Gülşen-i Râz'dan:
Tercüme: "Mâdemki eşyâ vücûdun görünme yeridir, nihâyet put dahi o kapsamdan birisidir. Ey âkıl olan âdem! İyi düşün ki, put vücût yönünden bâtıl değildir. Bil ki, Hak Teâlâ onun hálkedicisidir. İyiden her ne çıktı ise iyidir. O makâmda ki vücût ola, salt hayırdır. Eğer onda şer var ise o gayrdandır. Eğer müslümân bilse idi ki, "put nedir?" Bilir idi ki, din putperestliktedir. Ve eğer müşrik puttan haberdâr olsa idi, dîninde dalâlete düşer mi idi? O, puttan ancak zâhir hálk edilmişi gördü. Bu sebeble şerîatte kâfir oldu. Eğer sen de, ondan orada örtülü olan Hakk’ı görmez isen, şerîatte sana da müslüman demezler."
Bilesin ki, muhakkak, hakîkat ehli indinde Cenâb-ı İlâhî'de tenzîh, sınırlama ve kayıtlamanın ayn’ıdır (1).
Yânî Cenâb-ı İlâhî sonradan meydana gelmişlik sıfâtından ve cismâniyyetten ve maddiyyâttan münezzehtir, dediğimiz vakitte, O'nun sıfâtı bunların sıfâtından ayrıdır, demiş oluruz. Bundan dolayı Hak bir sıfat ile kayıtlanmış olur. Ve böylece bundan, Hakk'ın sınırı bunların sınırından hâriçtir, ma’nâsı da çıktığı için, aynı zamanda Hakk'ı bir sınır ile de sınırlamış oluruz; veyâhut Hak bütün kayıtlı olanlardan münezzehtir desek, mutlaklık kaydı ile kayıtlamış oluruz.
Oysa hakîkat ehli indinde Allah Teâlâ için ne mutlaklık ve ne de kayıtlılık vardır. Çünkü Cenâb-ı ilâhî, yânî ulûhiyyet mertebesi, ilâhî isimlerin hepsini toplamıştır. Ve isimler de O'nun işleri olup zâtının gereğidir; ve eşyâ da isimlerinin aynasıdır. Ve isimlerin ilim mertebesinde ve rûhlar âleminde ve misâl âleminde ve şehâdet âleminde müşâhede edilmiş olan sûretleri yine Hakk'ın vücûdununun tenezzüllerinden çıktığından, her bir mertebede müşâhede edilen ancak kendi zâtıdır. Bundan dolayı gayr nerededir ki, onun bir sınırı olsun da Hakk'ı ondan ayıralım; ve kayıtlı olanın vücûdu var mıdır ki, onun karşısında Hakk'ı mutlak kılalım?
Tenzîhin sınırlı ve kayıtlı oluşu ulûhiyyet mertebesindendir. Ahadiyyet mertebesinde tenzîh ise, şirktir isbatıdır. Çünkü ahad olan zâtı tenzîh için ondan gayri bir şey isbât etmek lâzım gelir. Oysa o mertebede ne isim ve ne de sıfat ve vasıf mevcût değildir. Hepsi ahadiyye zâtında yok hükmündedir; ve zâtın dışında îtibâr olunacak bir şey yoktur.
Şimdi tenzîh eden kimse ya câhildir veyâhut kötü edeb sâhibidir. Velâkin câhil ve kötü edeb sâhibi tenzîhi mutlaklaştırarak onunla kâil oldukları zaman, mü'min olan ve şeriat ile kâil bulunan kimse, tenzîh edip tenzîhi indinde durduğunda ve bundan başka bir şey görmediğinde, muhakkak edebe kötülük eder; ve Hakk'ı ve resûlleri yalanlar. Oysa onun şuûru yoktur ve o, oluşumda olduğunu hayâl eder, halbuki o kimse uzak düşmüştür ve o bâzısına îman eden ve bâzısına kâfir olan kimse gibidir (2).
Yânî Hakk'ı imkân dâhilinde olanların noksanlıklarından ve insâni kemâllerden tenzîh eden kimse, ya câhildir:
Yânî tenzîhin, Hakk'ı, mevcûtların tümünden ayırmak ve onun açığa çıkışını bâzı mertebelere tahsîs etmek olduğunu bilir ve oysa mevcûtların tümünün kendi zâtları ve vücûtları ve kemâlleri ile Hakk'ın görünme yeri olup, Hakk'ın onlarda açığa çıkan ve onlara tecellî edici bulunduğunu ve onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar; Hakk’ın onların zâtlarıyla, vücûtlarıyla ve her ânıyla ve bütün sıfatlarıyla berâber olduğunu ve belki bu sûretlerin hepsiyle açığa çıkanın ancak Hak olduğunu ve bu sûretlerin asâleten Hakk'ın ve dolaylı olarak hálkın olduğunu bilmez. Bundan dolayı Hak üzerine bu cehâleti ile hükmedip onu bâzı mertebeler ile kayıtlanmış kılar.
Veyâhut tenzîh eden kimse bu bahsedilen hakîkatleri bilir:
Bu sûrette o kimse Allâh'a ve resûlüne karşı kötü edebde bulunmuş olur.
Ve tenzîh eden câhil ile kötü edeb sâhibi, ya mü'min veyâhut mü'min değildir:
Eğer tenzîh eden mü'min olup da, bu tenzîhi indinde durur ve oradan ileriye gitmez ve teşbih makâmında, teşbîh ederek âlemin kemâlâtını Hak hakkında isbât etmez ise, kötü edeb etmiş ve peygamberleri ve ilâhi kitâpları yalanlamış olur. Çünkü ilâhi kitâplarda, Hak kendisinin Semî' ve Basîr ve Hayy ve Kayyûm ve Mürîd olduğunu beyân buyurmuş ve peygamberler de, bu gibi ilâhi sıfatları haber vermişlerdir.
Tenzîh eden kimseler ise, bu yalanlamalarının farkına varmazlar; ve bu yalanlama ile kendilerinde mârifet oluştuğunu ve mü'min ve tevhid edici olduklarını zannederler. Oysa bu zanlarıylâ hakîkî mârifetler ve yakînî imân ve salt tevhîdden uzak düştüklerini bilmezler. Ve onlar ilâhi kitâpların bâzılarına îmân ve bâzılarını inkâr eden kimseler gibidir. İşte mü'min olup şeriat ile kâil olan tenzih edicinin hâli budur.
Mü'min olmayanlara gelince:
Bunlar, ister bilim adamı ve felsefeciler gibi yalnız akıllarının gereklerine tâbî olan kısımdan olsun, ister bunlara tâbî olan felsefecilerin taklitçileri olsun, zâten onlar hayret ve dalâlete düşmüş ve "Biz bir öğreticinin öğretimine muhtâç olmaksızın bilim ve akıl ile hakîkatı idrâk edebiliriz" iddiâsında kalmış olduklarından sözlerinin bâtıl oluşu çok net olduğundan dolayı bu grubu Hz. Şeyh (r.a.) dikkâte bile almayıp yalnız “mü'min olan ve şeriat ile kâil bulunan kimse” sözüyle yetindi.
Husûsiyle bilindi ki, muhakkak ilâhi şerîatların lisânı, Hak hakkında söylediği vakit, onu ancak genele ilk anda anlaşılacak ifâdeler ûzere, özele de, o söz hangi lisân ile olursa olsun, o lisânın tarzına göre, o sözün üslûbundan anlaşılan diğer bir ifâde üzere söylediği şeyle getirdiler (3).
Yâni Allah indinden indirilmiş olan şerîatların lisânı, Hak Teâlâ Hazretleri hakkında bir şey söylediği zaman, peygamber onu kavminin lisânı üzere söyler ve öyle sözler ile söyler ki, kavminin hepsi o sözleri işittikleri zaman, ilk anda zihinlerine gelen ma’nâlarını te'vîlsiz zâhiri üzere alırlar. Çünkü, Hakk'ın hitâbı geneledir.
Bununla birlikte o lisân Arabî, İbrânî gibi hangi lisândan olursa olsun, peygamberin genele söylediği o sözlerin, o lisânın tarzı îtibârıyla tahkik ehline ve tevhid ehline ve zâhir âlimlerinden her bir gruba göre, özel ifâdeleri, birçok yönleri ve çeşitli ma’nâları vardır. Hak onlara o sözlerde -bilsinler bilmesinler- o ifâdeler ve yönler ve ma’nâlar ile tecellî buyurur.
Nitekim Câfer Sâdık Hazretleri: "Hak Teâlâ kullarına kendi kelâmında tecellî eder; velâkin, onlar bilmezler" buyurur. Ve (S.a.v.) Efendimiz hadîs-i şerîflerinde "Kur'ân'ın zahrı ve batnı ve haddi (yâni sınırı) ve matla'ı (yâni doğuş yeri) vardır". Ve aynı şekilde: "Kur'ân yedi batın üzere nâzil oldu" buyururlar
Çünkü, Hak için hálk edilmişlerin hepsinde zuhûr vardır. Bundan dolayı ifâdelerin hepsinde açığa çıkmış olan O'dur. Her bir anlaşılandan bâtın olan da O'dur. Ancak "Muhakkak âlem O’nun sûreti ve hüviyyetidir; ve o, Zâhir ismidir" diyen kimsenin anlayışından bâtın değildir. Nitekim Hak, ma’nâ yönüyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak, bâtındır; bundan dolayı Hakk'ın, âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, idâre edici olan rûhun sûrete nisbeti gibidir (4).
Yânî "hálk" dediğimiz şeyler, Hakk'ın zâti işleri olan isimlerinin görünme yeri olduğundan Hak, bunların hepsinden açığa çıkmıştır ve onların vücûdu, mutlak vücûdun taayyün ve kayıtlanma elbisesine bürünerek açığa çıkmış olmasından başka bir şey değildir.
Müstakil vücût ile izâfî vücût hep Hakk'ın vücûdundan ibâret olunca, hálk dediğimiz taayyün etmişlerin ve kayıtlanmışların zihni ifâdelerinde açığa çıkmış olan da hep Hak olmuş olur. Bundan dolayı Hak, her mevcût ve telâffuzda ve her bir ifâde ve düşüncede, herkesin istîdadına göre açığa çıkıp bir husûsî hitâp ile hitâb eder. Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de: “ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi.” (Kâf, 50/16) yânî "Ben o kuluma şah damarından daha yakınım" buyurdu. Sen ise bundan gâfil olup düşünce okunu uzağa düşürdün; yânî Hakk'ı kendi nefsinde değil, ötede aradın. Ey okunu ve yayını hazırlamış ve akıl ve zekâsını başka ilimler ile yüklemiş olan kimse, av yakındır. Oysa sen okunu uzağa atmışsın."
Hak her anlaşılandan zâhir olduğu gibi, her bir anlaşılandan bâtın olan da yine Hak'tır. Yânî anlayışı sınırlı olan kimselerin istîdâdlarının yetişmediği ifâdeler ile bâtındır; fakat bu bâtın oluş anlayışı sınırlı olanların anlayışlarına göredir. Yoksa "Âlem Hakk'ın sûretidir ve hüviyyetidir; ve âlem Hakk'ın Zâhir ismidir" diyen ve bunun böyle olduğunu zevkan yâni bizzât hakîkatini yaşayarak bilen kimsenin anlayışına göre bâtın değildir. Çünkü böyle bir mübârek zâtın anlayışı sınırlı değildir. Bu mübârek zât, âlemin, Hakk'ın zâtı îtibârıyla değil, belki Zâhir ismi ile kayıtlanması ve taayyünü îtibârıyla sûreti ve hüviyyeti olduğunu bilir. Çünkü o, Hakk'ı görünme yerlerinin hepsinde müşâhede eder. Nitekim Ebû Yezîd (k.s.) buyurmuştur ki: "Otuz yıldan beri Allâh ile konuşurum. Oysa insânlar kendileriyle konuşurum zannederler."
Bilinsin ki, isimler Hakk'ın zâtının işleridir ve Hakk’ın işleri ise onun zâtının aynıdır; ve Zâhir de onun ismidir ve Zâhir ismi âlemin açığa çıkmasını gerektirir. Çünkü isim bir görünme yeri olmayınca açığa çıkmaz. Bundan dolayı Hak âlemin aynı olması îtibârıyla, âlem Hakk'ın sûreti ve hüviyyeti olur.
Ve nitekim Hak, akli ve hissi ve rûhâni ve cismâni sûretlerden açığa çıkan şeyin ma’nâ yönüyle rûhudur; ve Hak Teâlâ, bu yönden bâtındır. Bundan dolayı âlemde "açığa çıkma" ve ma’nâda "bâtın olma" kaydıyla kayıtlanmış olan Hak'tır; ve açığa çıkma ve bâtın olma Hakk'ın hüviyyetidir. Ve Hak, zâhirin ve bâtının hüviyyeti olunca, bâtın oluşun zâhir oluşa nispeti, sûretin idâre edicisi olan rûhun sûrete nispeti gibidir.
Örnek: Farz edelim, "insan" kelimesini bu kâğıt üzerine yazdık; gözümüzün önünde bir sûret zâhir oldu. Bizi bu sûreti yazmaya sevk eden onun ma’nâsı idi. Bundan dolayı bu ma’nâ o sûretin idâre edicisidir. Ve bu kelime zâhir, onun rûhu olan ma’nâsı da bâtındır. Ve bu sûret ma’nânın gayrı değildir; belki zâhiri bâtınının aynıdır. Eğer gayrı olsa idi, o sûreti görünce ma’nâsına ve diğer bir deyişle, zâhirden bâtına geçiş olmaması lâzım gelir idi; ve böylece ilimdeki ma’nâyı açığa çıkarmak için bu sûreti yazmamak îcâb eder idi.
İşte her mertebede zâhir olan sûretlerin bâtınları vardır. Ve her mertebede zâhir ve bâtın olan Hak'tır. Örneğin Hakk’ın ilminde zâhir olan a'yân-ı sâbitenin bâtını isimler; ve rûhlar âleminde zâhir olan sûretlerin batını a'yân-ı sâbite ve misâl âleminde zâhir olan sûretlerin bâtını rûhlar ve şehâdet âleminde zâhir olan sûretlerin bâtını da misâli sûretlerdir. Ve bunların hepsinde zâhir olan Hak'tır ve Hak, hepsinin bâtınlarının en bâtınıdır.
Şimdi, insanın târifinde, meselâ onun zâhir ve bâtını alınır. Ve her târif edilmiş dahi böyledir. Bundan dolayı Hak, her bir târif ile târif edilendir. Oysa âlemin sûretleri, ancak her âlem için onun sûretlerinden oluştuğu kadar standart olur ve ihâta olunur ve her bir sûretin sınırları bilinir. İşte bunun için Hakk'ın sınırı bilinmeyen olur. Çünkü Hakk'ın sınırı, ancak her sûretin sınırını bilmek ile bilinen olur. Bunun oluşması ise mümkün değildir. O öyle ise Hakk'ın sınırının olması mümkün değildir.(5)
Yânî insanı târif ve tahdid edeceğimiz zaman "konuşan hayvân"dır deriz. "Konuşma" onun bâtını ve "hayvan" zâhiridir. Cins ve kısımlardan oluşan zâhir toplayıcı yapısıyla onda ahadiyyet sırrı vardır. Ve her ikisinin ortak ve ayrı ayrı hakîkatleri mevcûttur ki, onda bâtındır ve Hak, onun hadd ve târifinde târif edilendir. İşte her bir târif ve tahdîd olunan şey de böyledir. Çünkü her târif edilmişte, genele ortak bir husûs ve kendine hâs ayrı bir husûs lâzımdır. Ve bunların her ikisi de Hakk'a son olur.
Ve Hak her bir şeyin hadd ve târifinde bâtındır. Bundan dolayı her ne vakit bir şeyi târif ve tahdîd etsek Hakk'ı târif ve tahdîd etmiş oluruz. Çünkü o şeyin zâhiri Hakk'ın Zâhir isminin görünme yeri ve bâtını da, Hakk'ın Bâtın isminin görünme yeridir; ve görünme yeri ise ahadiyyet îtibârıyla Zâhir'in aynıdır. Ve âlemin sûretleri ve parçaları ayrıntılarıyla kavranmış ve çevrelenmiş değildir, sonsuzdur.
Oysa sınırlar, eşyânın sûretlerini ve onların hakîkatlerini ihâta ettikten sonrâ bilinen olur. Onları ihâta etmek mümkün olmadığından, sınırlarını bilmek dahi mümkün değildir. Ve mâdemki onların sınırları bilinmiyor, o halde Hakk'ın sınır ve târifi de mümkün değildir.
Ancak standart olan ve ihâta olunan ve sınırları ve târifleri bilinen şey, her âlem için o âlemin sûretlerinden oluştuğu kadardır. Sonuçta âlemin sûretleri standart olmadığı için, Hakk'ın sınır ve târifi de bilinmeyen olur.
Âlemin sûretlerinin standart olmaması budur ki, Hakk'ın zâti işleri olan isimlerin sonu yoktur. Bu isimleriyle Hak, ezelen ve ebeden tecellî eder durur ve bu isimlerin sûretleri olan ayn’lar da, o tecellîleri devâmlı olarak kabûl eder ve bu âlem sûretleri ve nakışları sürekli olarak var olur. Ondan sonra bozulmaya gider ve bozulma da tecellîdir. Meselâ bahar gelince ağaçların yaprakları, çiçekleri, meyveleri oluşur. Güller açar, dağlar yeşillenir. Kış mevsiminde bozulmaya gider. Sonuçta yeryüzündeki sonsuz sûretler böylece var olur ve bozulur. Sonsuz uzaydaki âlemlerin ve onların üzerlerindeki sûretlerin var olması ve bozulması dahi böyledir. Var olan sûretlerin sınırları ve târifleri Hakk'ın bildirdiği kadar bilinenimiz olur. Oysa henüz var olmamış olan sûretlerin sınırlarını bilmek mümkün değildir. Bundan dolayı Hakk'ın sınırını bilmek dahi imkânsız olur.
Ve Hakk'ı tenzîh etmeyip teşbîh eden kimse de böyledir. O, muhakkak onu kayıtladı ve sınırladı ve onu bilmedi (6).
Yânî Hakk'ı teşbîhsiz tenzîh eden kimse, onu sınırladığı ve kayıtladığı gibi, tenzîhsiz teşbîh eden kimse de, tenzih edici olan kimse gibi, onu sınırlamış ve kayıtlamış olur; ve Hakk'ı bilmez. Çünkü teşbîh eden kimse, Hakk'ı cismâniyetlere benzetip onda tahsis eder. Oysa bu, sınırlanamaz olan mutlakı kayıtlamak ve sınırlamaktır.
Ve aynı şekilde tenzîh eden kimse de, Hakk'ı cismâniyetlerden tenzîh eder; ve bundan, Hakk'ın sınırı cismâniyetlerin sınırlarından hâriçtir, ma’nâsı çıkar. Ve kayıtlı olanlardan tenzîh olunduğunda da, Hak mutlaklık kaydı ile kayıtlanmış olur.
Ve Hakk'ın mârifetinde tenzîh ve teşbîh arasını birleştiren ve onu iki vasıf ile vasfeden kimse, nasıl ki kendi nefsini ayrıntı üzere değil, mücmel olarak ârif oldu ise, Hakk'ı da ayrıntı üzere değil, mücmel olarak, ârif olur. Çünkü âlemde sûretlerden olan şeyin ihâtasının olmayışından dolayı, onu iki vasıf ile ayrıntı üzere vasfetmek mümkün değildir (7).
Yânî tahkik ehli ârif Hakk'ı, zâti ahadiyyeti ve bir olan hakîkatı îtibârıyla taayyünlerin tümünden tenzîh eder; ve âlemin sûretlerinde açığa çıkması ve tecellîsi ve Zâhir ismi yönünden âlemin Hakk'ın hüviyyeti olması îtibârıyla da teşbîh eder ve Hak hakkında bu sûretle tenzîh ve teşbîh arasını birleştirir.
Ve şu halde Hakk'ı, tenzîhin gereği olan bâtın oluş ve vahdet ve teşbîhin gereği olan zâhir oluş ve çokluk vasıflarıyla vasfeder. Fakat bu vasfetme ayrıntılı olarak değil, mücmel olaraktır. Çünkü Hakk'ı bu iki vasıf ile ayrıntı üzere vasfetmek mümkün değildir. Çünkü âlemin sûretlerinin hepsini ihâta etmek mümkün değildir. Bundan dolayı böyle bir kimse Hakk'ı, ayrıntı üzere değil, belki icmâl üzere ârif olur. Çünkü sonsuz olan şeyin bir defâda ihâta ve ayrıntılanması mümkün değildir. Fakat Hak, âlem sûretlerini aralıksız ve tükenmeksizin sonsuz olarak detaylandırır.
Ve nitekim o tahkik ehli ârif, kendi nefsine de ayrıntılı olarak değil, mücmel olarak ârif oldu. Yânî bilir ki, kendi nefsi ilâhî isimlerden bir hâs ismin görünme yeri ve sûretidir ve isim, onun rûhu ve bâtınıdır ve kendi nefsinde müşâhede ettiği kemâlâtın bâzısı, o ismin hazînesinde gizli olan şeylerdendir. Bundan dolayı hâs rabbi olan ismin hazînesindeki kemâlâtın hepsini ayrıntılı olarak bilmez. Belki o kemâlât, peyderpey açığa çıktıkça bilir. Şu halde, onun Rabb'ine olan ilmi, icmâl olarak olmuş olur.
Yâhut ârifin kendi nefsini ayrıntılı olarak bilmeyip de mücmel olarak bilmesinin sebebi budur ki; büyük âlemde her ne mevcût ise, onun nefsinde de mevcûttur; ve büyük âlemin sûretleri ise standart değildir ve ihâta olunmaz; ve onları ayrıntı üzere bilmek mümkün değildir. Belki icmâl üzere bilinir. Bundan dolayı ârif de kendi nefsini ayrıntılı olarak değil, mücmel olarak bilir.
Örnek: Bir kayısı çekirdeğinin içinde bir ağaç olduğunu ve o ağacın üzerinde binlerce kayısı bulunduğunu ve her birinin çekirdeği içinde aynı şekilde birer ağaç ve ağaçlarda nice bin kayısı olduğunu ve ağaçlar ve meyvelerin sonsuz bir sûrette silsileler hâlinde gideceğini biliriz. İşte bu mârifet icmâlîdir. Çünkü, sonsuz olan ağaçların ve kayısıların birdenbire ihâtası ve ayrıntılanması mümkün değildir. Peyderpey açığa çıktıkça bilinir. Ve çekirdek zâti ahadiyyeti ve bir olan hakîkatı îtibârıyla silsileler hâlinde açığa çıkan ağaçlardan ve meyvelerden münezzehtir. Fakat açığa çıkan ağaçlar ve meyveler onun hüviyyeti olması îtibârıyla çekirdeğin gayri değildir. Şu halde bu çekirdek, iki vasıf ile vasfolunur: Birisi bâtın oluşu ve vahdet, diğeri de zâhir oluşu ve çokluktur. Ve bu vasıflar, ayrıntılı olarak değil, mücmel olaraktır. Çünkü, ağaçların ve meyvelerin ihâtası mümkün olmadığından çekirdeği ayrıntılı olarak vasfedemeyiz.
Ve bunun için Nebî (s.a.v.) Hakk'ın mârifetini, nefsin mârifetine bağladı da: “Nefsine ârif olan kimse, muhakkak Rabb'ine ârif oldu" buyurdu. Hak Teâlâ dahi buyurdu ki: "Yakında biz işâretlerimizi onlara âfâkta gösteririz" ve o senden hâriç olan şeydir. "Ve biz işâretlerimizi nefslerinde onlara gösteririz"; o da senin aynındır. "Tâ ki onlara", yânî bakanlara "açıkça belli olsun ki, muhakkak o Hak'tır." Sen Hakk'ın sûreti olduğun ve o senin rûhun olduğu yön ile. Şimdi, sen onun için cismi sûret gibisin ve o, senin cesedinin sûreti için idâre edici olan rûh gibidir. Ve hadd senin zâhir ve bâtınına dâhildir. Çünkü geriye kalan sûret, onu idâre edici olan rûh ondan ayrıldığı vakit, insan olarak bâkî kalmaz; fakat onun hakkında "o, insan sûretine benzeyen bir sûrettir" denilir. Bundan dolayı o sûret ile ağaçtan ve taştan olan insâni sûret arasında fark yoktur ve o sûrete insan ismi konulması hakîkat ile değil, mecâz iledir (8).
Yânî nefsin icmâl olarak bilinmesi, Hakk'ın icmâl olarak bilinmesini gerektirdiği için (S.a.v.) Efendimiz, Hakk'ın mârifetini, nefsin mârifetine bağlı kılıp “Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû” yâni “Nefsine ârif olan Rabbi’ne ârif olur” buyurdu. Çünkü mutlak vücût, nasıl ki âfâkta mevcût ise, nefislerde dahi öylece mevcûttur. Nitekim Hakîm Senâî Hazretleri bu ma’nâya işâreten buyururlar:
Tercüme: "Kendi nefsini tanıyamayan, bilmeyen kimse, Hâlık'ı nerede bilir? Sen kendi nefsinin elinde zebûn oluyorsun, nasıl Kird-gâr’a ârif olursun?"
Şimdi Râbb'ine ârif olmak için kişinin ilk önce kendi nefsine ârif olması lâzımdır. Nefsini icmâl olarak ârif olan, Rabb'ini de icmâl olarak ârif olur. Çünkü insâni nefs, kevni ve ilâhî mertebelerin hepsini içine almıştır. Ve Hak dahi bu mertebelerde açığa çıkmasından dolayı, onların hepsini içine almıştır. Ve ârif Rabb'inin mertebelerini, nasıl ki mücmel olarak bilirse, kendi nefsini de, daha çok ancak icmâl üzere bilir.
Ve nefsine ayrıntılı olarak ârif olan zât, ancak zâhiri kayıtlardan ve bâtınî taayyünlerden kurtulmuş ve zorunlu ve imkâni hükümler kendisinde gözüken kimsedir. Bundan dolayı bu zât, Rabb'ini de ayrıntılı olarak ârif olur; ve hakîki mârifetin oluşması, ancak âfâki sûretlerde yayılmış olan ilâhî îşaretler ile nefslerdeki ilâhî işâretler mârifeti arasını birleştirmekle olur.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: "Biz işâretlerimizi yakında onlara âfâkta gösteririz." (Fussılet, 41/53) Ve "âfâk" dediğimiz şey, senden hâriç olan şeydir; yânî âfâki taayyünler senin taayyününe göre başka bir taayyündür. Ve Hak her bir taayyünde başka başka tecellîler ile zâhir oldu.
Ve aynı şekilde, Hak Teâlâ buyurur: "Biz işâretlerimizi onların nefislerinde onlara gösteririz." (Fussılet, 41/53) Ve o "nefis" de senin "ayn"ındır. Ve Hak, kevni ve ilâhî mertebelerin tümü ile mü'minin kalbine istivâ etti. Tâ ki onlara, yânî bakanlara, açıkça belli olsun ki, âfâk ve nefslerde görünen Hak'tır. Ve Hakk'ın âfâkta ve nefslerde görünmesi, sen Hakk'ın sûreti olduğun ve Hakk’ın da senin rûhun olduğu yön iledir. Şu halde sen, Hakk'ın cismi sûreti gibisin ve Hak senin cesedinin sûretine, onu idâre eden rûh gibidir. Yânî âfâk ve nefslerde müşahede edilen görünme yerlerinde Hakk'ın zâhir olması ve âfâk ve nefslerin Hak ile kâim bulunması, rûhun cesette açığa çıkması ve cesedin rûh ile kıyâmı gibidir. Bundan dolayı Hak senin hüviyyetin ve bâtının; ve sen Hakk'ın sûreti ve zâhirisin. Bununla berâber Hak, rûh değildir; belki rûhun rûhudur. Çünkü mutlak vücûdun mertebelere tenezzüllerine göre rûhlar âlemi üçüncü mertebedir. Ömer Hayyâm buyurur:
Tercüme. "Hak cihânın cânıdır ve cihân bütün herşeyiyle bedendir. Meleklerin rûhları da bu bedenin havâssidir. Felekler ve unsurlar ve mevcûtlar ise bu bedenin âzâsıdır. İşte tevhîd budur; bunun dışındakiler hep çokluk perdeleridir:"
Ve insanı târif etmek istediğimiz vakit, onun zâhirini ve bâtınını dikkâte alarak "insan konuşan hayvândır" deriz. Konuşabilme, insanın bâtınına şâmil olur. Çünkü rûh, konuşan kendisidir ve hayvâniyyet ise zâhirine şâmildir. Çünkü "hayvan" dediğimizde gelişen ve duyguları olan ve irâdesiyle hareket edici olan bir cismi kastederiz.
Şimdi Hak, senin zâhir ve bâtından oluşmuş olan sûretine rûh gibidir. Ve insanın târifinde zâhir ve bâtınının alınması lâzım geldiğinin delîli budur ki, ruh ile bâki ve kâim olan insanın sûretinden, bu sûreti idâre eden rûh ayrılınca, artık o sûrete insan denilmez. Belki, insan sûretine benzeyen bir sûrettir, denilir. Bundan dolayı rûhu ayrılmış olan insâni sûret ile ağaçtan ve taştan yapılmış olan insan heykelleri arasında hiçbir fark yoktur. Eğer o sûrete "insan" denirse, bu hakîkat değil, belki "evvelce insan idi" demek ma’nâsında önceki var olana alâkasıyla mecâz olur.
Ve âlemin sûretinden Hakk'ın ayrılması aslâ mümkün değildir. Böyle olunca ulûhiyyetin târifi, onun için hakîkat iledir; mecâz ile değildir. Diri olduğu zaman insanın târifi gibi. Ve insanın sûretinin zâhiri, kendisini idâre edici olan rûhuna ve nefsine, kendi lisânı ile, nasıl senâ gösterirse, aynı şekilde Allah Teâlâ da âlemin sûretini, Hakk'ın hamdi ile tesbih edici kıldı; velâkin biz onların tesbîhini idrâk etmeyiz. Çünkü biz, âlemde sûretlerden olan şeyleri ihâta edemeyiz (9).
Yânî insanı târif ederken "konuşan hayvândır" deyip, "hayvân" ifâdesiyle onun cesedini, zâhirini; ve "konuşan" ifâdesiyle bâtıni hüviyetini, rûhunu alırız. Ve insanın zâhiri bâtınından ve bâtını da zâhirinden ayrılmaz.
Bunun gibi Hak da âlemin sûretinin bâtını ve âlemin sûreti, O'nun zâhiridir. Ve Hak bâtın oluşu yönüyle âlemin sûretinden aslâ ayrılmaz. Eğer ayrılmış olsa, insanın rûhu cesedinden ayrıldığı zaman, nasıl fânî olursa, âlemin sûreti de öylece fenâya gider.
Şimdi insan, hayatta olduğu zaman nasıl ki, zâhir ve bâtını ile târif olunursa, ulûhiyyet de öylece Hakk’ın zâhiri ve bâtını alınmak sûretiyle hadd ve târif olunur. Ve ulûhiyyetin târifi Hak için, mecâz olarak değil, hakîkat olarak sâbittir. Çünkü ilâh edinen gibi değildir. Hak, ilâh edinenin yânî âlem sûretlerinin Kayyûm'udur. Çünkü İlâh olmayınca, ilâh edinenin kıyâmı tasavvur edilemez.
Bilinsin ki, sırası geldikçe diğer fasslarda da îzâh edildiği üzere Hak, zâti ahadiyyet mertebesi îtibârıyla sıfat ve isimlerin tümünden ganîdir. Bundan dolayı bu mertebeyi îzâh için hiçbir ifâde yoktur. Sonradan olmuşun lisânı bu husûsta dilsizdir. Ve bu mertebeyi tefekkür, abesle iştigâldir. Onun için peygamberimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Efendimiz "Hakk'ın zâtını tefekkür etmeyiniz" buyurmuşlardır. Zâti ahadiyyet mertebesinde Hakk'ın potansiyel olarak mevcût olan sıfatları ve bu sıfatların gerekleri olan isimleri mahv ve helâk olmuştur. "İlâh" denemez, çünkü "me’lûh yâni ilâh edinen" yoktur. "Hâlık” denemez, çünkü "mahlûk” yoktur". "Mûsâvvir" denemez, çünkü "sûret" yoktur. Ve diğerlerini buna kıyâs et!
Sonuçta hiçbir şeyle vasfedilemez. Fakat potansiyel olarak zâtında mevcût olan sıfat ve isimler, öylece mahbûs kalamaz; açığa çıkmak isterler. Nitekim, kendisinde ressâmlık sıfatı bulunan bir adam, hayâtının sonuna kadar bir tablo çizmeyi düşünmeyebilir mi? İçinde dâimâ o sıfatın istekleri vardır. Ve o sıfat, bir tablo çiz ki, senin "ressâm" ismin açığa çıksın der durur. Bunun gibi Hakk'ın sonsuz sıfatları ve isimleri de kemâllerinin açığa çıkması için bu mertebede istekte bulunurlar. İşte bu isteklere b inâen, Hak da isimlere rahmet olarak ahadiyyet mertebesinden vahdet mertebesine tenezzül buyurmuştur.
Bundan dolayı Hak, bu mertebede "ulûhiyyet" sıfatıyla vasıflanmış olur. Ve ulûhiyyet, ilâhî isimlerin ilmi sûretler ile taayyünü mertebesi olan vâhidiyyet mertebesine tenezzül edince bu mertebede, bir olan vücût isimler ile taayyün etmiş olur. Ve âlem sûretleri de gaybi a'yânların, yânî a'yân-ı sâbitenin sûretleridir. Bu halde âlem sûretleri ilâhî isimlerin görünme yeri olur ve eğer bu görünme yerleri olmasa, isimler taayyün etmiş olmaz idi. Bundan dolayı ulûhiyyet’in zâhirde tahakkuku, âlemin vücûduna bağlıdır. Ve âlem sûretleri zâhir, isimler de bâtındır. Ve zâhir olan âlem sûretlerinin kıyâmı, onun bâtını olan isimler iledir.
Bundan dolayı insanı târif ederken zâhirini ve bâtınını aldığımız gibi, ulûhiyyeti târif ederken, onun zâhiri olan âlem sûretlerini ve bâtını olan isimleri alırız. Ve insanın sûretinin zâhiri, kendisini idâre edici olan rûhuna ve nefsine, zâhir lisânı ile hâmd edici olduğu gibi, Allah Teâlâ da âlem sûretini kendi nefsine hâmd edici kıldı. Çünkü insan sûretinin devamlılığı ve hayâtı ve insanlığı ve ilâhî kemâlâtı tahsîli ve ilâhî sûret üzere mahlûk olmasıyla vasfedilmesi, bâtını olan rûh sebebiyledir.
Ve aynı şekilde zâhir ve bâtının toplanmışı olan âlem sûretinin devamlılığı ve kıyâmı da, kendisinin bâtını ve rûhu olan Hak'la olduğu için ona hâmd edicidir. Velâkin, bizim kayıtlı ve taayyün etmiş vücûdumuz perde olduğundan, onların tesbîhlerini idrâk edemiyoruz. Çünkü âlemin sûretlerinin cinsleri ve nev’ileri çoktur. Biz o sûretlerin hepsini ihâta edemeyiz. Çünkü her cinsin sûreti, ancak kendi cinsinin lisânı üzere olan hamd ve senâsını anlayabilir.
Şimdi âlem sûretleri kendilerinin rûhlarını ve isimlerini imkâni noksanlıklardan tenzîh etmelerinden dolayı tesbih edici olurlar; ve kendilerinden açığa çıkan kemâlâttan dolayı da hamd ederler.
Böyle olunca âlemin sûretlerinin hepsi, Hakk'ın lisanları olup Hakk'a senâ ile konuşucudur. Ve işte bunun için (Fâtiha, 1/1) “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn” yânî "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh'a mahsûstur" dedi ki, senânın, sonuçları, ona dönücüdür demek olur. Bundan dolayı senâ eden ve senâ olunan ancak O'dur (10).
Bilinsin ki, "Kelâm" Hakk'ın sıfatlarından bir sıfattır. Ve vücût ancak Hakk'ın vücûdu olduğundan kelâm sıfatı ile vasıflanmak ta, ancak o bir olan vücûda mahsûstur. Ve âlem sûretlerinin hepsi Hakk'ın mutlak vücûdunun tenezzülü ile, isimlerinden dolayı taayyününden ibâret olmakla, bunların hepsinde zâhir olan Hak'tır. Ve âlemin sûretleri Hakk'ın zâhiridir. Bundan dolayı Hakk’ın sıfatları bu görünme yerlerinde onların istîdâdları ve taayyünlerinin gerekleri yönü ile zâhir olur. Ve onlardan kelâmın çıkışı da, hallerinin gereklerine göredir. Ve bu sûretlerin hepsinden kelâm edici olan Hak olduğundan, her birisi, ayrı ayrı Hakk'ın birer lisânıdır.
Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin on ikinci bölümünde buyururlar ki: "Bitkilerin mâdenlerin rûhları vardır ki, keşif ehlinin dışındakilerin idrâkinden bâtındır. Bundan dolayı hayvanlar tarafından idrâk olunan şey, onlar tarafından hissedilemez. Ve insan olarak isimlendirilen bu özel mizâcın dışında, keşf ehli indinde her bir şey konuşan hayvândır. Ve bizim keşfimiz de ona şâhiddir. Çünkü biz konuşma lisânı ile taşların Hakk'ı zikrettiklerini kulaklarımızla işittik."
Ve yine o bölümün diğer bir mahallinde buyururlar: "Bu tesbîh, keşif sâhibi olmayan görüş ehlinin dediği gibi; hâl lisânı ile değildir."
Ve yine "Elli dördüncü sorunun cevâbı"nda buyururlar ki: "Zâhir âlimleri indinde Allâh'ın cansız olan eşyâdaki kelâmı, hâl kelâmıdır. Yânî şöyle ve böyle olduğu onun hâlinden anlaşılır; hattâ eğer o cansız olan lisâna gelseydi, anlaşılan şeyi söylerdi. Bu grup örnek vererek derler ki: “Arz, çiviye niçin beni yarıyorsun der; ve çivi de, beni, mıhlayana bak! der. İşte onların indinde bu, hâl kelâmıdır. Bundan dolayı onlar; Hak Teâlâ'nın “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” yâni “O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur” (İsrâ, 17/44) ve “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ” yâni “Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler” (Ahzâb, 33/72) sözleriyle haber verilen her bir şeyin tesbîhini ve göklerin ve arzın Hakk’ın emânetini yüklenmekten çekindiklerini bu esâsa bağlamışlardır. Oysa keşf ehli indinde mâdenler ve bitkiler ve hayvanlardan her bir şeyin konuşması işitilir. Kul, insânlardan konuşmakta olan kimselerin konuşmasını nasıl işitir ise, cansız denilen eşyânın konuşmasını da hayâlde değil, his âleminde kulağıyla öylece işitir."
Şimdi âlemlerin sûretlerinin hepsi Hakk'ın lisanları olduğundan onlar (Fâtiha, 1/1) “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn” yânî "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh'a mahsûstur" dediler. Ve senânın sonuçları Allâh'a dönücürür. Şu halde hâmid yâni hamd eden ve mahmûd yâni hamd edilen Hak olmuş olur. Çünkü bu sûretlerde taayyün etmiş olup hamd eden Hak'tır ve sûretlerin hepsinin rûhu olmakla mahmûd olan yâni hamd edilen yine Hâk'tır. Şiir:
Şimdi eğer sen, tenzîh ile kâil olur isen kayıtlayıcı olursun ve eğer teşbîh ile kâil olursan tahdid edici yâni sınırlayıcı olursun (11).
Yânî eğer Hakk'ı yalnız tenzîh edecek olur isen, O'nu kayıtlamış olursun. Çünkü Hak, sonradan olmuş ve maddi sıfatlardan münezzehtir, denildiğinde onun sıfatı bunların sıfatından başkadır demek olur ki, bu da Hakk'ı bir sıfat ile kayıtlamaktan ibârettir; veyâhut Hak kayıtlanmalardan münezzehtir denilince, mutlaklık kaydıyla kayıtlanmış olur. Bundan dolayı yalnız tenzîhe kâil olan kayıtlayıcı olur. Ve eğer Hakk'ı, yalnız teşbîh edecek olur isen, tahdid etmiş ya’nî sınırlamış olursun. Çünkü teşbîh, Hakk'ı cismâniyetlere benzetmektir ve Hak cismâniyyete benzetilince, onda sınırlanmış olur. Bu ise sınırsız olan mutlak Hakk’ı, cismâniyetler sınırları ile sınırlamaktır.
Ve eğer sen ikisiyle birlikte kail olursan doğruya sevkedici olursun ve mârifetlerde önder ve efendi olursun (12).
Yânî eğer sen Hakk'ı hem tenzîh ve hem de teşbîh edecek olur isen, nefsini doğru ve sâlih yol üzerine sevk etmiş olur ve bu sûrette de ilâhî mârifetlerde önder ve kendisine tâbî olunan ve efendi olursun.
Çünkü daha önce îzâh edildiği üzere ulûhiyyetin had ve târifi Hakk'ın zâhir ve bâtını alınmakla olur ve Hak, âlemin sûretinin bâtını ve âlemin sûreti onun zâhiridir. Hak âlem sûretinin bâtını denilince, bâtın oluşundan dolayı âlemin sûretlerinden tenzîh edilmiş olur; ve âlem sûretleri onun zâhiridir, denilince de teşbîh olur. Bundan dolayı böyle diyen kimse hem tenzîh ve hem de teşbîh ile kâil olup nefsini doğru yola sevk etmiş bulunur. Ve bu isâbetli mârifetler ile hâlin hakîkatinden câhil olanlara, önder ve kendisine tâbî olunan olarak onların efendisi olur. Mesnevî:
Tercüme:
"Kâh güneş ve kâh deniz olursun.
Kâh Kaf dağı ve kâh Ankâ kuşu olursun.
Sen kendi zâtında ne busun, ne de osun.
Ey vehimlerden hâriç ve ziyâdeden ziyâde!
Ey nakışsız olan pâk zât!
Bu kadar sûretler ile hem tenzîh eden ve hem de teşbîh eyleyen, senden hayrandır."
Şimdi çiftlik ile kâil olan kimse, ortak isbât edici oldu ve teklik ile kâil olan kimse de tevhîd edici oldu (13).
Yânî bir kimse birisi hálk edilmişlerin ve diğeri Hakk'ın vücûdu olmak üzere, iki vücût isbât edip varlığı çift görse, Hakk'a ortak isbât etmiş olur. Bundan dolayı böyle bir kimse Hakk'ın vücûdunu ayrı ve hálk edilmişlerin vücûdunu da ayrı görüp Hakk'ı hálk edilmişlerden tenzîh eder. Ve Hakk'ın vücûdunu, tek olarak söyleyip bir’dir diyen kimse de, onu vahdet ile kayıtlar. Çünkü ondan önce çokluğu isbât eder. Daha sonra Hakk'ı çokluktan ihrâç edip tevhîd eder. Bundan dolayı bu da önceki gibi haberi olmaksızın şirke düşer. Çünkü teklik ve çiftlik sayıların gereğidir. Oysa Hak, ne ikinin ikincisi, ne de çokun biri değildir.
Eğer sen iki kılıcı isen, teşbîhten sakın! Ve eğer tek kılıcı isen, tenzîhten sakın! (14).
Yânî bu taayyünlerin çokluğunu görüp hálk edilmişlerin vücûdunu isbât etmek sûretiyle Hakk'ın vücûdunu, iki vücûdun ikincisi olarak kabûl edersen, bu sırf teşbîh olur ki şirktir. Bundan dolayı bu şirki içine alan teşbihten sakın!
Ve eğer bu taayyünlerden ve hálk edilmişlerin vücûdundan Hakk'ın vücûdunu çıkarıp, Hak bunların hepsinden münezzehtir diyecek olursan, bu da sırf tenzîh olur ki, aynı şekilde şirktir. Çünkü ilk önce bir şeyin vücûdunu isbât etmeyince, onun içinden bir şey çıkarmak tasavvur edilebilir değildir. Bundan dolayı aynı şekilde şirki içine alan tenzîhten de sakın!
Şimdi sen O değilsin, belki sen O'sun; ve sen O'nu işlerin ayn’ında mutlak ve kayıtlanmış olarak görürsün (15).
Yânî sen şehâdet mertebesinde, zâhir kaydı ile kayıtlanmış olduğun için, Hakk’ın mutlak vücûdunun aynı değilsin. Bundan dolayı bu taayyün kaydı içinde sen O değilsin. Fakat senin bu taayyünün Hakk'ın mutlak vücûdunun sıfatları yönünden tenezzülünden husûle gelmiş bir îtibârî vücût olduğu için, vücûdun hakîkati îtibârıyla sen O'nun aynısın. Bundan dolayı sen O'sun.
Ve sen O'nu eşyânın ayn’larının sûretlerinde müserrah, yânî mutlak, ve kayıtlanmış olarak görürsün. Çünkü ayn’ların sûretlerinden her birisi mutlak vücûdun kayıtlanmasından hâsıl olmuştur ve her bir kayıtlı olan, diğer kayıtlı olanın gayrıdır. Fakat hepsinin hakîkatının mutlak vücût olması îtibârıyla bir dîğerinin aynıdır.
Dostları ilə paylaş: |