, ya'nî Mûsâ'nın, Firavun'a da'vet etmediğini bildiklerini bilirler idi. Ne zamanki Firavun, her ne kadar kanunların uygulanmasında zor kullandı ise de, hükmetme mevkîinde vaktin sâhibi idi ve kılıç ya’nî zâhiri güç ile halîfe idi. Bunun için “Fe kâle ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin a’lâ rabbinizim” (Nâziât, 79/24) ya'nî herkes, bağıntılardan bir bağıntı ile rabb ise de, "Ben sizin aranızda zâhirde hükmetmekten bana verilen şey sebebiyle onlardan a'lâyım," dedi. Ve ne zamanki sihirbazlar onun dediği şeyde onun doğruluğunu bildiler, ona bu durumu inkâr etmediler ve ona bununla kabûl ettiler. Şimdi ona, sen ancak bu dünyâ hayâtında hükmedersin. Bundan dolayı ne hüküm verirsen ver; devlet sana mahsûstur, dediler. Şu halde “Fe kâle ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin a’lâ rabbinizim” (Nâziât, 79/24) sözü geçerli oldu. Her ne kadar Hakk'ın"ayn"ı ise de, sûret Firavun içindir (28)

Ya’nî sihirbazlar kendilerinin ortaya getirdiği değneklerin ve iplerin Mûsâ (a.s.)’ın asâsı tarafından yutulduğunu ve onlarda görünürde eser kalmadığını gördükleri zaman, Allah’a ilimde Mûsâ (a.s.)’ın yüksek mertebesini bildiler. Çünkü sihirbazlar Mûsâ (a.s)’ın sihirbaz olduğunu zannetmişlerdi. Ve sihir ilmi kâidesince, birdiğerine karşılık veren iki sihirbazdan birisi üstün geldiğinde, mağlûp olanın sihir âletlerinin mahvolmaması lâzım gelir idi. Oysa kimyevî karışımlar vâsıtasıyla bir sürü yılan sûretinde zâhir olan sihir eserleri, Mûsâ (a.s.)’ın asâsı tarafından yutularak meydanda eserleri kalmadı. Bu hal sihir kâidelerinin tersine idi ve beşer kudretinin dışında bir husûs idi.

Gerçi Mûsâ (a.s.)’ın taayyünü dolayısıyla beşer oluşu yönüyle, bu hal beşer kudretinden gerçekleşti. Fakat bu husûs her beşerden ortaya çıkmaz. Belki muhakkak olan ilimde, ya'nî ilâhî ilimde, umulmadık işlerin hakîkatini keşfeden ve bu ilimde kendisi için hayâlden ve vehimden ayrışmışlık oluşan kimseden ortaya çıkar. Bunun böyle olduğuna vâkıf olan sihirbazlar gördükleri şeyin beşer kudretinden olmadığını bildiler.

Sihirbazlar bu bilişlerinin netîcesi olarak Mûsâ ve Hârûn'un Rabb'i olan Âlemlerin Rabb’ine, ya'nî Mûsâ ve Hârûn (aleyhime's-selâm)ın da'vet ettiği mutlak Rabb’e îmân ettiler. Çünkû sihirbazlar Mûsâ (a.s.)’ın Firavun'a da'vet etmediğini, Firavun’un kavminin bildiklerini bilir idiler. O zamanda Firavun, her ne kadar kanunların uygulanmasında Beni İsrâîl'e zor kullandı ise de, hükmetme mevkîinde vaktin sâhibi idi; ve kılıç ya’nî zâhiri güç ile halîfe idi. Ya'nî Firavun tâc ve taht sâhibi pür-ihtişâm bir pâdişâh olup idâresi altındakilere hükmü işleyen ve âlem kılıcından ya’nî zâhiri gücünden titremekte idi. Gerçi Beni İsrâîl'e karşı, üstünlüğünü ve kuvvetini kötü yolda kullanarak zulmettiği için kendisine kanunların uygulanmasında "cebbâr" denir ise de, bu cefâ ve zulmü, kılıç ile sûrî halîfe olmasına aykırı değildir.

İşte mülkünde hükmüne muhâlefet edebilecek bir kimse bulunmadığı için idâresi altında bulunanlara: "Ben sizin a’lâ rabbinizim" dedi. Ya'nî Âdemoğullarından her birisi kendi idâresi altında bulunan mülkler hakkında bağıntılardan bir bağıntı ile rabb ise de, "Ben, sizin aranızda zâhirde hükmetmekten bana verilen şey sebebiyle, ya'nî benim emir ve yasaklarımın sizin hepiniz hakkında geçerli bulunması sebebiyle, ben o rabbların hepsinden a'lâyım" demek idi.

Ne zamanki sihirbazlar, Firavun’un dediği şeyde, ya'nî “Fe kâle ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin a’lâ rabbinizim” (Nâziât, 79/24) sözünde onun doğru söylediğini bildiler; onun bu sözünü inkâr etmeyip kabûl ettiler de, dediler ki: "Sûrî saltanat sâhibi olduğun için sen, ancak bu dünyâ hayâtında hükmedersin. Bundan dolayı ne şekilde hükmedersen et, saltanat ve hükmetme mevkîi sana mahsûstur." Şu halde Firavun’un “Fe kâle ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin a’lâ rabbinizim” (Nâziât, 79/24) sözü geçerli oldu. Çünkü idâresi altındakiler üzerinde zâhiri rabblığı sâbit oldu. Fakat Firavun’un sâbit olan bu rabblığı, mutlak rabblık değildir. Çünkü Firavun, her ne kadar hakîkat i'tibârı ile Hakk'ın "ayn"ı ise de, sûret ve taayyün i'tibârı ile Hakk'ın gayrıdır, taayyün etmiş olan şey, taayyünün aslâ aynı değildir. Örneğin buzda taayyün etmiş olan sudur ve taayyün buzun sûretidir. Hakîkat i'tibârı ile buz, sudan ibâret ve suyun aynı ise de taayyün ve sûret i'tibâriyle buz başka, su da başkadır. İşte taayyün etmiş olan Hak ile Firavun’un sûreti arasında da bu yön ile gayrılık mevcûttur. Bundan dolayı Firavun’un sûretine bağlı olan rabblık, geçici cüz’i rabblıktır. Hakk'a bağlanan mutlak rabblık değildir.

Şimdi bâtıl sûretiyle Hakk'ın ayn’ı ile sihirbazların ellerini ve ayaklarını kesti ve astı. Ancak bu fiil sebebiyle nâil olunan mertebelere ulaşmak için, çünkü muhakkak sebeplerin devre dışı kalmasına yol yoktur, çünkü sâbit ayn’lar onları gerektirdi. Böyle olunca ancak sâbitlik-lerinde üzerinde bulundukları sûretle vücûtta açığa çıkarlar. Çünkü Allah'ın kelimeleri için değişim yoktur. Allah'ın kelimeleri ise, mevcût ayn’ların gayrı değildir. Bundan dolayı onların sâbitliği yönüyle onlara kıdem nispet edilir. Ve onların vücûdu ve açığa çıkışı yönüyle de onlara sonradan olmaklık nispet edilir. Nitekim sen "Bugün bizim nezdimizde bir insan veyâ bir misâfir hâdis oldu" dersin. Oysa onun hudûsünden ya’nî sonradanlığından, bu sonradanlıktan önce onun için vücût olmaması lâzım gelmez. Bunun için Allah Teâlâ Kelâm-ı azîzinde, ya'nî onun gelişi hakkında, kelâmının kıdem oluşuyla berâber, "Onlara Rab'lerinden sonradan yeni bir zikir gelmez, illâ ki onu dinleyip alay ederler" (Enbiyâ, 21/2); ve "Onlara Rahmân'dan sonradan yeni bir zikir gelmedi, illâ ki ondan yüz çevirdiler" (Şuarâ, 26/5) buyurdu. Ve rahmet ancak rahmetle gelir. Ve rahmetten yüz çeviren kimse, rahmetin yokluğundan ibâret olan azâbı karşılar (29).

Ya'nî sihirbazlar Firavun'a hitâben: "Ne şekilde hükmedersen et!" deyince, hakîkati i'tibârı ile Hakk'ın "ayn"ına bağlı olan Firavun, bâtıl fânî sûreti ile Mûsâ ve Hârûn'un Rabb’ine ve Âlemlerin Rabb’ine îmân eden sihirbazların ellerini ve ayaklarını kesip onları astı. Çünkü Hakk'ın hüviyeti, isimlerinin farklılığı ve karşılıklı oluşu sebebiyle, şehâdet âleminde hak ve bâtıl sûretlerinde açığa çıkar. Bundan dolayı ârifler, bâtıl sûretleri de inkâr etmezler. Çünkü bâtılın vücûdu ve açığa çıkması olmasa, Hak zâhir olmaz idi. Nitekim “Eşyâ zıttı ile belli olur” denilmiştir. Bunun için Hz. Şeyh-i Ekber'in şeyh-i âlîleri Ebû Medyen Mağribî (r.a.) buyurlar:

Tercüme: "Bâtılı kendi tavrında inkâr etme! Çünkü o da Hakk'ın zuhûrlarından bir parçadır."

Firavun tarafından sihirbazların asılmak sûretiyle öldürülmesi, onların şehît olarak uhrevî mertebelere ulaşmaları için oldu. Çünkü şehîtlik mertebelerine ulaşmak ancak bu bâtıl sûrette olan asma ve öldürme fiili sebebiyle olur. İşte bundan anlaşılır ki, kâfirlerin varlığı bu âlemde mü'minler için rahmettir. Çünkü Allah yolunda cihât kastıyla kâfirlere saldırırken öldürülen mü'minler şehît olurlar. Eğer kâfirler olmasa onlar şehitlik mertebesine erişemezdiler. Ve şehîtlik mertebesi ise uhrevî yüce mertebelerdendir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:

(Bakara, 2/154)

“Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvâtun, bel ehyâun ve lâkin lâ teş’urûn”

"Allah yolunda öldürülen kimseler için ölüdür demeyin, belki onlar diridirler; fakat sizin onların hayât husûsuna vâkıf oluşunuz yoktur."

Ve aynı şekilde yine buyuruyor:

(Âl-i İmrân, 3/169-170)

“Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâten, bel ahyâun inde rabbihim yurzekûn / Ferihîne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî…..”

"Allah Teâlâ yolunda öldürülenleri ölülerden zannetmeyiniz; belki onlar Rablerinin indinde diridirler ve Allah Teâlâ'nın fazl ve kereminden onlara verdiği şeyden ferahlanarak rızıklanırlar ilh..."

Zulmen öldürülenlerin de hâli böyledir. Bundan dolayı âlemde bâtılın varlığı da hikmetin gereğidir. Çünkü sebepler devre dışı kalmayı kabûl etmez. Çünkü "sebepler" dediğimiz şey sâbit ayn’ların gereklerindendir ve sâbit ayn’ların halleri ve hükümleri ve eserleri hârici ayn’larda, ya'nî bu âlemin sûretlerinde, sebepler ile açığa çıkmaktadır.

Demek ki sâbit ayn’lar ilâhî ilimde ne sûretle sâbit olmuşlar ise, hârici vücûtta dahi ancak o sûretle açığa çıkarlar. Çünkü ilâhî kelimeler için değişim yoktur. Ve sâbit ayn’lar ilâhî kelimeler olup görünme yerlerinden ibâret olan hârici ayn’lar onların gölgeleri olduğundan ilâhî kelimeler mevcût ayn’ların gayrı değildir. Çünkü gölge, gölge sâhibinin sûreti üzeredir. Böyle olunca gaybî kelimelerden ibâret olan sâbit ayn’ların ilâhî ilimde sâbitliği yönünden onlara "kıdem" nispet edilir. Ve hârici ayn’larda, ya'nî bu kesîf olan unsurlar âleminde vücûdu ve açığa çıkışı yönünden onlara "hudûs ya’nî sonradan olmaklık" nispet edilir. Eğer bir şeye hem kıdem ve hem de hudûs ya’nî sonradan olmaklık nasıl nispet edilir diyecek olursan, sana cevâben şu örnek yeterlidir:

Nitekim sen: "Bugün bizim nezdimizde bir insan veyâ bir misâfir hâdis oldu" dersin. Oysa bu insan veyâ misâfir hem kıdem ve hem de hudûs ya’nî sonradan olmaklık ile vasıflanmış oldu. Bundan dolayı hâdis ya’nî sonradan olan bir şeyin mutlaka evvelden de vücûdunun olması lâzım gelir. Çünkü mevcût olmasaydı, hâdis ya’nî sonradan da olmazdı.

İşte bunun için Hak Teâlâ hazretlerinin "kelâm"ı kadîm olmakla berâber, o kadîm olan kelâmın hâricî vücûda indirilmesi ve gelişi hakkında Kelâm-i azîzinde, Enbiyâ sûresinde “Mâ ye’tîhim min zikrin min rabbihim muhdesin illestemeûhu ve hüm yel’abûn” ya’nî "Onlara Rab'lerinden sonradan yeni bir zikir gelmeye görsün, illâ ki onu dinleyip alay ederler" (Enbiyâ, 21/2); ve aynı şekilde Şuarâ sûresinde “Ve mâ ye’tîhim min zikrin miner rahmâni muhdesin illâ kânû anhu mu’ridîn” ya’nî "Onlara Rahmân'dan sonradan yeni bir zikir gelmesin, illâ ki ondan yüz çevirdiler" (Şuarâ, 26/5) buyurur. Bundan anlaşılır ki Hakk'ın kelâmı kadîm ve ahadiyyet ya’nî teklik ayn’ında kendisinin aynı iken, sözlerle ve harflerle açığa çıkışı hâlinde, onu hudûs ya’nî sonradanlık sıfatıyla vasıflandırdı. Ve Rahmân'dan sonradan olan rahmet Kur'ân’dır. Ve Rahmân'dan inmiş olan rahmet, ya'nî Kur'ân ancak rahmetle gelir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân hakkında “Ve nünezzilu minel kur’âni mâ hüve şifâun ve rahmetun” ya’nî “Kur’ân’dan indirdiklerimiz şifâdır ve rahmettir” (İsrâ, 17/82) buyurur. Ve rahmetten yüz çeviren kimse rahmetin yokluğundan ibâret olan azâba yönelir. Çünkü insan bir şeyin dâiresinden çıkınca, diğer bir şeyin dâiresine girer.

Ve Hak Teâlâ'nın “Fe lem yeku yenfeuhum îmânuhum lemmâ reev be’senâ” ya’nî “Bizim azâbımızı gördükleri zaman onların îmânı kendilerine fayda vermez. Bu kulları hakkında geçerli olan Allah’ın adetidir” (Mü'min, 40/85) ve “illâ kavme yûnus” ya’nî “ancak Yûnus kavmi hâriç” (Yûnus, 10/98) sözüne gelince, bu “illâ kavme yûnus” ya’nî “ancak Yûnus kavmi hâriç” (Yûnus,10/98) istisnâsında olan Hakk'ın sözü ile âhirette onlara fayda vermeyeceğine işâret etmez. Bundan dolayı bunu murâd etti ki, onlardan dünyâdaki işlerinin azâbını kaldırmaz. Bunun için Firavun, ondan îmânın varlığı ile berâber kabzedildi. Bu, onun durumu, o sâatte öleceğini kesin olarak bilen kimsenin durumuna göredir. Ve durum göstergeleri muhakkak onun öleceğini kesin olarak bilmediğini bize verir. Çünkü o, Mûsâ (a.s.)’ın asâsıyla denize vurması sebebiyle, açılan kuru yolda mü'minlerin yürüdüklerini gördü. Şimdi Firavun îmân ettiği anda can çekişmekte olanın tersine olarak, öleceğini kesin olarak bilici olmadı. Bunun için ona dâhil olmaz (30).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Firavun’un îmânı hakkında daha önce geçen beyânları tamamlayarak buyururlar ki: Firavun’un îmânının sıhhatini kabûl etmeyenler, Firavun’un îmânının azâbı gördükten sonraki îmân olduğunu ve bu îmânın ise “Fe lem yeku yenfeuhum îmânuhum lemmâ reev be’senâ” ya'nî "Bizim azâbımızı gördükleri vakitte onların îmânı kendilerine fayda vermez" (Mü’min, 40/85); "Yûnus kavmi istisnâ olmak üzere" (Yûnus, 10/98) "Kulları hakkında geçerli olan Allah'ın âdetidir" (Mü’min, 40/85) âyet-i kerîmeleri gereğince fayda vermeyeceğini iddiâ ederlerse de, bu âyet-i kerîmede "Yûnus kavmi istisnâ olmak üzere" istisnâsı bu îmânın âhirette fayda vermeyeceğine işâret etmez.

Bu âyet-i kerîme ile Hak Teâlâ hazretlerinin yüce murâdları, azâbı gördükten sonra imân edenlere, dünyâda yaptıkları işlere dönük olan azâbın kaldırılmayacağını beyândır. Hakîkatte de Yûnus kavminin dışındakilerden dünyâ azâbı kaldırılmadı. Eğer Firavun’un hâlini ve denizde boğulması ânını, dünyâdan göçeceğini kesin olarak bilen kimsenin hâline kıyâs edecek olur isen, kendisinden gözüken îmânın varlığıyla berâber, dünyevî işlerinden dolayı azâba ma'rûz kaldığına hükmederiz.

Fakat durum göstergeleri Firavun’un dünyâdan göçeceğine kesin olarak bilgisinin olmadığını gösterir. Çünkü Firavun, Mûsâ (a.s.)’ın asâsını denize vurması sebebiyle; açılan denizin dibindeki kuru yoldan mü'minlerin yürüyüp geçtiklerini kendi gözüyle gördü. Ancak ilâhî kudret ile ortaya çıkabilecek olan bu hârikulâde hâli görünce Firavun ilâhî vahdâniyyeti kalben tasdîk etti ve tevhîd kelimesini açığa vurdu. Bundan dolayı Firavun kalben tasdîk ve lisânen de kabûl etmek sûretiyle îmân ettiği zaman, Beni İsrâîl'in geçtiği gibi, kendisinin de denizde boğulmayacağını zannedişi yönüyle, helâk olacağını kesin olarak bilici olmadı. Bu ise, can çekişmekte olan kimsenin hâlinin tersine olarak, bir îmân idi. Bunun için Firavun can çekişmekte iken îmân edenlere dâhil edilemez; çünkü can çekişmekte olan dünyadan ilişkisini kesmek üzere olduğuna kâni'dir. Firavun'da ise bu kanâat yok idi ki, onun îmânı can çekişmekte olanın îmânına dâhil olsun.

Bundan dolayı Firavun, helâk olacağını kesin bilici olduğu üzere değil, kurtulacağını kesin bilici olduğu üzere, Benî İsrâîl'in îmân ettiği şeye îmân etti. Şimdi kesin bilici olduğu şey gerçekleşti; lâkin istediği şeklin dışında bir şey üzere. Bundan dolayı Allah Teâlâ ona kendi nefsi hakkında âhiret azâbından kurtuluş verdi ve bedenini kurtardı. Nitekim Hak Teâlâ "Senin arkandan gelecek olan kavme bir delîl olman için bugün biz sana bedenin ile kurtuluş veririz” (Yûnus, 10/92) buyurdu. Çünkü, eğer sûretiyle kaybolmuş olsaydı, kavminin çoğu, gizlendi, derler. Böyle olunca, o olduğunun bilinmesi için, bilinen sûretiyle ölü olarak ortaya çıktı. Şu halde kurtuluş hiss olarak ve ma'nâ olarak umûmî oldu. Ve üzerine uhrevî azâbın gelmesi kaçınılmaz olan kimse, ona bütün delîller gelse elîm azâbı görmedikçe, ya'nî uhrevî azâbı tatmadıkça îmân etmez. Böyle olunca Firavun bu sınıftan çıktı. İşte bu, öyle bir açıktır ki, Kur'ân onunla ulaştı (31).

Ya'nî Firavun helâk olacağını bekleyerek değil, kurtulacağını umarak îmân etti ve bu beklediği kurtuluş da gerçekleşti. Oldu ammâ, onun isteği şeklin dışında bir şey üzere. Çünkü o, boğulmaktan kurtulacağını zannetmiş idi. Oysa bundan kurtulamadı; uhrevî azâbtan kurtuluş buldu. Ve ölüsü sâhile vurmakla cesedinin kaybolmasından kurtuldu. Nitekim Hak Teâlâ “Fel yevme nüneccîke bi bedenike li tekûne limen halfeke âyeh” (Yûnus, 10/92) buyurur ki: "Biz bugün sâhile bırakmak sûretiyle sana bedenin ile kurtuluş veririz; ve rûhunu bedeninden kurtarırız; ve yarın onu âhiret azâbından kurtarırız. Tâ ki senden sonra gelecek olan kavme senin bu hâlin kudretime bir âyet ve çok büyük bir nişân olsun" demektir.

Bu âyet-i kerîmenin bu tarz tefsîr edilmesine i'tirâz edenler bulunabilir düşüncesiyle “Fel yevme nüneccîke” ya’nî “Bugün sana kurtuluş veririz” ilâhî hitâbı hakkında îzâhlar verilmesi uygun görüldü. Şöyle ki:

Firavun küfründe ısrarlı olaydı, tevhîd kelimesini söylemezdi. Mâdemki tevhîd etti, mutlaka beklediği bir şey var idi. Peygamberine îmân eden bir kimsenin murâdı hiç şüphe yok ki, ilk önce uhrevî azâbtan, daha sonra dünyâda, kendisine yönelecek olan ilâhî kahırdan kurtuluştur. Dünyâda boğulmak sûretiyle gerçekleşen ilâhî kahırdan kurtulamayan Firavun, eğer uhrevî azâbtan dahi kurtuluş bulamayacak ise, kurtuluş vaadinin haber verilmesinin anlamı kalmaz. Eğer “nüneccîke” ya’nî “sana kurtuluş veririz” kaydına bakarak bu kurtuluş, ancak Firavun’un rûhsuz cesedinin sâhile bırakılmasıdır, denecek olursa cevâben deriz ki: Boğulmak sûretiyle ölen bir kimsenin rûhsuz cesedi ister sâhile bırakılsın, ister denizin dipinde yok olsun, farketmez. Sâhile bırakılmasında ölü için bir fayda olmadığından böyle bir kimseye söylenen: "Biz sana kurtuluş veririz" vaadinin ma’nâsız olması lâzım gelir. Oysa ilâhî vaad Hak'tır, ma’nâsız olamaz. Bundan dolayı Firavun hakkında vaad edilmiş olan kurtuluş, rûhunun beden zulmetinden çıkması ve âhirette de uhrevî azâbtan kurtuluşudur. Şu halde bu kurtuluş hiss olarak ve ma'nâ olarak umûmi olur.

Firavun’un ölü bedeninin sâhile bırakılmasına gelince: Bu da onun rabblığına inanan kavminin, bu inancının kuvvet bulmaması için, geriye kalanlara bir işâret idi. Çünkü eğer cesedi kaybolsaydı, kavminin pek çoğu, Firavun Rab oluşu yönüyle göğe yükselmek sûretiyle veyâ diğer şekillerde insanlardan gizlendi, derler idi. Bundan dolayı diğer insanlar gibi, Firavun’un da denizde boğulduğunun bilinmesi için, ölüsü sahile bırakıldı ve vaad edildiği gibi ölü olarak halk nazarında gözüktü.

Şimdi üzerine uhrevî azâb gelmesi zorunlu olan kimseye zamânının peygamberi tarafından ne kadar âyetler ve mu'cizeler gösterilse hepsini bir şekilde te'vîl eder ve elîm azâbı görmedikçe, ya'nî uhrevî azâbı tatmadıkça îmân etmez. Çünkü bu kimsenin ilâhî ilimde sâbitlik bulan sâbit ayn’ı, görünme yeri olduğu ilâhi isim gereğince şekâvet üzerinedir. Varlıksal vücûtta açığa çıkan ve o ismin aynasından ibâret olan bu kimsenin sûretinde, elbette şekâvet eseri görülür. Bundan dolayı yapılmamış olan onun ezelî isti'dâdı dünyâda ne kadar açık âyetler ve apaçık mu'cizeler görse îmân etmemesini gerektirir. Nitekim, Ebû Cehil, Bedir savaşında öldürülmek üzere bulunduğu sırada kendi kâtiline hitâben "Şu öldürüleceğim hâl içinde muhâlefetten pişmân olmadığımı sâhibin olan Muhammed'e (a.s.) söyle!" dedi. Bundan dolayı böyle olan kimseler, elîm azâbı görmedikçe, ya'nî ölümden sonra uhrevî azâbı tatmadıkça Allah'a ve peygambere imân etmezler. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de Hak Teâlâ buyurur:

(Yûnus, 10/ 96-97)



“İnnellezîne hakkat aleyhim kelimetü rabbike lâ yu’minûn.

Ve lev câethüm küllü âyetin hattâ yerevûl azâbel elîm”

“Muhakkak ki onlar, Rabbinin sözünü üzerlerine hakettiler. Ve eğer onlara bütün âyetler gelse bile, elîm azabı görene kadar, onlar, mü'min olmazlar.”

Böyle olunca Firavun dünyâda ölümden önce îmân etmekle, uhrevî azâbı görmedikçe îmân etmeyen sınıftan çıktı. Elîm âzâbı görmeden îmân eden mü'minler sınıfına dâhil oldu.

Firavun hakkındaki bu kelime o kadar açık bir şeydir ki, Kur'ân bu açık olan şeyle ulaştı. Şu halde Firavun’un ebedî şekâvetine hükmedenlerin bu hükümde ısrârları ve bu konuda te'vîlllere kalkışmaları mesmû' değildir. İşte Firavun hakkında Hz. Şeyh (r.a.) efendimizin saygıdeğer hükümleri bu kadar açıktır ve Fusûs'un ibârelerinde tereddüte işâret edecek bir şey yoktur.

Daha sonra biz deriz ki, bundan sonra onun hakkında iş Allah Teâlâ'ya dönüktür. Çünkü halkın genelinin nefislerinde onun kötülükleri sâbit oldu. Oysa bunun hakkında onlarda açık ve kesin haber yoktur ki ona dayandırırlar (32).

Ya'nî Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden Firavun’un îmânın sıhhatinin anlaşıldığı ve onun şekâveti hakkında açık ve kesin haber olmadığı gibi, işâret dahi bulunmadığı halde, hayâtı boyunca türlü zulüm ve zorbalık icrâ edişine ve peygamberine muhâlefetle karşı koymaya kalkıştığına bakarak halkın genelinin nefislerinde onun şekâveti sâbit olduğu için, biz Firavun’un îmânının sıhhatine işâret eden Kur'ân’ın açık ve kesin haberlerini anlattıktan sonra, edebi tâ'lîm için, Firavun hakkındaki iş Allâh Teâlâ'ya dönüktür, deriz.

Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin "İş Allah Teâlâ'ya dönüktür" buyurmaları, onun işinde tereddütlerinden dolayı değildir. Firavun hakkındaki saygıdeğer görüşlerini bu fassta, Kur'ân’ın açık ve kesin haberleri ile her türlü şüphe ve tereddütten arınmış olarak, apaçık bir kemâl ile beyân buyurmuşlardır. Nitekim yukarıdaki ibârede “onun hakkında iş Allah Teâlâ'ya dönüktür” buyurduktan sonra, bu beyânın illetini “Çünkü halkın genelinin nefislerinde onun kötülükleri sâbit oldu” ibâresiyle tefsir etmişlerdir. Bu ise, bütün ömrü kötü haller ile geçen Firavun’un ilâhî rahmete mazhar olmasını bir türlü havsalalarına sığdıramayan zâtlara, edeb ta'lîm etmekten ibârettir. Çünkü ilâhî rahmetin kapasitesini iyice düşünerek onun hakkındaki işi Allah Teâlâ'ya havâle etseler ve Firavun’un Kur'ân’ın açık bildirimi ile sâbit olan îmânı, Allah Teâlâ indinde makbûl oldu mu, yoksa olmadı mı? Bundan dolayı kendisi Allah indinde şakî midir, saîd midir? Bunu ancak Allah Teâlâ bilir, deseler; edebe uygun olur idi.

Çünkü ezelî saâdet ve şekâvet sâbit ayn’ların isti'dâdına bağlıdır. Bu ise ilâhî ilimdir. Ve Allah Teâlâ hazretleri bildirmedikçe, bir kimsenin hâlinin zâhirine bakıp, şekâvet veyâ saâdetine hükmetmek, ilâhî ilme iştirâk ma'nâsını içinde barındırdığı için edebsizliktir. Ammâ Hz. Şeyh (r.a.)’in Firavun’un îmânının sıhhati hakkındaki saygıdeğer beyânları, Kur'ân'ın zâhirinden alınmış delîllere dayandığı için, aslâ edeb dışı değildir. Edeb dışı olmak hiçbir açık ve kesin haber ve delîle dayanmaksızın, hâlin zâhirine bakıp, kader sırrına bağlı olan saâdet veyâ şekâvet hakkında kişisel hüküm verilmesidir.

Ve onun âilesine gelince, onun için başka hüküm vardır. Burası onun yeri değildir. Ondan sonra bilinsin ki, Allah Teâlâ can çekişen bir kimseyi kabzetmez, illâ ki o kimse mü'min olduğu halde, ya'nî ilâhî haberler onunla gelen şeye tasdîk edici olduğu halde, kabzeder. Ve bunun için âni ölüm ve gaflet hâlindeki birini öldürmek mekrûh kılınır. Âni ölüme gelince, onun ölçüsü içerideki nefes dışarı çıka ve dışarıdaki nefes içeri girmeye. İşte bu âni ölümdür. Ve bu can çekişmenin dışındadır. Ve gaflet hâlindeki birini öldürmek dahi böyledir. Onun şuûru olmadığı halde arkasından onun boynu vurulur. Bundan dolayı îmândan veyâ küfürden ne hâl üzere olursa onun üzerine kabzolunur. Ve bunun için (S.a.v.) Efendimiz "Ne hâl üzere ölürse onun üzerine haşrolunur" buyurdu. Nitekim olduğu hâl üzere kabzolunur. Can çekişen ise, ancak müşâhede sâhibidir. Böyle olunca o, olan şeye îmân sâhibidir. Şu halde ancak olduğu hâl üzere kabzolunur. Çünkü “kâne” harf-i vücûdî ya’nî varlık bildiren harftir. Ona ancak hallerin karîneleri sebebiyle zaman çekimi olur. Bundan dolayı ölümde, can çekişen kâfirin arasıyla gaflet hâlindeyken öldürülen ve âni ölümün ölçüsünde bahsettiğimiz gibi âniden ölen kâfirin, arası ayrılır (33).

Ya'nî Firavun’un îmânının sıhhati, Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden alınmış olan delîllere göre sâbit ise de onun âilesi ve çevresindeki seçkin kişiler hakkında başka hüküm vardır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm Firavun’un âilesi hakkında mü'min olduklarına şehâdet buyurmaz. Ve onlar hakkında:



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin