Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Soru: Âdem henüz hálkedilmemiş olduğu halde, melekler Âdem’in fesât çıkaracağına ve kan dökeceğine nasıl hükmettiler? Cevâp



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə16/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   90

Soru: Âdem henüz hálkedilmemiş olduğu halde, melekler Âdem’in fesât çıkaracağına ve kan dökeceğine nasıl hükmettiler?

Cevâp: Bu sorunun cevâbını Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (r.a) Fîhi Mâ-fîh ismindeki mübârek eserlerinde aşağıdaki yön üzere beyân buyururlar: “Buna iki yön ile cevâp verdiler. Biri nakil, diğeri akıl iledir. Nakil olan odur ki, melekler bir kavmin geleceğini ve sıfatlarının böyle olacağını levh-i mahfûzdan okudular. Bundan dolayı ondan haber verdiler. İkinci yön odur ki, melekler akıl yoluyla o kavmin yeryüzünde zuhûra geleceklerini ve kuşkusuz hayvan olacaklarını ve hayvandan bu zâhir olacağını ve her ne kadar onlarda ma’nâ bulunur ve konuşurlar ise de, kendilerinde hayvâniyyet olduğundan çaresiz günah işleyeceklerini ve kan dökeceklerini ve kan dökücülüğün Âdem’î gereç olduğunu düşündüler.

Bir grup başka bir ma’nâ beyân buyururlar: Şöyle ki, melekler hâlis akıl ve sırf hayırdırlar. Ve onların bir işte aslâ tercihleri yoktur. Nitekim rü’yâda bir fiil işlersen, onda tercih kullanmış olmazsın. Eğer uyku sebebiyle küfretsen veyâ tevhîd eylesen veyâhut zinâ etsen şüphesiz sana îtirâz veyâ övgü olunmaz. Melekler uyanık hâlde bu gibidirler. Ve insânlar ise bunun aksinedirler. Onlarda tercih ve heves vardır. Her şeyi kendi nefisleri için isterler. Ve her şeyin kendilerinin olması için kan ederler. Bu hal ise hayvâni sıfatlardandır. Bundan dolayı melekler, insânlık hâlinin zıddı olarak zâhir oldu. Şimdi her ne kadar orada bir söz ve konuşma mevcût değil ise de böyle dediler diyerek, bu yol ile onlardan haber vermek mümkündür. Onun takdîri böyle olur ki, eğer bu iki birbirine zıt hâl söze gelseler ve kendi hâllerinden haber verseler, böyle olur.

Nitekim şâir der ki: “Havuz, ben doldum der.” Havuz söz söylemez. Onun ma’nâsı budur ki, eğer havuzun dili olsa idi, bu hâl içinde böyle der idi. Her bir meleğin bâtınında bir levh vardır ki, o levhden kendisinin kuvveti kadar âlemin hâllerini ve vuku bulacak şeyleri evvelce okur. Ve okuyup bildiği şeyler, vücûda geldiği zaman, o meleğin Bârî Teâlâ hakkındaki inancı ve aşkı ve mestliği artar. Ve Hakk’ın azametine ve gaybı bilişine hayret eder. Ve onun aşk ve inancının artması ve sözsüz ve ibaresiz hayreti onun tesbîhi olur. Nitekim mîmâr, bu evi binâ ederken bu kadar kereste ve bu kadar kerpiç ve bu kadar çivi gidecektir diyerek yardımcısına haber verir. Evin inşaası bittiğinde, fazlasız ve noksansız, ancak o kadar malzeme sarf edilmiş olur. Yardımcısının inancı artar. Melekler de bu gibidirler.

Şimdi eğer onların oluşumu bunu vermese idi, Âdem hakkında dedikleri şeyi demezler idi. Oysa onların şuûrları yoktur. Eğer onlar nefslerine ârif olsaydılar, bilirlerdi. Ve eğer bilseydiler, bu sözü söylemekten sakınır ve kendilerini korurlardı. Ondan sonra onlar incitmekle kalmadılar. Belki takdîs ve teşbîhten üzerinde bulundukları şeyle da’vâda daha da ileri gittiler. Oysa Âdem indinde, meleklerin üzerinde olmadıkları ilâhi isimler vardır. Bundan dolayı onlar Rablerini o isimler ile tesbîh etmediler ve onlardan takdîs eylemediler. Böyle olunca bizim onun indinde vâkıf olmamız ve Allah Teâlâ ile edebi öğrenmemiz için Hak bize bu olanları anlattı. Şu halde biz onunla tahakkuk ettiğimiz ve ihtiva edici bulunduğumuz şeyi kayıtlayarak da’vâ etmeyelim. Şimdi biz nasıl kesin olarak bu böyledir iddiasında bulunalım? Bundan dolayı hâlimiz olmayan ve ondan bizim ilim üzere olmadığımız şeyi da’vâ ile genelleştirelim? Netîcede onun sebebiyle rezil mi olalım? İşte bu ilâhî târîf edeb sâhibi, eminler ve halîfeler olan kullarını Hakk’ın terbiye ettiği şeydir (9).

Yâni meleklerin bu cüz’i noksan oluşumları Âdem hakkında bu îtirâzı vermeseydi, Âdem hakkında: “Yâ Rab sen yeryüzünde fesâd çıkaran ve kan döken kimseyi hálk edermisin?” demezler idi. Oysa melekler, kendi oluşumlarının gereği olan hâlin üstün gelmesinden dolayı, Hakk’a karşı çekiştiklerinin ve îtirâz ettiklerinin ve netîcede Âdem’e yükledikleri fesâdın kendilerinden de çıkmış olduğunun farkına varmadılar. Eğer onlar kendi nefslerinin hâs Rabbleri olan ilâhi isimlerin Âdem hakîkatinin ihâtası altında olduğuna ârif olsa idiler, bu küllîyyeti sebebiyle Âdem’in hilâfeti hakedişini bilirler idi. Ve eğer Âdem oluşumunun küllîyyetini bile idiler, onu kötülemekten sakınır ve kendilerini korurlardı. Melekler Âdem’i kötüleyip ve onu incitmekle yetinmediler. Belki kendilerinin görünme yeri oldukları bazı isimler sebebiyle kendilerinden çıkan tenzîh ve takdîsi yeterli görüp: “ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke” ya’nî “Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz” dediler.“ (Bakara, 2/30) demek sûretiyle da’vâyı artırdılar. Oysa Âdem meleklerin görünme yeri olmadığı birtakım ilâhi isimlerin görünme yeridir. Bundan dolayı melekler, Rabblerin Rabbi olan Allah Teâlâ’yı, Âdem’in görünme yeri olduğu o isimler ile teşbîh ve tenzîh etmediler; ve o isimler ile noksanlardan Hakk’ı takdîs eylemediler. Çünkü ilâhi isimlerden bâzılarının hükümlerinin açığa çıkması kesâfet âleminin vücûduna bağlıdır. Eğer bu kesâfet âleminde Âdem’in vücûdu olmasa idi, acz ve muhtaç oluş ve günahlar gibi birtakım noksanların açığa çıkma mahalli bulunmaz idi. Çünkü Âdem “Mürîd-irâde eden” isminin dahi görünme yeri olduğundan, kendi irâdesiyle ilâhî emre muhâlefet eder ve ondan birtakım isyân çıkar. Oysa daha önce fîhi Mâ-fîh’ten alınmış olan cümlelerde de beyân olunduğu üzere, meleklerde tercih yoktur ki, onlardan Hakk’a muhâlefet çıkmış olsun da, sonrasında Gaffûr ve Gaffâr isminin tecellî mahalli olabilsinler. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyrulur: “Eğer siz günah etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi giderip günah eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret talep ederler. Hak da onları mağfiret eyler.” Beyt:

Âyna-i mağfiret sûret-i isyânadır 

Halk günâh etmese, hálk eder âhar İlâh”

Bundan dolayı Âdem meleklerin tahakkuk etmiş olduğu ve olmadığı birtakım ilâhi isimler ile tahakkuk ettiği yönle en mükemmel bir görünme yeridir. 


Hakk Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de biz ümmet-i Muhammed’e melâikenin bu çekişmesini ve olup biten da’vâsını anlattı. Tâ ki bu olanları işitip, nefsimiz Hakk’ın icrââtlarına karşı kabûl etmeme da’vâsına teşebbüs etmek istediği vakit, duraksayalım. Ve ilâhi nasîhat ile nasîhatlanmış olarak, Allah Teâlâ’ya karşı, edeb çerçevesinde muâmele etmeği öğrenelim. Böyle olunca biz ilâhi isimlerden hangileriyle tahakkuk etmiş ve ilimden ve kemâlâttan ve bizzat yaşayarak hakîkatini idrak ettiğimiz ne gibi şeyleri ihtiva etmiş isek onlarla yetinmeyelim. Ve “İşte isimler bizim tahakkuk etmiş olduğumuz kadardır. Ve kemâlât dahi bizden çıkmış olan kadardır” diyerek isimleri ve kemâlâtı kayıtlama iddiasında bulunmayalım.

Hâlin hakîkati bu şekilde iken biz ilâhi isimleri tümüyle tahakkuk eylediğimizi mutlak olarak nasıl iddia edebiliriz? Ve tahakkuk etmediğimiz yönle hâlimiz olmayan ve o kemâlâttan bizim bizzat hakîkatini idrak etme ve hâline ait ilim üzere olmadığımız bir şeyi iddia ile genelleştirelim de, bu genelleşen iddiamız sebebiyle, Allâh indinde ve insanlar indinde rezîl mi olalım? İşte Âdem’in hálk edilişi hakkında melekler tarafından gerçekleşen çekişme ve da’vâ bahsindeki ilâhî târif, Hak Teâlâ Hazretlerinin edeb sâhipleri ve eminler ve halîfeler olan kullarını terbiye ettiği bir şeydir. Buna karşı uyanık olmak lâzım gelir. Mesnevî:

Tercüme: “Yâ Rab, bu cür’eti kulundan affet! Bu îtirâz sözlerinden tevbe ettim, beni azarlama! Ey yardım dileyenlerin yardım edicisi bize hidâyet eyle! Bizim ilimler ve zenginlik ile iftihârımız yoktur. Kalbi kaydırma, kereme şüphe ettiği halde hidâyet kıldın; kazâ kaleminin yazdığı kötülüğü değiştir! Kâzânın kötülüğünü bizim canımızdan geçir! Bizi safâ ihvânından ayırma! Senin ayrılığından daha acı hiçbir şey yoktur. Senin muhafazan ve himâyen olmaması, dolaşıklıktan başka bir şey değildir.” 

Daha sonra hikmete dönerek deriz: Bilesin ki, muhakkak küllî husûslar (her ne kadar onların “ayn”ında onlar için vücût yok ise de) onlar şüphesiz zihinde idrak edilebilir ve bilinebîlirdir. Şimdi onlar bâtındır; aynî vücûttan zâil olmaz. Ve kendisi için aynî vücût olan her bir şeyde, onların hükmü ve eseri vardır. Belki o küllî husûs onların, yâni ayni mevcûtların aynlarının gayri değil, “ayn”ıdır. Ve küllî husûslar kendi nefsinde idrak edilebilir olmaktan zâil olmadı. Bundan dolayı onlar, idrak edilebilirlikleri yönüyle bâtın oldukları gibi, mevcûtların ayn’ları yönüyle zâhirdir. Böyle olunca her bir aynî mevcûdun akıldan kaldırılamayan ve onunla idrak edilebilir olmaktan zâil olacak bir vücût ile, “ayn”da vücûdu mümkün olmayan bu küllî husûslara dayanağı sâbittir. O mevcût, gerek geçici ve gerek geçici olmayan olsun, farketmez. Geçici ve geçici olmayanın bu küllî idrak edilebilirlik bağıntısı tek bir bağıntıdır. Şu kadar var ki, bu küllî hûsusa kendisinin verdiği şey sebebiyle, ayni mevcûtlardan bir hüküm ait olur. İlmin âlime, hayâtın diriye bağıntısı gibi. Şimdi hayât idrak edilebilir bir hakîkattir. İlim dahi hayâttan farklı olan bir idrak edilebilir hakîkattir. Nitekim hayât ondan farklıdır (10).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Âdem Kelimesinde mevcût olan “ilâhi hikmeti” beyân ederken, sırası geldiği için Âdemî oluşum ile meleklerin oluşumu arasındaki farkı; ve meleklerin Âdem oluşumu hakkındaki îtirâzlarını ve meleklerin bilmediği ilâhi isimleri Âdem’in haber vermesi üzerine meleklerin mahcûb olduklarını ve Hakk Teâlâ Hazretlerinin bu olan biteni haber vermekle, “edeb sahibi” ve “emîn” ve “halîfe” olan kullarını terbiye ettiğini îzâh etmişler idi.

Şimdi de buyururlar ki: Biz sırası geldiği üzere bu mârifetleri beyândan sonra yine ilâhi hükme dönerek deriz ki: Hayat, ilim, kudret ve irâde gibi küllî husûsların, her ne kadar aynî vücûtları yok ise de, onlar şüphesiz zihinde idrak edilerek bilinirler. Çünkü onların farz edelim, kağıt, kalem, hokka gibi aynî vücûtları olmadığı için, “şu hayattır, bu ilimdir ve o kudrettir” diye kendileri duyusal işâret ile gösterilemez. Ve görme duyusu onları göremez. Bundan dolayı onlar akıl gözüyle müşahede edilerek zihinde bilinebîlirler. Şu halde bu küllî husûslar bâtın olmakla berâber aynî vücûttan zâil olmazlar; yâni bu latîf bâtın ma’nâlar kesîf cismâni sûretlere dâimâ bağlı olur. Çünkü sûret ma’nâ ve ma’nâ da sûret ile berâberdir. Ve onların bir dîğerine şiddetli bağları vardır.


Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin mübârek arzuları, latîf Hakk ile kesîf âlem arasındaki irtibâtı beyândan ibârettir.

İşte kesîf aynî vücût sahibi olan her bir şeyde, bu küllî husûsların hükmü ve eseri vardır. Çünkü idrak edilebilir husûslardan olan vasıf, bağlanacak bir vasıflanan ister. Vasıflanan olmayınca vasfın kendini göstermesi mümkün değildir. Meselâ uzunluk, genişlik ve derinlik birer vasıftır. Cisim olmayınca bu vasıflar görünmez. Oysa cismi târîf ederken kendisinde uzunluk ve genişlik ve derinlik olan şeydir deriz. Bu vasıflar ise, cisimden ayrı olmayıp, belki cismin aynıdır. Bundan dolayı o küllî husûs aynî mevcûtlar ayn’larının gayri değil, belki aynıdır. Velâkin bu aynı oluş, mutlak küllî oluş yönünden değildir. Meselâ uzunluk bir küllî mutlak vasıftır. Elimize uzun bir değnek aldığımızda bunda uzunluk vasfını görürüz. Ve bu uzunluk o değneğin aynıdır. Fakat uzunluğun hepsi bu değnekte bir araya gelmiş değildir. Bir diğerinden daha uzun birçok değnekler vardır. Şu halde bu değnekteki uzunluk cüz’î kayıtlanmış vasıftır. Ve o değnek bu cüz’î kayıtlanmış vasıf olan uzunluğun aynıdır. 

Ve küllî husûslar, kendi nefsinde, dâimâ akıl mertebesinde mevcûttur. Bundan dolayı o küllî husûslar, akıl mertebesinde mevcûdiyetleri yönünden bâtın oldukları gibi, kesîf mevcûtların ayn’ları yönünden de zâhirdir. Meselâ uzunluk, genişlik ve derinlik küllî husûslardandır. Bunlar kendi nefislerinde ve zâtlarında, herhangi bir cisme bağlı olmadıkları zaman, akıl mertebesinde dururlar. Ve akıl mertebesinde mevcût oldukları sırada bâtındırlar. Fakat kesîf olan bir cisme bağlandıkları zaman, duyu mertebesinde açığa çıkarlar. Şimdi mâdemki akıl mertebesinde mevcût olan küllî husûsların bu mertebeden kaldırılması mümkün değildir; ve mademki onları akıl mertebesinden kaldırabilecek bir vücût ile, duyu mertebesinde bu küllî husûsların aynî vücût sâhibi olmaları mümkün değildir, şu halde gerek rûhânî âlemde ve gerek his âleminde her bir aynî mevcûdun bu küllî husûslara dayanağı mevcûttur. Meselâ uzunluk küllî vasfını akıl mertebesinde kaldırmak mümkün değildir. Çünkü bu, küllî bir kavramdır. Birçok uzunluklar türlü cisimlerde açığa çıkmakla, bu küllî kavram yine akıl mertebesinde durur. Bunu oradan ayırmak imkânı yoktur. Ve bu kavramın akıl mertebesinden tamamen kalkıp da his âleminde bir aynî vücût sâhibi olması da mümkün değildir. Şu halde değnekler, ağaçlar, kuleler, minâreler vb. gibi his âleminde bulunan her bir aynî mevcûdun bu uzunluk küllî kavramına dayanağı mevcût olur. Diğer küllî kavramlar da buna kıyâs olunsun.

Ve küllî husûslara dayanan her bir mevcût, gerek zamanla kayıtlı olan his âlemindeki cismâni sûretler gibi geçici olsun ve gerek zamanla kayıtlı olmayan kadîm veyâ rûhâni mevcûtlar gibi geçici olmayan olsun farketmez. Çünkü geçici ve geçici olmayan mevcûtların bu küllî idrak edilebilir husûsa bağıntısı, tek bir bağıntıdır. Şu kadarki, cismânî ve rûhânî aynî mevcûtlardan her bir mevcûdun, kendi hakîkâtinin ve ayn-ı sâbitesinin verdiği gereklilik neden ibâret ise, onun bu gerektirmesi sebebiyle bu küllî husûsa bir hüküm aît olur. İlmin âlime, hayâtın diriye bağıntısı gibi. 

Şimdi “ilim” ile “hayât” bir diğerinden ayrı birer idrak edilebilir hakîkat ve birer küllî kavramdır. Meselâ bir insan, bir de melek düşünelim. Bunların her ikisine de “ilim” bağıntısını bağladığımız için kendilerine “âlim” diyoruz. Fakat ilim, bu iki mevcûdun bildiği kadar değildir. Ancak bunların zâtî isti’dâdları bu idrak edilebilir hakîkat olan ilimden ve bu küllî husûstan ne kadarını bilmelerini gerektirmiş ise, ilim dediğimiz idrak edilebilir hakîkat üzerine o kadar hüküm ait olur. Bu iki mevcûdun ilimdeki seviyeleri bir olmasa bile, idrak edilebilir küllî husûs olan ilme bağıntıları tek bir bağıntıdan ibâret olur. Hayât, kudret, irâde gibi diğer küllî husûslar da bu örneğe kıyâs olunsun. 

Daha sonra biz Hak Teâlâ hakkında, muhakkak onun için “ilim” ve “hayât” vardır deriz. Bundan dolayı Hak Teâlâ “Hayy” ve “Âlim”dir. Ve biz melek hakkında dahi muhakkak onun için ilim ve hayat vardır deriz. Bundan dolayı o, hayy ve âlimdir. Ve insan hakkında dahi onun için ilim ve hayat vardır, deriz. O da hayy ve âlimdir. Ve ilmin hakîkati birdir. Hayâtın hakîkati dahi birdir. Ve onların âlim ve hayye bağıntısı dahi bir bağıntıdır. Ve biz Hakk’ın ilmi hakkında muhakkak o kadîmdir; ve insanın ilmi hakkında da muhakkak o sonradan olmuştur, deriz. Şimdi bu idrak edilebilir hakîkatte görecelik ortaya koyan şeye dikkat et! Ve idrak edilebilirler ile aynî mevcûtlar arasında olan bu irtibâta dikkat et! Şimdi ilim, kendisiyle vasıflanmış olan kimse üzerine onun hakkında, o âlimdir, denilmesini hükmettiği gibi, onunla vasıflanmış olan kimse de, ilim üzerine, sonradan olan hakkında sonradan olma ve kadîm hakkında da kadîmdir, diye hükmetti. Bundan dolayı her birisi kendisiyle hüküm verilen ve üzerine hüküm verilen oldu (11).

Yâni zaman ile kayıtlanmış olmayan Hakk’ın vücûdunda “ilim” ve “hayât” vardır, deriz. Bu bakımdan Hak Teâlâ “Hayy” ve “Âlim” olmuş olur. Ve aynı şekilde zamanla kayıtlanmış olmayan melek hakkında da onun ilmi ve hayâtı vardır, deriz. Bağladığımız bu bağıntı ile o da hayy ve âlim olmuş olur. Bu şekilde zaman ile geçici olan insanın dahi ilmi ve hayâtı vardır, deriz. O da hayy ve âlim olmuş olur.

Oysa bu âlim ve hayylerin ilimdeki ve hayâttaki seviyeleri bir olmamakla beraber, ilim ve hayât sıfatları birer tek bir hakîkattir. Ve ilmin âlime ve hayyin hayâta bağıntısı dahi, bir bağıntıdır. Ancak kendisine ilim ve hayât küllî husûsları bağlanan mevcûtlardan bu küllî husûslara birer hüküm aît olur. O hüküm de budur ki, Hakk’ın vücûdu kadîmdir. Ve Hakk’ın vücûdundan, ilim ve hayât küllî husûsuna aît olan hüküm dahi “kadîm” hükmü olur. Şu halde, Hakk’ın ilmi ve hayâtı kadîmdir, deriz. İnsan vücûdu ise sonradan olmadır. Bundan dolayı insan vücûdundan bu küllî husûslara ait olan hüküm de “sonradan olma” hükmü olur. Bu halde de, insanın ilmi ve hayâtı sonradan olmadır, deriz. Demek ki, küllî husûsların açığa çıkması mahal sebebiyle oluyor ve mahal onlara bir hüküm veriyor. 

Şimdi ey hakîkat tâlibi, basîret gözüyle dikkat et ki, birer idrak edilebilir hakîkatten ibâret olan ilim ve hayât mevcûtlara bağlandığı zaman, kadîm oluş ve sonradan oluşu nasıl ortaya koydu ve yokluklardan ibâret olan idrak edilebilirler ile ayni mevcûtlar arasındaki bu irtibâta hayret bakışı ile bak! Çünkü mevcût olmayan ile mevcût arasındaki irtibât acâîp bir iştir. 

Böyle olunca ilim, ilimle vasıflanmış olan kimse hakkında “âlim” denilmesine hükmettiği gibi, ilim ile vasıflanmış olan kimse de, eğer kendisi sonradan olma ise, ilim üzerine “sonradan olma” ve kadîm ise “kadîm” denilmesine hükmeder. Şu halde ilim ile âlimden her birisi hem kendisiyle hüküm verilen ve hem de üzerine hüküm verilen olmuş olur.

Ve bilinir ki bu küllî husûslar, her ne kadar idrak edilebilir ise de, onlar aynî olarak yok ve hükümleri mevcûttur. Nitekim aynî vücûda bağlandığında onlar, üzerine hüküm verilendir. Bundan dolayı mevcûtların aynlarında hükmü kabûl eder; ve ayrıntıyı ve parçalara ayrılıp bölünmeyi kabûl etmez. Zîrâ bu onlar üzerine mümkün değildir. Çünkü küllî husûslar, onlar ile her bir vasıflananda, zâtı ile açığa çıkar. İnsâniyyet gibi, bu insan türünden her bir şahısta şahısların çoğalması ile çoğalmadı ve parçalara ayrılmadı ve idrak edilebilir olmaktan da zâil olmadı. Ve ne zaman ki aynî vücûdu olanla aynî vücûdu olmayan arasında irtibât mevcût oldu (ve o yokluğa ait bağıntıdır) bundan dolayı mevcûtların bâzısının bâzısına irtibâtı anlaşılmaya daha yakındır. Çünkü her halükârda onların arasında bir toplayıcı vardır ki, o da ayni vücûttur. Ve burada toplayıcı yoktur. Ve muhakkak toplayıcının olmaması ile irtibât bulundu. Böyle olunca toplayıcının vücûdu ile irtibât daha kuvvetli ve daha haklıdır (12).

Yâni bilinir ve muhakkaktır ki, bu hayât ve ilim gibi olan küllî husûslar, akıl mertebesinde mevcût olduklarından, onların hariçte aynî vücûtları yoktur; velâkin hükümleri hâriçte mevcûttur. Ve her bir aynî mevcût üzerine hükmederler. Nitekim bu hayât ve ilim, aynî vücût sâhibi olan, varsayalım Zeyd’e bağlandığı ve “Zeyd âlimdir ve hayydır” denildiği zaman, onların üzerine sonradan olma ile hükmolunur; ve Zeydin ilmi ve hayâtı sonradan olmadır deriz. Çünkü bu küllî husûslar sonradan olma olan bir mahalle bağlandı. Bundan dolayı onlar sonradan olma hükmü ile üzerlerine hüküm verilen olurlar. Ve bu şekilde de ayn’ların gerekleri sebebiyle hükmü kabûl etmiş olurlar. Böyle olmakla berâber, bu küllî husûslar ayrıntı ve parçalara ayrılıp bölünme kabûl etmez. Örneğin “Zeyd ile Amr âlimdir” dediğimiz zaman, akıl mertebesinde mevcût olan ilim küllî kavramının birer parçaları o mertebeden ayrılarak Zeyd’e ve Amr’a bağlandı diyemeyiz, çünkü bu mümkün değildir. Çünkü hayât ve ilim ile vasıflanmış olan Zeyd ile Amr’ın her birinde bu hayât ve ilim zâtıyla açığa çıkmıştır. Bunun için, onların ayrıntılanması ve parçalara ayrılıp bölünmesi mümkün değildir.

Örneğin insâniyyeti alalım: İnsâniyyet akıl mertebesinde mevcût olan küllî bir kavramdır. Bu kavram, bu insan türünden her bir şahısta sirâyet etmiş ve açığa çıkmıştır. Bu sirâyet etme ve açığa çıkma ile berâber, şahısların çoğalması ile çoğalmış ve parçalara ayrılmış olmadı; ve bu kavram akıl mertebesinden de yok olmadı. Yâni Zeyd ve Amr, ayrı ayrı iki şahıs olduğu halde, her birine insandır diye hükmederiz. İnsâniyyet her birisinde zâtıyla tahakkuk etmiş ve açığa çıkmış olmakla berâber, iki kısma ayrılmadı ve bunların şahıslarının çoğalması ile çoğalmış olmadı; ve bunların şahıslarında zâtıyla açığa çıkmakla akıl mertebesinden de yok olmadı.

Ve aynî vücûdu olan şey ile, yokluk bağıntısından ibâret olmasından dolayı aynî vücûdu olmayan küllî husûslar arasında irtibât mevcût olunca, bu irtibâttan şüphesiz mevcûtların bâzısının bâzısına irtibâtı anlaşılır. Çünkü her halükârda mevcûtlar arasında onları toplayan ve bir dîğerine bağlayan bir şey vardır ki, o şey de aynî vücûttur. Oysa burada, yâni küllî husûs ile aynî vücût arasında olan irtibâtta toplayıcı yön yoktur. Ve bir toplayıcı olmaksızın küllî husûslar ile aynî vücûtlar arasında irtibât vardır. Şimdi küllî husûslar ile aynî vücûtlar arasında bir toplayıcı olmaksızın irtibât bulununca, aralarında bir toplayıcı bulunan mevcûtların bir dîğerine irtibâtı daha kuvvetli ve daha haklı olur.



Örnek: İnsâniyyet akıl mertebesinde mevcût olan bir küllî husûstur ki, hâriçte onun aynî vücûdu yoktur. Çünkü yokluk bağıntısından bir bağıntıdır. Fakat bu insâniyyet, Zeyd’in ve Amr’ın şahıslarında zâtıyla açığa çıkmıştır. Şu kadar ki, Zeyd ile Amr’ın hâriçte aynî vücûtları vardır. Ve insâniyyetin hâriçte aynî vücûdu yoktur. Oysa aynî vücût toplayıcıdır. Bundan dolayı insâniyyet ile Zeyd ve Amr arasında toplayıcı yoktur, velâkin irtibât vardır. Eğer irtibât olmasa idi, Zeyd ile Amr’a insandır diye hükmedemeyecek idik. Şimdi bunların arasında aynî vücûttan ibâret olan toplayıcı olmadığı halde irtibât bulununca aynî vücût sâhibi olan Zeyd ile Amr arasında da irtibât bulunduğuna şüphe yoktur. Çünkü bu aynî vücût onları toplayıcıdır.

İşte hayât, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin Hakk’ın zâti işlerinden olan ve yokluk bağıntısından ibâret bulunan küllî husûslardan olduğu ve bunların hâriçte aynî vücûtları olmamasıyla berâber aynî vücût sâhibi olan insan fertlerinde zâtlariyla sirâyet etmiş ve açığa çıkmış bulunduğu yönle, bu küllî husûsların insan fertleri arasında irtibâtları mevcût ve tahakkuk etmiştir. Diğer taraftan insanın her bir ferdi dahi aynî vücût sâhibidir. Ve bu aynî vücût ise onları toplayıcıdır. Bundan dolayı fertler arasında da irtibât açıktır. Örneğin Zeyd’in aynî vücûdu sonradan olmuştur; Amr’ın aynî vücûdu da sonradan olmuştur. Ve aynı şekilde Zeyd âlimdir; Amr da âlimdir. İlim ise Hakk’ın zâti işlerinden parçalara ayrılıp bölünme kabûl etmeyen bir küllî husûstur. Şu halde biz “akıl mertebesinde mevcût olan ilim küllî kavramı Zeyd’e ve Amr’a taksîm edildi de akıl mertebesindeki bu kavramdan bir miktârı eksildi” diyemeyiz. Çünkü aynî vücût sâhibi değildir ki, küllî husûs parçalara ayrılıp bölünme ve kısımlara ayrılma kabûl etsin.

Böyle olunca Hakk’ın ilmi ile insan fertlerinin ilmi arasında bir irtibât vardır. Şu kadar ki, bağlandığı mahal sebebiyle küllî husûsa bir hüküm ulaşmış olur. O da Zeyd ve Amr sonradan olma olduğu için, onların ilmi dahi sonradan olmadır, hükmünden ibârettir. Ve aynî vücût, insan fertleri arasında bu küllî husûsları toplayıcı olduğu için, bu toplayıcılık onları bir dîğerine bağlar. Ve bu şekilde de kadîm olan Hakk’ın vücûdu ile, sonradan olma olan hálk edilmişlerin vücûdu arasında irtibât mevcût olur.

Ve şüphe yoktur ki, muhakkak sonradan varolanın var oluşu ve kendisini meydana getiren var ediciye onun ihtiyacı, onun kendi nefsinde imkânından dolayı sâbit oldu. Şimdi onun vücûdu, onun gayrindendir. Böyle olunca o ihtiyac irtibâtı ile bağlıdır. Ve kendisine dayanılmış olanın, zâtından dolayı zorunlu vücût, kendi nefsiyle vücûdundan ganî, ihtiyaçsız olması lâzımdır. Ve o, bu sonradan olana kendi zâtıyla vücûdu veren zâttır. Bundan dolayı ona bağlanmış oldu. Ve ne zaman kî zâtıyla onu gerekli kıldı, onunla zorunlu oldu. Ve ne zaman ki onun dayanağı zâtı ile kendisinden açığa çıkan zâta oldu, isim ve sıfâttan her bir şeyden ona nisbet olunan şey de onun sûreti üzerine olmasını gerekli kıldı, zâtî zorunluluk bunun dışında. Çünkü sonradan olan hakkında bu mümkün değildir, eğer ki zorunlu vücûttur; velâkin onun zorunlu oluşu, kendi nefsiyle değil, kendisinin gayriyledir (13)

Yâni şüphe olunmaz ki, sonradan olanın sonradan olmaklığı ve sonradan olanın kendi zâtında vücûdu olmadığı yön ile onu sonradan olma kılan bir var ediciye ihtiyâcı sâbit oldu. Böyle olunca sonradan olanın vücûdu, kendisinin gayrinden husûle gelmiştir. Bundan dolayı sonradan olan, vücûtta kendisinin gayri olan var ediciye, ihtiyac irtibâtı ile bağlıdır.

Örnek: Buharın zâtı bir derece yoğunlaşınca bulut olur. Buharın vücûdu bulutun vücûdundan daha öncedir. Bulutun vücûdu buhara göre sonradan olmadır. Şüphe yoktur ki, bulut kendi zâtında bağımsız vücût sâhibi olmadığı yön ile, kendisini meydana getiren bir var ediciye, yâni buharın vücûduna muhtaçtır. Şu halde sonradan olma olan bulutun vücûdu, kendisinin gayri olan lâtîf buhârın vücûdundan husûle gelmiştir. Bundan dolayı sonradan olma olan bulut, var edici olan latîf buhâra ihtiyac irtibâtı ile bağlıdır. İşte sonradan olma olan kesîf hálk edilmişlerin kadîm olan latîf Hakk’a irtibâtı bu örneğe uygundur.

Şimdi sonradan olan vücûtta var ediciye dayandığı için, kendisine dayanılmış olanın zâtından dolayı zorunlu vücût olması, kendi nefsinde vücûdunda ganî bulunması ve vücûdunun başka bir vücûda ihtiyacı olmaması lâzımdır. Eğer böyle olmasa; yâni Hakk’ın vücûdu kendisinin gayri bir vücûda ihtiyac duymuş olsa (yumurta tavuktan ve tavuk yumurtadan çıktı) gibi devir ve (hálk edilmişlerin vücûdu Hakk'tan ve Hakk'ın vücûdu falan şeyden ve falan şeyin vücûdu da falandan vb. çıktı) gibi sonu gelmez silsileler lâzım gelir. Devir ve silsile ise, vücût işini bir asla ulaştıramayacağından bozuk olur. 

Ve kendisine dayanılmış olan bu sonradan olana, kendi zâtı ile vücût veren zâttır. Böyle olunca sonradan olan, vücûtta, zorunlu vücût olan kendisine dayanılmış olana bağlanmış oldu. Ve zorunlu vücût, sonradan olanı kendi zâtı için gerektirince, o sonradan olan, zorunlu vücûdun vücûdu ile zorunlu oldu. Çünkü zorunlu vücût, sonradan olana vücût feyzi vermese, açığa çıkmaz idi. Bundan dolayı hâriçte açığa çıkmak için, zorunlu vûcûdun sonradan olana vücût feyzi vermesi, kendisinin zâtî gereğidir.

Ondan sonra bilinsin ki, muhakkak iş, bizim dediğimiz üzere, onun sûretiyle, onun açığa çıkmasından olduğunda, Hak Teâlâ bizi ilminde sonradan olana bakma üzerine yönlendirdi. Ve muhakkak işâretlerini bize, bizde gösterdiğini anlattı. Bundan dolayı biz, bizim ile, ona delil getirdik. Şu halde biz onu bir vasıf ile vasıflandırmadık, ancak sırf zâtî zorunluluk olanın dışında, biz bu vasıf olduk. Şimdi ne zaman ki biz onu bizim ile bizden bildik; bize nisbet ettiğimiz her şeyi ona nisbet ettik; ve bununla bize, tercüme lisânları üzere ilâhi haberler ulaştı. Böyle olunca nefsini bize bizim ile vasfetti. Bundan dolayı biz onu, müşâhede ettiğimiz zaman, kendi nefslerimizi müşâhede ederiz. Ve bizi müşâhede ettiği zaman, nefsini müşâhede eder. Ve biz her ne kadar bizi toplamış olan tek bir hakîkat üzerine isek te, şüphe etmeyiz ki, muhakkak biz, şahıs ve çeşit ile çoklarız. Şimdi biz kesinlikle biliriz ki, muhakkak bir farklılık vardır. Onun sebebiyle şahısların bâzısı bâzısından ayrıldı. Eğer bu olmasa idi, birlikte çokluk olmaz idi. Yine böylece, her ne kadar Hak, bütün yönlerinden kendi nefsini vasfettiği şeyle, bizi vasfetti ise de, bir farklılık vardır. Ve o farklılık, vücûtta ancak bizim ona ihtiyacımız ve imkânımızdan dolayı vücûdumuzun ona bağlılığı ve bizim ona ihtiyac duyduğumuz şeyin benzerinden onun ganî oluşudur (14).

Yâni sonradan olanın emri ve şanı, daha önce izah ettiğimiz yön ile, zorunlu vücûdun sûretiyle onun açığa çıkmasından olunca, Hak Teâlâ hazretleri kendi vücûdunu bilmemiz husûsunda bizi sonradan olana bakmaya yönlendirdi. Ve “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim“(Fussılet, 41/53) yâni “Biz, işaretlerimizi yakında onlara afakta ve nefislerinde gösteririz” ayet-i kerimesinde, işaretlerini bize bizde gösterdiğini beyan buyurdu. Bundan dolayı biz sonradan olma olan vücûdumuza baktık; ve onda hayat, ilim, sem’, basar, kudret vb. gibi sıfatlar gördük. Bu sıfatlarımız ile zorunlu vücûda ve onun böyle sıfatları bulunduğuna delil getirdik. Şu halde biz onu bir vasıf ile vasfetmedik, ancak biz o vasfın aynı olduk. Yalnız kendimizi vasfetmediğimiz bir sırf zâtî zorunluluk kaldı. Çünkü biz sonradan olma olduğumuz için, sırf zâti zorunluluk vasfı ile kendimizi vasfetmemize imkân yoktur. 

Şimdi biz zorunlu vücûdu, sonradan olma olan vücûdumuz ile, sonradan olma vücûdumuzdan bildiğimiz zaman, kendimize nisbet ettiğimiz her vasfı, ona nisbet ettik; ve büyük enbiyâ hazretlerinin lisânıyla bize bununla ilâhi haberler ulaştı. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin