Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


“Er rahmânu alel arşistevâ”



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə90/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90
“Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5). Ve bu vücûd Arş’ı, Hakk'ın rahmânî nefesi ile nefeslendirdiği hakîkat-i muhammediyyedir ki, bütün rûhânî ve cismânî hakîkatleri toplamıştır. Şu halde, bu vücûd Arş’ının kapsamı altında olup da kendisine rahmet isâbet etmemiş olan hiç bir şey yoktur. Hattâ bu rahmette İblîs bile dâhildir. Çünkü mevcût olmuştur ve her mevcût olan, rahmet edilmiştir. Şu kadar ki bu rahmet, zâtî genel rahmettir.

Muhakkak Hak Teâlâ kokuyu, bu nikâhsal birliktelikte, Ayşe (r.a)’nin temize çıkması hakkında kıldı. Bundan dolayı "Kötü kadınlar kötü erkeklere ve kötü erkekler kötü kadınlara ve iyi kadınlar iyi erkeklere ve iyi erkekler iyi kadınlara mahsûstur. Onlar dedikleri şeyden berîdirler" (Nûr, 24/26) buyurdu. Şimdi onların kokularını tertemiz kıldı. Çünkü söz nefestir ve o, kokunun aynıdır. Böyle olunca söyleme sûretinde onunla gözüktüğü şeyin gereği üzere iyi ve kötü ile çıkar. Şimdi ilâhî nefes oluşu yönünden hepsi iyidir. Ve övülmüş ve zemmedilmiş oluşu yönünden, o iyi ve kötüdür. Bundan dolayı sarımsak hakkında: "O, bir bitkidir ki, ben onun kokusunu kötü görürüm" buyurdu ve "Ben onu kötü görürüm" demedi. Böyle olunca "ayn" kötü kılınmaz ve belki ondan açığa çıkan şey kötü kılınır. Ve kötü görme, bundan dolayı ya örf dolayısıyladır ya tabîata uygun olmamasıyladır; yâhut gâye ile veyâ şerîat hükümleri ile veyâ istenen kemâldeki noksanlık iledir. Ve bizim bahsettiğimiz şeyin dışında olmuş değildir (21).

Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri "güzel koku"yu erkek ile kadın arasında olan bu şehâdetsel nikâhta mü'minlerin annesi Hz. Ayşe (r.a)nın temize çıkması hakkında kullanarak buyurdu: “El habîsâtü lil habîsîne vel habîsûne lil habîsâti, vet tayyibâtü lit tayyibîne vet tayyibûne lit tayyibât” ya’nî “Kötü kadınlar kötü erkeklere ve kötü erkekler kötü kadınlara ve iyi kadınlar iyi erkeklere ve iyi erkekler iyi kadınlara mahsûstur. Onlar dedikleri şeyden berîdirler” (Nûr, 24/26) âyet-i kerîmesini indirdi. Ve cenâb-ı Ayşe (r.anhâ)ya kötü zanda bulunan, zâlimlere karşı temiz olan Hz. Ayşe'nin temiz olan Resûl (s.a.v.)’e mahsûs olduğunu beyân etti. Ve bu temize çıkarmayı “ülâike müberraûne mimmâ yekûlûne” ya’nî “Onlar dedikleri şeyden berîdirler” (Nûr, 24/26) sözüyle bütün temiz eşlere kapsam kıldı. Bundan dolayı temiz olanların güzel kokularını, ya'nî sözlerini temiz kıldı. Çünkü temiz olan kimseler, temiz kelime, ya'nî doğru söz söylerler. Ve fenâ olan kimseler ise fenâ kelime ya'nî yalan söz söylerler. Ve bu âyet-i kerîme ile sâbit olur ki, mü'minlerin annesi Ayşe (r.anhâ) aleyhinde her ne sûretle olursa olsun onu kötüleyenler fenâdır. Çünkü o temizdir ve temiz olan Resûl'e mahsûstur. Ve onun hakkında kötü söz söyleyenlerin kendileri kötüdür. Çünkü kötü söz kötü olan kimselere mahsustur.

Şimdi Hak Teâlâ iyi olanların sözlerini, ki onların güzel kokularıdır, iyi kıldı. Çünkü söz nefestir ve nefes ise, kokunun aynıdır. Bundan dolayı nefes, söyleme şeklinde çıktığı zaman, iyi olan kimseden iyi ve kötü olan kimseden de, kötü olarak çıkar. Fakat nefes aslında hû'-i ilâhî, ya'nî ilâhî nefes olması i'tibârı ile onun hepsi iyidir. Ancak teneffüs edenin hâline göre övülmüş ve zemmedilmiş olur. Ve övülmüş olduğu zaman iyi ve zemmedilmiş olduğu zaman da kötü denir. Bundan dolayı nefesin övülmesi ve zemmedilmesi, mahallin hallerine bağlı olan bir esastan ibârettir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz sarımsak hakkında: "Ben onu kötü görürüm" demeyip "O bir bitkidir ki, ben onun kokusunu kötü görürüm" buyurdu. Böyle olunca bir şeyin "ayn"ını ve zâtını kötü kılmak câiz değildir. Belki onun "ayn"ından açığa çıkan şey kötü kılınır. Çünkü koku o ayn’ın vücûduyla kâim olan bir arazdır. Ve (S.a.v.) Efendimiz "Sarımsağın kokusunu ben kötü görürüm" buyurarak, kötü görmeyi nefîs nefslerine bağladığı için, kötü görmenin göreceli bir iş olduğu anlaşıldı.

İşte bu sebeple kötü görme ya örf dolayısıyla olur; ya'nî bir şey bir kavmin örfünde kötü olur ve diğer bir kavmin örfünde kötü olmaz. Örneğin Çinliler yumurtayı koktuktan sonra yerler. Diğer milletler indinde kokmuş yumurta kötüdür. Veyahut kötü görme tabîata uygun gelmemesinden dolayı olur. Örneğin ba'zı kimseler süt, kaymak ve peynir gibi şeylerden tiksinip aslâ ağızlarına koymazlar. Ve aynı şekilde tütün, içenlere hoş ve içmeyenlere nâhoş gelir. Veyâhut kötü görme bir kimsenin gâyesine uygun gelmediği için olur. Örneğin kötü ahlâk ile vasıflanmış olan bir kimseye, güzel ahlâk ile ilgili söz söylense, bu sözler onun gâyesine uygun olmadığı için, kötü görüp yine kendi bildiğini yapar. Oysa bu sözler, güzel ahlâk ile vasıflanmak isteğinde olan kimselere uygun gelir. Veyâhut kötü görmek, şerîat hükümlerine aykırı olmaktan dolayı olur. Oysa bir şerîatta kötü olan bir şey, diğer bir şerîatta kötü değildir. Veyâhut bu kötü görme, bir şeyde aranılan kemâlin, o şeyde noksan olmasıyla olur. Örneğin güzel kokusu olan bir kâğıt parçasını ceplerinde saklarlar. Kokusu gidince, artık cepte taşımayı fenâ görüp atarlar. Sonuç olarak kötü görme, bu beş sebep altında olur. Vücûtta bu bahsedilen sebeplerden başka altıncı bir sebep yoktur. Bundan dolayı kâinâtta bir yönden zemmedilmiş olan şey diğer yönden övülmüştür.

Ne zamanki iş, bizim bu yazdığımız gibi, kötüye ve iyiye ayrıldı, ona kötü değil, iyi sevdirildi. Ve bu maddesel oluşumda kokuşmuşluk olduğu için melekleri kötü kokular ile ezâ duymaklıkla vasfetti. Çünkü o kokusu kötü, ya'nî kokmuş kuru balçıktan mahlûktur. Bundan dolayı melekler bizzât onu kötü görür. Nitekim pislik böceğinin mizâcı, gül kokusu ile rahatsız olur; oysa o güzel kokudur. Böyle olunca gül kokusu, pislik böceğinin indinde, güzel koku değildir. Ve ma'nâ ve sûret olarak bu mizâcın benzeri üzerine olan kimse, hakkı işittiği zaman, ona zarar verir ve bâtıl ile mutlu olur. Ve o da, Hak Teâlâ'nın “vellezîne âmenû bil bâtılı ve keferû billâhi” ya’nî “"Şunlar ki bâtıla inandılar ve Allah Teâlâ'ya kâfir oldular" (Ankebût, 29/52) sözüdür. Ve onları hüsrân ile vasfetti. Bundan dolayı “ulâike hümül hâsirûn” ya’nî “İşte onlar (nefîslerine hüsrân ve ziyân eden) hüsrâna uğrayanlardır” (Ankebût, 29/52) buyurdu. Çünkü iyiyi kötüden ayırt etmeyen kimsenin idrâki yoktur (22).

Ya'nî yukarıda anlatıldığı üzere vücûd işi, kötü ve iyi kısımlarına ayrıldığında, (S.a.v.) Efendimiz'e vücûd işinin bu iki kısmından kötü olan değil, iyi olan sevdirildi. Ve bu maddesel oluşumda kokuşmuşluk mevcût olduğu için, (S.a.v.) Efendimiz, melekleri kötü kokular ile ezâ duymalarıyla vasfetti. Çünkü Âdem’in madde bedeni, kokmuş kara topraktan oluşmuş kuru balçıktan hálk edilmiştir. Bundan dolayı melekler bizzât bu maddesel oluşumda olan kokuşmuşluğu kötü görürler. Çünkü meleklerin oluşumu, nurânî oluşumdur. Bunun için bir mü'minin, melâike-i kirâmın tiksinme sebebi olmamak üzere madde bedenini ve giysilerini temiz tutmak ve dâimâ abdestli bulunmak ve güzel kokular sürünmesi lâzımdır.

Ve melekler nasıl kötü kokulardan ezâ duyarlarsa, pislik böceği de onların tersine olarak, gül kokusu ile rahatsız olur. Oysa gül kokusu, güzel kokulardandır. Bundan dolayı pislik böceği, mâdemki bundan rahatsız oluyor, şu halde gül kokusu, onun indinde güzel koku değildir. Ve ma'nâ ve sûret olarak mizâcı, pislik böceğinin mizâcına benzeyen kimse, hakkı dinlediği zaman, ondan rahatsız olur ve ezâ duyar; ve bâtıl ile mutlu olur. Haktan ezâ duyan ve bâtıldan mutlu olan kimseler hakkında Hak “vellezîne âmenû bil bâtılı ve keferû billâhi” (Ankebût, 29/52) ya'nî "Şunlar ki bâtıla inandılar ve Allah Teâlâ'ya kâfir oldular" buyurdu. Ve onları hüsrân ile vasfederek “ulâike hümül hâsirûn” (Ankebût, 29/52) ya'nî “İşte onlar, (nefîslerine hüsrân ve ziyân eden) hüsranda olanlardır” dedi. Çünkü iyiyi kötüden ayırt edemeyen kimsenin idrâki yoktur.

Tercüme "Benlik müptelâsı olan kimse, gerçeği sahteden ayırt etmez bir şaşkındır. Uyanık ol, her ne kadar o ma'nevî ise de ondan kaç! Neşv ü nemâsı olanla olmayan, onun önünde birdir. O her ne kadar kesin biliyorum diye iddiâ ederse de, şüphe içindedir. Eğer böyle bir kimse, halkın gözünde mutlak zekî ise de, mâdemki onun bu ayırt ediciliği yoktur, o kimse ahmaktır."

Şimdi Resûlullah (s.a.v.)e, her şeyden ancak iyi olan sevdirildi. Oysa vücûtta ancak o vâkı'dir. Ve âlemde bir mizâc mevcût olsun ki, her şeyden ancak iyiyi bulsun ve kötüyü bilmesin, düşünülebilir mi, yoksa düşünülemez mi? Biz, bu olmaz deriz. Çünkü biz kendisinden âlem olan asılda, onu bulmadık ve o Hak'tır. Şimdi biz O'nu kötü görür ve muhabbet eder bulduk. Oysa "kötü", ancak kötü kılınan ve "iyi" ancak sevilen şeydir. Ve âlem Hakk’ın sıfatları üzerinedir. İnsan ise, iki sûret üzerinedir. Bundan dolayı âlemde, her şeyden sâdece bir husûsu idrâk eden bir mizâc bulunmaz. Belki zevk ile ya’nî bizzât hakîkatini yaşayıp idrâk ile kötü ve zevk olmaksızın iyi olduğunu bilmekle berâber, kötüden iyi olanı idrâk eden bir mizâc bulunur. Böyle olunca ondan iyi olanın idrâki, onun kötülüğünü algılamaktan yana onu alıkoyar. Bu az gerçekleşir. Fakat âlemden, ya'nî varlıktan, kötülüğün kaldırılması kesinlikle geçerli değildir. Ve iyide ve kötüde Allâh'ın rahmeti vardır. Ve kötü kendi nefsi indinde iyidir ve iyi olan şey onun indinde kötüdür. Bundan dolayı vücûtta, bir yönle mizâclardan bir mizac hakkında kötü olmayan bir şey yoktur. Ve tersi ile de böyledir (23).

Ya'nî mâdemki vücûtta "iyi" ve "kötü" bağıntıları vardır ve bu iki bağıntının ayrı ayrı erbâbı mevcûttur, şu halde (S.a.v.) Efendimiz'e ancak her şeyden iyi olan sevdirildi. Çünkü (S.a.v) Efendimiz’in rûh olarak ve madde beden olarak, iyi oluşu yönüyle, vücûtta olan bu iki bağıntıdan ancak iyiye muhabbet edeceği tabîîdir. Esâsen iyi ve kötü bağıntıları varlıksal ayn’lara bağlanışı yönüyle, mutlak vücûdun bu kesîf mertebesinden bakış kaldırılıp, hakîkate döndürüldüğünde, bu bağıntılar ortadan kalkar. Bundan dolayı bu bağıntılar kesîflik âleminde sâbittir. Ve bu âlemden kötülük bağıntısı kalkamaz.

Eğer sorulursa ki, âlemde, her şeyde iyiden başka bir şey görmeyen ve kötü nedir bilmeyen bir mizâc düşünülebilir mi, düşünülemez mi? Biz cevâben deriz ki, böyle bir mizâc düşünülemez. Çünkü âlem kendisinden açığa çıkan asılda, ya'nî Hak'ta, biz onu görmedik. Bundan dolayı biz Hakk'ı, kötü görür ve muhabbet eder bir halde bulduk. Fakat Hakk'ın kötü görmesi ve muhabbet etmesi toplayıcılık makâmına göre değil, belki görünme yerleri hakkındadır. Çünkü Hak, her bir şeyin vücûduna muhabbet edip, onu irâde buyurmuş ve vücûda getirmiştir. Burada vücûda getirme, iyi ve kötüyü içine almaktadır.

Ve kötü görme ise âleme mensûp sıfatlardandır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur “ve men yuşâkıkıllâhe ve resûlehu…” ya’nî “Kim Allah’a ve Resûl’üne karşı gelirse…” (Enfâl, 8/13) ve “Allâhu yestehziu bihim” ya’nî “Allah da onlarla alay eder” (Bakara, 2/15) ve “Ve mekerû ve mekarallâhu” ya’nî “Ve onlar hîle yaptılar. Allah da (onlara) hîle yaptı” (Âl-i İmrân, 3/54) ve "karşı gelme" ve "alay" ve "hîle" bu kesîflik âleminde ortaya çıkan işlerdendir; ve Hak bunları kötü görür.

Ve aynı şekilde Hak muhabbet eder. Nitekim buyurur: “Vallâhu yuhibbül muhsinîn” ya’nî “Ve Allah ihsân edenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/134) ve “innallâhe yuhibbül mütevekkilîn” ya’nî “Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/159) ve “innallâhe yuhibbül müttekîn” ya’nî “Muhakkak Allah sakınanları sever” (Tevbe, 9/4). Ve "ihsân" ve "tevekkül" ve "sakınma" aynı şekilde bu âlemde ortaya çıkan sıfatlardandır.

Oysa kötü olan şey, ancak kötü kılınan ve iyi olan şey de, ancak sevilen şeydir. Bundan dolayı âlemde mevcût olan sıfatlardan ba'zıları kötü ve ba'zıları iyidir. Ve kötü ba'zı mizâca göre iyi ve iyi de ba'zı mizâca göre kötüdür. Ve âlem Hakk'ın sıfatları üzerinedir. Hak bütün işleri toplamış olduğu gibi âlem de toplanmıştır. İnsan ise Hakk'ın ve âlemin sûreti üzerine mahlûktur. Hakk'ın sûreti üzerine olması dolayısıyla bütün ilâhî sıfatların görünme yeridir. Ve âlemin sûreti üzerine olması dolayısıyla da kötüyü ve iyiyi toplamıştır.

Bundan dolayı âlemde her şeyden sâdece bir husûsu, ya'nî yâ tam olarak iyiyi veyâhut tam olarak kötüyü idrâk eden bir mizâc bulunmaz. Belki âlemde, kötü olan şeyden, iyiyi idrâk eden veyâhut bir şeyin kötü olduğunu bilmekle berâber o şeyin zevk ile ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak kötü ve zevk olmaksızın iyi olduğunu idrâk eden bir mizâc bulunur. Şu halde kötü olan şeyden iyiyi idrâk eden mizâc, o şeyin kötülüğü ile meşgûl olmaz. İyinin idrâki, o şeyin kötülüğü idrâk etmekten o mizâcı alıkoyar.

Örneğin yenilmesi zararlı ve görünüşü güzel olan bir bitki, zevk ile ya’nî yemekle kötüdür ve zevkin olmayışı ile ya’nî yememekle iyidir. Onun güzl görünüşü ile zihin meşgûl olduğu zaman, kötülüğünü idrâk ile meşgûl değildir. Nitekim şeyhlerden bir mübârek zât mürîdleriyle berâber giderken yolda bir leş görürler. Cenâb-ı şeyh "Şu hayvanın ne kadar beyâz ve güzel inci gibi dişleri vardır" buyurur. Oysa leş kötüdür. Cenâb-ı şeyh bu kötüde iyiyi idrâk etmiştir. Fakat bu mizâc âlemde az gerçekleşir. Çünkü mizâcın bütünsel kısmı tabîata uygun gelmeyen şeyi kötü ve uygun gelen şeyi iyi görür.

Ve örneğin yılan kötü bir hayvandır. Bununla berâber ba'zılarının cildi o kadar güzel bir renge sâhiptir ki, onun kötülüğünden bakış kaldırılırsa, tam bir zevk ile seyredilir. Fakat o hayvandan zarar görmeksizin onun cildinin güzelliğini seyredebilecek mizâc nâdirdir.

Bu îzâhlardan anlaşılıyor ki varlıktan ya'nî âlemden, kötülüğün bütünüyle kaldırılması geçerli değildir. Çünkü mizâclar muhteliftir. Birine uygun gelen şey, diğerine uygun gelmez. Ve uygun olan iyi ve uygun olmayan kötü olunca, elbette âlemden kötülüğün kaldırılması mümkün olmaz.

Ve kötü ve iyi olan şeylerde Allah'ın rahmeti sirâyet etmiştir. Çünkü her iki bağıntı da varlık âleminde mevcût olmuştur. Ve her mevcût olan şey ise, kendisine rahmet edilendir. Ve kötü kendi nefsi indinde iyidir. Ve iyi olan şey, o kötünün indinde kötüdür.

Örneğin insanın tükürüğü insana göre iyidir ve yılana göre zehir olduğundan onun indinde kötüdür. Ve aynı şekilde yılanın zehri, ona göre hayât sebebidir; fakat insana göre hayâtın kesilmesidir. Şu halde vücûtta, mizâclardan bir mizâc hakkında, bir yön ile kötü ve bir yön ile iyi olmayan bir şey yoktur. Böyle olunca varlıkta mutlak kötü ile mutlak iyi düşünülebilir değildir.

Ve kendisi ile ferdiyyet kâmil olan üçüncüye gelince, "namaz"dır. Bundan dolayı "Benim gözümün nûru namazda kılındı" buyurdu. Çünkü o müşâhededir. Bu da Allah ile kulu arasında söyleşmektir. Nitekim “Fezkurûnî ezkürküm” ya’nî (Bakara, 2/152) ya'nî "Beni zikrediniz, tâ ki ben de sizi zikredeyim" buyurdu. Ve o, Allah ile kulu arasında yarı yarıya bölünmüş ibâdettir. Bundan dolayı onun yarısı Allâh'a ve yarısı kula mahsûstur. Nitekim güvenilir hadîste Allah Teâlâ'dan ulaştı. Hakîkatte Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ben namazı benim ile kulum arasında yarı yarıya taksîm ettim. Şimdi onun yarısı bana ve yarısı kuluma mahsûstur. Ve kulum için talep ettiği şey hâsıl olmuştur.” Kul "Bismillâhi'r-rahmâni’r-rahîm" der. Allah Teâlâ "Kulum beni zikretti" der. Kul "El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin" der Allah Teâlâ "Kulum bana hamd etti" der. Kul "Er-rahmâni'r-rahim" der. Allah Teâlâ "Kulum benim üzerime senâ etti" der. Kul "Mâliki yevmi'd-dîn" (Fâtiha 1/1-4) der. Allah Teâlâ "Kulum beni yüceltti; kulum işini bana bıraktı" der. Şimdi bu yarımın hepsi, Allah Teâlâ'ya âittir. Daha sonra kul "İyyâke na'büdü ve iyâke nesta'în" der. Allah Teâlâ "Bu, benim ile kulum arasındadır ve kulum için talep ettiği şey hâsıl olmuştur" der. Bundan dolayı bu âyette iştirâk gerçekleşti. Kul "İhdina's-sırâtâ'l-müstakîm, sırâta'l-lezîne en'amte aleyhim gayri'l-mağdûbi aleyhim ve le'd-dâllîn" (Fâtiha, 1/5-7) der. Allah Teâlâ buyurur ki: "Bunlar kuluma mahsustur ve kulum için talep ettiği şey hâsıl olmuştur. Şimdi ilk yarımı, Allah Teâlâ kendisi için hâlis kıldığı gibi, bunları da kulu için hâlis kıldı. Böyle olunca "El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn" okumanın zorunluluğu, bundan bilindi. Şu halde kim ki onu okumadı, Allah ile kulu arasında bölünmüş olan namazı edâ etmedi (24).

Ya'nî “Dünyânızdan bana üç şey sevdirildi;….” hadîs-i şerîfinde, (S.a.v.) Efendimiz üçlü ferdiyyeti namaz ile tamamladı. Çünkü onların hakîkati, Hak tarafından "zât", "irâde" ve "söz" ve kendi tarafından da "şey oluş" ve "Kûn-Ol! Sözünü işitme" ve "emre uymak"tan ibâret olarak ilk ferdiyyet olan üçlü ferdiyyeti verdiği için, vücûdun aslı olan muhabbet husûsunda "Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi" buyurup üçlü ferrdiyyeti, bu sevdirilen üç şeyin birisi olan namazın zikri ile tamamladı.

Ve gözünün nûrunun namazda kılındığını beyân etti. Çünkü namaz müşâhededir. Ve kişi sevdiğini görmekle karîrü'l-ayn ya’nî mutlu olur. Nitekim bir kişi sevdiğini gördüğü zaman "Seni görmekle karîrü'l-ayn oldum" der. Ve namazın müşâhede olmasının îzâhı budur ki: Namaz Allah ile kul arasında söyleşmedir. Nitekim Hak Teâlâ "Beni zikrediniz, tâ ki ben de sizi zikredeyim" (Bakara, 2/52) buyurur. "Ben, Ben'i zikreden kimsenin arkadaşıyım" hadîs-i kudsîsi gereğince, Hak kendisini zikreden kulun arkadaşı ya’nî birlikte oturanı olur. Ve birlikte oturucu olan ise elbette görülür.

Ve namaz Allah ile kul arasında iki yarım üzerine taksîm olunmuş ibâdettir. Bu ibâdetin yarısı Allâh'a ve yarısı kula mahsûstur. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur ki, metinde açıklanmıştır. Ve bu güvenilir hadîsten anlaşılır ki, besmele-i şerîfe Fâtiha'nın parçasıdır. Bundan dolayı Fâtiha'yı besmelesiz okuyan kimse, Fâtiha'yı noksan okumuş olur. Ve "Namaz ancak Fâtiha-i Kitâb iledir" hadîs-i şerîfi gereğince Fâtiha-i şerîfe namazın en büyük parçasıdır.

Şimdi Fâtiha'nın Hakk'a mahsûs olan âyetleri besmeleden "Mâliki yevmi'd-dîn"e kadardır. "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta’în" âyeti iki tarafı toplayan berzahtır. Çünkü "İyyâke na'büdü" kul tarafından Hakk'a ibâdeti ve Hak tarafından da kula ma'bûd oluşu toplamıştır. "Ve iyyâke nesta’în" sözü de kul tarafından Hak'tan istemeyi ve Hak tarafından da kula yardımı içinde bulundurmaktadır. Ve "İhdinâ"dan "Ve le'd-dâllin"e kadar kula mahsûstur. Şimdi Fâtiha’yı okumamış olan kimse Allah ile kulu arasında yarı yarıya ayrılmış olan namazı edâ etmemiş olur.

Ve namaz karşılıklı söyleşmek olduğunda, o zikirdir. Ve Hakk'ı zikreden kimse, muhakkak Hak ile birlikte oturan olur ve Hak onun birlikte oturanı olur. Çünkü ilâhî haberde doğrulandı ki, muhakkak Hak Teâlâ "Ben beni zikreden kimsenin birlikte oturanıyım" dedi. Ve bir kimse görüş sâhibi olduğu halde, zikrettiği kimseye birlikte oturan olsa, kendi arkadaşını müşâhede eder. İşte müşâhede ve rü'yet ya’nî görmek budur. Bundan dolayı eğer görüş sâhibi olmazsa, müşâhede edemez. Böyle olunca namaz kılan kimse bu namazda, bu rü'yet ile Hakk'ı müşâhede eder mi, yoksa etmez mi? Kendi mertebesini buradan bilir. Eğer onu müşâhede etmezse, onu görür gibi, îmân ile ibâdet etsin. Bundan dolayı söylemi esnâsında kıblesinde onu hayâl etsin. Ve kulağını, Hakk'ın onun üzerine onunla döndürdüğü şeye versin (25).

Ya'nî namaz, Hak ile kul arasında söyleşmek olduğunda, o namaz zikirdir. Ve her kim Hakk'ı zikrederse, o kimse, Hakk'ın birlikte oturanı olur; ve Hak da onunla berâber oturur. Çünkü bize sıhhat ile ulaşan hadis-i kudsîde, Hak Teâlâ hazretleri: "Ben beni zikreden kimsenin birlikte oturanıyım" buyurdu. Ve görüş sâhibi olan kimse, zikrettiği kimse ile berâber otursa, kendinin arkadaşını müşâhede eder. Çünkü bir kimsenin arkadaşı olan kimse hâzırdır, gâib değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ zikredenin müşâhede edilenidir.

Ve zikredenin bu müşâhedesi, maddî sûretlerin müşâhedesi gibi hissî değildir, belki zevkîdir. Ve Hakk'ın zevk olarak müşâhedesi, ancak insana mahsûs olan bir husûstur. Şu halde Hakk'ı zevkan müşâhedenin mahalli olan bu insânî oluşumun değerini zikri esnâsında Hakk'ı müşâhede eden ârif bilir. Bu bahsin ayrıntıları Yûnus Fassı'nda geçti. İşte namazda müşâhede ve rü'yet budur.

Bundan dolayı Hakk'ı zikreden kimse, görüş sâhibi değilse, kendinin birlikte oturanı olan Hakk'ı müşâhede edemez. Ve bu şekilde de namazda göz nûru sâhibi olmaz. Şimdi namaz kılan kimse, bu kıldığı namazda ta'rîf edilen görme ile Hakk'ı müşâhede ediyor mu, yoksa etmiyor mu? Kendisinin mertebesini buradan anlar. Eğer namaz kılan bu ta'rîf olunan görmeyle Hakk'ı müşâhede etmiyorsa, Hakk'ı görüyormuş gibi hayâl ederek gaybî îmân ile ibâdet etmelidir. Şu halde böyle bir kimse namaz kılarken, kıblesinde Hakk'ı farz edelim renksiz heryeri sarmış bir nûr sûretinde hayâl etsin ve desin ki: "İşte ben, kıblemde hâzır olan Hakk'ın huzûrunda bulunuyorum. Ve ben besmele-i şerîfe ile Fâtiha'yı okurken hâzı olan Hak, yukarıda bahsedilen hadîs-i şerîfte beyân olunan cevaplarla karşılık buyuruyor."

İşte bu namaz kılan böyle demekle berâber kıblesinde hayâl ettiği renksiz nûr sûretinden kendisine hitâp olunan cevaplara kulağını versin.

Şimdi kendine hâs âlemine ve kendisi ile berâber namaz kılan meleklere imâm olacak olursa ki, güvenilir hadîste ulaşmış olduğu şekilde, muhakkak her namaz kılan hiç şüphesiz imâmdır. Çünkü melekler kulun arkasında namaz kılar. Şu halde muhakkak, namazda onun için resûl rütbesi hâsıl olur. O da, Allah Teâlâ'dan vekîlliktir. "Semi'allâhü li-men hamideh" dediği zaman, kendi nefsine ve arkasındaki meleklere, Allah Teâlâ'nın işitici olduğunu, haber eder. Şimdi melekler ve onunla berâber hâzır olanlar "Rabbenâ ve leke'l-hamd" derler. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ kulunun lisânı üzere "Semi' Allâhü li-men hamideh" buyurdu. Bundan dolayı namazın rütbesinin yüceliğine ve sâhibini nereye ulaştırdığına dikkât et! Böyle olunca namazda görme derecesini tahsîl etmeyen kimse, onun gâyesine ulaşmadı. Ve onun için, onda göz nûru hâsıl olmadı. Çünkü kendisine söyleyişte bulunduğu kimseyi görmedi. Şimdi namazda Hakk'ın onun üzerine çevirdiği şeyi işitmeyecek olursa, o kimse kulağını veren sınıftan değildir. Ve işitmez ve görmez olmasıyla berâber namazda Rabb'i ile hâzır olmayan kimse, aslâ namaz kılıcı değildir. Ve o kimse görücü olduğu halde, kulak veren sınıftan değildir (26).

Ya'nî tek başına namaz kılan kimse kalb ve rûh ve sır ve hafî ve ahfâ gibi ma'nevî kuvvetleri ve cisim ve a'zâ ve el, ayak gibi hissî kuvvetleri efrâdının tamâmından ibâret olan kendi hâs âlemine ve kendisi ile berâber arkasında namaz kılan meleklere imâm olacak olursa, o namaz kılan için, muhakkak namazda resûl rütbesi hâsıl olur. Ve resûl rütbesi ise Allah Teâlâ'dân vekîlliktir. Çünkü güvenilir hadîste ulaşmıştır ki: Tek başına namaz kılan kimse şüphesiz imâmdır. Çünkü onun arkasında melekler o kimseye uyup namaz kılarlar. Ve bu melekler o kula vekîl kılınmış olan melâike-i kirâmdır. Bundan dolayı kul zâhirde tek başına namaz kılıyor görünür ise de, bâtında kendi zâhir ve bâtın kuvvetlerinden ibâret olan hâs âlemine ve kendisine vekîl kılınmış olan meleklere imâmdır.

Şimdi gerek tek başına namaz kılıp bâtında kendi hâs âlemine ve meleklere imâm olan ve gerek zâhirde kendi gibi birtakım insanlara imâm olan kimse için resûl rütbesi hâsıl olur. Çünkü insanlara imâmlık yapmak Resûl (a.s.)’ın mertebelerindendir. Ve resûl rütbesi ise Allah Teâlâ'dan vekîlliktir. Çünkü "imâmlık" Allâh’ın kullarının hukûkuyla kıyâmdır ve Allâh’ın kullarının hukûkuyla kıyâm ise, Hakk'ın işlerindendir. Şu halde imâm, Allâh’ın halîfesi olur. Ve o kimse "Semi' allâhû li-men hamideh" dediği zaman, eğer tek başına kılıyorsa kendi nefsine ve kendisiyle berâber namaz kılan meleklere; ve zâhirde beşer cemâatine imâm ise insanlara, hamd eden kimsenin hamdini Allâh'ın işitmekte olduğunu haber verir.

Şimdi imâmın,Allâh’ın halîfesi oluşu yönüyle "Semi' allâhü li-men hamideh" diyen Allah'tır. Şu kadar ki, bu sözü kulunun lisânı üzere söylemiş olur. Bundan dolayı o kimseye uyan melekler cemâati veyâhut beşer cemâati Hak Teâlâ'nın kulunun lisânı ile söylediği bu söze cevâben "Rabbenâ ve leke'l hamd," ya'nî "Ey bizim Rabbimiz, bizim hamdimiz sana mahsûstur" derler. Böyle olunca namazın mertebesinin yüksekliğine ve namaz kılan kimseyi nereye ulaştırdığına dikkât et! Ya'nî namaz, sâhibini Allah Teâlâ'nın halîfesi ve vekîli olmak mertebesine kadar ulaştırır. Şu halde namazda Hakk’ı görme derecesini tahsîl etmeyen kimse namazın gâyesi olan vekîllik rütbesine ulaşmadı. Ve o kimse için namazda göz nûru hâsıl olmadı. Çünkü söyleştiği Hakk'ı müşâhede etmedi.

Şimdi gerek Hakk'ı zevkan müşâhede edip Hakk'ın yukarıda anlatılan cevaplarını rûh kulağı ile işitmeyecek olursa veyâhut bu mertebeye ulaşmayıp da, Hakk'ı kıblesinde hayâl ederek, o hayâl ettiği görünme yerinden kendisine hitâp olunan o cevaplara kulağını vermeyecek olursa, o kimse namazda ilâhî hitapları işiten sınıftan değildir. Ve ta'rîf edildiği şekilde Hakk'ı müşâhede etmez ve onun cevaplarını işitmez olmakla berâber, namazda ilâhî huzûrda durduğunun farkında olmayan ve aklı fikri ticâretinde ve diğer dünyevî işlerinde olan kimse aslâ namaz kılıcı değildir. Böyle bir kimse ne Hakk'ı müşâhede edicidir ve ne de Hakk'ın hitâplarını işiten sınıftandır. Onun kıldığı bu zâhirî namaz ancak kendisi için dünyâda müslümanların nâil olduğu birtakım hukûkun kazanılmasına sebep olur. Bu dünyevî hukûk dahi kendi vücûdu gibi çabuk geçer gider. Uhrevî hayatta bu namazın faydasını göremez.

Bilinsin ki, Hakk'ı namazda zevkan müşâhede, Hak hakkında kendilerine mahsûs bir inanış sâhibi olmayan kâmillere mahsûstur. Bu saâdet sofrası zâtlar namazda durdukları zaman kendilerinden geçerler. Ne kendilerinden ve ne de dünyâ ve içindekilerden haberleri olmaz. Nitekim İmâm-ı Ali (k.A.v.) efendimizin ayaklarına saplanan bir oku namazda çıkardıkları halde haberi olmamıştır. Onların zâhir lisânlarından söyleyici olan Hak olduğu gibi çevrilen cevapları işiten dahi yine Hak olur. Bu mertebede işiten, işitilen ve işitme; ve gören, görülen ve görme bir şey' olur. Aslâ ikilik payı yoktur. Şu halde onların namazı zâhirlerinin bâtınlarına ibâdetinden ibâret olur. Ve bunlara bakarak Hak ile kul arasında namazın taksîm edilmesi Hakk'ın zâhiri ve bâtını i'tibârı ile olan bir taksimden ibârettir. Ammâ bunların altında olan kerem sâhibi zâtlarda henüz ikilik payı bulunduğundan onların görmesi ve işitmesi ve müşâhedesi îmân kuvveti ve yakîn ile olur. Ve Hakk'ın onlara olan tecellîleri, sûrî tecellîler türünden olur. Ve bunlara bakarak kendisi ile kulu arasında namazı taksîm eden Hak, kişilerin kendilerine mahsûs inanışlarında olan ilâhtır, mutlak ilâh değildir. Bununla berâber yukarıda bahsedilen kâmiller kendilerinin altında olan mertebeleri de toplamıştır.

Ve devâm ettikçe, tasarruftan men' eden, namazdan başka bir ibâdet yoktur. Ve namazda olan Allah zikri, namazın içine aldığı sözlerden ve fiillerden olan şeyden en büyüğüdür. Ve muhakkak biz kâmil bir kişinin namazdaki sıfatını Fütûhât-ı Mekkiyye'de zikrettik ki nasıl olur. Çünkü Allah Teâlâ “innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munkeri” (Ankebût, 29/45) ya'nî "Namaz büyük günâhlardan ve inkârdan nehyeder" buyurur. Çünkü Hak Teâlâ, namazda oldukça bu ibâdetin dışında tasarruf etmemeyi namaz kılan için şerîat hükmü olarak bildirdi. Ve ona "Mûsâllî ya’nî namazı edâ eden" denir. Ve Allâh'ın zikri (ya'nî namazda) daha büyüktür. Ya'nî Allah Teâlâ'dan kulu için onun talebinde, ona îcâbet ettiğinde ve onun üzerine senâsında olan zikir, namazda kulun Rabb'ini zikrinden daha büyüktür. Çünkü Kibriyâ Allah'a mahsûstur. Ve bundan dolayı “vallâhu ya’lemu mâ tasneûn” ya’nî “Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir” (Ankebût, 29/45) dedi. Ve “ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun” ya’nî “Müşâhede edici olduğu halde kulak veren kimse” (Kâf, 50/37) buyurdu. Ve kulun gelen hitâba kulak vermesi Allah'ın namazda onu zikrindendir (27).

Ya'nî namaza benzeyen hiçbir ibâdet yoktur. Çünkü nâmaz kılan kimse, namazdan başka hiç bir şeyle meşgûl olamaz. Namaz onu tasarrûftan men'eder. Fakat başka ibâdetler böyle değildir. Örneğin oruç tutan kimse bir şey satın alabilir. O zaman ona "müşterî" ismi verilebilir. Ve aynı şekilde bir şey satabilir. O vakit kendisine "satıcı"' ismi verilmesi de mümkündür. Aynı şekilde hac eden kimse de böyledir. Fakat namaz kılan kimse bunların hiç birisini yapamaz. Onun için o kimseye ancak "Mûsâllî ya’nî namaz kılan" denilir. Satıcı, müşterî, vuran, yürüyen vb... gibi isimlerle isimlendirilemez. Çünkü Hak Teâlâ, namaz içinde, namazın dışında olan sözlerde ve fiillerde tasarruf etmemeyi namaz kılan için şerîat hükmü olarak bildirdi.

Ve namazda olan Allah zikri, namazın içine aldığı sözlerin ve fiillerin en büyüğü, kalb ile dile mensûp olan Allah zikridir. Eğer namaz kılanın kalbi başka şeyle meşgûl olup, yalnız dili zikredici olursa; Hak yalnız dilinin arkadaşı olur, kalbinin arkadaşı olmaz. Ve eğer namazda dili başka söz söylerse şerîat hükmüne göre namazı bozuk olur. Çünkü ne dil olarak ne de kalb olarak Hakk'ı zikredici olmadı. Oysa namaz zikirdir. Bundan dolayı böyle bir kimsenin hâli, namazdan kastedilen gâyeye aykırıdır. Ve kâmil bir kimsenin namazdaki sıfatının nasıl olduğu Fütûhât-ı Mekkiyye'nin (69)uncu bölümün فصل بل وصل القرائة في الصلاة و ما يقرأ به من القرآن فيها unvanlı bahsinde beyân olunduğu gibi namazla ilgili diğer bilgiler de (90)ıncı bölümünde zikredilmiştir.

İşte namaz söyleşme ve zikir olduğu için ve Hak zikredenin birlikte oturanı bulunduğu için Hak celle ve alâ hazretleri "Namaz büyük günâhlardan ve inkârdan nehyeder" (Ankebût, 29/45) buyurdu. Ve Allah'ın namazda zikri daha büyüktür. Ya'nî kul namazda Fâtiha-i şerîfeyi okuduğu ve Hak'tan talep ettiğinde ve Hakk'ın da o kula îcâbet buyurduğu esnâda, Allah Teâlâ tarafından kulu için olan zikir, namazda kulun Rabb'ini zikretmesinden daha büyüktür. Çünkü "kibriyâ "Allah'a mahsûstur. Ya'nî kul namazda besmele ile Fâtiha’yı okuyarak Rabb'ini zikreder. Ve yukarıdaki hadîs-i şerîfte îzâh edildiği şekilde, Hak dahi kulunu zikreder. Kibriyâ, Hakk'a ve zillet kula mahsûs olduğundan, bu iki zikirden elbette Hakk'ın kulunu zikretmesi daha büyüktür. Ve namazda Allah'ın zikri daha büyük olduğu için Hak Teâlâ: "Allah Teâlâ sizin işlediğiniz şeyi bilir" (Ankebût, 29/45) buyurdu. Ya'nî müşâhede mertebesinde kulun zâtı, Hakk’ın zâtı ve kulun sıfatları da, Hakk'ın sıfatlarıdır. Bundan dolayı kalb sâhiplerinin ilmini Hak Teâlâ kendi ilmi mertebesinde tuttu. Ve onun müşâhede mertebesinde ilâhî hitâpları işittiğini beyânen “ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun” (Kâf, 50/37) ya'nî "Müşâhede edici olduğu halde o kimse kulak verdi" buyurdu. Ve kulun namazda ilâhî cevâplara kulak vermesi Allah'ın onu namazda zikretmesindendir.

Nitekim Mesnevî-i Şerîf'te geçmektedir ki: Bir kimse çok ibâdet ederdi. Şeytan onun nezdine gelip ona dedi ki: Sen bu kadar ibâdet ediyorsun. Hak Teâlâ tarafından sana "Lebbeyk" hitâbı geldi mi? O kimse: Hayır, diye cevap verdi. Şeytan: O halde niçin sana cevap vermeyen bir ma'bûda ibâdet edip duruyorsun" dedi. O kimse de ibâdeti terk etti. Hak Teâlâ Hızır (a.s.)ı ona gönderip onun lisânı ile o kimseye: Niçin bizim ibâdetimizi terk ettin? buyurdu. O kimse de “Bu kadar ibâdet ettiğim halde bir kere olsun "Lebbeyk" hitâbına nâil olmadım,” dedi. Cenâb-ı Hızır buyurdu ki: Her vakit sana cevap geliyor. Fakat sen anlayamıyorsun, buyurdu. Mesnevî:

Tercüme: "Senin "Allah, Allah" demen, bizim sana "Lebbeyk" ile îcâbetimizdir. Bütün bu senin yanıp yakılman bizim peykimizdir. "

Sonuç olarak kulun Hakk'ı zikri, Hakk'ın kulu zikrindendir.

Ve bundandır ki muhakkak vücûd, idrâk edilebilir hareketten olduğunda, âlemi yokluktan varlığa nakletti. Namaz hareketlerin hepsini içine aldı. O da üçtür: Biri dikey harekettir. O da namaz kılanın kıyâm hâlidir. Ve biri yatay harekettir. O da namaz kılanın rükû' hâlidir. Ve biri başaşağı olan harekettir. O da onun secde hâlidir. Şimdi insanın hareketi dikeydir ve hayvanın hareketi yataydır ve bitkilerin hareketi başaşağıdır. Oysa ma’denlerin kendi zatından hareketi yoktur. Bundan dolayı taş, hareket ettiğinde kendi dışında bir şey ile hareket eder (28)

Ya'nî namazın içinde bulundurduğu sırlardandır ki, o sırlar sebebiyle namaz, (S.a.v.) Efendimiz'e sevdirilmiştir. O sırlar da budur ki: “Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmekliğime muhabbet ettim, âlemleri hálk ettim” hadîs-i kudsîsinde beyân buyrulduğu üzere âlemin izâfi vücûdu ilâhî muhabbetten ibâret olan Hakk'ın idrâk edilebilir hareketinden olduğu zaman, o hareket âlemi izâfî yokluk olan ilmî ayn’lar mertebesinden izâfî vücûd mertebesine nakletti. Ve bu idrâk edilebilir hareket dahi üç yön ile oldu:

Birisi var edilmişlerden ibâret olan süflî âlemin vücûda getirilmesi için olup yukarıdan aşağıyadır. Ve bu hareket, başaşağı olan harekettir. Çünkü başaşağıya olmuştur.

Diğeri ilâhî isimler için olan dikey harekettir ki aşağıdan yukarıyadır. Çünkü süflî âlemin vücûdu olmadıkça ilâhî isimler açığa çıkmaz.

Üçüncüsü başaşağı hareket ile dikey hareket arasında olan yatay harekettir ki, bu da insânî âlemin vücûda getirilmesi için olan harekettir. Çünkü insanın oluşumu süflî âlem ile isimsel âlem arasındadır.

Ve namaz bu üç hareketi toplamıştır. Şöyle ki namaz kılanın namazda kıyam hâli dikey hareket ve rükû' hâli yatay hareket ve secde hâli de başaşağı harekettir. Ve bu hareketlerden her birisi süflî âlemde mevcût olan bir tür mahlûkun zâtî hareketidir ki, bunlardan insanın hareketi dikey ve hayvanın hareketi yatay, ve bitkilerin hareketi başaşağıdır. Ma’denlerin kendi zâtından bir hareketi olmadığı için ona bu hareketlerden birinin bağlanması mümkün değildir. Örneğin bir taş hareket ettiği zaman, onu mutlaka bir hareket ettirici hareket ettirir.

Ve onun "Benim gözümün nûru namazda kılındı" sözüne gelince, kılmayı kendi nefsine bağlamadı. Çünkü Hakk'ın namaz kılana olan tecellîsi, namaz kılana değil, ancak O'na dönüktür. Çünkü bu sıfatı kendi nefsinden zikretmese idi, elbette ondan ona tecellîsiz olarak, ona sâdece namaz ile emrederdi. Şimdi bu, ondan lütuf yoluyla olduğunda, müşâhede de lütuf yoluyla olur. Böyle olunca "Benim gözümün nûru namazda kılındı" dedi. Oysa namaz, ancak mahbûbun müşâhedesidir ki, muhabbet edenin gözü, "istikrâr"dan türemiş olarak, onunla "karâr" eder. Bundan dolayı göz onun görüşünde "karar kılmış" olur. Şu halde onunla berâber, bir şeyde ve bir şeyin dışında onun gayrı olan bir şeye bakmaz. Ve işte bundan dolayı Hak Teâlâ namazda başka şeylerle ilgilenmeyi yasakladı. Çünkü başka şeylere ilgi, kulun namazından şeytanın kaptığı bir şeydir. Bundan dolayı onu mahbûbunun müşâhedesinden mahrûm eder. Belki eğer Hak, bu başka şeylerle ilgilenenin mahbûbu olsaydı, namazında vechi ile kıblesinin dışında bir şeye ilgi göstermezdi. Oysa insan, bu hâs ibâdette bu mesabede midir, yoksa değil midir? Kendi nefsinde hâlini bilir. Çünkü insan nefsine basîret üzeredir. Ve eğer onun ma'zeretlerini aktarsa bile, o kendi nefsinde doğruyla yanlışı bilir. Çünkü bir şey, kendi hâlini bilmez değildir. Çünkü onun için kendi hâli zevkîdir ya’nî bizzat yaşantıdır (29).

Ya’nî Resûlûllah (s.a.v.) Efendimiz “Bana dünyânızdan üç şey sevdirildi…” hadîs-i şerifînde “sevdirildi” kipini mechûl olarak söyleyip üç şeyin kendisine cenâb-ı Hak'tan sevdirildiğini beyân eylediği gibi “kılındı” kipini de aynı şekilde mechûl olarak söyleyip namazda olan göz nûrunun kendi tarafından değil, Hak tarafından kılındığını beyân buyurdu. Ve kılmayı kendine bağlamadı. Çünkü Hakk'ın namaz kılana olan tecellîsi, namaz kılanın yapmasıyla değil, belki Hak tarafından olmuştur. Namaz kılana âit olan şey, ancak Hakk'ın tecellîsini kabûle isti'dâdının olmasından ibârettir. Nitekim bir kimse karşısında bulunan aynaya tecellî etse, onda görülen sûret ayna tarafından değildir belki bakan tarafındandır. Ayna tarafından olan şey, kendisine aksedeni kabûle isti'dâdının olmasından ibârettir. Çünkü kesîf bir duvara karşı duran kimsenin sûreti tabi'ki o duvara yansımaz; çünkü duvarda bu isti'dâd yoktur.

Böyle olunca Hakk'ın müşâhedesi ve tecellîsi, Hakk'a dönüktür, kulun yaptığı bir şey değildir. Ve Hakk'ın namaz kılana olan tecellîsinin, Hakk'a dönük olduğunun delîli budur ki: Hak Teâlâ bu sıfatı, ya'nî namazda kendi tarafından tecellî ve müşâhede olmasını kendi nefsinden zikretti. Çünkü Resûl (a.s.)’a Hak tarafından: "Ben senin gözünün nûrunu namazda kıldım" hitâbı şerefle ulaşmasaydı, (S.a.v.) Efendimiz, kılmayı Hakk'a isnâd ederek "Benim gözümün nûru namazda kılındı" buyurmaz idi. Bundan dolayı namaz kılana olan Hakk'ın tecellîsi Hak tarafından olmasa idi, Hak Teâlâ bu sıfatı kendi nefsinden zikretmez ve elbette Hak'tan namaz kılana tecellî olmaksızın, sâdece namaz ile emrederdi. Ve bu şekilde de kul, Hakk'ın tecellîsine ve müşahedesine nâil olmaksızın namazı edâ eder ve namazda kendisi için göz nûru hâsıl olmaz idi.

Şimdi Hakk'ın tecellîsi, Hak tarafından lütuf ve ihsân yoluyla olduğu zaman, namazda olan müşâhede de, lütuf ve ihsân yoluyla olur. İşte (S.a.v.) Efendimiz gerek tecellînin ve gerek müşâhedenin lütuf ve ihsân yoluyla olmasına işâreten “Gözümün nûru namazda kılındı” buyurdu. Yoksa "Namazda gözümün nûrunu ben kıldım" veyâhut "Hak Teâlâ vâcip oluş yoluyla kıldı" demedi. Ve namaz ise ancak mahbûbun müşâhedesinden ibârettir ki; müşâhede esnâsında da muhabbet edenin gözü, mahbûbunun cemâlinde karâr eder. Ve "kurretü'l-ayn ya’nî göz nûru" "istikrâr"dan, ya'nî "karâr"dan türemiştir. Çünkü bir kimse sevdiğini gördüğü zaman, gözü onun cemâlinde dikilir kalır. O seyir lezzetinden mahrûm olmamak için, gözünü başka bir tarafa çevirmez. Bunun için "karîrü’ü-ayn" "mutlu" ma'nâsında kullanılmaktadır. Çünkü her mutlu olan kimse, gözünü kendini mutlu eden şeye diker ve kendine mutluluk veren sevdiğinden başkasına meyletmez. Türkçede "gözü aydın olmak" derler.

Ve Dâvûd-ı Kayseri (k.A.s.) hazretleri “onunla karâr eder” ifâdesinde iki ma'nâ zikrediyor: Birincisi يقَرً "kâf” harfinin üstünlü okunuşuyla "mutluluk": ve ikincisi "kâf” harfinin esreli okunuşuyla "karâr" ma'nâsıdır. "Mutluluk" ma'nâsına olunca, metnin ma'nâsı "Onunla mutlu olur"; ve "karâr" ma'nâsı alındığında "Onunla karâr eder" olur. Kâşânî ve Bosnevî Şerhi'nde de bu îzâhlar vardır.

Şimdi göz mahbûbun görülmesinde karar kılınca, muhabbet eden mahbûb ile berâber bir şeyde ya'nî sûrî görünme yerlerinden bir şeyde, mahbûbun dışında bir şeye bakmaz. Nitekim Mûsâ (a.s.)a ateş sûretinde tecellî edici olmuş idi. Ve aynı şekilde bir şeyin gayrısında ya’nî sûrî olmayan zevkî ve ma’nevî zâtî tecellîler gibi olan bir şeyin dışında mahbûbun gayrına bakmaz. Çünkü göz ma'şûkun cemâlini seyretmede sâbit ve karar kılmış olduğu zaman, ma'şûka mensûp olan başka bir şey bile olsa o seyirden ayrılıp o şeye bakmaz. Eğer bakarsa o seyirden mahrûm kalır. Çünkü göz iki şeyin seyri arasını birleştiremez.

İşte namazda muhabbet edenin gözü mahbûbun müşâhedesinde karar kılmış olduğundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri, namazda kıblenin veyâ secde mahallinin dışında olan yerlerle ilgilenmeyi yasakladı. Çünkü bu mahallerin dışında bir şeye bakmak, kulun namazından şeytanın kaptığı bir şeydir. Ve namaz kılanın bu ilgisi şeytanın kendisine Mûsâllat olmasına fırsat verir. Sebebi şudur ki: Namaz kılan başka bir yere baktığı zaman bakışına birtakım sûretler takılır. Şeytan o sûretlerin kalbine olan te'sîrleri vâsıtasıyla bozuk fikirler aktarır. Örneğin namazda iken gözü gelip geçenlere takıldığında, güzel bir kadın görür. İlâhî huzûrda şeytan o sûret vâsıtasıyla şehevânî hislerini harekete geçirir. Tabi'ki o namaz, namaz olmaz. Bundan dolayı namaz kılanın kendisini şeytan ve nefsin ayartmalarından ve tahrîklerinden korumak için kıblesine veyâ secde yerine bakması zorunludur. Aksi halde onu mahbûbunun müşâhedesinden mahrûm eder. Belki eğer Hak, bu namazda başka mahallere bakan kimsenin mahbûbu olsaydı, namazında zâhir ve kalb yönü ile kıblesinin dışında bir şeyle ilgilenmezdi.

İnsan bu hâs ibâdette ya'nî namazda, bu mesâbede midir, değil midir? Ya'nî Hakk'ı kıblesinde hayâl edip yukarıda îzâh edilen ilâhî hitâpları işitiyor mu, yoksa işitmiyor mu? Kendi nefsinde hâlini bilir. Çünkü insan nefsine basîret üzeredir. Ve onun kendi nefsine ilmi, diğer ilminden daha kuvvetlidir. Gerçi insan şöyle oldu, böyle gitti de bunu yapamadım gibi nefsi tarafından bir takım ma'zeretler gösterirse de, bu ma'zeretlerinde doğru mudur, yoksa yalancı mıdır? Kendi kendine yargılarsa doğruluğuna ve yalancılığına hükmeder. Çünkü hiçbir kimse kendi hâlini bilmez değildir. Çünkü herkesin kendi hâli zevkîdir. Kişi kendi nefsini herkesten daha iyi bilir.

Daha sonra namaz denilen için başka bir taksîm vardır. Çünkü Hak Teâlâ bize kendisine namaz kılmamazı emretti. Ve o bizim üzerimize salât edici olduğunu haber verdi. Şu halde namaz bizden ve Hak'tandır. Şimdi O salât edici olduğu zaman, ancak Âhir ismi ile salât edici olur. Böyle olunca Hak, kulun vücûdundan sonra olur. Ve o kulun kıblesinde düşünsel veyâ taklîdi bakışıyla onu hayâl ettiği Hak'tır. O da kendisine mahsûs inanışındaki ilâhtır. Ve isti'dâdtan o mahall ile kâim olan şey dolayısıyla çeşitli olur. Nitekim ma'rifet-i billâhtan ve âriften sorulduğunda, Cüneyd (rahimehullâh) "Suyun rengi kabının rengidir" dedi. Ve o dosdoğru cevâptır ki, onun üzerine bulunduğu şeyle haber verdi. Şimdi O, bizim üzerimize salât edici olan Allâh'tır. Bundan dolayı biz namaz kıldığımızda bizim için Âhir ismi hâsıl olur. Böyle olunca biz onda tahakkuk etmiş oluruz. Nitekim kendisi için bu isim hâsıl olan kimsenin hâli hakkında biz zikrettik. Şu halde onun indinde hâlimiz dolayısıyla oluruz. Şimdi bize ancak bizim getirdiğimiz sûret ile bakar. Çünkü Mûsâllî (namaz kılan), yarışta birinciden sonrakidir (30).

Ya'nî yukarıda bahsedilen taksimden sonra "namaz" denilen şey için Hâk ile kul arasında başka bir taksîm dahi vardır. Ayrıntısı şudur ki: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de bize kendisi için namaz kılmamızı emrettiği gibi; “Huvellezî yusallî aleyküm ve melâiketühü li yuhriceküm minez zulümâti ilen nûr, ve kâne bil mü’minîne rahîmâ” ya’nî “O ve melekleri ki sizin üzerinize salât eder; karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için; O, mü'minlere Rahîm’dir” (Ahzâb, 33/43) âyet-i kerîmesinde, kendisi de bizim üzerimize salât edici olduğunu beyân etti ve haber verdi. Şu halde, salâtın bir türü bizden Hakk'a ve bir türü de Hak'tan bize dönüktür.

Hak, bize salât edici olduğu zaman, kendisinin "Âhir" ismi ile salât edici olur. Bu i'tibâr ile Hakk'ın zuhûru kulun vücüdundan sonradır. Ya'nî Hak tarafından olan bu sâlât, kulun vücûdundan sonra olur. Nitekim Hakk'ın Gafûr ismi ile tecellîsi, kulun vücûdundan ve ondan günâh çıkmasından sonradır. Demek ki Hak, kulun vücûdundan sonradır. Ve kulun vücûdundan sonra olan Hak, kulun namaz kılarken kıblesinde düşünsel veyâ taklîdi görüşüyle hayâl ettiği Hak'tır.

Ve bu hayâl edilen Hak da, inanışlarda olan ilâhtır. Ya'nî inanışta bulunanın kendince inanışında bulunan Hak'tır. Ve pek tabîîdir ki, inanışta bulunanın inanışında var olan hayâli sûret, o inanışta bulunanın vücûdundan sonra var olur; ve bu inanışlardaki ilâh, inanış sâhibinin isti'dâdı dolayısıla çeşitli olur. Ve isti'dâd onun çeşitlendirildiği mahaldir. Çünkü mutlak Hakk’ın belirli bir sûreti yoktur. Belki zâtı ile mahallin isti'dâdına göre tecellî edicidir. Nitekim ma'rifet-i billâhdan ve âriften sorulduğu zaman, Cüneyd-i Bağdâdi (k.A.s.), hazretleri: "Suyun rengi, kabının rengidir" buyurdu. Ve bu öyle bir doğru cevaptır ki, Hz. Cüneyd hâlin hakîkatini haber verdi. Çünkü su nasıl renksiz ve sûretsiz ise, mutlak zât dahi öylece sûretsiz ve renksizdir. Ve su nasıl bulunduğu kabın renginde görünür ve o kabın şekline girer ise, mutlak zât dahi kab mesâbesinde bulunan görünme yerleri dolayısıyla görünür. Bu ma'nâya işâreten Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) efendimiz buyururlar:

Tercüme: "Ey hacca gitmiş olanlar, neredesiniz, neredesiniz? Ma'şûk buradadır, geliniz, geliniz. Eğer sûretsiz olan ma'şûkun sûretini görüyor iseniz efendi de sizsiniz, hâne de sizsiniz. Ka'be de sizsiniz!"

Sonuç olarak mutlak olan zât bütün vasıflardan ve sûretlerden münezzeh olmakla berâber bütün sûretlerden açığa çıkmaktadır. İşte bundan dolayı inanışta bulunan, cüz'i inanç sâhibi olunca, onun inancı dolayısıyla ona tecellî eder. Ve inanışta olan ilâh hakkındaki ayrıntılar Şuayb Fassı'nda geçti.

Şimdi inanışta bulunanın inancı dolayısıyla kıblesinde hayâl edilmiş olan Allah, bizim üzerimize "salât edici" olan Allah'tır. Bundan dolayı biz Kıble’mizde hayâl ettiğimiz inanışlardaki ilâha karşı namaz kıldığımız zaman, Âhir ismi bizim için hâsıl olur. Ve biz o isimde tahakkuk etmiş oluruz. Çünkü önce Hakk'ı hayâl ettik, daha sonra namaz kıldık. Bu şekilde elbette sonraki oluruz. Nitekim bize salât edici olan inanıştaki ilâhın bu Âhir ismi ile salât edici olduğu yukarıda zikredilmiş idi.

Şu halde biz Hak indinde halimiz dolayısıyla oluruz ve isti'dâdımız dolayısıyla onu ne sûretle hayâl etmiş isek, bize ancak oluşturduğumuz bu sûret ile bakar ve bize o sûretten tecellî edici olur. Çünkü gerek şehâdet âleminde ve gerek hayâl âleminde, hiç bir sûret yoktur ki mutlak Hak ondan açığa çıkmasın ve tecellî edici olmasın. Ve salât edicinin Âhir ismi makâmında tahakkukundan dolayıdır ki, ona "Mûsâllî ya’nî salât edici" denilmiştir. Çünkü "Mûsâllî" sözlükte "at yarışında halbede, ya'nî müsâbaka mahallinde, birinci gelen attan geri kalan ikinci"ye denilir.

Ve onun “küllün kad alime salâtehu ve tesbîhahu” ya’nî "Her bir şey salâtını ve tesbîhini bilir" (Nûr, 24/41) sözü, her şey Rabb'inin ibâdetinde, sonraya bırakılmadaki rütbesini ve tenzîhden onun isti'dâdının verdiği tesbîhini bilmektedir, demektir. Şimdi hiçbir şey yoktur illâ ki o, Halîm ve Gafûr olan Rabb'ine hamd etmekle tesbîh edicidir. İşte bunun için biz âlemin tesbîhini birer birer ayrıntı üzere anlayamayız. Ve bir mertebe vardır ki, onda zamîr “ve in min şey’in illâ yüsebbihu bi hamdihî” ya’nî “Hiç bir şey yoktur ki, kendi hamdı ile onu tesbîh etmesin” (İsrâ, 17/44) sözünde, tesbîh edici olan kula âittir. Ya'nî bu şey "kendi hamdı ile" demektir. Şimdi “bi hamdihî” sözünde olan zamîr, şeye âit olur. Onun üzerine olduğu senâ ile demektir. Nitekim biz inanışta bulunan hakkında dedik ki, muhakkak o, ancak kendi inanışında olan ilâha senâ eder. Ve nefsini ona bağladı. Ve onun amelinden olan şey, ona dönüktür. Şu halde ancak kendi nefsine senâ etti. Çünkü muhakkak san'atını metheden kimse, hiç şüphesiz sanatçıyı metheder. Çünkü onun güzelliği veyâ çirkinliği, sanatçıya dönüktür (31).

Ya'nî "Mûsâllî ya’nî salât eden" sözlükte "sonraki" ma'nâsına olunca, Hak Teâlâ hazretlerinin “küllün kad alime salâtehu ve tesbîhahu” (Nûr, 24/41) ya'nî "Her bir şey salâtını ve tesbîhini bilir" sözü, her şey Rabb'inin ibâdetinde sonralıkta rütbesini ve tenzîh türünden kendi isti'dâdının verdiği tesbîhini bilir, demek olur. Çünkü kesîf izâfî vücût ile taayyün etmiş olan her bir görünme yeri, kendi vücûdunun Hakk'ın vücûdundan sonra olduğunu bilir. Ve aynı şekilde kendi isti'dâdı tenzîh türünden ne gibi bir tenzîhi gerektiriyorsa onu bilir. Çünkü bu biliş o görünme yerinin kendi nefsini bilmesi demektir.

Böyle olunca ayn’lardan Halîm ve Gafûr olan Rabb'ine hamd ile tesbîh edici olmayan bir şey yoktur. Ve burada Rabb'in bu iki isim ile zikrinin sebebi budur ki: Her bir "ayn"a isti'dâdında gizli olan kemâlâtı Halîm olan Rabb’i tarafından ân-be-ân nezâketle ve yavaşlıkla bilinen kaderi üzere indirilir. Eğer şiddetle ve tek seferde inseydi, o "ayn"ın ona tahammülü olmazdı.

Ve aynı şekilde Gafûr olan Rabb’i her bir ayn’ın imkân dâhilindeki noksanlıklarını ve zulmetini örter. İşte her bir şeyin Halîm ve Gafûr olan Rabb’ine, kendine mahsûs hamd ile tesbîhi bulunduğu için biz bütün âlem parçalarının tesbîhini birer birer, ayrıntı üzere bilemeyiz. Çünkü bir şeyin gayrı olan şey, o şeyin kendi nefsini bildiği gibi, o şeyi bilemez.

Ve bu âyette bir mertebe vardır ki, o mertebeye göre “ve in min şey’in illâ yüsebbihu bi hamdihî(İsrâ 17/44) ya'nî "Hiç birşey yoktur, illâ ki o şey kendi hamdı ile tesbîh eder" sözünde "bi-hamdihî"deki zamîr, tesbîh eden kula dönük olur. Ya'nî bu şey, kendine mahsûs olan hamd ile tesbîh eder, demektir. Böyle olunca "bi-hamdihî" sözündeki zamîr şeye âittir ki, o şey senâ türünden ne gibi bir senâ üzerine bulunmakta ise o senâ ile tesbîh eder, demek olur. Nitekim biz kendine mahsûs inanış sâhibi olan kimse hakkında dedik ki: Muhakkak o kimse, ancak kendi inanışında hayâl ettiği ilâha senâ eder ve nefsini ona bağlar. Oysa bu inanıştaki ilâh o kimsenin amelinden hâsıl olan bir şeydir.

Ve bir amel edicinin ameli ise tabi'ki kendisine dönüktür. Şu halde Hakk'ı kendi inanışında hayâl edip onu îcâd ettikten sonra, o inanışındaki ilâha senâ eden kimse, kendi nefsine senâ etmiş oldu. Çünkü yapılmış olan bu ilâh, inanış sâhibinin san'atıdır. Ve san'atı metheden kimse, şüphesiz sanatçıyı metheder. Çünkü yapılmış o şeyin güzelliği ve çirkinliği sanatçıya dönüktür.

Oysa kendi inanışındaki ilâh, ona bakıcı olan kimse için tasarlanmıştır. O, onun san'atıdır. Şimdi kendi inanışındaki şey üzerine onun senâsı, onun kendi nefsi üzerine senasıdır. Ve bundan dolayı onun gayrı olan inanışları zemmeder. Ve eğer insâf edeydi, onun için bu olmaz idi. Şu kadar var ki, muhakkak bu kendine hâs ma'bûd sâhibi, Allah hakkında kendi inandığı şeyde, kendinin dışındakilere i'tirâzından dolayı bunda şüphesiz câhildir. Çünkü eğer Cüneyd'in dediği “Suyun rengi kabının rengidir” sözüne ârif olsaydı, onun inanışta bulunduğu şeyi, her bir kendine mahsûs inanış sâhibine teslîm ederdi. Ve Allah Teâlâ'yı, her sûrette ve her inanışta ârif olurdu. Bundan dolayı o, ya'nî kendine hâs ma'bûd sâhibi, zân sâhibidir, bilici değildir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ “Ben kulumun zannı indindeyim" buyurdu ki, ister mutlaklaştırsın, ister kayıtlasın, ona ancak kendinin inanışı sûretinde zâhir olur demektir (32).

Ya'nî kendine hâs inanış sâhibinin hayâl ederek bakıcı olduğu ilâh kendi tarafından tasarlanmıştır. Ve bu hayâl edilen ilâh bu kimsenin san'atından ibârettir. Bu ilâh üzerine senâ ettiği zaman, kendi nefsi üzerine senâ etmiş olur. İşte bundan dolayı o kimse, kendi inanışında îcâd ettiği ilâhtan başkasını kabûl etmez ve başkalarının kendi inanışlarında oluşturdukları ilâhı zemmeder. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu kendine hâs inanış sâhiplerinin hâline işâret olarak buyurulur:

Yekfuru ba’düküm bi ba’din ve yel’anu ba’düküm” (Ankebût, 29/25) ya'nî "Ba'zınız ba'zısını inkâr eder ve ba'zınız ba'zınızı lânetler."

Ve eğer bu kendine mahsûs inanışta bulunan, insâf etseydi, kendilerine mahsûs inanışlardan hiçbir inanışı zemmetmez idi. Şu kadar var ki, bu kendine hâs inanışında hayâl ettiği hâs ma'bûdun sâhibi, Allah hakkında başkalarının inanışta bulunduğu şeyde kendi inanışının gayrına i'tirâzından dolayı bu zemmetmesinde şüphesiz câhildir. Çünkü Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin “Suyun rengi kabının rengidir” sözüne ârif olsaydı her bir kendine hâs inanış sâhibinin inanışında hayâl etmiş olduğu inanıştaki ilâhı da teslîm eder idi. Fakat Hakk'ın görünme yerlerinin isti'dâdı dolayısıyla açığa çıktığını bilmedi. Hakk'ın kendine olan tecellîsini tasdîk etti ve kendinin dışında olan görünme yerlerinde olan tecellîsini inkâr etti. Ve Allah Teâlâ’yı her sûrette ve her inanışta ârif olmadı. Bundan dolayı bu hâs ma'bûd sâhibi , zan sâhibidir, bilici değildir.

İşte kendine hâs inanış sâhiplerinden her birisi zan sâhibi olduğu için Allah Teâlâ "Ben kulumun zannı indindeyim" buyurdu. Ya'nî kul Hakk'ı kendi inanışında ister mutlaklaştırsın ve ister kayıtlasın, Hak ona ancak kendi inanışta bulunduğu sûrette zâhir olur, demektir. Ya'nî kul bütün kendine mahsûs inanış sûretlerinde Hakk'ın tecellî edici olduğuna inanışta bulunursa, ona mutlaklık üzere tecellî eder. Ve eğer kendine hâs inanış ile kayıtlarsa, o kimseye onun kayıtlı inanışı sûretinde tecellî eder.

Şimdi inanışlarda oluşan ilâhın sınırları olur. Ve o da, onun kulunun kalbinin kapsam olduğu ilâhtır. Çünkü mutlak ilâh bir şeye sığmaz. Çünkü O, eşyânın "ayn"ıdır ve nefsinin "ayn"ıdır. Oysa bir şey hakkında kendi nefsine sığar ve sığmaz denilmez. İyi anla! Ve Allah hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eder (33).

Ya'nî her bir inanışta bulunanın kendi inanışında hayâl ettiği ilâh sınırlara tâbi' olur. Çünkü her bir kendine hâs inanışta bulunan, kendi inanışı olan ilâhı kabûl edip diğerlerinin kendilerine hâs olan inanışlarını reddetmekle, bu ilâhın sınırlarını diğerlerinin sınırlarından ayırmış olur. Ve bu sınırlara tâbi' olan ilâh da, kendi kulunun kalbine sığan ilâhdır. Çünkü mutlak ilâh hiç bir şeye sığmaz. O mutlak olan ahadiyyeti ya’nî tekliği ile her şeyi ihâta etmiştir. Bundan dolayı ne kadar hissî, hayâlî, vehmî, aklî, zannî ve ilmî sûretler varsa hepsini zâtı ile ihâta eder. Çünkü zâhir ve bâtın ancak ondan ibarettir.

Böyle olunca mutlak olan ahadiyyet zâtı bütün eşyânın "ayn"ıdır. Ve bu mutlak ilâh kendi nefsinin ve zâtının aynıdır. Oysa his âleminde örf gereği bir şey hakkında, kendi nefsine sığar veyâ sığmaz denilmez. Çünkü sığmak ve sığmamak iki muhtelif şey arasında söz konusu olur. Şeyin nefsi ise bir olan ayn’dır. Ve o şey, nefsinin aynıdır. Bundan dolayı şeyin nefsine sığması ve sığmaması gereksiz söz mahalli olamaz.

Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de: 

vesia rabbî külle şey’in ilmâ” ya’nî “Rabb’im ilmi ile herşeyi kuşatmıştır” (En'âm, 6/80) ve “rabbenâ vesi’te külle şey’in rahmeten ve ilmen” ya’nî “Rabb’imiz, Sen herşeyi rahmetle ve ilimle kuşattın” (Mü'min, 40/7)

buyrulması, ilâhî bağıntıların her şeye kapsam olduğu ma'nâsını barındırmaktadır. Çünkü ilim ve rahmet ilâhî bağıntılardandır. Ve Hakk'ın bu bağıntılarıyla bütün eşyâya sığdığı açıktır. Ve bu bahsin ayrıntısı "kalbiyye hikmetin"de geçti.

Bu incelikleri iyi anla!

Hak Teâlâ hazretleri kâmillerin lisânı ile hakkı söyler ve kendisine yönelen tâliplere de, sırât-ı müstakîmi göstermekte rehber olur.

El hamdu lillâhi rabbil âlemîn



Bitiş: 17 Temmuz 1918 Çarşamba, ezânî sâat 11.45

Hz. Şeyh-i Ekber 560 hicrî senesi Ramazan’ının 17. Pazartesi gecesi (28.07.1165) Endülüs'te şehâdet âlemine ayak basmışlar ve 638 hicrî senesi Rebîu'l-âhhirinin 22. Cuma gecesi (10.11.1240) Şam’da vefât buyurmuşlar ve Şam’ın dışında Sâlihiyye isimli yere defnedilmiştir.

Kabr-i şerîfi meşhûr ziyâretgâhtır. Şu halde mübârek ömürleri 77 sene 7 ay olur. Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz hicrî 604 senesinde doğduklarına göre, bu târihte cenâb-ı Şeyh-i Ekber efendimizin 44 yaşında olmaları lâzım gelir. Hz. Mevlânâ 14 yaşında Konya'ya babası Sultânü’l-ulemâ hazretleriyle geldikleri sırada, Hz. Şeyh 58 yaşında olurlar. Bu târihlere bakılınca Hz. Şeyh-i Ekber efendimiz ile cenâb-ı Mevlânâ efendimiz aynı asırda yaşamış olup, gerek Konya'da ve gerek Şam'da birbirleriyle görüşmüşlerdir. Ve Şam'daki görüşmelerinin Hz. Şeyh-i Ekber'in son zamanlarına denk geleceği anlaşılır.

Hz. Mevlânâ efendimiz Mesnevî-i Şerîf’in 4. Cildinde ( Mesnevî-i Şerîf Tercüme ve Şerhi –A.Avni KONUK 8.Kitapta):

3380. Nitekim o Sadr-ı Ecell, kendi kârının önünü ecel gününe kadar gördü.



beytinde Hz. Şeyh-i Ekber'e işâret buyurup “sadr-ı ecell” ta'bîr etmişlerdir. [A.A. Konuk]



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin