(Kalem, 68/42)
“Yevme yukşefu an sâkın ve yud’avne iles sucûdi fe lâ yestetîûn”
“Gerçeklerin açığa çıktığı gün, secde etmeye da’vet olunurlar. Fakat güçleri yetmez”
âyet-i kerîmesi âhirette dahî teklîf ve şerîat olduğuna delîldir. Çünkü teklîf yurdu dünyâ idi. Hak Teâlâ dünyâ ehline şerîat gönderdi; amel eden etti, etmeyen de etmedi. Artık bundan sonra adâletin yerine getirilmesi için hüküm verme ve karşılık gerekir. Fakat yukarıda bahsedilen üçüncü bir sınıfın dünyâda amel etmeleri mümkün değildi. Oysa,
(Şûrâ, 42/7)
“ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr”
“Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir”
âyet-i kerîmesi gereğince hálkın ikiye ayrılması lâzımdır; ve ikiye ayrılma ise adâletin yerine getirilmesi olmadıkça mümkün değildir. Bundan dolayı bahsedilen üçüncü sınıf için teklîf ve şerîat lâzımdır. Tâ ki bunlardan hangilerinin hangi ayrıma girecekleri sâbit olsun ve Adl ismi ile Hakem isminin eseri zuhûra gelsin.
Şimdi âhirette, kıyâmet gününde, ateşe ve cennete girişten evvel, şerîatten bu kadarı devâm ettirilir. İşte bundan dolayı biz âhiretteki şerîatı sınırladık. Allah'a hamd ü senâ olsun, (50).
Ya'nî cenâb-ı Şeyh (r.a.) âhiretin şerîat mahalli olmamasını "cennet ve cehenneme girişten sonra" kaydıyla sınırlamış ve bu kayıt ile Allah Teâlâ'nın adâletin yerine getirilmesini buyurmasıyla, hálkın bir sınıfının cennete ve bir sınıfının cehenneme girdikten sonra, buralarda artık amel edilmesi lâzım gelen bir şeriat olmadığını murâd etmiştir. Bundan dolayı bu kayıt, hálkın cennete ve cehenneme girişinden evvel âhirette şerîatten bir miktâr devâm edeceği için, ihtirâzî kayıt olur.
(Bakara, 2/105)
“vallâhu zül fadlil azîm”
“Ve Allah, büyük fazl sâhibidir.”
Bitiş: 17 Ocak 1916, Pazartesi sabahı.
M e s n e v î
Bu latîf fassın içinde bulunan kazâ bahsine bağlantısı dolayısıyla Mesnevî-i Ma'nevî'nin üçüncü cildinde olan aşağıdaki mübârek kırmızı beyitlerin şerhiyle berâber buraya konulması uygun görülmüştür.
Mesnevî’den kırmızı başlıklar:
"Küfre râzı olmak, küfürdür" ma'nâsındaki hadis-i şerîf ile, “Her kim benim kâzâma râzı olmaz ve belâma sabretmez ise, benden başka bir Rab arasın!” ma'nâsındaki kudsî hadîs arasındaki zıtlığın uygunluğu beyânındadır. Mesnevî:
Tercüme: "Dün, birisi bana bir soru sordu; çünkü o macerayâ, bahis ve çekişmeye âşık idi; dedi ki: "Küfre rızâ, küfürdür" nüktesini, bu hadîs-i şerifi Peygamber (a.s.) buyurdu, oysa onun sözü güneştir ve delîldir. Yine o Peygamber (a.s.) buyurdu ki: "Her kazâya muhakkak müslüman için rızâ lâzımdır, rızâ!.." Küfür ve nifâk Hakk’ın kazâsı değil midir? Oysa, eğer buna râzı olursam nîfak olur; ve eğer olmazsam o da ziyandır. O halde arada çâre ne olur?"
Îzâh: Bu iki hadîs hakkında sorulmak istenen soru budur ki: Kelâmi esaslar gereğince kulların bütün fiilleri Hakk'ın meş'iyyet ya’nî irâde ve kazâsıdır. Bundan dolayı küfür dahi O'nun kazâsı olur. Oysa kudsî hadîsin ifâdesine göre, kazâya rızâ zorunludur. Nebevî hadîse göre de küfre rızâ küfürdür. Bu iki hal arasında kulun çâresi nedir? Eğer Hakk’ın kazâsı olan küfür ve nifâka râzı olursa, kâfir olur ve eğer râzı olmazsa, zorunlu olanı terk etmiş olur. Cenâb-ı Mevlâna (r.a.) efendimiz bu soruya cevâben buyururlar ki: Mesnevî:
Tercüme: "O soruyu sorana dedim: "Bu küfür makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesidir, kazâ değildir; bu küfrün kazânın eserleri olması doğrudur."
Şerh: "Küfre rızâ küfürdür" hadîs-i şerîfindeki küfür, ism-i mef'ûl sîgasıyla ya’nî edilgen ortaç kipiyle, makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesidir ve kazânın eserleridir; yoksa kazânın da kendisi değildir. Çünkü "kazâ" başka, "makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesi" başkadır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu fassın başlarında buyurmuş idi ki: "Kazâ, Allah'ın eşyâda hükmüdür ve Allah'ın eşyâda hükmü, Allâh'ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin haddi üzerinedir. Ve Allâh'ın eşyâda ilmi de, bilinenler nefislerinde ne hâl ûzere sâbit idiyseler, o bilinenlerin Hakk'a verdikleri şeyin haddi üzerinedir." Ve yine Hz: Şeyh (k.s.) Fütûhât-ı Mek-kiyye'lerinde buyururlar ki: "Kazâ, makzînin gayrıdır ve kazâ sâbit ayn’ların isti'dâdına dönük olan kadere uygun, îcâd ve hükümlerden ibârettir. Bundan dolayı kazâ, Hakk’ın fiili sıfatlarındandır ve ona rızâ farzdır; ve niçin şöyle, böyle kazâ etti diye Hak'tan şikâyet edilmesi haramdır. Fakat makzîye ya’nî kazânın gerçekleşmesine râzı olmak, mutlakâ farz değildir. Belki küfür ve diğer günahlar gibi, kazâ eserlerinin kendisinden çıkışından dolayı, mükellefin râzı olmayıp şikâyet etmesi zarûrî ve vâcibdir."
Şimdi mâdemki kazâ, Hakk'ın eşyâda hükmüdür ve Hakk'ın bu hükmü de, sâbit ayn’ların kendi haklarında, Allah Teâlâ hazretlerinden talep ettikleri hükümdür ve mâdemki ilâhî kazâ eşyâ üzerine, ancak eşyâ ile hükmeder; şu halde kulun ilâhî kazâya râzı olmaktan başka çaresi kalmaz.
Örneğin, iki kimse bir pâdişâhın huzûruna çıkıp, ondan birisi bir altın, diğeri de bin altın ihsân istese ve pâdişah da onlara verse. Bir altın alan; “pâdişah arkadaşıma bin altın verdiği halde bana bir altın verdi!” diye şikâyet edemez. Çünkü pâdişah onlara istediklerini vermiştir. Buna rızâdan başkâ çâre yoktur. Fakat kendisinin bir altına nâil oluşu, ki makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesidir, kazânın eseridir; bundan râzı olmaması tabîîdir. Belki bundan dolayı kulun kendisini pişmanlık duyucu ve kabahâtli hissetmesi îcâb eder. Çünkû talep kendisindendir. Mesnevî:
Tercüme: "Şimdi, ey efendi! Kazâyı makzîden bil, tâ ki müşkîlin derhal ortadan kalksın!"
Şerh: "Makzî", ism-i mef’ûl sîgasıyla ya’nî edilgen ortaç kipiyle, "mahkûm" ma'nâsınadır. Kazânın makzîden bilinmesi budur ki: Hakk'ın kazâsı ilmine ve ilmi de, ayn’ların bilinmiş olan isti'dâdlarına tâbi'dir. Bundan dolayı ayn’lar hakkında çıkan ilâhî hüküm, onların Hak'tan talep ettikleri hükümdür. Bu ayn’lar ilk olarak Hak üzerine bu talebleriyle hükmederler; daha sonra Hakk'ın kazâsı ve hükmü onların üzerine olur. Nitekim, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) bu Üzeyr Fassı'nın başlarında: "Hâkim, kim olursa olsun, hükmettiği şeyle ve hükmettiği şeyde üzerine hükmedilendir" buyurmuştur. Hâkim, hükmettiği şeyle üzerine hükmedilen olunca, onun bu hükmü tabi'ki mahkûmdan kaynaklanmış olur. Ve bu sûrette de kazâyı makzîden bilmek îcâb eder. Ve bu hakîkat ortaya çıktığı zaman, derhal müşkiller ortadan kalkıp artık "Bu niçin böyle oluyor ve o niçin şöyle oluyor?" diye sorulara gerek kalmaz ve cehâletin sürüklemesiyle ile sürüp giden i'tirâzlar, ma'rifet nûru karşısında yok olur ve lisân dilsiz ve sessiz kalır. Mesnevî:
Tercüme: "Kazâ olması yönünden küfre râzıyım; bu rızâ bizim çekişmemiz ve kötülüğümüz yönünden değildir."
Şerh: Küfürde iki yön vardır: Birisi küfrün zâtı, diğeri kazâya bağlantısıdır. Küfür, zâtı ve küfür olması i'tibâriyle, aslâ râzı olunmuş değildir. Fakat kazâya bağlantısı dolayısıyla kendisinden râzı olunandır. Çünkü ilâhî kazâda nefsânî kötülükler ve tabîat i’tibâriyle olan kabâhatler yoktur. Bundan dolayı kazânın sûreti güzeldir; fakat, küfür bizim nefsânî kötülüklerimizden kaynaklandığından makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesi i'tibâriyle çirkindir. Çünkü kulun sıfatıdır. Örneğin gâyet usta bir ressam, çok çirkin bir kişinin resmini, aslına uygun olarak resimlese, bu resme, san'at i'tibâriyle gâyet güzeldir, denir; fakat sûrete pek çirkin deneceği de şüphesizdir. Bundan dolayı resim güzel ve sûret çirkindir. İşte bunun gibi kazâ güzel olduğu için râzı olunmuştur; ve makzî çirkin olduğu için râzı olunmamıştır. Mesnevi:
Tercüme: “Küfür, kazâ yönünden muhakkak küfür değildir. Hakk'a kâfir deme, burada durma!”
Şerh: Bu beyt-i şerîf üstteki beyt-i şerîfin ilk mısra'ına sebep olarak vâki' olmuştur. Ya'nî "Kazâ olması yönünden küfre râzıyım; çünkü küfür kazâ yönünden küfür değildir", demek sûretiyle birdîğerine bağlanır. Küfre, ilâhî irâdeye nispetle, "küfür" demek câiz değildir. Çünkü o küfür, irâdenin gereğine göre vâki' olmuştur. İrâde de ilme ve ilim ise me'mûr olan kulun sâbit ayn’ının hâline ve isti'dâdına tâbi'dir. Bundan dolayı küfür kazâsı, Hakk'a nispetle küfür değil, hikmetin da kendisidir. Eğer küfür kazâsına, küfür dense, Hakk'a kâfir demek lâzım gelir. (Teâlallâhu an zâlike ulüvven kebira; Allah Teâla bunlardan yücedir, büyüktür.) Sakın Hakk'a kâfir deme ve bu helâk makâmında durma ve cehâletin sürüklemesiyle kendini küfür uçurumuna salma! Mesnevî:
Tercüme: "Küfür cehâlettir; ve küfür kazâsı, ilimdir. Nihâyet “hılm” ve “hilim” kelimelerinin her ikisi ne vakit bir olur?"
Şerh: Hint şârihlerinden Velî Muhammed Ekber Âbâdî ve Bahru'l Ulûm Abdü'l-Aliyy (kuddise sırruhü-mâ) "hılm" kelimesinin, (h) harfinin kesresiyle ya’nî (hı) olarak okunmasıyla, "hışım ve gazab" ma’nâsına olduğunu beyan buyurmuşlardır. Ve "hilim" kelimesinin ise, (hâ) harfinin kesresiyle ya’nî (hi) okunmasıyla "yavaşlık" ma'nâsına olduğu açıktır. "Küfrün cehâlet ve küfür kazâsının ilim" olmasının sûret ve ma'nâ i'tibâriyle "hılm" ve "hilim'' kelimeleri arasındaki sûret ve ma'nâ benzeyişleri hakkında, gerek Ankaravî'de ve gerek Hint şârihlerinin şerhinde îzâhlara rastlanmadı. Oysa Mevlânâ (r.a.) efendimizin, Hazret-i Mesnevî'de, kıyâslarda ve benzetmelerde, yapılan kıyas ile kendisine kıyaslananın ve yapılan benzetme ile ken-disine benzetilenin sûreten ve ma'nen uygunluğuna dikkat göstermiş olduklarına bakarak, bu beyt-i şerîfte de aynı hassâsiyetin bulunması lâzım geleceğini düşünerek, bu konuda fakîrin hâtırına gelen ma'nânın beyânına cür'et olundu; şöyle ki:
"Hılm" ve "hilim" kelimelerinin telaffuzu kulağa bir gelir ise de, ma'nâ i'tibâriyle birdîğerinin zıttıdır. Makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesi olan küfür de, bir nevi' ilimden kaynaklanmaktadır ki, bu ilim, onları küfür ve dalâlete sevk eder. Çünkü Hak Teâlâ kullarını da'vet için peygamber gönderdi. Fakat inkâr edenler peygamberin cisimde ve yemek ve içmekte ve uykuda ve nikâhta kendilerine benzediğini görüp:
(Furkân; 25/7)
“mâli hâzer resûli ye’kulit taâme ve yemşî fîl esvâk”
“Bu nasıl resûl ki, yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor.”
dediler. Ve ahmaklıkları sebebiyle yürüttükleri yanlış muhâkeme netîcesinde, böyle bir kimsenin peygamber olamayacağına, kendilerinde faydasız bir ilim peydâ oldu ve onun Hak tarafından gönderildiğine kanâat getiremediler ve dünyevî hayâtın ışıltısından kazandıkları bu faydasız ilim inkârlarına sebep oldu ve:
(Câsiye, 45/24)
“mâ hiye illâ hayâtuned dünyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ yuhlikunâ illed dehr”
“O, dünyâ hayatımızdan başka birşey değildir, ölürüz ve diriliriz. Ve bizi dehrden (zamandan) başka birşey helâk edemez.”
dediler. Ve Hak Teâlâ onlardaki bu inkârın bir nevi' ilimden kaynaklandığına Kur'ân-ı Kerîm'de işâret etti. Nitekim buyurur:
(Rûm, 30/7)
“Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn”
“Onlar, dünya hayatının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfillerdir.”
ve
(Necm, 53/29-30)
“ve lem yurid illel hayâted dünyâ. Zâlike meblegühüm minel ilmi”
“ve dünyâ hayâtından başka bir şey istemeyenler; Onların ilimden ulaşabildikleri budur.”
Fakat bu ilim, zâhirde ilim ise de, hakîkatte cehâlettir. Bundan dolayı bu ilme dayalı olan küfürleri de cehâlettir. Küfür kazâsı ise, salt ilimden ibârettir. Çünkü yukarıdaki "O soruyu sorana dedim: "Bu küfür makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesidir, kazâ değildir;” beytinin şerhinde îzâh edildiği üzere, küfür kazâsı, kulun sâbit ayn’ının hakîkatinin, Hakk'a verdiği ilim üzerinedir. Bu ilimde aslâ cehâlet olması düşü-nülemez. Bundan dolayı cenâb-ı Mevlânâ (r.a.): Küfür ki, hakîkatte cehâlet olan bir ilme dayalıdır ve küfür kazâsı ki hakîkatte salt ilimdir; bu iki ilim telaffuzda ve sûrette, "hılm" ve "hilim'' kelimeleri gibi, birbirine benzer ise de, ma'nâ i'tibâriyle aslâ birdiğerine benzemez. Çünkü biri cehâlet ve diğeri ilimdir. Ve "hılm" nasıl siyâh nokta ile kayıtlı ise, onların ilimleri de öylece siyâh cehâlet noktası ile kayıtlıdır. Ve "hilim" nasıl ki kayıtsız ise, Hakk'ın ilmi de öylece kayıtsızdır ve mutlak ilimdir, buyururlar. Mesnevi:
Tercüme: "Hattın, resmin çirkinliği nakkāşın çirkinliği değildir. Belki ondan çirkini göstermek ve îcâd etmek lâzım gelmiştir. Nakkāşın kuvveti odur ki, o nakkāş hem çirkin, hem de güzel yapabilir."
Şerh: Hz. Mevlânâ (r.a.), kazâ ile makzîyi ya’nî kazânın gerçekleşmesini îzâh için nakkāş ile nakşı örnek olarak veriyorlar: Eğer bir nakkāş çirkin bir resim yaparsa, o çirkinlik resmindir, nakkāşın değildir. Ancak san'atı gereğince onun mahâret elinden çirkin bir nakış göstermesi ve îcâdı lâzım gelmiştir: Nakkāş güzeli ve çirkini ne kadar mâhirâne ve üstâdâne nakış ve resmederse san'atında, o nispette kuvvet ve kudret sâhibi olmuş olur. Bu örnekte "kazâ", nakkāşın çirkin nakış resmetmesi ve “makzî”, çirkin nakıştır. Ressâm güzel nakışları ve beğenilen tasvirleri nakşederken seve seve resmeder. Fakat san'atını ve mahâretini göstermek için çirkin sûretler de, gönlünün rızâsının tersine olarak, resmetmek gerekir. Bunun gibi Hak Teâlâ hazretleri, mübârek isimlerinin görünme yeri olması için, hayır ve şerri îcâd buyurur. Fakat hayırdan râzı ve şerden râzı değildir. Bunun diğer örnekleri budur ki: Doktor, doktorluğunu icrâ etmek için, hálkın hastalığını ister; fakat hastalıktan râzı değildir. Eğer râzı olsaydı, tedâvî etmezdi. Aynı şekilde, ekmekçi hálkın açlığını ister; fakat açlıklarından râzı değildir. Eger râzı olsaydı, ekmek satmazdı. Aynı şekilde, öğretmen, öğrencinin cehâletini ister; fakat cehâlete râzı değildir. Eğer râzı olsaydı, öğretmezdi. Mesnevi:
Tercüme: “Eğer ben, bu kazâ ve makzînin bahsini, intizâm ile açarsam, netîcede soru ve cevâp uzun gelir.”
Şerh: Ya'nî bu kazâ ve makzî bahsinin, kelâm ehli kâidelerine uyularak açılması, soru ve cevâbın sürmesine ve sözün gereksiz yere uzamasına sebep olur. Oysa kazâ ile makzînin hakîkati, kelâm ehli usûlüne uygun olarak icrâ edilecek bahis ve münâzara ile açılmaz. Bu bahisler netîcede "hayret" doğurur. Hayret ise tefekküre mânidir. Bundan dolayı bundan vazgeçmek daha iyidir.
Şimdi bu soruların ve cevapların netîcesi "İlim ma'lûma tâbi'dir" önermesine kadar gider. Bu mes'ele Üzeyr Fassı'nın "Allah için hüccet-i bâliğa ya’nî apaçık delîl sâbittir" buyrulmuş olan yerinde, Hak Teâlâ hazretleriyle kâfirler arasında karşılıklı konuşma şeklinde, şerh olarak beyân edilmiş olduğundan, burada tekrârından kaçınıldı. Oraya mürâcaat lâzım gelir. Mesnevî:
Tercüme: "Aşk nüktesinin zevki benden gider. Hizmet nakşı, başka nakış olur."
Şerh: Ya'nî kazâ ve makzî bahsi uzayınca, aşk nüktesinin zevki benden gider. Oysa ben ma'şûkun kapısında aşk hizmeti ile çalışan bir hizmetkârım. Bu hizmet nakşı, başka nakşa döner. Ya'nî aşksız ve hâlsiz olan kelâm ehli gibi, gereksiz sözler konusunda çalışan bir hizmetkâr olurum. Ve aşk hizmeti ki, makzîdir ve nakkāşın nakşettiği güzel nakıştır; ve bu i'tibâr ile bu hizmet râzı olunmuştur. Eğer bahis uzar-sa başka bir makzî olur; ve o da nakkāşın nakşettiği çirkin bir nakış olur. Ve bu i'tibâr ile o makzî râzı olunmamış olduğundan tabi'ki ben ondan vazgeçerim.
Bitişi: 23 Ocak 1916 Pazar gecesi.
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-15-
BU FASS ÎSÂ KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN
“NEBVİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bilinsin ki, nebviyye hikmeti’nin Îsâ Kelimesine tahsîsi hakkında kerem sâhibi şerh ediciler iki yön beyân buyururlar:
Birincisi: "Nebî" kelimesinin hemze () ile olmasıdır. Bu şekilde “Nebî” kelimesi “ihbâr ya’nî haber vermek” ma'nâsına olan نباء (nebe’e)den türemiş olur. Bu Fusûsu'l-Hikem'de beyân olunan hikmetlerin hepsi her ne kadar “nebe'e”den türemiş olan "nebeviyye" ise de, bunun Îsâ Kelimesi’ne tahsîs edilmesi, Îsâ (a.s.)’ın hâline fıtrî nübüvvetin gâlip olması sebebiyledir. Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de onun fıtrî nübüvvetinden haber vererek annesinin karnında iken:
(Meryem, 19/24);
“ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyen.”
“ona “mahzun olma” diye bir nidâ (geldi): “Rabbin, senin alt yanından bir su yolu kıldı.”
ve beşikte iken:
(Meryem; 19/30)
“âtâniyel kitâbe ve cealenî nebîyyen”
“Bana kitap verdi ve beni nebî kıldı.”
dediğini beyân buyurdu.
İkincisi: “Nebî” kelimesinin نبواً (nebve), ينبو, نبا (nebe)den türemiş olup hemzesiz () bulunmasıdır. Ve نبا (nebe) “rif’at ya’nî yükseltilmiş” ma'nâsına gelir. Şu halde onun hikmeti, “ref’iyye ya’nî yükseltilme hikmeti” olur. Çünkü onun makâmında yükseltme vardır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de:
(Nisâ; 4/ 158)
“Bel refeahullâhu ileyhi”
“Hayır, Allah onu, kendisine yükseltti.”
buyurur. Ve âhir zamanda da inerek genel velâyeti sona erdirir.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin terbiyesinde ve ma'nevî evlâdı olan Sadreddîn Konevî (k.a.s.) hazretleri Fükûk'unda buyururlar ki: "Bizim şeyhimiz (r.a.)’in bu hikmeti “nebve”ye ilişik kılmasından maksâdı "ihbâr ya’nî haber verme" ma'nâsına değildir. Çünkü, bu kitapta bahsedilen nebîlerden her birisi bunda ortaktırlar. Ve onun murâdı ancak “rif’at ya’nî yükseltilme”dir. Hz. Sadreddîn Konevî (k.a.s.)’in Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimiz’den bu hakîkati cisim kulağı ile işitmiş olduklarına şüphe olunmayacağından, onların sözü kuvvetli senettir. Bundan dolayı ikinci yön tercîh edilir. Şu halde birincisinin "nûn" ile "bâ"ın fethleriyle يَّهُ نَبَوِ (nebeviyyehu) ikincisinin "nûn"un fethi ve "bâ"nın sükûnu ile يَّهُ نَبْوِ (nebviyyehu) olarak telaffuz edilmesi lâzım gelir. V'Allâhü a'lem bi-murâdihi.
Şiir:
Birinci ma'nâ: Rûh, ya Meryem'in suyundan veyâ Cibrîn'in üflemesinden, balçıktan mevcûd olan beşer sûretinde, Siccîn olarak isimlendirdiğin tabîattan, temiz ve pâk zâtta var edilmiş oldu.
İkinci ma'nâ: Rûh, ya Meryem'in suyundan veyâ balçıktan mevcût olan beşer sûretinde ortaya çıkan Cibrîn'in üflemesinden, Allah Teâlâ'nın Siccîn olarak isimlendirdiği tabîattan, temiz ve pâk zâtta var edilmiş oldu (1).
"Meryem’in suyu"ndan kasıt, boşalma ânında kadınların kadınlık organlarında meydana gelen suya benzer bir şekilde, Cebrâîl (a.s.)’ın güzel bir delikanlı sûretinde Hz. Meryem'e görünerek, bilinen normal birleşme şekli olmaksızın,ona üflemesiyle,cenâb-ı Meryem'de şehvet oluşması üzerine,ihtilâma benzer bir hâl içinde, olan boşalma esnâsında akan sudur. "Cibrîn" Cebrâîl (a.s.) ma'nâsına kullanılan bir kelimedir.
"Balçıktan mevcût olan beşer sûretin"den kasıt, Âdem (s.a.)dir. "Temiz ve pâk zât"tan kasıt, Hz. Meryem'dir. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de:
(Tâhrîm, 66/12)
“ahsanet fercehâ fe nefahnâ fîhi min rûhınâ”
“onun iffeti çok güzeldi. Bu yüzden onun içine Rûhumuzdan üfledik.”
sözüyle onun nefsânî pisliklerden temiz ve pâk bulunduğuna şehâdet buyurdu.
"Tabiat"tan kasıt, ulûhiyyetin zâhiri olan küllî tabîat olmayıp süflî yönde olan cüz’i tabîatttır.
"Siccîn" “Kellâ inne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “Hayır, muhakkak ki, füccârın ya’nî günahkârların kitapları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7) âyet-i kerîmesi gereğince günahkârların ikâmet ettiği mahallin ismidir. Çünkü günahkârlar, hayvâniyyetten ibâret olan cüz’i tabîatın hükmüne uyarak amel ederler ki zâhiri, muhtelif nefsânî zevkler ve bâtını türlü türlü azâbtır. Onun için Hak Teâlâ hazretleri, kendilerini cüz’i tabîatın hükümlerine teslîm etmiş olan kâfirler hakkında: “ve inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrin” (Tevbe, 9/49) buyurur ki, "Cehennem şu an dahi kâfirleri ihâta etmiştir "demek olur.
Bilinsin ki: Ulûhiyyetin zâhiri olan "küllî tabîat"a bakan ve fikirleri bu tabîatın geçerli kâidelerinde ve hükümlerinde boğulmuş olan âlimler, cismâniyyet âleminde bu kâidelere ve hükümlere uygunsuzluğunun mümkün olmadığını ve tabîat kānûnu gereğince insan neslinin ancak erkek ile kadının birleşmesinden süreceğini zannederler. Bu hüküm, onların hakîkatler husûsunda sırf cehâlete dayalı olan zann ve vehimlerinden kaynaklanmaktadır. Bilim adamları, ne kadar incelemeler ile meşgûl olurlarsa olsunlar, küllî tabîat dâire-sinden çıkamazlar. Onların keşifleri, ancak bu dâire ile sınırlıdır. Bundan dolayı onlar ulûhiyyetin zâhiriyle uğraştıklarından dolayı Hakk'ın kudretinden habersizdirler.
Şimdi Hak Teâlâ hazretleri, bu tür âlimlerin, vehmî hükümlerini işiten aklı zayıf olanları bu vehim uçurumundan kurtarmak için insan ma’nâsının, kendi zâhiri olan vücûdunda dilediği şekilde tasarruf ettiği gibi, ulûhiyyetin zâhirî vücûdu olan bu âlemde onun bâtını, ma'nâsı olan Hakk'ın, öylece dilediği şekilde tasarrufunu göstermek üzere, insan cismini tabîat kâidesinin tersine olarak üç yön ile hálk buyurdu:
1. Anasız babasız olarak Âdem'in cismini salsâl صَلْصَالٍ ya’nî kuru balçıktan hálk etti. صَلْصَالٍ "Sâd" ve "lâm" maddesi Arapçada, kendisinde bilim erbâbının "protoplazma" ya'nî "ceniyye maddesi" (?) diye ta'bîr ettikleri şey oluşan "mayalanmış süt" ma’nâsına geldiğine göre, Darwin teorisince Âdem'in cisminin "protoplazma"dan hálk edilmiş olması lâzım gelir. Böyle de olsa Âdem’in cismi yine anasız ve babasız hálk edilmiş olur.
2. Havvâ'nın Âdem'in cisminden ayrılması sûretiyle hálk edilmesidir. Darwin teorisini ta'kîp edenlerin bunu da inkâr edememesi gerekir. Çünkü Havvâ’nın cismi, kokmuş çamurda var olan "protoplazma"dan mahlûk olan insan cinsinin dişi türüdür. Ve tür ise, cinsin bir şûbesidir.
3. Îsâ (a.s.)’ı babasız olarak Hz. Meryem'in vücûdunda hálk buyurdu. Ulûhiyyet, kendisinin zâhirî vücûdu olan küllî tabîatta, Âdem'i ve Havvâ'yı bahsedilen değişik hâlde hálk buyurmak sûretiyle kudretini gösterince, o kâmil kudretten bu tarz hilkati yapamayacağının söylenmesi için hiçbir sebep gösterilemez. Bunu teslîm edemeyen ancak vehimdir. Şu halde insanın hilkati bu üç yön ile ile berâber dört tarzda olmuş olur ki:
Dördüncü yön, âdet olduğu üzere babanın nutfesinin anne rahminde cereyânı sûretiyle insan cisimlerinin hálkıdır.
İşte evvelki hilkatler, kudretin istisnâsı ve bu tarz hilkat, o kudretin kâidesi olduğundan, zâhiri âlimler ve akıllar ve küçük ve büyük bu kâideye bakıcıdırlar. Onun için Yahûdîlerin akıllarının havsalası, bir bâki-reden babasız olarak çocuk olmasını almadı. Hz. Meryem gibi, kavmi arasında nâmuslu hâli ile şöhret bulan iffetli birine zinâ isnâd ettiler.
Şimdi âlemin tamâmı fiilî Kur'ân’dır. Hâtem-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz'e inmiş olan kavlî Kur'ân, “yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ” ya’nî “onunla birçoğunu dalâlette bırakır, birçoğunu da onunla hidâyete erdirir.” (Bakara, 2/26) âyet-i kerîmesi gereğince, nasıl ki ba'zılarını dalâlette bırakır ve ba'zılarını hidâyete erdirirse, âlemde açığa çıkan ilâhî fiiller de, öylece ba'zı kimselerin dalâlet sebebi ve ba'zı kimselerin de hidâyet sebebi olur. İşte ilâhî fiillerden bir fiil olan Îsâ (s.a.)’ın var edilme şekli de beşer fertleri üzerinde bu iki karşılıklı te’siri icrâ eyledi
Bu yönden onda ikāmeti uzadı; ta'yîn ile binden fazla oldu. (2).
Ya'nî cenâb-ı Îsâ'nın oluşma ve bozulup dağılma sür'atini gerektiren tabîat hükmünden temizlenmiş olarak var edilmesi yönünden, tasavvur edilmiş rûhtan ibâret olan cisimde ikāmeti uzadı. Ve onun o cisimde ikâmeti ta'yîn ve hesap ile bin seneden fazla oldu. Çünkü Îsâ’nın milâdı ile (S.a.v.) Efendimiz'in dünyâya teşrifleri arası (571) senedir. Fusûsu'l Hikem'in târîhi ise (627) inci hicri senesidir. Gerek bu târîhler ve gerek doğum ve nebevî hicret arasındaki senelerin miktârı birdiğerine ilâve olunursa, bin iki yüz küsur sene tutar ki, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bu beyt-i şerîfi yazdıkları sırada Îsâ'nın milâdından binden fazla seneler geçmiş olur. Bundan dolayı Îsâ (a.s.)’ın tasavvur edilmiş rûh olan bedeninde, Hz. Şeyh (r.a.) zamânına ve ondan sonra da âhir zamanda ortaya çıkacak olan Hz. Mehdî'nin asrında inişi vaktine kadar ikâmeti uzadı.
Bu uzama bedeni sebebiyledir. Çünkü onun bedeni, beşer cisminde cisimlenen rûhtan ibârettir. Beşer sûretinde ortaya çıkışı ve cisimlenişi, ancak beşer sûretinde olan Hz. Meryem'e münâsebeti ve bağlantısı ve Hz. Cibrîl'in cenâb-ı Meryem'e beşer sûretinde gözükerek üflemesi sebebiyledir. Hz. Mehdî zamânında inişinden sonra, hadîs-i şerîf gereğince, yiyip içer ve evlenir. Ve daha sonra vefât edip (S.a.v.) Efendimiz'in temîz ve pâk hücresine defnolunur. Şu halde gerek Yahudîler tarafından öldürülmeye kalkışıldı vakitte ve gerek göğe yükseltildiği zamanda ve şu an dahi nûrâni hayât ile hayât sâhibi olan Îsâ (a.s.) inişinden sonra, yüksek ve değerli Muhammedîyye sünnetine tâbi’ olarak tabîi hayât dâiresinde yaşayacak ve tabîi hayât, tabîi ölümü gerektirdiğinden “Küllü nefsin zâikatül mevti” ya’nî “Her nefs ölümü tadacaktır” (Ankebût, 29/57) hükmü altına dâhil olarak vefât edecektir.
Bilinsin ki, Yahûdîler tarafından Îsâ (a.s.)’a olan sûikast hakkında iki rivâyet vardır. Bu konudaki ayrıntılar, Hasan Sâhib ismindeki bir fâzıl-ı muhterem tarafından Farsça olarak yazılıp Hindistan'da basılmış olan et-Te'vîlü'l-muhkem fî müteşâbihi Fusûsi'l-Hikem isimli Fusûs Şerhi'nde beyân olunmuştur. Bahsedilen bu ayrıntılar ondan alınan özet ile beyân olunur. Şöyle ki:
Birinci rivâyete göre Îsâ (a.s.), asılma sûretiyle şehîd edilmedi, belki yükseltildi. Ve onu öldürmeye kalkışan Yahûdîlerden birisi Allah tarafından Îsâ'nın sûretine benzetilip Yahûdîler Hz. Îsâ zannı ile onu astılar. Ve bu' rivâyetin anlatıcıları, Nisâ sûresinde olan:
(Nisâ, 4/157-158)
“ve mâ katelûhü ve mâ salebûhü ve lâkin şübbihe lehüm”
“Bel refeahullâhu ileyhi”
“Ve onu öldürmediler ve onu asmadılar. Fakat (öldürülen adam) onlara, (Îsâ a.s. a) benzer olarak gösterildi.”
“Hayır, Allah onu, kendisine yükseltti.”
âyet-i kerîmesiyle delîllendirirler.
İkinci rivâyetin râvîleri derler ki: Îsâ (a.s.), Yahûdîler tarafından alıkonulduğu zaman, o hazret ile berâber iki hırsız da yakalanmış idi. Her üçünü de çarmıha gerdiler. Daha sonra oradan indirip o zamanda geçerli olan i'dâm âdeti üzere, kemiklerini kırıp çıkartmak sûretiyle öldürmeye teşebbüs ettiler ve hırsızlar hakkında öyle yaptılar. Sıra Îsâ (a.s.)’a geldiğinde, o hazreti vefât etmiş buldular. Fakat yan tarafına bir mızrak sapladılar; ve o mahalden kan aktı. Bundan dolayı bu fıilin fâilleri "Biz onu maslûb kıldık ya’nî astık" dediler. Çünkü "salb ya’nî asmak" burada, "sâd" harfinin fethi ya’nî üstünlü okunuşu ile "kemiklerin çıkarılması" ma'nâsınadır. "Sâd" harfinin ötreli okunuşu ile (sulb) olunca "darağacı" ma'nâsına gelir. "Sâd"ın fethi ile, "salb ashâbı" "kemik çıkaran kimseler" ma'nâsınadır. Şu halde o hazreti, Yahûdîler “ve mâ katelûhü” (Nisâ, 4/157) buyurulduğu üzere, "öldürmediler"; belki o hazret kendi kendine rûh teslîm etti. “Ve mâ salebûhü” ya’nî “onu asmadılar” (Nisâ, 4/157) buyurulduğu üzere de, "sâd" harfinin üstünlü okunuşu ile "salb etmediler, ya'nî kemiğini çıkarmadılar". “Ve lâkin şübbihe lehüm” (Nisâ, 4/157) buyrulduğu üzere, “Fakat maslûbâna, ya'nî kemiği çıkarılmış olanlara benzer oldu”. Bu sebeble Hırıstiyanlar arasında Hz. Mesîh (a.s.) hakkında ihtilâf oluştu ki, bunlardan bir grup, Mesîh (a.s.)’ın yerine, ona benzetilen Yahuda'yı öldürdüler ve astılar derler. Oysa Kur'ân-ı Kerîm'i tefsîr edenler bu ayrıntıya pek az vâkıf olmakla, Îsâ (a.s.) hakkında Hırıstiyanlar’dan bu sözü söyleyici olan grubun sözlerini tercîh ettiler ki, bu söz, Kur'ân-ı Kerîm'de reddedilmiştir. Çünkü,Hak Teâlâ:
(Enbiyâ, 21/34)
“Ve mâ cealnâ li beşerin min kablikel huld”
"Yâ Habîbim, senden önce bir beşer için ölümsüzlük ve bakâ kılmadık"
buyurur. Bu âyet-i kerîmeye göre (s.a.v.) Efendimiz'den evvel gelen bütün nebîlerin (aleyhimü's-selâm) vefât etmiş olmaları lâzım gelir. Talha ibn Alî hazretleri cenâb-ı İbn Abbas'tan bu yönü rivâyet ettiği gibi, Vehb’in rivâyeti de bu merkezdedir. Nisâ sûresinin inişinden sonra Hâtıb ibn Belte'a (r.a.) Mısır meliki olan Mukavkıs'a gönderilmiş, Risâlet-penâhî (s.a.v)’in mektubunu taşıyıcı olarak gittiği vakit, Mukavkıs’ın cenâb-ı Hâtıb'a hitâben: “Eğer sizin sâhibiniz nebî ise; Mekke'den Medîne'ye hicret etmemesini niçin Cenâb-ı Hak'tan niyâz etmedi ?”diye i'tirâz etmesi üzerine, Hz. Hâtıb’in de: "Îsâ (a.s.) nebî idi; niçin çarmıha gerilmemesini Hak'tan niyâz etmedi?" buyurduğu meşhûrdur. O hazretin bu sözü de bahsedilen rivâyeti te'yîd eder. İşte ikinci rivâyet de budur.
Evliyâ-i kirâmdan Bedreddîn-i Simâvî (k.a.s.) Vâridât ismindeki mübârek risâlelerinde bu rivâyete, uygun olarak buyururlar ki: "Îsâ (a.s.) rûhu ile diri, madde bedeni ile ölüdür. Fakat rûhullah olup rûhâniyyet üzerine gâlip olduğu için, gâliplik hükmüyle, ölmedi, dediler. Yoksa madde bedenin ölmemesi mümkün değildir. Cidden iyi anla! Sekiz yüz sekiz senesine tesâdüf eden bir cuma gününde iki adam hâzır oldular. Birisinin elinde Îsâ (a.s.)’ın cesedi var idi. Halbuki o ölü idi. Gûyâ Îsâ (a.s.)’ın bedeninin vefât ettiğini bize tenbîh ettiler.Vallâhu a'lem."
Her iki rivâyetin uygunluğu ve âyet-i kerîmenin tefsîri:
Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in "Rûhullah, Siccîn olarak isimlendirdiğin tabîattan temiz ve pâk olan zâtta var olduğu için, onda ikâmeti uzadı" sözü her iki rivâyetin uygunluğunu ve âyet-i kerîmenin yüce ma'nâsını îzâh eder. Şöyleki:
Îsâ (a.s.)’ın bedeni tabîat hükmünden temiz ve pâk olarak var oldu. Bu gibi bedenler tasavvur edilmiş rûh olmakla berâber his âleminde, his gözü ile görülür ve el ile tutulabilir. Bunun örneği rü’yâ âlemidir. Çünkü, rü’yâ gören kimse rü’yâsında gördüğü bir sûreti his olarak görür ve eliyle tutar ve konuşur. Şu kadar var ki, kendi vücûdu da, bu hayâl mevtınına göre var olmuş olan bir vücûttan ibârettir.
Ve rü'yâdaki bu vücûduna bir bıçak saplansa, bir şekilde bir korku ve elem hissetmekle berâber, bu vücût ondan etkilenmez. Ve gördüğü ve tuttuğu vücûd dahi kendi vücûdu gibidir. Yûsuf Fassı'nda görüldüğü üzere, bu his ve şehâdet âlemi dahî hayâlden başka bir şey değildir. Ancak rü'yâ hayâli ile şehâdet hayâli arasında latîf ve kesîf oluşluktan başka bir fark yoktur. Ba'zen birisi kesîf diğeri latîf olarak iki hayâl aykırı olur. Bu aykırılık şehâdet mertebesine mahsûstur. Kesîf hayâl bu âlemin îcâbı olan tabîat hükmünün etkisi altında olduğundan, o bu âlemin hükümlerine tâbi' olur. Fakat latîf hayâl, tabîat hükmünün etkisi altında olmadığından, ondan bu âlemin hükmüne aykırı hareketler zuhûr eder. Bu gibi aykırılıkların evliyâ menkıbelerinde birçok örnekleri anlatılmıştır. Burada îzâh ve beyânı uzun olur.
İşte Îsâ (a.s.) ile Yahûdîlerin bedenleri arasındaki münâsebet de böyle idi. Ya'nî Îsâ (a.s.) bu âlemde nûrânî hayât ile; ve Yahûdîler ise tabîi hayât ile yaşarlar idi. Bundan dolayı Yahûdîler, Îsâ (a.s)’ın bedeninin kendi bedenlerine kıyâs ettiler. Ve onu öldürdüklerini ve astıklarını zannettiler.
Şimdi bu hakîkati dikkâte almadıklarından, birinci rivâyetin anlatıcıları Îsâ (a. s.)’ın yerine Yahûdîlerden birisinin ona benzetilerek, asıldığını ve öldürüldüğünü ve Îsâ (a.s.)’ın ise cismiyle berâber yükseltildiğini ve ikinci rivâyetin anlatıcıları ise,
(Enbiyâ, 21/34)
“Ve mâ cealnâ li beşerin min kablikel huld”
"Yâ Habîbim, senden önce bir beşer için ölümsüzlük ve bakâ kılmadık"
âyet-i kerîmesinden delîl getirerek Îsâ (a.s.)’ın görünüşte çarmıha gerilmekle berâber, bu fiilin etkisi olmaksızın kendi kendine rûh teslîm ettiğini beyân ederler. Oysa bu âyet-i kerîme ancak tabîi hayât ile yaşayan kişiler hakkındadır. Eğer nûrani ve rûhâni hayât ile yaşayan kişileri kapsasa idi, Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ (a.s.) ile olan kıssası beyân buyrulan ve hâtem-i enbiyâ zamânında ve ondan sonra da şu an dahi hayâtta bulunan, cenâb-ı Ebu'l-Abbâs Hızır'ın da Sallallâhü aleyhi ve sellemden evvel vefât etmesi lâzım gelir idi. Bundan dolayı tabîat hükmünden temiz ve pâk olarak var olan Îsâ (a.s.)’ın cisminin vefât ettiğine bu âyet-i kerîme delîl olamaz. Ancak ikinci rivâyete göre Yahûdîlerin elleriyle tutabildikleri Rûhullâh'a, onların iki hırsız hakkında uyguladıkları işkence ve öldürme âletlerinin etkisi olmadı; ve Îsâ (a.s)’ın latîf bedeni yükseltidi; rûhânî cismini bulamadılar. Tabîi kanunlar içinde boğulmuş olan Yahûdîlerin akılları bu işin hakîkatine vâkıf olamadı. Fakat zâhirde, herkese karşı usûl üzere öldürdük ve astık dediler. Bununla berâber kendi bâtınlarında ve fikirlerinde şüphe ve tereddüd içinde kaldılar.
Bu îzâhlardan sonra, Nisâ sûresinde olan âyet-i kerîmenin tefsîrine başlanır.
(Nisâ, 4/157)
“Ve kavlihim innâ katelnal mesîha îsabne meryeme resûlallâh”
"Biz Resûlullâh olan Meryem’in oğlu Îsâ Mesîh’i öldürdük demeleri"
sebebiyle, Allah Teâlâ onların kalblerini hakîkat ilminden örtülü kıldı. Çünkü Îsâ (a.s.) tasavvur edilmiş rûh idi. Tasavvur edilmiş rûh ise, latîfliğinin kemâlinden kesîf cesetler gibi öldürme âletlerinden etkilenmez. Nitekim cisimlerinin kesîfliği rûhlara döndürülmüş olan Bâyezîd Bistâmî ve diğerleri gibi en büyük evliyâullâh (kaddesallâhu esrârahum) hazretlerinde bu hâl oldu.
(Nisâ, 4/157)
“ve mâ katelûhu ve mâ salebûhu”
"Yahûdîler bu ilimden örtülü oldukları için o hazreti çarmıha gerip mızrak saplamakla öldürdüklerini ve astıklarını zannettiler. Oysa o, tasavvur edilmiş rûh, onların fiiliyle öldürülmüş ve asıl-mış olmadı."
(Nisâ, 4/157)
“ve lâkin şübbihe lehüm”
"Belki bu fiile cesâret edenler için, o hazretin hâli, vücût kesîfliği sâhibi olanların hâline benzetildi."
(Nisâ, 4/157)
“ve innellezinahtelefû fîhi le fî şekkin minhü, mâ lehüm bihî min ilmin illettibâaz zann”
"Bu benzetme sebebiyle onun hakkında ihtilâfa düşenler, öldürülmesinden ve asılmasından şüphe içindedirler. Tasavvur edilmiş rûh olan cenâb-ı Îsâ'nın hâli, kesîf cisim sâhiplerinin hâline kıyâs olunamayacağından o söyleri söyleyenler için hakîkî ilim yoktur. Bu husûsta bildikleri şey, görünüşe bakarak ancak zanna tâbi’ olmaları iledir."
(Nisâ, 4/157)
“ve mâ katelûhü yakînen”
"Oysa onu yakînen, yâ'nî kendi fiilleriyle öldürmediler."
Çünkü tasavvur edilmiş rûha onların fiillerinin te'sîri olamaz.
(Nisâ, 4/158)
“Bel refeahullâhu ileyhi”
"Belki Allâhü Zü'l-Celâl hazretleri o tasavvur edilmiş rûhu, onların cesâret ettikleri öldürme fiilinin te'sîri olmaksızın, kendi şehâdet mertebesinden gayb mertebesine yükseltmek sûretiyle vefât ettirdi."
Bu yükseltme sebebiyle cismini bulamadılar.
Allah'tan rûhtur, onun gayrından değil. İşte bunun için ölüleri diriltti ve çamurdan kuş inşâ etti (3).
Ya'nî Îsâ (a.s.) tasavvur edilmiş rûhtur. Öyle bir tasavvur edilmiş rûhtur ki, mutlak vücûdun "Allah" ismiyle isimlendirilen mertebesinin bâtınından doğmuştur. Ve bu ulûhiyyet mertebesi bütün ilâhî isimleri toplamıştır. Bundan dolayı, Îsâ (a.s.) tâli isimlerden olan başka isimlerin bâtınından değil, ancak "Allah" isminin bâtınından taayyün etmiş olan ilâhî rûhtur. Bu sebeble ulûhiyyet mertebesinin bütün isimlerinin hükümleri ve vasıflarıyla açığa çıkmaktadır. İşte bunun için:
(Âl-i İmrân, 3/49)
“ennî ehluku leküm minet tîni ke heyetit tayri fe enfuhu fîhi fe yekûnu tayran bi iznillâh, ve ubriul ekmehe vel ebrasa ve uhyîl mevtâ bi iznillâh”
“Ben gerçekten size çamurdan kuş şekli yaparım, sonra onun içine üflerim. O zaman o, Allah'ın izniyle kuş olur. Doğuştan kör olanı ve abraş hastalığını iyileştiririm. Ve Allah'ın izniyle ölüyü diriltirim.”
âyet-i kerîmesinde haber verilen söz ile söyleyici oldu.Ya'nî ölüyü diriltti ve çamurdan kuş inşâ edip ona üfleyerek hayât verici oldu.Ve o hazretin hálk ettiği kuşun yarasa kuşu olduğu rivâyet olunur.
Dostları ilə paylaş: |