Soru: Bütün nebîler ve evliyânın kâmilleri, insan-ı kâmil olmaları i'tibâriyle "Allah" isminin görünme yeri olduklarından onlar dahî ulûhiyyet mertebesinin bütün isimlerinin hükümleri ve vasıflarıyla açığa çıkmaktadırlar. Şu halde, bunlar ile Îsâ (a.s.) arasındaki fark nedir?
Cevap: Nebîlerin ve evliyânın kâmillerinin zâhiri vücûtları tabîatta var oldu. Ve tabîat ise ulûhiyyetin zâhiriyyetidir. Bundan dolayı bu kerem sâhibi zâtlar ulûhiyyetin zâhirinden doğmuş oldular. Îsâ (a.s.) ise, yukarıdaki beyt-i şerîflerin şerhinde îzâh edildiği üzere, “Siccîn" olarak isimlendirilen "tabîat"tan temiz ve pâk olarak var oldu. Ya'nî Bâtın isminin ihâtası altında açığa çıktı. Bu sebeble o kerem sâhibi zâtlar gibi tabîî hayât ile yaşamadı ve tabîî ölüm ile de vefât etmedi. Çünkü ulûhiyyetin bâtınından doğmuş oldu. Îsâ (a.s.) ulûhiyyet mertebesinin bütün isimlerinin hükümleri ve vasıflarıyla açığa çıkmada bütün nebîler ve evliyâ ile ortak olmakla berâber, açığa çıkma husûsu onlara muhâliftir. Onun zâhiri vücûdu, hakîkat-i Muhammedîyye’den ibâret olan vâhidiyyet mertebesinin, ya’nî bütün isimleri toplamış olan ulûhiyyet mertebesinin bâtınından doğdu. Ve nefes-i rahmânîden ibâret olan cenâb-ı Îsâ'nın rûhâniyyeti ve hakîkati, o mertebenin rûhiyyeti gibidir. Nitekim Âdem, o mertebenin cismiyyeti gibidir. İşte cenâb-ı Îsâ, hakîkat-i Muhammedîyye’nin rûhiyyeti mesâbesinde olduğu için, onun ahdi (S.a.v.) Efendimiz'in yüce ahdlerine bitişik oldu.
Tâ ki onun için Rabb'inden bağıntılar sahîh ola; onunla yukarıda ve aşağıda te'sîr eyleye (4).
Bu beyt-i şerîf yukarıdaki beyt-i şerîfe bağlıdır. Ya'nî, "Mutlak Vücûd’un "Allah" olarak isimlendirilen mertebesinin bâtınından doğduğu yönle, Rûhullâh'ın hâs Rabb’i olan "Allah" ismine bağıntılarının sahîh olması ve yukarıda ve aşağıda te'sîr etmesi için ölüleri diriltti ve çamurdan kuş inşâ etti" demek olur.!
Bilinsin ki Hûd Fassı'nda beyân edildiği ve sırası geldikçe diğer fasslarda da îzâh olunduğu üzere, âlemde açığa çıkan her bir sûret bir ilâhî ismin o sûretle taayyûnünden ibârettir. İlâhî isimler ise küllî ve cüz'î olmak üzere iki kısımdır. İsimler küllî olsun, cüz'î olsun genişlik ve ihâta dolayısıyla birdiğerinden üstündür. Örneğin küllî isimlerden "Hayy" ismi Alîm, Semî', Basîr, Mürîd, Kadîr, Mütekellim, Mükevvin isimlerine göre daha geniştir. Çünkü hayât sıfatı, ilim, duyma, görme ve diğer sıfatlarını ihâta etmiştir. Zâtta hayât sıfatı olmadıkça bu sıfatların hiçbirisiyle vasıflanamaz. Diğerleri de buna kıyaslanabilir. Ve aynı şekilde "Mûsâvvir" küllî isminin altında sayısız ve hesapsız cüz'i isimler bulunmaktadır. Örneğin dörtgen, üçgen ve diğerleri gibi ne kadar geometrik şekiller ve tümsek ve çukur ve küp gibi ne kadar cismi olan muhtelif sûretler var ise, onlar "Mûsâvvir" isminin ihâtası altındadır. Şimdi “küp” bir cüz'î isimdir; "dörtgen” de bir cüz'î isimdir. Bir kimsenin küp ismiyle isimlenebîlmesi için, ilk olarak dörtgen olması lâzım gelir. Çünkü küp şeklinin altı yüzünden her birisi dörtgendir. Bundan dolayı "dörtgen” ismi "küp" isminin ihâtası altındadır. Ve bu iki cüz'î ismin arasından üstünlük sâbit olur. Ve "Allah" ismi, küllî ve cüz'î bütün ilâhî isimleri ihâta etmiş toplayıcı bir isimdir ki, bu ism-i şerîf nebîlerin ve kâmil evliyânın hâs Rabb’idir. Bu ismin gerekleri bu kerem sâhibi zâtlardan fiilen açığa çıkar. Bunların dışında olan insan fertleri de, bu isme görünme yeri olmak isti’dâdıyla hálk olunmuş ise de, tabîi pisliklere dalıp nefsâni sıfatlarını izâle etmekte gevşekliklerinden dolayı, onların bu isti'dâdları potansiyel olarak kalır, fiilen açığa çıkmaz. Ve bu halde hayâtı terk ettiklerinde kendilerinin kıymetlerini anlarlar ise de, iş işten geçmiş olur.
İşte rûhullah olan Îsâ (a.s.) da, salt olarak ulûhiyyetin bâtınından taayyün etmiş olmakla hâs Rabb’i olan "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri idi. Bundan dolayı bu hâs Rabb’inin îcâbı olarak bütün ilâhî sıfatlar ile açığa çıktı. Ve yukarıda ve aşağıda te'sîrine ve "Allah" ismine bağıntılarının sahîh olduğuna alâmet olmak üzere, ölüyü diriltti ve kuş hálk etti. Nitekim "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri olan diğer nebîlerden ve evliyânın kâmillerinden buna benzer mu'cizeler ve kerâmetler görülmüştür.
Allah Teâlâ onu cismen temizledi ve rûhen tenzîh eyledi ve var etme sebebiyle onu benzer kıldı (5).
Ya'nî Allah Teâlâ, Îsâ (a.s.)’ın cismini, beşeriyyet bulanıklarından ve tabîi pisliklerden temizledi. Bundan dolayı onun cesedinin sûreti tasavvur edilmiş rûhtan ibâret oldu. Ve nûrânî cevherden ibâret olan rûhu, hissi bakışlarda ceset sûretinde görülmekle berâber, tabîi gereklerden ve maddesel sıfatlardan tenzîh ve takdîs etti. Çünkü bütün rûhlar nûrânî cevher olduğu halde, tabîi hükümlerin te'sîri altında bulunan madde bedenlere bağlandıklarında maddesel sıfatların gereklerine tâbi' olurlar. Çünkü bu cesetler, tasavvur edilmiş rûh değildir. İşte bunun için yukarıda îzâh edildiği şekilde Yahûdîlerin sûikastı Îsâ (a.s) cismine te'sîr etmedi. Ve çamurdan kuş hálk etmek ve ölülerde hayât ve hastalarda sıhhat var etmekle, onu Hak Teâlâ kendisine benzer eyledi.Çünkü “innallâhe halaka âdeme a’lâ sûretihi” ya’nî “Allah âdemi kendi sûreti üzere hálk etti” buyurulduğu üzere, Îsâ (a.s.) insan-ı kâmildir ve insan-ı kâmil ilâhî sûret ya'nî ilâhî sıfatlar, üzerine mahlûktur ve Zât isminin görünme yeridir. Bundan dolayı ondan “Allah” toplayıcı isminin hükümleri ve eserleri açığa çıkar. Ve bu hadîs-i şerîfte beyân buyurulan "âdem"den kasıt, insan-ı kâmildir. Noksan insanın hâli ise, bundan evvelki beyt-i şerîfin şerhinde îzâh edildi. İşte var edilme yönünden insan-ı kâmilin Hakk'a benzeyişinin sırrı budur. Fakat bu benzeyiş, mutlak benzerlik değil, belki kayıtlı benzeyiştir. Çünkü mutlak oluş ulûhiyyet zâtına mahsûstur. Ulûhiyyet zâtı insan-ı kâmilin sûretinde taayyün ettiğinde, bu sûret dolayısıyla kayıtlanır. Ve ulûhiyyet zâtının özelliklerinden olan var etme ve hálk etme ve îcâd ve yok etme dahi, bu taayyün etmiş sûretten açığa çıkınca, mahal dolayısıyla kayıtlı olur.
Bilinsin ki, muhakkak rûhların özelliklerindendir ki, onlar bir şeye bağlanmasınlar ve temâs etmesinler, kesinlikle o şey canlanır ve hayât ondan yayılır. Ve buna binâen Sâmirî, resûlün izinden, ki o Cibrîldir, o da rûhtur, bir kabza kabz etti. Oysa Sâmirî bu husûsu bilir idi. Şimdi onun Cibrîl olduğunu bildiği vakit, üzerine temâs ettiği şeyde muhakkak hayât yayıldığına ârif oldu. Böyle olunca "dâd" ile yâhut "sâd" ile, ya’nî avuç dolusuyla ve yâhut parmaklarının uçlarıyla, resûlün izinden bir kabza kabz etti. Şimdi onu buzağıya koydu. Buzağı böğürdü. Çünkü buzağı sesi, ancak böğürmedir. Ve eğer onu başka bir sûrette ikâme ede idi, bu sûrete mahsûs olan ses ona nispet edilir idi. Deve için homurdama ve koçlar için gümbürdeme ve koyunlar için me’leme ve insan için "savt" veyâ "nutk" veyâhut "kelâm" gibi (6).
Ya'nî rûhlar bir şeye temâs ettiğinde o şeyin diri olması ve onda hayât eseri gözükmesi, rûhların özelliklerindendir. Çünkü, rûh nefes-i rahmânîdir. Ve hayât, rûhun zâtî sıfatıdır. Fakat rûhun temâs ettiği şeyde hayât eserinin gözükme derecesi, o şeyin sûretine bağlıdır. Örneğin taştan veyâ diğer maddeden yapılmış bir insan heykeline rûhun temâsı hâlinde, ondan his ve hareket ve konuşma gözükür. Hârûn Fassı'nda îzâh edileceği üzere, Mûsâ (a.s.)’ın ümmetinin fertlerinden olan Sâmirî, at üzerinde beşer sûretinde sûretlenmiş olan Cebrâîl (a.s.)’ın atının bastığı yerden bir avuç toprak aldı. Çünkü Sâmirî Mûsâ (a.s.)dan feyizlendiği ma'rifet sâyesinde, cenâb-ı Cibrîl'in rûh olduğunu ve rûhun temâs ettiği şeyde hayâtın yayıldığını bilir idi. Bundan dolayı at üzerinde beşer sûretinde sûretlenmiş olan şahsın cenâb-ı Cibrîl olduğunu bildiği vakit, atının bastığı topraklarda hayât eseri olduğunu ve o izlerde hayâtın yayıldığına ârif oldu. Böyle olunca, resûlün izinden, ya'nî Hz. Cibrîl’in izinden bir kabza toprak aldı. "Kabza" "dâd" ile olursa “kabza” ya’nî "avuç dolusu" ve "sâd" ile "kabsa" olursa "parmaklarının uçlarıyla" ma'nâsına gelir. Her iki şekil de mümkündür. Sâmirî Benî İsrâîl'in mücevher ve ziynetlerini toplayıp eriterek, onları bir buzağı şeklinde döktü. Ve bunu Mûsâ (a.s.) Tûr'a gittiği vakit yaptı. Ve buzağıyı Benî İsrâîl'in ibâdet etmesi için bir put olarak yaptı. Detayları Hârûn Fassı’nda gelecektir. Buzağının yapılması sırasında, aldığı bir avuç toprağı karıştırdı. Bu sebeble buzağı huvârdı ya’nî böğürdü, ya'nî buzağılara mahsûs olan ses ile bağırmaya başladı. Çünkü Arapçada buzağı sesine "huvâr" derler. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur: “iclen ceseden lehu huvâr” ya’nî “bir buzağı heykeli ki böğürür” (A'râf, 7/148). Ve eğer Sâmirî o mücevherleri başka bir sûrette i'mâl etseydi, bu sûret kendi cinsine mahsûs olan sesi verir idi. Ve bu sesin ismi de o sûrete nispet olunurdu. Deveye mahsûs olan homurdama ve koçlara mahsûs olan gümbürdeme ve koyunlara mahsûs olan me’leme ve insana mahsûs olan "savt" veyâ "nutk" veyâhut "konuşma" gibi. Çünkü, bir olan rûh, mahallin gereklerine göre açığa çıkar.
Şimdi eşyâda yayılan hayâttan bu kadarı “lâhût" ile isimlendirilir. Ve "nâsût", ancak kendisiyle bu rûhun kâim olduğu mahaldir. Bundan dolayı onunla kâim olması sebebiyle nâsût, "rûh" olarak isimlendirilir. (7)
Ya'nî eşyâ sûretlerine sirâyet eden hayâtın bu kadarına “lâhût” denildi. Çünkû rûh nefes-i rahmânîdir ve hayât rûhun zâtî sıfatıdır. Bundan dolayı hayât, ilâhî sıfatlardan bir sıfattır. Ve sıfat ise zâtın aynıdır. İşte hayâta bunun için "lâhût" denilir. Ve bu rûhun kâim bulunduğu ve bağlandığı mahalle de "nâsût" ta'bîr olundu. Fakat rûh aslında sûretsiz bir nûrânî cevher olduğu halde, hissi bakışlarda, Îsâ (a.s) cismi sûretinde görülmekle, onun rûh mahalli olup "nâsût" olarak isimlendirilmesi gereken bu görülen cisme, mecâzen "rûh" denildi. Bunun için cenâb-ı Îsâ'ya rûhen ve cismen "rûhullah" ta'bîr olunur.
Şimdi ne zamanki Cebrâîl (a.s.)dan ibâret olan rûhu'l-emîn, beşer seviyesinden sûretlendi, zannetti ki o beşerdir, kendisine cinsi münâsebeti murâd eder. Böyle olunca Allah Teâlâ'nın kendisini ondan kurtarması için, bütün konsantrasyonunu toplayarak bir sığınma ile, ondan Allah Teâlâ'ya sığındı. Çünkü muhakkak bunun câiz olmayan şeylerden olduğunu bilir idi. Bundan dolayı, ona Allah ile tâm huzûr hâsıl oldu ki, o da ma'nevî rûhtur. Eğer ona bu anda bu hâl üzere üflese idi, annesinin hâlinden dolayı, Îsâ, hilkatinin fenâlığından dolayı, hiçbir kimsenin ona tâkat getiremeyeceği bir vasıfta çıkar idi. Şimdi ona "Ben ancak senin Rabb'inin resûlüyüm; sana bir temiz ve pâk bir erkek çocuğu bahş etmek için geldim" (Meryem, 19/ 19) dediği vakit bu sıkıntıdan rahatladı ve gönlü ferahladı. Bundan dolayı İsâ (a.s.)ı ona bu anda üfledi. Şu halde Cebrâîl kelimetullâhı ya’nî Allah’ın kelimesi Meryem'e aktarılmış oldu. Nasıl ki Resûl, kelâmullâhı ya’nî Allah’ın kelâmını ümmetine nakletti, o da Allah Teâlâ'nın “ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minhu” ya’nî “ve O'nun kelimesidir. Onu Meryem'e nakletti ve o, kendisinden bir rûhtur.” (Nisâ, 4/171) sözüdür (8).
Ya'nî Rûhu'l-emîn olan Cibrîl (a.s.), ırmakta gusletmek üzere çıplak olan Hz. Meryem'e güzel bir delikanlı sûretinde sûretlenip göründüğü zaman, cenâb-ı Meryem, onun madde beden sâhibi bir delikanlı olup kendisine cinsi münâsebet amacıyla geldiğini zannetti. Çünkü, gizli bir mahalde çıplak bir genç kadının hallerini gören bir delikanlının hiç çekinmeden o kadına yönelmesine tabîat âleminde başka bir ma'nâ vermek mümkün değildir. Bu vaziyet şâibe mahallidir. Böyle olunca iffetli bir veliyye olan Hz. Meryem, şer’î nikâh olmaksızın gerçekleşecek bir cinsi münâsebetin aklen ve şer' an câiz olmayan işlerden olduğunu bildiği yönle, Allah Teâlâ'nın kendisini bu delikanlının elinden kurtarması için, zâhirî ve bâtınî kuvvetlerini toplayarak sığınmak sûretiyle, o delikanlıdan Allah Teâlâ'ya sığındı. Ve âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu üzere:
(Meryem, 19/18)
“innî eûzu bir rahmâni minke in künte tekıyyâ”
“Muhakkak ki ben, eğer sen takvâ sahibi isen. Senden Rahmân'a sığınırım.”
dedi. Bundan dolayı onun böyle zâhirî ve bâtınî kuvvetlerini toplayarak sığınmasından dolayı, kendisine Allah ile tâm huzûr hâsıl oldu ki, bu tâm huzûr da ma'nevî rûhtur. Çünkü bir kimse kendisine bir belâ yöneldiği vakit, bütün kuvvetlerini toplayıp “Fe firrû ilâllâh” ya’nî “Öyleyse Allah’a firâr edin” (Zâriyât, 51/50) âyet-i kerîmesi gereğince, Hakk'a yönelse, muhakkak kendisinde Allah ile tâm huzûr hâsıl olur. Ve bu sığınmanın eseri hemen gözükür. Fakat bu sırada kuvvetlerinden ba'zıları, başka bir şeye yönelmiş olsa, meselâ vehim ve düşünce kuvveti veyâ işitme ve görme kuvveti, mâsivâ ta'bîr olunan eşyâ çokluklarına yönelmiş olsa ve bu hâl ile de Hak'tan sığınma istese, o kimsenin Allah ile olan huzûru noksan olur. Ve sığınmanın te'sîri de o oranda olur. İşte Hz. Meryem'in sığınması, tâm huzûr oluşumuyla gerçekleşti. Hz. Meryem bu esnâda zinâ olmasından pek çok korkuyordu. Eğer Cebrâîl (a.s.), ona bu anda, bu korku ve sıkıntı hâlinde iken üfleseydi, annesinin bu korku ve sıkıntı hâlinden dolayı, Îsâ (a.s.) öyle bir çirkin hilkat ve vasıf ile çıkardı ki, hiçbir kimse onunla sohbet ve berâberliğe tâkat getiremez idi. Belki sûretinin çirkinliğinden dolayı, herkes kendisinden kaçar idi.
Bilinsin ki, güzel ve sâlih çocuğunun olmasını isteyen çiftlerin yakınlaşma esnâsında zâhiren ve bâtınen cinsi münâsebet âdâbına son derece riâyet etmeleri lâzımdır. Çünkü boşalma esnâsında eşlerin hayâl kuvvetlerinde zâhir olan hallerin ve sûretlerin çocuk üzerinde çok büyük etkisi vardır. Hattâ nakledilir ki, bir kadın, derisi yılan derisine benzeyen beşer sûretinde bir çocuk doğurmuş. Sebebi araştırıldığında cinsi münâsebet esnâsında gözünün bir yılana iliştiğini beyân etmiştir. Ve aynı şekilde, varsayalım bir müslüman kadın eşiyle cinsi münâsebet esnâsında, kalbî meyli olan bir müslüman ve müslüman olmayan erkeğin kendisine münâsebette bulunduğunu hayâl etmek sûretiyle lezzet duysa veyâhut bir erkek eşiyle cinsi münâsebet ederken aynı şekilde kendinin kalbî meyli bulunan müslüman ve müslüman olmayan bir fâhişeyle münâsebet ettiğini varsaysa ve hayâl etse ve her iki tarafın bu gibi varsayım ve hayâlleri esnâsında boşalma olup kadın hâmile olsa, çocukta o hayâl edilen sûretlerin ahlâk ve fiilleri gözükür. İşte bunun içindir ki, sâlih anne ve babadan, kâfir ve günahkâr ve fâsık ve kâfir, günahkâr ve fâsık anne ve babadan da mü'min ve sâlih evlât çıkmaktadır. Ve işte bunun içindir ki, zinâ çocuğu kalb cennetine dâhil olmaz, derler. Çünkü anne ve babanın birdiğerine yaklaşması edeb ve salâh üzerine değildir. Cinsi münâsebet âdâbı İbrâhim Hakkı (k.s.) hazretlerinin Ma'rifetnâme'sinde ayrıntılı olarak beyân olunmuştur. Hayırlı bir çocuğu olmasını isteyenler oraya mürâcaatla istifâde edebilirler. Ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu hakîkati, Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yüz seksen sekizinci bölümünde şu şekilde beyân buyururlar:
"Cinsi müsâbet esnâsında kadın bir sûrete baktığında veyâhut münâsebet ve boşalma ânında erkek bir sûreti hayâl ettiğinde, çocuk hayâl edilen sûretin ahlâkı üzerine olur. Bunun için âlimler, münâsebet esnâsında erkek ile kadının, o sûrete bakmak üzere, bulundukları mekânda âlimlerin en büyüklerinin fâziletlilerinin sûretlerini tasvîr ile emrederler. Çünkü hayâlde tab’edilmiş olan şey, tabîatta te'sîr eder. Şimdi o sûret üzerine olan bu hayâliyye kuvveti, sudan var olan çocukta gözükür. Ve bu tabîat ilminde acâîp bir sırdır."
Şimdi zinâ korkusu sebebiyle Hz. Meryem'de oluşan sıkıntının giderilmesi için, Cebrâîl (a.s.) ona, "Ben ancak senin Rabb'inin resûlüyüm; sana tabîî pisliklerden pâk ve temiz bir erkek evlât bahşetmek için geldim" deyince, Hz. Meryem'in sıkıntısı rahatlamaya dönüştü ve gönlü ferahladı. Çünkü:
(Âl-i İmrân, 3/45)
“İz kâletil melâiketu yâ meryemu innallâhe yubeşşiruki bi kelimetin minhu, ismuhul mesîhu îsebnu meryeme vecîhan fîd dünyâ vel âhıreti ve minel mukarrebîn”
“Melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem! Muhakkak ki Allah, Kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor. Onun ismi "Mesîh, Meryem oğlu Îsâ'dır. Dünyâda ve âhirette şereflidir ve mukarrebin-lerdendir."
âyet-i kerîmesinde verildiği üzere, Allah Teâlâ daha önce kendisinden Îsâ (a.s.)’ın doğacağını Hz. Meryem'e müjdelemiş idi. Ve cenâb-ı Meryem bu ilâhî vaadin ortaya çıkmasını bekliyor idi. Cebrâil (a.s.)’dan bu sözü işitince, müjdelenen eserin açığa çıkma vaktinin geldiğini ve beşer sûretinde gözüken şahsın melek olduğunu bildi; kalbinde bir genişleme ve rahatlama oluştu. İşte bu genişleme ve rahatlama esnâsında, cenâb-ı Cebrâil, Hz. Meryem'e Îsâ (a.s.)’ı üfledi. Ve şu halde cenâb-ı Cibrîl, kerem sâhibi resûllere ilâhî vahyi naklettiği gibi, “kelimetullah ya’nî Allah’ın kelimesi” olan cenâb-ı Îsâ'yı Hz. Meryem'e nakletti. Ve Hz. Cibrîl'in bu nakli, Resûl (a.s.)’ın Kelâmullâh'ı ya’nî Allah’ın kelâmını ûmmetine nakletmesine benzer. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz, Allah Teâlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm’de beyân buyurduğu:
(Nisâ, 4/171)
“ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minhu”
“ve O'nun kelimesidir. Onu Meryem'e nakletti ve o, kendisinden bir rûhtur.”
Sözünü harfler ve zarflar kisvesine giydirip bizlere nakletti. Ve her bir "kelime", işâret ettiği ma'nânın o sûrette taayyûnünden başka bir şey değildir. Ve "ma'nâ" o sûretin rûhudur. Şu halde, Îsâ’nın cismi, bu âlemde açığa çıkan Allah Teâlâ'nın kelimelerinden bir "kelime"dir. Ve onun işâret ettiği "ma'nâ" îsevî rûhudur ki, o da onun hâs Rabb’i olan Bâtın ismidir. Gerçi Îsâ (a.s.), kâmil olması dolayısıyla "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri ise de, bu toplayıcı ismin altında bulunan bütün isimlerin hükümleri onda i'tidâl üzere ya’nî normâllik üzere zâhir değildir. Nitekim doğum şekli ve Yahûdîler tarafından gerçekleşen sûikast üzerine yükseltilmesi, normâllikten uzaktır. Ve bütün ilâhî isimlerin normâllik üzere açığa çıkışı, ancak Hâtem-i enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz'e mahsûstur.
Ve aynı şekilde Kur'ân, kelâmullah ya’nî Allah'ın kelâmıdır ve bu kelâmullâhın cismi, telaffuz esnâsında harf ve ses ve yazım esnâsında yazılan harflerin sûretleridir. Ve bu sesler ve sûretler, ancak ma'nâlarından dolayı taayyün eder. Bundan dolayı cenâb-ı Cibrîl'in îsevî rûh ve ma'nâyı Hz. Meryem'e nakli, kelâmullâh’ın ma’nâlarını Resûl'e naklinin benzeridir.
Ve Resûl'e cenâb-ı Cibrîl tarafından nakledilen ma’nâlar, Resûl tarafından da ümmetine öylece nakledilir. Şu halde aradaki fark, ancak o ma'nâların taayyün eden sûretlerinin muhâlif oluşundan ibârettir.
Şimdi Meryem'de şehvet yayıldı. Bundan dolayı Îsâ’nın cismi, Meryem tarafından muhakkak sudan ve Cebrâîl tarafından da, bu üflemenin rutûbetinde yayılmış olan mütevvehhem sudan mahlûk oldu. Çünkü hayvânî cisimden olan üfleme, onda suyun esaslarından ba'zı şeyin mevcût olmasından dolayı, rutûbetlidir. Böyle olunca Îsâ’nın cismi mütevvehhem sudan ve muhakkak sudan var oldu. Ve bu insan türünde var etmenin, ancak alışıla geldiği şekilde gerçekleşmesi için, annesinin yönünden ve Cebrâîl'in beşer sûretinde sûretlenmesi yönünden, beşer sûreti üzere çıktı. Böyle olunca Îsâ (a.s.) ölüyü diriltir çıktı. Çünkü o, "ilâhî rûh"tur. Ve diriltme Allâh'ın ve üfleme Îsâ (a.s.)’ın idi. Nasıl ki üfleme Cibrîl'in, ve "kelime" Allâh'ın idiyse. Şimdi ölüler için Îsâ'nın diriltmesi, onun üflemesinden açığa çıkan şey yönüyle, muhakkak diriltme idi. Ve yine onun diriltmesi kendisinden olduğu mütevehhem idi ve belki Allah'tan idi. Böyle olunca Îsâ, üzerine hálk olunduğu kendi hakîkatinden dolayı, (ki nitekim biz onun mütevehhem su ile muhakkak sudan mahlûk olduğunu zikr ettik) muhakkak diriltme ile mütevehhem diriltmeyi topladı. Diriltme ona, bir yönden muhakkaklık yoluyla ve bir yönden mütevehhemlik yoluyla ile bağlanır. Bundan dolayı onun hakkında muhakkaklık yolundan “ve uhyîl mevtâ” ya’nî “ölüyü diriltir” (Âl-i İmrân, 3/49) denildi. Ve onun hakkında mütevehhemlik yolundan “fe enfuhu fîhi fe yekûnu tayran bi iznillâh” ya’nî “sonra onun içine üflerim Allah’ın izni ile böylece kuş olur” (Âl-i İmrân, 3/49) ve “fe tenfuhu fîhâ fe tekûnu tayran bi iznî” ya’nî “sonra onun içine üflemiştin Ben'im iznimle böylece bir kuş olmuştu” (Mâide, 5/110) denildi. Böyle olunca esreli ya’nî (Bi-iznillâh) okutuşta âmil ya’nî sözün bağlı olduğu fiil (yekûnu ya’nî olur) dur; (tenfuhu ya’nî üfler) değildir. Ve onda sözün bağlı olduğu fiilin (tenfuhu ya’nî üfler) olması da muhtemeldir. Algılanan cismî sûreti yönünden kuş olur. (9).
Ya'nî Cibrîl (a.s.)’ın üflemesi üzerine, Hz. Meryem'de şehvet yayıldı ve ihtilâma benzer bir hâl içinde boşalma gerçekleşti. Böyle olunca Îsâ’nın cismi, Meryem tarafına bakarak muhakkak sudan ve Cebrâîl tarafına bakarak, onun üflemesinin rutûbetinde bulunan mütevehhem sudan mahlûk olmuş oldu. Çünkü Hz. Meryem'in boşalması sırasında vücûdundan rahmine akan su, onun maddesel bedeni dolayısıyla akan bir muhakkak su idi. Çünkü kesîf şehâdet âleminin üstünde olan mertebelerdeki sûretler, bu âleme tenezzül etmedikçe ya’nî inmedikçe kâmil bir tahakkuk gerçekleşmez. Hz. Cibrîl ise, beşer sûretinde sûretlenmiş rûh olduğundan, bu kesâfet âleminde tahakkuk etmiş bir maddesel sûret değil idi. Belki onun sûreti, bir mütevehhem sûret idi. Ve o sûrete bağlanan hallerin ve işlerin hepsi mütevehhem bulunduğundan, onun üflemesinin rutûbetinde bulunan su esâsından bulunan şey de mütevehhem idi. Ya'nî Hz. Cibrîl, nefesini dışarıya çıkarmak sûretiyle "hoh" dedi: Ve hayvânî ya’nî maddesel cisimde olan bu gibi üflemede, su esâsından olan ba'zı elementler mevcûttur. Çünkü hayvânî ya’nî maddesel vücûdun nefesi rutûbetlidir. Ve nefeste su esâsından olan elementler hidrojen ve oksijendir.
Şimdi beşer sûretinde sûretlenmiş olan cenâb-ı Cibrîl "hoh" diye üfleyince çıkardığı bu nefesin rutûbetinde de su esâslarından ba'zı elementler mevcût idi ki, o elementler, cenâb-ı Meryem'in vücûduna yayılıp onda şehveti harekete geçirdi. Fakat Hz. Cibrîl'in beşerî sûretinin mütevehhem oluşu gibi, üflemesi ve bu üflemenin rutûbetinde bulunan hidrojen ve oksijen de, mütevehhem olan su esâslarından idiler. İşte bunun için Îsâ’nın cismi, muhakkak su ile mütevehhem sudan var oldu.
Ve bu var oluş, insan türünde ilâhî var etme ve hálk etmenin, ancak alışıla geldiği şekilde beşer sûretinde gerçekleşmesi için, Îsâ (a.s.), annesi beşer sûretinde olduğu ve Hz. Cibrîl de beşer sûretinde sûretlenmiş bulunduğu yön ile, kendisi "rûhullah" olduğu halde beşer sûretinde tasavvur edilmiş olarak zuhûr meydanına çıktı.
Ve cenâb-ı Îsâ, "ilâhî rûh" olduğu için, ölüyü diriltir bir halde açığa çıktı. Ve onun bu diriltmesi keyfiyyetinde, diriltme, Allâh'ın ve üfleme Îsâ (a.s.)’ın idi. Nasıl ki Hz. Meryem'e olan üfleme Hz. Cibrîl'in ve "kelime" olan tasavvur edilmiş îsevî rûh Allâh’ın idiyse. Şu halde Îsâ (a.s.)’ın ölüleri diriltmesi, onun üflemesinden hissî bakışlarda hayât eserinin gözükmesi yönüyle, muhakkak diriltme idi. Ve yine bu diriltme, Îsâ (a.s.)’ın kendisinden var olduğu mütevehhem idi; belki bu diriltme Allah'dan idi. Çünkü hakîkatte vücûd ve üfleme Hakk'ındır.
İşte cenâb-ı Îsâ mütevehhem su ile muhakkak sudan hálk olunduğu yön ile, sâdece kendisinin dayandığı bu hakîkatten dolayı, muhakkak diriltme ile mütevehhem diriltmeyi kendisinde topladı. Diriltme, cenâb-ı Îsâ'ya bir yönden muhakkaklık yoluyla ve bir yönden mütevehhemlik yoluyla bağlanır. Böyle olunca Kur'ân’ın ibâresi her iki yönü bildirerek Îsâ (a.s.) hakkında muhakkaklık yolundan:
(Âl-i İmrân, 3/49)
“ve uhyîl mevtâ”
"Ölüyü diriltir"
denildi. Bundan dolayı Allah Teâlâ ölüyü diriltmeyi ona isnâd etti. Ve mütevehhemlik yolundan:
(Âl-i İmrân, 3/49)
“fe enfuhu fîhi fe yekûnu tayran bi iznillâh”
“sonra onun içine üflerim, (Allah’ın izni ile böylece kuş olur)”
ve
(Mâide, 5/110)
“fe tenfuhu fîhâ fe tekûnu tayran bi iznî”
“sonra onun içine (Ben'im iznimle üflemiştin), böylece bir kuş olmuştu”
denildi. Bundan dolayı esreli okutuşta, "Bi-iznillâh" ya’nî “Allah’ın izniyle” sözünde sözün bağlı olduğu fiil, “yekûnu ya’nî olur” kelimesidir; “fe-tenfuhu ya’nî üfler” kelimesi değildir. Ve esreli okutuş olan "bi-iznillâh" sözünde, sözün bağlı olduğu fiilin "tenfuhu ya’nî üfler" kelimesi olması da muhtemeldir. Sözün bağlı olduğu fiilin "tenfuhu ya’nî üfler" kelimesi oluşuna göre, ibâre şöyle:
Dostları ilə paylaş: |