Örnek: Suyun varlığını zorunlu olarak farz etmiş olsak, ona bakarak buz yokluktan ibârettir ve buzun mertebesi var ile yok arasındadır. Ve hâricî vücûdundan önce hâzır olduğu mahal akıldır; ve o mertebede varlığı ve yokluğu gerekmez ve onun vücûdu sebebin varlık ve yokluğundan ayrılmaz; çünkü sebep mevcût olunca açığa çıkar ve sebep kalkınca zâil olur.
Ve donma yokluksal ve izâfî bir iş olduğundan elimize bir miktar buz aldığımız zaman onda, o yokluksal ve izâfî işten ona mahsûs bir miktâr olduğunu görürüz. Çünkü "işte âlemde donma bu kadardır, bu hacmin hâricinde donma olmuş değildir" diyemeyiz; ve onda suyun, yâni zorunlu olanın, vücûdundan dahi sâbit ve tahakkuk etmiş olan bir miktar vardır. Çünkü "'işte suyun vücûdu bu kadar olup, o da bu buzda taayyün etmiş olmuştur" denemez. Bundan dolayı buz hem zorunlu olmayanın ve hem de zorunlu olanın açığa çıkarıcısı olmuş olur.
Ve tahkik ehli, mümkünün nereden mümkün olduğunu da bilir. Ve "mümkün" vücûtta, var ile yok arasında yokluk bağıntısıdır ve o bağıntı vücût üzerine ilâve olarak gelmiş bir şey değildir.
Örnek: Lâl rengindeki boya ile yeşil boya bir dîğerine karıştırılsa, deniz renginde koyu bir mâvi renk oluşur. Onun hâricî vücûdu yok idi. Mevcût olan iki boyanın karışmasından oluştu; ve onun vücûdu, iki boyanın vücûdunu arttırmadı; belki onların potansiyel olarak mevcût ve fiilen yok olan bir bağıntısı idi. Ve aynı şekilde buzun vücûdu suya göre bir izâfi ve yokluksal vücûttur. Suyun donup buz olmasıyla vücûdu artmadı.
Ve aynı şekilde tahkik ehli, mümkünün "ayn"ıyla gayr ile zorunlu olduğunu da bilir. Çünkü vücûdun zorunlu oluşu zât’ı ile olursa, ona "zât’ıyla zorunlu" derler; ve eğer gayr ile olursa ona da "gayr ile zorunlu" derler ki, bu da âlemin vücûdudur. Ve âlemin vücûdu ise, zorunlu olan vücûdun taayyününden ibârettir ve taayyünler de daha önce îzâh edildiği üzere, varlık ile yokluk arasında olup hem zorunlu olmayanın ve hem de zorunlu olanın açığa çıkarıcısıdır. Bu da mümkün vücût olup aynıyla gayr ile zorunludur.
Ve aynı şekilde tahkik ehli, kendisi için zorunluluk gerektiren "gayr" isminin nereden geçerli olduğunu da bilir. Çünkü "zorunlu vücût" sözü, aslında "zâtı ile zorunlu vücûd"un ismidir. "Gayr ile zorunlu vücûd"a bu ismin verilmesi, kendi vasfını giydirmesi yönünden bu gayr üzerine olan istîlâsı sebebiyledir. Çünkü Hak, Semî', Basîr ve Mürîd olduğu gibi, bu sıfatlar insanda da açığa çıkmıştır. Örneğin buzun vücûdu açığa çıkmadan önce yok iken, suyun zâti bağıntısından ibâret olan donma gerçekleşince, o buz suyun taayyününden ibâret olduğu halde, açığa çıkması dolayısıyla, onun gayri olur. Ve onunla temizlenememek ve konulduğu kabın şekline tabî olmamak ve akışkan olmamak gibi, birçok yönlerden, aslı olan suya uymaz. Fakat temâs ettiği şeyi ıslatmak ve susamış olan kimse onu yediği zaman kandırmak gibi onda suyun birtakım vasıfları da gözükür.
İşte mümkün hakkındaki bu ayrıntıları ve yönleri arasındaki farkı ve onların istîdâdlarının nev’ilerini, ancak özellikleriyle ulemâ-i billâh bilir. Taayyünlerin çokluğu ve bağıntılar ve görecelikler ile bir olan hakîkî vücûttan perdeli olan ve görüş ehlinden olan âlimler bu hakîkati idrâk edememişlerdir. Bundan dolayı tahkik ehli indinde hakîkatte "mutlak vücût" ile "kayıtlı vücût"tan başka bir şey yoktur. Ve vücûdun hakîkatı ikisinde de birdir ve mutlaklık ile kayıtlılık ancak zâti bağıntılardan ibârettir.
Bu insan türünden doğan son çocuk, Şis’in "ayağı" üzerine olur ve o onun sırlarını taşıyıcıdır ve ondan sonra bu türden bir çocuk yoktur. Bundan dolayı o, çocukların sonuncusudur; ve onunla berâber kız kardeşi doğar. Ondan evvel çıkar ve o, başı onun iki ayağı indinde olduğu halde, kız kardeşinden sonra çıkar. Ve onun doğumu Çin'de olur ve konuşma dili; şehrinin konuştuğu dildir. Ve erkekte ve kadında kısırlık yayılır. Bundan dolayı onlarda doğumsuz nikâh çok olur ve onları Allâh'a dâvet eder, îcâbet olunmaz (37).
Yâni hibesel ilimler ilk olarak insâni sûretleri içinde Şîs (a.s.) ile açığa çıkmış ve lütûfların anahtarı da onun elinde bulunmuş idi. Şîs (a.s.)’ın doğuşu ile başlayan bu insâni sistemin yine o başlangıç ile sonlandırılmış olması için, insan türünden doğacak olan son çocuk ilâhî hibe mertebesinin sonuncusu olarak açığa çıkar; ve bu çocuk ilâhî kemâlin aynası olan insâni görünme yerinin sonudur.
Yâni ilâhî hibe olan ilkâî(hibesel) ilimlere elverişli oluş, insan türü içinde Şîs (a.s.) ile açılır ve bu çocuk ile kapanır. Bundan dolayı bu son çocuk Şîs (a.s.)ın "ayağı" üzere olup onun sırlarını taşıyıcıdır. Ve bu çocukların sonuncusundan sonra bu insan türünden, yâni ilkâî(hibesel) ilimlere elverişli bulunan insanların türünden bir çocuk doğmaz. Doğanlar insan sûretinde hayvan olur. Çünkü onların gayretleri zamânımızda pek çok örnekleri görüldüğü üzere, râhatlık kemâliyle istedikleri şeyleri yemek ve içmek ve keyifleri üzere uyumak ve gezmek ve beğendikleri dişileriyle serbestçe çiftleşmek ve hayât zevki dedikleri bu nefsâni menfaâtlerden en mükemmel şekilde faydalanabilmek için servet ve zenginliğe sâhip olmak kasdıyla, medeniyyette ilerleme ve hayât mücâdelesi adı altında mesâî harcamak esaslarından ibâret olur.
Ve kendilerine, beşeri cemîyet düzeni için hiç olmazsa ahlâki kâidelere uymaları teklîf olunsa, "Ahlâk îtibârî iştir" derler. Oysa gece gündüz pek çok önem verip düşündükleri vücûtları da îtibârîdir. Eğer bunlar sözlerinin eri olsalar her îtibârî şeye önem vermedikleri gibi, vücûdlarına da önem vermemeleri lâzım gelirdi. Bundan dolayı onların temel prensipleri “hayâtın zevklerinden faydalanmak için her çeşit vâsıtaya mürâcaat geçerlidir; şu kadar ki, vücûdun selâmeti şarttır" sözüyle özetlenebîlir. İşte bir hayvan konuşabilseydi, söyleyebileceği şey de bundan ibâret olurdu. Bunların vücûtları ve cesetleri, hayvânların vücûtlarından daha mükemmel olduğu halde, onların derecesine inmelerine bakılırsa “ulâike kel en’âmi bel hüm edallu” yâni “Onlar hayvânlar gibidir, hatta daha çok dalâlettedirler” (A'râf, 7/179) âyet-i kerimesinin ne kadar eksiksiz bir ilâhî târif olduğu açığa çıkar.
Çocukların sonuncusu ile berâber onun kız kardeşi de doğar, yâni ikiz olarak doğarlar. Çünkü çocukların sonuncusu, ilâhî hibe mertebesinin sonuncusudur. Ve ilâhî lütûf, isimlerin hizmetkârından bir hizmetkârın iki eli üzerine olur. Nitekim detayları yukarıda geçti. Ve isimlerin "iki el"inden kasıt biri "fâil" ve diğeri "münfail yâni fâilin fiilini kabûl eden" olmak üzere iki sûrette tecellî edici olmasıdır. Ve insan da sûretlerin var edilişinde iki el ile tecellî edicidir. Bir eli ile fâil ve diğer eli ile münfail yâni fâilin fiilini kabûl edicidir. Ve fâil erkek, münfail yâni fâilin fiilini kabûl eden kadındır ve erkek ile kadın "insan" kavramı altında mevcûttur. İşte kaynağı isimler olan ilâhi lütûflar da böyledir. Bu sırra binâen çocukların sonuncusu kız kardeşiyle ikiz olarak doğar. Ve kız kardeşi çocukların sonuncusundan önce; ve o ondan sonra çıkar. Ve çocukların sonuncusunun başı, kız kardeşinin iki ayağı tarafında olur. Çünkü ilâhi lütûflar ulaşacakları yerin, yâni mahallin ve münfailin yâni fâilin fiilini kabûl edenin istîdâdından dolayı açığa çıkar. Bundan dolayı fâilin eserinin açığa çıkabilmesi için ilk önce münfailin yâni fâilin fiilini kabûl edenin vücûdu lâzımdır. Onun için "insan" kavramının münfaili yâni fâilin fiilini kabûl edicisi olan kadın ilk olarak çıkar ve ilâhî hibe mertebesinin sonuncusu olan çocukların sonuncusu ise, fâil el olmasından dolayı kız kardeşinden sonra doğar.
Ve his ve hareket sebebi olan sinir sisteminin mahalli bulunan başı, nefsâni kuvvetlerinin tamamını toplamış olduğundan ve nefsâni kuvvetlerin hükümrân olduğu mahal, tabîat esfel-i sâfilîni olduğundan, kız kardeşinin en alt uzvu olan ayakları tarafında olmuş olur.
Ve ilâhî zevki ilimler ehlullâh için kuvvetlerden oluşmuştur; ve bu kuvvetlerden dolayı da muhteliftir. Bundan dolayı o ilimler kuvvetlerin ihtilâfı ile muhteliftir. Fakat kuvvetlerin ihtilâfı ile muhtelif olan bu ilimler, tek bir ayn olan Hakk'ın hüviyetine aittir. Ve bu hikmet, ahadiyye hikmeti olup "ayaklar ilmi"ndendir ve ayaklar ilminin ayrıntısı Hûd Fass'ında beyân olunmuştur. İşte bu sırra binâen çocuklarının sonuncusunun başı, kız kardeşinin ayakları tarafında olmuş olur.
Ve onun doğduğu yer Çin'dir; ve kendisi Çin ahâlisinin lisânıyla konuşur. Ve Çin memleketi, insan türünün zuhûr menşei olan Asya kıt'asının en sonudur. Çocukların sonuncusu olduğu için bu kıt'anın sonundaki bir memlekette doğar. Ve o doğduktan sonra erkek ve kadın arasında çok cinsel münâsebet olur ise de çocuk hâsıl olmaz; kadınlar kısır olur. Bundan dolayı onların cinsel münasebetleri mahsûlsüz hayvânî zevkten ibâret kalır.
Ve çocukların sonuncusu kavmini Allâh'a, yâni çokluktan vahdete, dâvet ederse de, kabûl etmezler. Çünkü mezhebleri reenkarnasyon üzerine binâ olunmuştur ve reenkarnasyon ise üremenin kaldırılmasını gerektirmiştir. Kendilerinin istîdâdı budur. Bundan dolayı zâhirî kaldırılmanın gerçekleşmesi için onların dâvete icâbet etmemeleri ve dalâlette sâbit olmaları lâzım gelir.
Şimdi Allah Teâlâ onu ve onun zamânında olan mü'minleri kabz eyledikden sonra, kalan hayvânât gibi kalır. Helâli helâl ve haramı harâm bilmezler. Tabîat hükmüyle, akıl ve şer'den soyutlanmış olan şehvet ile tasarruf ederler. Bundan dolayı kıyâmet onların üzerine kopar (38).
Yâni çocukların sonuncusu ile onun zamanındaki mü'minler âhirete intikâl ettikten sonra, insan sûretinde hayâtta kalanlar, hayvanât gibi kalırlar. Onların hareketleri ne akıl ölçülerine ve ne de şeriat kanunlarına uygundur. Şehvetten ibâret olan tabîat hükmü ile hareket ederler. Dağlarda yularsız gezen hayvânlar gibi yaşarlar. Bundan dolayı insan türünün hálk edilişinden amaçlanan gâye ortadan kalmış olur ve bu âlem ağacı mahsûlsüz kalır ve hálkedilen âlem, Âdem'den evvel nasıl ki rûhsuz tesviye edilmiş bir ceset gibi idiyse, çocukların sonuncusu ile mü'minlerin vefâtından sonra yine o halde kalır.
Ve kıyâmet insanların şerlileri üzerine kopar. Nitekim hadîs-i şerifde buyrulur: "Kıyâmet ancak insânların şerlileri üzerine kopar" ve "İnsânların şerlisi o kimsedir ki, kıyâmet onun üzerine kopar, halbuki o diridir." Çünkü yeryüzünde "Allah, Allah" diyen bulundukça kıyâmet kopmaz. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz buyurur.
"Allah" diyenden kasıt "insan-ı kâmil"dir. Çünkü İnsân-ı Kâmil "Allah" toplayıcı isminin görünme yeridir ve hakkıyla "Allah" diyen ancak odur. Onun dışındakilerde bu kâbiliyet yoktur.Zamânının insan-ı kâmili olan çocukların sonuncusunun intikâlinden sonra âlemin rûhu zâil olup ölü hükmünde kalır; ve en büyük kıyâmet kâim olur. Çünkü görünme yerlerinden her birisinin eceli vardır. Âlem dahi görünme yerlerinden bir görünme yeri olduğundan onun dahi eceli gelir, ölür.
Bitiş: 7 Şubat 1917, Çarşamba, ezâni saat 05:00.
Mesnevî-i Şerîf kırmızı başlıklar:
Tercüme: "Hak Teâlâ hazretlerinin lütûfları ve kudreti, kâbiliyyete bağlı olan hálk edilmişlerin lütfû ve kudreti gibi, kâbiliyyete bağlı değildir. Çünkü Hakk’ın lütfû kadîm ve kâbiliyyet ise sonradan olmadır. Lütûf, Hakk'ın sıfatı ve kâbiliyyet ise, mahlûkun sıfatıdır; ve kadîm, sonradan olana bağlı olmaz."
Şerh: Bu değerli fassın başlarında îzâh edildiği üzere lütûflar, biri zâtî, diğeri isimlerin olmak üzere iki kısımdır:
Zâti lütûflar, ahadiyyet zâtında gizli ve helâk olmuş olup, açığa çıkma talebinde bulunan sıfat ve isimlere, Hakk'ın kendi zâtında, kendi zâtıyla, kendi zâtına tecellîsi sûetiyle, ilâhî ilminde vücût bahşetmesidir ki, buna "akdes feyz" derler. Ve bu lütûf, Hakk'ın zâtî gereği olduğundan ilim mertebesinde peydâ olan ve isimlerin sûretlerinden ibaret olan a'yân-ı sâbite için kâbiliyyet şart değildir. Çünkü a'yân-ı sâbite Hakk'ın bağıntılarının ve işlerinin sûretleridir; ve Hakk'ın işleri ise, kendi vücûdunun aynıdır ve Hakk'ın vücûduyla berâber kadîmdir. Bundan dolayı Hakk'ın zâtî lütûfları kadîm olur.
Fakat Hakk’ın mutlak vücûdunun "ilim mertebesi"nden "ayn mertebesi"ne tenezzülü ve kevni görünme yeri sûretlerinde kayıtlı oluşu, a'yân-ı sâbitesinden dolayı olduğundan ve kevn âleminde her bir görünme yerine ulaşan lütûflar kendi hâs isminin istîdâdına göre bulunduğundan, bu isimlerin lütûflarında kâbiliyyet şarttır. Ve kevn âleminde olan bu isimlerin tecellîlerine "mukaddes feyz" derler. Mesnevî:
Tercüme: "O gönlün çâresi bir değiştiricinin lütfûdur. Onun ihsan ve lütfûna, kâbiliyyet şart değildir. Belki kâbiliyyetin şartı O'nun lütfûdur: Lütûf iç ve kâbiliyyet kabuk gibidir."
Şerh: Taştan daha katı olan kalbin çâresi bir değiştiricinin, yâni halleri değiştirici olan Hakk'ın lütfûdur. Ve böyle kimse Mudill isminin te'sîri altında bulunduğu halde, ilâhî lütûf, Hâdî isminin iki eli üzere, ona ulaşmalıdır ki, o dalâletten kurtulabilsin. Çünkü ilâhî lütûf isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkâr vâsıtasıyla gelir.
"Hakk'ın lütfû için kâbiliyyet şart mıdır? diye sorulacak olsa, “değildir” cevâbı verilir. Çünkü, hidâyete kâbiliyyet birçok kimselerin zannettiği gibi, mutlakâ sâlih amellerle meşgûl olma ve günahlardan sakınma değildir. Hakk'ın inâyeti sebepsizdir. Nice anadan doğma kâfirler vardır ki, Hakk'ın hidâyeti yardımlarına erişmiştir ve nice günah ve isyân ehli vardır ki, Hak onlara daha sonra velâyet mertebesini ihsân etmiştir. İbâdetler ve itaat etmek ise basit sebeplerden ibârettir. Onun için Hak Teâlâ buyurur: “Kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâhi” (Zümer, 39/53) Yâni: "Ey nefislerini isrâf eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!". Bundan dolayı onun lütfû için kâbiliyyet şart değildir.
Belki kâbiliyyetin şartı, O'nun lütfûdur. Çünkü "akdes feyz" denilen onun zâtî lütfû istîdâdları dolayısı ile a'yân-ı sâbiteye kâbiliyyet bahşetmiştir ki, "mukaddes feyz" denilen isimlerin tecellîleri bu kâbiliyyet üzerine gelir. Bu sûrette zâtî lütûf iç; ve kevni ayn’ların kâbiliyyeti kabuk gibi olur. Eğer bir kimsenin ayn-ı sâbitesi ezelde Hâdî isminin sûreti üzere ilâhî ilimde sâbitlik bulmuş ise, bu süflî âlemde bir müddet dalâlet sahralarında koşmuş olsa ve hidâyete sûret olarak kâbiliyyeti olmasa bile, görünme yeri olduğu ismin hazînesindeki lütûflar vakti gelince ona ulaşır.Mesnevî:
Tercüme: "İşte asâ, Mûsâ için yılan olur. Bir güneş gibi, onun avcunun içi parlak olur. Daha bizim sırrımıza ve aklımıza sığmayan nebîlerin yüzbinlerce mûcizeleri vardır."
Şerh: Yâni, eğer sen zâtî lütfûn iç; ve kevni ayn’ların kâbiliyyetinin kabuk gibi olduğunun örneğini görmek istersen, işte biri Mûsâ (a.s.)'ın asâsı ve parlak elidir ki, bir ağaç parçasıyla yılanın; ve et ile kemikten ibâret bulunan bir el ile parlaklığın görünüşte münâsebetleri olmadığı halde, "asâ" yılan ve "el" de güneş gibi parlak oldu. Çünkü o asânın ve elin içi ki, onların ayn-ı sâbiteleridir, zâtî lütûf bunlar hakkında bu sûretle geldi ve zâtî lütûf, gelmek için, "Bu ağaçtır ve bu eldir; bunlarda yılan ve parlak olmaya kâbiliyyet yoktur" demez. Bir hârika olmak üzere onların kabukları olan kevnî vücûtları açıldığı zaman, kevni ayn’larına göre onların içi görülür. İşte her şeyi sebebe bağlı gören aklımızın ve sırrımızın almadığı nebîlerin yüzbinlerce mûcizelerinin de buna kıyâs olunması lâzımdır. Şu kadar var ki, o kabukların açılıp içlerinin çıkması dahi a'yân-ı sâbitelerinin gereğindendir. Ve bu fevkâlâdelik dahi, Cenâbı mutlak Hakîm tarafından her kabuğun içi olduğunu merhameten kullarına anlatmak ve kabuktan öze dâvet etmek içindir.Mesnevî:
Tercüme: "Hudâ’nın tasarrufudur, sebeplerden değildir; yoklara kâbiliyyet neredendir? Eğer kâbiliyyet Hakk'ın fiilinin şartı olaydı, hiçbir yok hükmünde olan vücûda gelmezdi."
Şerh: Yâni ilâhi tasarruflar sebeplerin varlığına bağlı değildir. Çünkü sebepler dediğimiz şeyler de, Hâkk'ın vücûdunun bağıntıları ve izâfetleridir. Ve bağıntılar ise yokluksal işlerdendir. Halkedilmişlerin vücûdu dediğimiz, âlem görünme yerlerinin tamamı, izâfi vücûttan ibâret olunca, o ârızî ve yokluksal olan şeylere kâbiliyyet nereden gelir? Belki onların kâbiliyyetlerinin şartı zâtî lütûftan ileri gelir. Eğer Hakk'ın fiilinin zuhûra gelmesi için kâbiliyyet şart olsaydı, ahadiyyet Zâtında gizli olan ilâhî bağıntı ve işlerin hiçbirisi vücûda gelmez idi. Çünkü Hakk'ın isimlerinin işleri ile açığa çıkması zâtının gereğidir ve bu açığa çıkma için kâbiliyyet şart değildir. Çünkü kâbiliyyet sebeptir; ve Hakk'ın mutlak vücûdu ve onda mevcût olan bağıntılar hiçbir sebeb altında mevcût olmuş değildir. Mesnevi
Tercüme: "Hak Teâlâ, tâliblere, bu mâvî perdenin altında, bir âdet ve sebepler ve yollar koydu. Haller genellikle, âdet üzere geçerli olur. Bâzen Hakk’ın kudreti âdeti yırtar. Âdeti letâfetle koymuş, daha sonra mûcizeyi âdeti yırtıcı kılmıştır. Eğer izzet bize sebepsiz erişir değil ise, ilâhî kudret sebebin azlinden azledilmiş değildir. Ey sebebe tutulmuş olan, dışarıya uçma! Lâkin sebebin azlini sebebi koyan zannetme! O sebepleri koyan her ne dilerse getirir. Mutlak kudret sebepleri yırtar. Lâkin bir tâlib, murâd istemeyi bilsin diye işlerin bitimini sebep üzere sürer. Sebep olmayınca isteyen, ne yol arar? Bundan dolayı sebebin, yolda âşikâr olması lâzımdır. Bu sebepler, görüşler üzerinde perdedir. Çünkü her görüş kuvveti O'nun san’atına lâyık değildir."
Şerh: Yâni Hak Teâlâ Hazretleri, bu his ve şehâdet âleminde, lütûf tâlibi olanlara, bir âdet ve sebepler ve yol koydu ki, ilâhî lütûf tâliblere bu şehâdet âleminin âdeti üzere birtakım sebepler vâsıtasıyla ona mahsûs bir yoldan gelir. Meselâ bir kimse elindeki kayısı çekirdeğinden kayısı yemeyi istese, ilk önce onu toprağa gömmeli, daha sonra sulamalı, sonra da senelerin geçmesini beklemelidir. Çünkü dünyanın âdeti budur. Ve bu lütûf, zâtî lütûf değil, isimlerin lütfûdur.
Ve ilâhî lütûf birtakım isimlerin hizmetkârının hizmetiyle olur. Ve âlem sûretlerinden her bir sûret bir ismin görünme yeridir. Ve bir işin görülmesine bu sûretlerden birinin veyâ birkaçının hizmeti, onların görünme yeri oldukları isimlerin hizmeti olur. İşte dünyânın halleri genellikle böyle âdet üzerine geçerlidir.
Fakat bâzen Hakk’ın kudreti bu âdeti yırtıverir. Meselâ buzun vücûdu için su, suyun vücûdu için buhar, buharın vücûdu için de hava lâzımdır. Bunlar mertebelerine göre bir dîğerinin vücûduna sebeptir. Ve hava bu değişmeleri geçirdikten sonra buz olur. Tabîi olan âdet budur. Hak, buzun vücûdu için bu yolu koydu. Fakat bir Nebiyy-i zî-şân mûcize; ve onun vârisi olan bir kâmil veli, kerâmet olmak üzere, mübârek elini havanın içine uzatıp bir buz pârçası oluşturabilir. Çünkü onlar beşeri sıfatlarından fânî olup Hak'la bâkî olmuş olduklarından, onların kudret ve fiilleri, Hakk'ın kudreti ve fiilidir ve Hakk’ın kudreti bâzen âdeti yırtar; böyle hârikûlâde halller açığa çıkar. Hak Teâlâ âdeti, latîf ve karışık birtakım sebepler üzerine koymuştur. Daha sonra bu sebepler âleminin ötesinde, başka âlemler mevcût olduğunu göstermek için nebîlerin mûcizelerini, âdeti yırtıcı kılmıştır.
Bu dünyâda izzet ve nîmet dahi bize âdet yolu üzere birtakım sebepler vâsıtasıyla gelir. Fakat görünüşte izzet ve nîmete vâsıta olabilecek sebeplerin geçici olduğunu müşâhede edersen, sebebin azledilmiş olduğu gibi, ilâhî kudretin de azledilmiş olduğunu zannetme! Mâdemki sebepleri koyan azledilmiş değildir, onun diğer isimleri eliyle sana ilâhî lütûf gelir. O sebepleri koyan ezelde her neyi kazâ ve takdîr etmiş ise, meydanda sebep görünmese bile, mutlak kudret o sebebleri açığa çıkarır. Ve örneğin belâ sebepleri mevcût iken o sebepleri yırtıp, onun yerine nîmet sebeplerini hazır kılar.
“Ud’ûnî estecib lekum” yâni “Bana duâ ediniz ki size icâbet edeyim” (Mü'min, 40/60) âyet-i kerîmesi gereğince bir tâlib, murâdını taleb etsin diye, Hak Teâlâ işlerin bitmesini sebep üzerine binâ etmiştir. Bundan dolayı herkes gözünü sebeplere dikmiştir. Örneğin zengin olmak isteyen kimse ticârete girer; ve "Yâ Rab benim ticaretime değer ver!" diye duâ eder. Eğer bu gibi zenginlik sebepleri mevcût olmasa idi, zenginlik isteyen neyi sebep tutmakla zengin olunabileceğini bilemeyip şaşırır kalır idi. Böyle olunca taleb sâhibinin yolunda sebep bulunması hikmet îcâbıdır.
Şimdi sen bu âlemde işlerin sebepler altında görülmesinin âdet olduğuna bakıp da sebepleri ortaya getirenden gâfil olma! Bu sebepler gözlerde perdedir. O perdelerin arkasında sebepleri koyan vardır. Fakat her görüş kuvveti, onun san'atını ve fiillerini görmeğe lâyık değildir. Bunu görmek için "fiillerin tevhîdi" mertebesine ulaşmak lâzımdır. Oysa milyonlarca hálk edilmiş sebeplere sarılmışlar ve kendilerine gelen nîmet ve belâyı o sebeplerden bilmişlerdir.Mesnevî:
Tercüme: "Perdeleri kökünden ve dibinden koparmak için, sebebî delici bir göz lâzımdır. Tâ ki mekânsızlıkta sebepleri ortaya getireni görsün ve çalışmayı ve sebepleri ve dükkânı boş ve beyhûde olarak müşâhede etsin. Her hayır ve şer sebepleri ortaya getirenden gelir. Ey peder, sebepler ve vâsıtalar, gaflet devrinde bir zaman kalmak için, caddede yapılmış bir hayâlden başka bir şey değildir."
Şerh: Yâni isimlerinden dolayı Hakk’ın mutlak vücûdunun kayıtlı oluşundan ibâret bulunan bu görünme yerlerinin ve bu sebeplerin izâfî vücûtlarını delip de, mekân ile vâsıflanmış olan cismâniyyet âleminin hâricinde, mekânsızlıkta sebepleri ortaya getirenin bir olan hakîkî vücûdunu görecek; ve bundan dolayı çalışmayı ve sebebleri ve dükkânı, yâni üzerinde âdet geçerli olan cismâniyyeti fânî müşâhede edecek bir göz lâzımdır. Bir görünen sebep altında gelen her bir hayır ve şer, isimlerinden dolayı sebepleri ortaya getirenden gelir.
Eğer sen "Sebepleri ortaya getiren niçin sebepler perdesi arkasına gizlenmiştir; keşke gözükeydi de herkes hâlin hakîkatini bile idi" diyecek olursan, onun cevâbı budur ki, bu sebepler ve vâsıtalar âhıretin caddesi olan bu şehâdet mertebesinde, bir hayli zaman gaflet devri devâm etsin diye yapılmış bir hayâlden başka bir şey değildir. Ve bu hayâller körler ile gözlüleri ayırmak için hikmet yüzünden konulmuş bir tecrübe âleti ve sahte ile gerçek akçeyi ayırmak için konulmuş bir ölçektir.
Bu âlemde göz vardır ki, sebepleri, sebepleri ortaya getirenin gayrı görmez ve sebepte sebepleri ortaya getireni müşâhede eder ve göz vardır ki, körün değneğine güvendiği gibi, sebeplerden başka bir şeyi görmez.
Bitiş: 21.Şubat.1917 Çarşamba, saat 02:50
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-3-
NÛH KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN SUBBÛHİYYE HİKMETİNİN BEYANI OLAN FASSTIR
Subbûh" mübâlağa yönü üzere "tesbîh" ma’nâsınadır; ve "tesbîh" Allâh'ı imkâni hükümlerden tenzîh etmektir. Ve Nûh Kelimesinin "subbûhiyye hikmeti"ne ilişkili kılınmasındaki sebep budur ki:
Nûh (a.s.) ulü'l-azm olan resûllerin birincisidir; ve risâletin en birinci hükmü, resûlün ümmetinî Hakk'ın tevhidine dâveti ve ortak ve benzerden tenzîhidir. Çünkü risâlet ikilik üzerinedir. Ve bu çoklukların ve kayıtlı olanların hükümlerine aldanıp her birisini birer bağımsız vücût farz eden hálkın gözlerini Hakk'ın tevhidine açmak lâzımdır ki, eşyânın hálkedilmesinden amaçlanan mârifet ve bu mârîfetin netîcesi olan ibâdet ve ubûdiyyet husûle gelsin. Bu da ancak çokluk kayıtlarından yüz çevirerek bir olan Hakk’ın vücûduna yönelmek ile olur.
Oysa “Ve alleme âdemel isimlere küllehâ” yâni “Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” (Bakara, 2/31) âyet-i kerîmesi gereğince ilk olarak ilâhî isimlerin hepsiyle tahakkuk eden ve ilâhi sûret ile açığa çıkan Âdem oldu. Daha sonra Âdem nesli çoğaldı. Her birerleri birer ismin görünme yeri olan âdemi sûretlerin kâbiliyetlerinden dolayı, o isimlerin vücût feyzi vermeleri ile isimlerin görünme yerleri bu şekilde çoğaldı.
Ve Şîs (a.s.) ile Nûh (a.s.) arasında fetret dönemi olduğundan, Nûh (a.s.)’un kavmi, muhtelif çeşitlerdeki isimleri birtakım cisimlerden ibâret zannedip vehimlerinde oluşan sûretler üzerine Vedd, Süvâ' ve 'Yeğûs ve Yaûk isimleriyle putlar îmâl ederek onlara taptılar. Ve çok olan isimler sebebiyle uydurdukları çeşitli ilâhlara tapmakla Hakk’ın vahdetinden perdeye düştüler. Bundan dolayı Nûh (a.s.) kavmini bu halde görünce, kendisine gayret ve kavmine de gazab gâlip oldu. Hattâ gayretinin kemâlinden “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” (Nûh, 71/26) Yânî: "Yâ Rab! yeryüzünde kâfirlerden devreden bir kimse bırakma!" diye onların helâkini taleb etti.
Burada bir soru akla gelir: "Eşyânın hepsi ilâhi isimlerin görünme yeridir ve onların vücûdu ise, mutlak vücûdun kayıtlanması ve taayyününden ibârettir. Bundan dolayı Nûh kavminin taptıkları putlar dahi, mutlak vücûdun kayıtlanması ve taayyünü olduğundan Nûh kavmi onlara tapmakla Hakk'ın dışında bir şeye tapmış olmazlar".
Bu sorunun cevâbı bu değerli fass’ta ayrıntılı olarak beyân buyrulmuştur. Yeter ki Cenâb-ı Hak selîm bir zevk ve doğru bir anlayış ihsân buyursun.
Dostları ilə paylaş: |