Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


"Allah indinde dünyâ, sivri sineğin bir kanadıyla tartılmaya lâyık d



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə66/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   90

"Allah indinde dünyâ, sivri sineğin bir kanadıyla tartılmaya lâyık değildir"

buyurduğu halde, cenâb-ı Süleymân'ın bu kadar azîm bir mertebeye nâil olmakla berâber, değersiz olan dünyâyı talep etmesi nasıl mümkün görünür? Az bir düşünce dahi bunun böyle olmadığını idrâk etmek için yeter.



(Kâf;50/37)

“İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehü kalbün ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun.”

“Muhakkak ki bunda kalpleri olan ve nakledilenleri işitebilen ve şâhit olan kişiler için mutlaka ibret vardır.”

Beyit:

Tercüme: "Ey Câmî, sus ki birlik sırrı kuş dilidir. Bu sırları anlamak Süleyman'dan başkasına lâyık değildir."



Bitişi: 5 Nisan 1917 Perşembe günü sabâhı saat 01.50



BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

-17-

BU FASS DÂVÛD KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “VÜCÛDİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR

Bilinsin ki, Hakk'ın mutlak vücûdunun tenezzülleri, isimlerinin kemâlâtının açığa çıkması içindir. Ve isimlerin kemâlâtı ise ancak bütün isimlerin fiilen açığa çıkmasına isti’dâdlı olan insan-ı kâmil mertebesine tenezzüle ve onun taayyünü ile taayyün edici olmaya bağlıdır. Çünkü taayyünlerden insan gibi ahsen-i takvîm üzere ya’nî en güzel şekilde mahlûk olan hiçbir taayyün mevcût değildir. İnsanın sûreti bütün isimlerin hükümlerinin fiilen açığa çıkmasına müsâit olduğundan dolayı vücûd, bu insansal sûrette ilâhî halîfelik ile tamâm olur.

Ve bu insan türünde ilk olarak kendisinde halîfelik ortaya çıkan Âdem (a.s.) idi. Fakat hükmü altına dâhil olan kimseler kendi soyundan ibâret az sayıda kişiler olduğu için Âdem (a.s.)’ın halîfeliği, risâletini içine almadı. Bu sebeple, ondaki halîfeliğin ba'zı hükümleri kendisinde potansiyel olarak kalıp fiilen zâhir olmadı. Çünkü zâhir olma, hemen olmayıp derece iledir.

Nitekim, "et-Teennî mine'r-Rahmân” ya’nî “Teennî Rahmân’dandır" buyrulmuştur. İşte evrim kâidesine binâen cenâb-ı Âdem'in soyu peyderpey çoğalarak en evvel risâlet hükümleri Nûh (a.s.) ile zâhir oldu. Ondan sonra halîfelik hükümleri zâhir olarak ve genişlemede derece ile artarak Dâvûd (a.s.)’ın vücûdunun ortaya çıkması ile tamam oldu. İşte bu tamâm oluş sebebiyle:

(Sâd 38/18-19)



“İnnâ sahharnel cibâle meahu yüsebbihne bil aşiyyi vel işrâk.

Vet tayre mahşûreten, küllün lehû evvâb.”

Muhakkak ki Biz, dağları ona itaâtkâr kıldık. İşrâk vakti ve akşam vakti onunla beraber tesbîh ederlerdi. Ve kuşları da birarada toplanmış olarak (ona itaâtkâr kıldık). Onların hepsi,ona dönücü idiler.



âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu üzere, kendisinde teshîr ya’nî itât ettirme ile halîfelik ortaya çıkan Dâvûd (a.s.) oldu; ve “Ve şedednâ mülkehu ve âteynâhül hikmete ve faslel hitâb” ya’nî “Ve onun mülkünü güçlendirdik. Ve ona, hikmet ve fasl-ı hitâb (hak ile bâtılı ayırmayı) verdik.” (Sâd, 38/20) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu şekilde, Dâvûd (a.s.)da mülk ve hikmet ve nübüvvet toplanmış oldu. Ve Hak Teâlâ “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı fahküm beynen nâsi bil hakkı” ya’nî “Ey Dâvûd! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzünde halîfe kıldık. Bunun için insanlar arasında hak ile hükmet!” (Sâd, 38/26) âyet-i kerîmesinde de onu halîfe kıldığını açık olarak beyân etti. Ve bu halîfelik hükümleri onun oğlu olan Süleyman (a.s.)’da, bu toplayıcılıkta ortak oluşları dolayısıyla kemâl buldu. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve lekad âteynâ dâvûde ve süleymâne ilmâ” ya’nî “Ve andolsun ki Dâvûd'a ve Süleyman’a ilim verdik” (Neml, 27/15) ve “yâ eyyühen nâsu ullimnâ mentıkat tayrı, ve ûtînâ min küllî şey’in” ya’nî "Ey insanlar! Kuş dili bize öğretildi. Bize herşeyden verildi” (Neml, 27/16) ve “ve küllen âteynâ hükmen ve ilmen” ya’nî “Ve hepsine hikmet ve ilim verdik” (Enbiyâ, 21 /79). Halîfe oluş hükümlerinde olan ortaklıklarından dolayı her ikisi de bu ni'mete şükren “el hamdu lillâhillezî faddalenâ alâ kesîrin min ibâdihil mü’minîn” ya’nî "Mü'min kullarının çoğundan bizi üstün kılan Allah'a hamdolsun" (Neml, 27/15) dediler.

Soru: Hak Teâlâ hazretlerinin “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” demişti” (Bakara, 2/30) (beyânı) Âdem (a.s.) hakkında değil midir?

Cevap: Bu söz gerek Âdem'e ve gerek onun evlâdından meydana gelecek olan kâmilleri içine alır. Fakat yukarıda beyân edildiği üzere cenâb-ı Âdem halîfeliğin bütün hükümleri ile gözükmedi. Bundan dolayı buradaki halîfeliğin Dâvûd (a.s.)’ın halîfeliğine işâret olması tercih edilir. Çünkü me­lekler bu ilâhî hitâba cevâben “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâe” (Bakara, 2/30) ya'nî "İlâhî sen yeryüzünde fesâd eden ve kan döken kimseleri halîfe kılar mısın?" dediler. Oysa Hz. Âdem, kâfirler topluluğunu perîşan etmek ve kanlarını döküp vücûdlarını kaldırmak sûretiyle yeryüzünde fesâd etmedi. Dâvûd (a.s.) ise bir çok kâfirin kanını döktü; ve Câlut'u öldürüp mülkünü fesâda uğrattı. Şüphe yok ki bu hal, görünüşe göre fesâda uğratma idi; fakat hâkîkatte ıslâh idi.

Soru: Halîfelik husûsu Dâvûd (a.s.)’da tamâm ve Süleyman (a.s.)’da da ortaklık hükmü ile kâmil olunca (S.a.v.) Efendimiz'e halîfelik husûsunda ne kalır?

Cevap: Fusûs'un sonunda olan "ferdiyye hikmetin"de görüleceği ve Şît Fassı'nda îzâh edildiği üzere Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz bütün taayyünlerin kaynağıdır. Ve hakîkat-i muhammediyyesi ile bütün taayyünleri ve kemâlâtı ihâta etmiştir. Âlemde bu kemâlâtın bütünüyle zâhir oluşu hitâma erdirme yolu üzeredir. Bundan dolayı bütün nebîlerin kemâlâtı, hakîkat-i muhammediyye mertebesinden nâzil olur. Şu halde, fahr-i rusül Efendimiz, gerek Dâvûd (a.s.)’ın ve gerek diğer nebîlerin sâhip olduğu ve olmadığı bütün kemâlâtı toplamıştır.

İşte vücûdsal kemâl, Dâvûd (a.s.)da tam olarak zâhir olduğu için Hz. Şeyh (r.a.) "vücûdiyye hikmet"i Dâvûd Kelimesine tahsis edildi.

Bilinsin ki, ne zamanki nübüvvet ya’nî nebîlik ve risâlet ya’nî resûlllük ilâhî tahsis ile oldu, onlarda ya'nî şerîat getiren nübüvvette buna hak kazanmaktan yana bir şey yoktur. Allah Teâlâ'nın onlara olan lütufları, bu türden hibeler oldu ki karşılık olarak değildir. Ve onun üzerine onlardan bir karşılık istemez. Bundan dolayı onun onlara bunu vermesi ni’met verme ve lütuf yolu üzeredir. Böyle olunca "Biz ona İshak ve Ya'kûb'u hibe ettik" (En'âm, 6/84) dedi, ya'nî İbrâhîm Halîl (a.s.)’a. Ve Eyyûb hak­kında "Biz ona ehlini ve onlarla berâber onların mislini hibe ettik" (Sâd, 38/43) dedi. Ve Mûsâ hakkında da "Biz ona rahmetimizden kardeşi Hârûn'u nebî olarak hibe ettik” (Meryem, 19/53) dedi; benzerlerine varıncaya kadar. Şimdi onları ilk olarak yöneten isim, hallerinin tamâmında veyâhut çoğunda, onları sonradan da yönetir. Oysa o isim, onun Vehhâb isminden başka bir şey değildir. Ve Dâvûd hakkında "Biz Dâvûd'a indimizden üstünlük verdik" (Sebe, 34/ 10) dedi ve ona bunun için bir karşılık belirtmedi ki, onu ondan talep etsin. Ve bu zikrettiği şeyi muhakkak ona bir şeye karşılık olarak verdiğini haber vermedi (1).

Ya'nî nebîlik ve resûllük, hiçbir amel karşılığında kazanılmamış olan ezelî inâyetten ibârettir. Ve şerîata dayanan nebîlikte aslâ kazanmanın ve çalışmanın katkısı yoktur. Hak Teâlâ hazretlerinin nebîlere (aleyhimü's-selâm) olan lütufları, onların öne geçen amellerine mükâfât olarak onlar hakkında kendilerine esirgenmeden verilen hibeler türünden değildir. Ve Hak Teâlâ onlara bahşettiği nebîlik üzerine enbiyâ (aleyhimü's-selâm)’dan amel talep etmez. O mertebe, onlara bedelsiz verilmiştir. Şu halde nebîlik ve resûllüğün nebîlere ve resûllere (aleyhimüs-selâm) verilmesi sâdece ni’metlendirme ve lütuf yoluyladır. Bu ancak, zâtî özel rahmettir, ki bu konudaki îzâhlar Süleyman Fassı'nda geçti. Gerçi onlar çok şükrederler ve çok amel işlerler. Fakat bu ni’metlendirme ve lütuf karşılığında onlardan bedel talep edilmez. Onlar bunu sâdece kulluklarının ortaya çıkması için yaparlar. Bunlar hakkındaki lütufların hibe türünden olduğu yukarıda zikredilen âyet-i kerîmeler ile diğer benzer âyetlerden anlaşılır. Bundan dolayı Hak Teâlâ nebîlere (aleyhimü's-selâm) verdiği lütufları onlardan öne geçen bir hizmet karşılığında vermediği gibi, verdikten sonra da onlardan bir hizmet ve bedel talep etmez.

Şimdi ahadiyye zâtının kendi zâtına tecellîsi indinde, nebîlerin sâbit ayn’larında ilk olarak tasarruf edici olan isim, bu sâbit ayn’larının gereği üzere, sonra da hârici ya’nî varlıksal ayn’larını îcâd etmekle onlarda tasarruf edici oldu. Oysa onları yöneten ve onlarda tasarruf edici olan isim "Vehhâb" isminden başkası değildir. Sâbit ayn’lar ve Hakk'ın iş-bu sâbit ayn’ların talepleri üzerine hüküm ve kazâsı bahsi Üzeyr Fassı’nın başlarında geçti. Beyit:

Tercüme: “Sınırlanmaya gelmeyen senin feyzinin fazlı ne hoştur! Senin lütufların nicelik ve niteliğe sığmaz. İlâhî lütufların garaz şâibesinden münezzeh ve rabbânî ihsânın, karşılığında bir bedel istenmesinden berîdir."

Ve buna karşılık amel ile şükrü talep ettiğinde, onu Dâvûd âilesinden talep etti ve Dâvûd'un zikrine ilişmedi. Tâ ki âile, Dâvûd'a ni’met olarak verilen şeye şükrede. Şimdi o, Dâvûd hakkında ni'met olarak ve lütuf olarak veriştir. Ve onun âilesi hakkında, bedel talebinden dolayı, âile bunun dışındadır. Bundan dolayı Hak Teâlâ “i’melû âle dâvûde şükren, ve kalîlun min ibâdiyeş şekûr” (Sebe, 34/13) ya'nî "Ey Dâvûd âilesi, şükrederek amel ediniz ve benim şükredici olan kullarım azdır" buyurdu. Gerçi nebîler (aleyhimü's-selâm), Hakk'ın onlara ni’met olarak verdiği ve hibe ettiği şeye şükrettiler. Bu, Allah tarafından talepten dolayı gerçekleşmedi. Belki bununla kendi nefislerinden karşılıksız verdiler. Nitekim, Resûllulah (s.a.v.), Allah Teâlâ onun geçmiş ve gelecek olan günâhının örtülmesine şükür olarak, iki ayağı şişinceye kadar kıyamda durdu. Ona bunun hakkında denildiği vakit "Ben şükredici kul olmayayım mı?" buyurdu. Ve Nûh hakkında da “innehu kâne abden şekûrâ” ya’nî “Muhakkak ki o, çok şükredici bir kul idi” (İsrâ; 17/3) dedi. Oysa Allâh’ın kullarından şükredici olan azdır (2).

Ya'nî Hak Teâlâ, Dâvûd (a.s,)a olan ezelî inâyetine karşılık, ameli ve şükrü talep ettiği zaman, bu ameli ve şükrü Hz. Dâvûd'dan talep etmedi, Dâvûd âilesinden talep etti. Çünkü nebîler (aleyhimü's-selâm) âilesi ve ashâbı ve kavmi arasında, karanlıkta yakılıp ışık saçan bir lamba gibidir. Işık saçan lamba ise karanlıkta kalanlar için bir ni'mettir. Bundan dolayı şükür ondan aydınlananların sorumlulukları üzerine lâzım gelir ve o lambayı yakana teşekkür etmek lâzım gelir. Şu halde, Dâvûd (a.s.) hakkındaki veriş, ona ni'met olarak ve lütuf olarak gerçekleşmiştir. Ve onun âilesinden amel ve şükür bedeli talep edildiğinden, onlar hakkında veriş, ni’met verme ve lütuf yoluyla değildir. Onun için Hak Teâlâ "Ey Dâvûd âilesi, şükrederek amel ediniz! Ve benim aşırı bir şekilde şükredici olan kullarım azdır" (Sebe', 34/13) buyurdu.

Gerçi nebîler (a.s.) Hakk'ın kendilerine ni’met verdiği ve hibe ettiği lütuflara şükrettiler; ve şükür olarak çokça amel yaptılar. Fakat onların bu şükür ve amelleri, Hak tarafından talep olunduğu için değil idi. Belki kendileri tarafından karşılıksız yapma idi. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” (Feth, 48/2) ya'nî "Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etti ve örttü" âyet-i kerîmesi indiği zaman, mübârek ayakları şişinceye kadar gece vakti kıyamda durdu. Ona dediler ki: "Yâ Resûlallah, Hak Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret ettiğini haber verdi. Niçin bu kadar kendi kendinize cefâ ediyorsunuz?" Saâdet kemâliyle buyurdular ki: "Ben mübâlağa ile şükreden bir kul olmayayım mı?".

Soru: Nebîlerde günahlardan yana ma’sûmiyet şart değil midir? Özellikle Sallallâhü aleyhi ve sellemden hiçbir günah çıkmadığı açıktır. Böyle iken onun geçmişte ve gelecekte ne gibi günahları var idi ki, Allah Teâlâ onları mağfiret edeceğini ve örteceğini vaad etti?

Cevap: Bu husûsta bir çok sözler vardır. Hz. Mevlânâ (r.a) Fîhi Mâ fîh ismindeki yüce kitâplarında bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyururlar: "İbn-i Atâ der ki: Mustafâ (s.a.v.) mi'râcda Sidretü'l müntehâ'ya ulaştığı zaman ki, orası Arş'ın en yukarısıdır ve hazret-i Cibrîl'in âşiyânesidir, bu makâmdan da geçmek istedi. Arkadaşı olan Hz. Cibrîl adımını geri aldı. Hz. Fahr-i âlem Efendimiz buyurdular, ki: Ey karındaşım Cebrâîl, bu heybetli mevzi'de beni yalnız mı bırakıyorsun? Nidâ geldi ve Hak Teâlâ azarlama tarzında buyurdu ki: Bu iki üç adımda onunla mı ülfet ettin? İşte bu “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” (Feth, 48/2) ya'nî "Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etti ve örttü” âyet-i kerîmesinde işâret buyrulan günahtan kasıt bu günahtır. Ya'nî seni ülfetten ve gayrın ünsiyyetinden pâk ettik ve gayrıdan ganî kıldık, demektir. Ve derler ki, Peygamber aleyhi's-sâlâtü ve's selâm Efendimizin istiğfârı ayıklık hâlinde ilâhî sarhoşluk hâli idi. Ve ba'zıları derler ki, belki ilâhî sarhoşluk hâlinde ayıklık hâlinden istiğfâr etti. Ve ba'zıları her iki halden istiğfâr edici idi. Çünkü onun bakışı Hakk'a idi. Ve ayıklık ve sarhoşluk ise her renge boyanabilen Hakk yolcularına mahsûstur. O hazrete göre ne ayıklık ne de sarhoşluk vardır. Şimdi mâdemki Hakk'a bakıcı idi, her iki halden de istiğfâr edici idi. Çünkü bu ayıklık ve sarhoşluk iki renktir. O ise rengin eserinde mahvolduğu vakit, her ikisinden de istiğfâr edip ilâhî pençede bulunur idi, derler."

Sonuç olarak nebîlerin (aleyhimü's-selâm) istiğfarları, nefs ehli olan kimselerden çıkan günahlara karşı gerçekleşen istigfâr gibi değildir. Belki "Hasenâtü'l-ebrâr seyyiâtü'l-mukarrabîn" ya'nî "Ebrârın iyilikleri mukarrabînin günahlarıdır" îcâbı olarak kendi yüce makâmları gereğince günah olarak adlandırılan ba'zı hallerdendir. İşte Fahr-i âlem Efendimiz bu özel hallerinin örtülmesi ve mağfiret edilmesi vaad olunduğuna şükür olarak kendi kendilerine zorluklar verdiler. Bu ise kendisine teklîf edilen bir şükür değil, belki karşılık olarak bir şey beklemeden yapmaktır. Fakat nebîlere tâbi' olanların şükrü, ilâhî lütuflara karşı kendilerine yapılması teklîf edilen şükürdür ki farzdır. Bu şükrü terk ederlerse farzı terk etmiş olurlar.

Ve Hak Teâlâ Nûh (a.s.) hakkında da “innehu kâne abden şekûrâ” (İsrâ, 17/3) ya'nî "Muhakkak Nûh (a.s.) pek çok şükreden bir kuldur" buyurdu. Ve karşılık beklemeden yapılan şükür, yapılması teklîf edilen şükürden a'lâdır. Ve bu şükür diğerinden daha mükemmeldir.

Şimdi, ilk ni'met ki Allah Teâlâ onunla Dâvûd'a ni’met verdi, ona bir isim verdi ki, onda bitişen harflerden bir harf yok­tur. Bundan dolayı onu âlemden ayırdı; bununla, salt olarak bu isim ile ondan bize haber olarak. O harfler de (dâl) ve (elif) ve (vâv)­dır. Muhammed (s.a.v.)i bitişen ve bitişmeyen harfler ile isimlendirdi. Bundan dolayı onu kendine birleştirdi ve onu âlemden ayırdı. Böyle olunca, Dâvûd için ma'nâ yolundan iki hâl arasını topladığı gibi, Muhammed (s.a.v) isminde iki hâl arasını topladı ve Dâvûd'un isminde bunu yapmadı. Şu halde bu, Dâvûd üze­rine Muhammed (a.s.) için tahsis oldu, ya'nî onun üzerine ismiyle dikkat çekildi. Şimdi, onun için iş, her yönden tamâm ol­du ve onun "Ahmed" isminde dahi böyledir. Bundan dolayı bu, Allâh'ın hikmetindendir (3).

Ya'nî Hak Teâlâ'nın Dâvûd (a.s.)’a ihsân ettiği ilk ni'met, onu âlemden ayırdığını bildirmek üzere, Hz. Dâvûd'a bir isim vermesidir ki, bu isimde bitişen harflerden bir harf yoktur. Ya'nî “Dâvûd-دَاوُدَ ismini oluşturan "dâl-د" ve "elif-ا” ve "vâv-و" harfleri kendilerinden sonra gelen harflere bitişmez. İşte Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)’a salt olarak bu ismi vermekle âlemden ayırdığını bize haber verdi. Ve Muhammed (s.a.v.)’i ise hem bitişen harfler ile hem de bitişmeyen harfler ile isimlendirdi. Çünkü “Muhammed-محمد” ismindeki harflerden "mîm-م" ve "hâ-ح" harfleri kendilerinden sonra gelen harflere bitişirse de "dâl-د" harfi kendisinden sonra gelen harfe bitişmez. İşte Hak Teâlâ onu kendi zâtına ulaştırdı ve âlemden ayırdı. Ve bu ayrılma ve bitişmeden ibâret olan iki hâl arasını (S.a.v.) Efendimiz'in şerefli isminde topladı. Bundan dolayı (S.a.v.)’in ayrılması ve bitişmesi hem kelime olarak ve hem ma'nen gerçekleşti. Fakat Dâvûd (a.s.)’da bu iki hâl arasını sâdece ma'nâ yoluyla topladı. Ya'nî Dâvûd (a.s.)’ın isminin kelimesinde âlemden ayrılığı görünür ise de, Hakk'a bitişmesi görünmez. O bitişme ancak Dâvûd isminin işâret ettiği ma'nâda mevcûttur. İşte Hak Teâlâ, (S.a.v.)’in şerefli isminin tersine olarak, Dâvûd (a.s.)’ın isminde bu ayrılma ve bitişmeyi görünür bir biçimde toplamadı.

Ve ayrılma ve bitişmenin Muhammed şerefli isminde toplanması, (S.a.v.) için Dâvûd (a.s.) üzerine tahsistir. Ya'nî şerefli ismi ile bu tahsise dikkât çekildi. Bundan dolayı Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) için toplama işi her yönden, ya'nî kelime ve ma'nâ yönlerinden tam oldu.

Ve onun "Ahmed-احمد" şerefli ismi de böyledir. Çünkü "dâl-د" ve "elif-ا” harfleri ya’nî kendisinden sonra gelen harfe bitişmeyen harfler ile "hâ-ح" ve "mîm-م" harflerinden ya’nî kendisinden sonra gelen harfe bitişen harflerden oluşmuştur. İşte Muhammed ve Dâvûd (aleyhime's-selâm)’ın şerefli isimlerinde olan bu dikkât çekme ilâhî hikmettendir. Çünkü varlıkta söz olarak ve yazılı olarak ve akıl olarak ve his olarak olan şeylerin hiçbirisi ilâhî hikmetin dışında değildir.

Bu ma’nâlar kuramsal akıllardan örtülüdür. Bunu ancak ilâhî nûr ile bakan basîret sâhipleri müşâhede eder.

Daha sonra Dâvûd (a.s.) hakkında, ni’metlendirme yolu üzere dağların onunla berâber tesbîh edişlerini ve seslenişlerini, ona vermesi hakkında dedi. Şimdi amelleri ona mahsûs olmak için, onun tesbîhinden dolayı tesbîh ederler. Ve kuşlar da bunun gibidir. Ve ona kuvvet verdi ve onu onunla vasfetti ve ona hikmeti ve fasl-ı hitâbı verdi. Daha sonra Allah Teâlâ'nın onunla onu tahsîs ettiği en büyük ni’met ve yakınlık mertebesidir ki, onun halîfeliğini açıkça vurgulamıştır. Her ne kadar içlerinde halîfeler oldu ise de, onun gibi olan nebîlerden hiç birisine bunu yapmadı. Şimdi “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı fahküm beynen nâsi bil hakkı ve lâ tettebiil hevâ fe yudilleke an sebîlillâhi” (Sâd, 38/26) ya'nî “Ey Dâvûd, muhakkak biz seni yeryüzünde halîfe ettik. Bundan dolayı sen hak ve adâlet ile hükmet ve hevâya tâbi' olma ki, seni Allâh'ın yolundan, ya'nî resûllere vahyettiğim yoldan saptırır” dedi (4).

Hz. Şeyh (r.a.) Dâvûd (a.s.) hakkındaki ilâhî ni’metlendirme ve lütufları sayarak beyân buyurur ki: Yukarıda bahsedilen ilk ni'metten sonra Hak Teâlâ hazretleri cenâb-ı Dâvûd hakkında:

(Sâd, 38/18-19)

“İnnâ sahharnel cibâle meahu yüsebbihne bil aşiyyi vel işrâk. Vet tayre mahşûreh, küllün lehû evvâb.”

"Biz dağları ona itaâtkâr kıldık ki, akşam sabah onunla berâber tesbîh ederler idi. Ve kuşları da itaâtkâr kıldık ki, toplanıp hepsi onun tesbîhini tekrâr ederler idi"

ve


(Sebe 34/10)

“Ve lekad âteynâ dâvûde minnâ fadlen, yâ cibâlu evvibî meahu vet tayr”

"Biz Dâvûd'a indimizden fazîlet verdik. Ey dağlar ve kuşlar onunla berâber tesbîhi tekrâr edin, dedik"

buyurdu. Ve Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)a “vezkur abdenâ dâvûde zel eydi” (Sâd, 38/17) ya'nî “Kuvvet sâhibi olan kulumuz Dâvûd'u zikret!” ve “elennâ lehül hadîd” (Sebe', 34/10) ya'nî "Biz ona demiri yumuşattık" âyet-i kerîmelerinde beyan buyurduğu üzere, kuvvet verdi ve onu kuvvet ile vasfetti. Ve “âteynâhül hikmete ve faslel hitâb” (Sâd, 38/20) ya'nî "Biz ona hikmeti ve fasl-ı hitâbı verdik" âyet-i kerîmesinde beyan buyurduğu şekilde Hak Teâlâ cenâb-ı Dâvûd'a hikmeti, ya'nî zâhirde halk siyâseti ve memleket idâresi ilimlerini ve bâtında da ilâhî hakîkatler ilmini ve isimlere ve var edilmişlere âit mertebelerin ilmini verdi. Ve fasl-ı hitâbı, ya'nî hak ve bâtılı ayırmak için Hak ile hálk arasında vâsıta olma mertebesini verdi ki, Dâvûd (a.s.) huzûr-i nebevîlerine getirilen bir da'vâyı hiç şüphede kalmadan ve duraksamadan fasl eder ya’nî çözer idi. Bu bahsedilen ni'metten sonra Hak Teâlâ, cenâb-ı Dâvûd'a en büyük ihsânı ve yakınlık mertebesini verip “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı” ya’nî “Ey Dâvud! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzü için halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) âyet-i kerîmesinde bu ihsânı ve bu mertebeyi kat’i bir şekilde beyan buyurdu.Ve bu ihsan ve mertebenin kendisine mahsûs bulunduğunu, bu şekilde açıkça vurguladı. Gerçi diğer nebîler arasında da halîfeler mevcût idi. Fakat Hak Teâlâ Hazretleri Dâvûd (a.s.) hakkında yaptığı gibi onun gibi olan nebîlerden hiçbirisinin halîfeliğini böyle kat’i bir şekilde açıklıkla beyan buyurmadı. Ve Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede Hz. Dâvûd'un hevâya, ya'nî ilâhî vahiy dışında hatırına gelen şeye tâbi' olmamasını, çünkü o şeyin Allah'ın yolundan; ya'nî vahiy yolundan saptıracağını bildirdi. Çünkü bir mes'eleye akılsal bakış açısı ile de hükmetmek vardır. Bu hüküm ise tabi'ki ilâhî vahye benzemez. İşte hakkında kat’i ve açık bildirim olmayan bir mes'elede içtihat verenlerin hatâları akılsal bakış açısı sebebiyledir.

Ondan sonra Hak Sübhânehû onunla edeb ile muamelede bulundu. Bundan dolayı "Allâh'ın yolundan dönüp şaşıran kimseler için, hesap gününü unuttuklarından dolayı, şiddetli azâb vardır" (Sâd, 38/26) buyurdu. Ve ona "Eğer sen benim yolumdan dönüp şaşıracak olursan, senin için şiddetli azâb vardır" demedi. Ve eğer sen, oysa Âdem'in halîfeliğine vurguda bulunuldu, dersen, biz deriz ki: Dâvûd'a olan vurgu gibi vurgulanmadı ve ancak meleklere "Muhakkak ben yeryüzünde bir halîfe kılarım" (Bakara, 2/30) dedi. Ve "yeryüzünde Âdem'i halîfe kılarım" demedi. Ve eğer deseydi Dâvûd hakkında olan "Biz seni halîfe kıldık" (Sâd, 38/26) sözü gibi olmazdı. Bundan dolayı bu muhakkaktır. Oysa, "Muhakkak ben yeryüzünde bir halîfe kılarım" (Bakara, 2/30) sözü bunun gibi değildir. Ve kıssada bundan sonra Âdem'den bahsedilmesi, onun Allah Teâlâ'nın kat’i olarak haber verdiği halîfenin aynı olduğuna işâret etmez. Böyle olunca kullarından haber verdiği vakit, sen kalbini Hakk'ın haberlerine çevir! Ve aynı şekilde İbrâhîm Halîl hakkında "Ben seni insanlara imâm kılarım" (Bakara, 2/124) dedi ve "Seni insanlara halîfe kılarım" demedi. Gerçi biz biliriz ki, muhakkak buradaki imâmlık, halîfeliktir. Fakat imâmlık, halîfelik gibi değildir. Çünkü onu isimlerinin daha özele dönük olanı ile zikretmedi. Ve o daha özele dönük olan isim halîfeliktir (5).

Ya'nî Hak Teâlâ Hazretlerinin Dâvûd (a.s.)’a olan ni’metlerinden birisi de ona karşı edeb muâmelesini icrâ buyurmasıdır. Çünkü Hak Teâlâ: “Yâ Dâvûd, biz seni yeryüzünde halîfe kıldık. İnsanlar arasında hak ve adâlet ile hükmet, hevâya tâbi' olma!” (Sâd, 38/26) buyurduktan sonra, "Eğer sen Hak yolundan sapacak olursan senin için şiddetli azâb vardır" demedi de, bu ma'nâyı "Allâh'ın yolundan sapanlar için, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli azâb vardır" (Sâd, 38/26) tarzında genel bir şekilde beyân etti. Bu ise Dâvûd (a.s.)’a karşı Cenâb-ı İzzet tarafından edeb muâmelesidir. Çünkü bir kimseye "Sözümü tutmaz isen seni şöyle yaparım, böyle yaparım" demek başka ve "Sözümü tutmayanları şöyle, böyle yaparım" demek yine başkadır.

Ve eğer sen, Dâvûd (a.s.)’ın halîfeliği hakkında açık ve kat’i haber ulaştığı gibi Âdem (a.s.) hakkında da açık ve kat’i haber ulaşmıştır, diye bizim sözümüze i'tirâz edecek olursan, senin bu i'tirâzın geçerli değildir. Çünkü Hak Teâlâ meleklere hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeten” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) bu­yurdu "Ben yeryüzünde Âdem'i halîfe kılacağım" demedi. Ve "câ'il ya’nî kılmak" ism-i fâildir. Hem şimdiki zamâna hem de gelecek zamâna işâret eder. Bundan dolayı “innî câilun fîl ardı halîfeten” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) sözü işitildiği zaman, halîfe acabâ o vaktin şimdiki zamânında olan Âdem midir, yoksa gelecek zamanda gelecek olan halîfeler midir, diye zihinde tereddüd oluşur. Şu halde bu haber ile buyrulan halîfe belli değildir. Fakat “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı” ya’nî “Ey Dâvud! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzü için halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) haberinde kat’i olarak halîfeliğin Dâvûd (a.s.)’a mahsûs olduğu açıktır. Bundan dolayı "İnnî câ'ilün" ya’nî “Muhakkak kılacağım” haberi Dâvûd (a.s.) hakkındaki haber gibi değildir.

Diğer taraftan Hak Teâlâ "yeryüzünde ben Âdem'i halîfe kılıcağım" demiş olsa idi bile, bu söz “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı” ya’nî “Ey Dâvud! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzü için halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) sözü gibi olmaz idi. Çünkü "ce'alnâ ya’nî kıldık" geçmiş zaman fiil kipidir; olmuş bir işi gösterir. "Câ'il ya’nî kılacağım" kelimesi ise, gerçekleşmiş bir fiili ifâde etmez. Bundan dolayı "Biz seni halîfe kıldık" hitâbı gerçekleşen bir fiili ifâde eder.

Eğer denecek olursa ki hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeten” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) âyet-i kerîmesinden sonra “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” ya’nî “Ve, Âdem'e, isimlerinin hepsini öğretti” ve “Kâle yâ âdemu enbi’hüm bi esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver” (Bakara, 2/31,33) âyetleriyle ve bu şekilde sıralanan diğer âyetlerde Âdem (alehisselâm)’dan bahsedilmesi, halîfeliğin ona dönük olduğuna işâret değil midir? Biz deriz ki bu şekilde bahsedilmesi, Âdem (a.s.)’ın bu mübârek haberde beyân olunan halîfenin aynı olduğuna işâret etmez. Çünkü Hak Teâlâ ona "Yâ Âdem, ben seni yeryüzünde halîfe yaptım" buyurmadı. Bundan dolayı Dâvûd (a.s.) hakkındaki haber açıktır.

Şu halde Hak Teâlâ, kullarının hallerini haber buyurduğu vakit, sen Hakk'ın haberlerine basîret bakışı ve kalb konsantrasyonu ile bak. Eğer aklî bakış açısı ile değerlendirirsen ilâhî haberlerden kastedilen ma'nâyı doğru anlayamazsın.

Bu halîfelik mes'elesi İbrâhîm Halîl (a.s.) hakkında da böyledir. Çünkü Hak Teâlâ onun hakkında “innî câiluke lin nâsi imâmâ” (Bakara, 2/124) ya'nî "Biz seni insanlara imâm kılıcıyız" buyurdu; insanlara halîfe kılıcıyız" demedi. Gerçi biz burada "imâmlığın" "halîfelik" ma'nâsına geldiğini biliriz. Fakat "imâmlık" halîfelik gibi değildir. Çünkü Hak Teâlâ İbrâhîm (a.s.)’ı, "halîfelik"ten ibâret olan isimlerinin daha özele dönük olanı ile zikretmedi; "imâmlık"tan ibâret olan isimlerinin daha genele dönük olanı ile zikretti. Bundan dolayı onun halîfeliği hakkında da Dâvûd (a.s.)ın halîfeliği gibi açık ve kat’i haber yoktur.

Ondan sonra Dâvûd hakkında halîfelik, ona tahsis kılınmasındandır ki Hak, onu hükümde halîfe kıldı. Bu ise, ancak Allah'dan oldu. Böyle olunca ona “fahküm beynen nâsi bil hakkı” ya’nî “insanlar arasında hak ile hükmet!” (Sâd, 38/26) dedi. Ve Âdem'in halîfeliği bu mertebeden olmaz. Bundan dolayı onun halîfeliği, Allah'dan vekîl olup O'nun hálk ettiklerinde ilâhî hüküm ile onlar hakkında hükmetmekle değil, bundan evvel halîfelik mertebesinde olan kimsenin halîfe kılmasıyla olmuştur, diye düşünülebilir. Her ne kadar iş Dâvûd (a.s) gibi oldu ise de. Fakat bizim sözümüz, Dâvûd (a.s) üzerine yapılan vurgu ve onunla olan kat’i ve açık bildirim hakkındadır. Oysa Allâh'ın yeryüzünde, Allah'tan halîfeleri vardır ve onlar da resûllerdir. Fakat bugün halîfelik resûllerdendir, Allah'tan değildir. Çünkü onlar, ancak resûlün onlara şerîat olarak koyduğu şeyle hükmederler; bundan dışarıya çıkmazlar. Şu kadar var ki, burada bir incelik vardır. Onu ancak bizim gibi olanlar bilir. Bu da Resûl (a.s.) için şerîat olarak konulan şeyden, onunla hükmettikleri şeyin alınmasındadır. Bundan dolayı resûlden halîfe olan kimse, hükmü, Resûlullah (s.a.v.)’den nakil ile alır. Yâhud aslı, bu şekilde Resûl (s.a.v.)’den nakledilmiş olan içtihât ile alır. Ve bizim içimizde onu Allah'tan alan kimse vardır. Böyle olunca bu hükmün aynı ile Allah'tan halîfe olur. Şimdi onun Resûl (s.a.v.) için esas teşkil etmesi yönünden, onun için esas teşkil eder. Bundan dolayı o, yeryüzüne inip hükmettiği zaman Îsâ (a.s.) gibi, zâhirdeki hûkümde ona muhâlef edilemeyeceğin-den dolayı tâbî olucudur. Ve Allah Teâlâ'nın "O nebîler Allah Teâlâ'nın hidâyet ettikleridir. Bundan dolayı sen onların hidâyetlerine tâbî ol!" ma'nâsına olan “Ulâikellezîne hedallâhu, fe bi hudâyuhumuktedih” (En'âm, 6/90) sözünde nebî Muhammed (s.a.v.) gibidir. Ve o halîfenin alma şeklinden ârif olduğu şey hakkında uygunluk kendisine âittir. Ve o, onda, Nebî (s.a.v.)’in kendisinden evvel gelen resûllerin şerîatından bildirdiği şey gibidir. Onu bildirmekle, biz geçmişteki şerîatlara, ondan evvel onun dışındakilere şerîat oluşu yönünden değil, onun bildirmiş olması yönünden tâbi' olduk (6).

Ya'nî Hz. Âdem'in halîfeliği hakkında açık ve kat’i haberler olmadığı gibi İbrâhîm (s.a.)’ın halîfeliği hakkında da açıklıklar yoktur. Yalnız onun imâmlığı açıkça belirtilmiştir. Ve "imâmlık" ile "halîfelik" arasında mantık ilmine göre dört bağıntıdan biri olarak belirtilen “kavramlardan birinin diğerini bütünüyle içine alması” bağıntısı vardır. Çünkü her bir halîfe imâmdır ve her imâm ise halîfe değil, belki ba'zı imâmlar halîfe olur. Şu halde Hak Teâlâ cenâb-ı İbrâhîm'i, "halîfelik"ten ibâret olan isimlerinin daha özele dönük olanıyla zikretmedi. Belki "imâmlık"tan ibâret olan isimlerinin daha genele dönük olanı ile zikretti. Oysa Hak Teâlâ cenâb-ı Dâvûd'u özellikle "hükümde halîfe" kıldı. O hem imâmlığı ve hem de halîfeliği toplamıştır. Ve halîfeliği hakkında açık ve kat’i haber de ulaştığından aslâ tereddüde yer yoktur.

Ve "hükümde halîfelik" ise, ancak bütün isimleri ihâta etmiş ve toplamış olan "Allah" ismine görünme yeri olmakla olur. Ya'nî Allah'tan halîfe kılınma yoluyladır. Çünkü bu toplayıcı ismin dışındaki ilâhî isimlerden birinin görünme yeri olan kâmilde tam tasarruf zâhir olmaz. Onun tasarrufu o ismin özelliği ile sınırlı olarak kalır. İşte cenâb-ı Dâvûd'un halifeliği Allah'tan olduğu için, Allah Teâlâ ona “fahküm beynen nâsi bil hakkı” (Sâd, 38/26) ya'nî "İnsanlar arasında bütün isimlerin hükümlerini Hak ile tatbîk et!" buyurdu.

Ve Hz. Âdem'in halifeliği ise, hakkında açık ve kat’i haber bildirilmiş olan bir mertebeden olmuş değildir. Çünkü Hak Teâlâ'nın meleklere hitâben: “Ben yeryüzünde halîfe kılıcıyım” (Bakara, 2/30) buyurmasıyla zihinlerde tereddüd oluşup: "Acabâ Hz. Âdem, kendinden evvel Hak tarafından halîfe kılınan biri tarafından mı, yoksa doğrudan doğruya Allah tarafından mı halîfe kılınmıştır?" der. Bununla berâber Hz. Âdem yeryüzünde Allâh'ın halîfesidir ve onun vekîlidir ve iş böyle olmuştur.

Fakat bizim sözümüz, Dâvûd (a.s.) hakkında açık bir haber ile halifeliğin kat’i şekilde beyan buyrul-duğunu zikretmekten ibârettir. Yoksa Dâvûd (a.s.)’dan başka Allâh'ın yeryüzünde doğrudan doğruya Allah tarafından halîfe kılınan halîfeleri vardır ki, onlar büyük peygamberlerdir (aleyhimü's-selâm). Fakat nebîlerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz'den sonra risâlet kesildiğinden bugün halîfelik Allah'tan değil, resûllerdendir. Çünkü bugün ümmet-i Muhammed içinde zâhir olarak içtihat veren imâmlar ve bâtın olarak kâmil evliyâlar ve kutublar gibi mevcût olan halîfeler, ancak Resûl (a.s.)’ın onlara şerîat olarak koyduğu şeyle hükmederler. Onlar şerîat hükümlerinden dışarı çıkmazlar. Ancak, burada bir incelik vardır ki, o inceliği zevkan ve hâlen ilim ve mertebede bizim gibi olan tahkîk ehli bilir.

Bu incelik de şudur ki: İçtihat veren imâmlar ve kâmil evliyâlar bir mes'elede hükmederler ve bu hükmü Resûlullah (s.a.v.)’in şerîatinden alırlar. Bu şekilde o verdikleri hükümlerden Resûl'den halîfe olurlar. Çünkü bu hükmü Resûlullah hazretlerinden nakil olarak aldılar. Fakat bu hükmü verebilmek için ilim tahsîli lâzımdır. Oysa zâhiri şerîat ilmini bütün incelikleriyle herkesin öğrenmesi güçtür. Evliyânın kâmilleri arasında zâhiri şerîat ilminde derinliği olmayan ve yalnız dîni yönden asgari düzeyde yapılması gerekenler ile yetinen kerem sâhibi zâtlar pek çoktur. Bununla berâber, şerîata âit bir mes'elenin halledilmesi husûsunda kendilerine gelen mürâcaat üzerine, bu kerem sâhibi zâtlar Ahmedî şerîata uygun olmak üzere cevaplar verip âlimleri hayrete düşürürler.

Bu cümleden olarak ümmî olan kerem sâhibi evliyâdan Şeybân-ı Râ'î hazretlerine sorarlar ki: Bir kimse beş vakit namazdan birini kaçırsa; fakat kaçırdığı namâzın hangi vakte âit olduğunu hatırlamasa, o kimse ne yapsın? Cevâben buyururlar ki: O kimse beş vaktini gaflet içinde geçirmiştir; beş vaktini de kazâ etmesi lâzım gelir. Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Fîhi Mâ-fîh ismindeki yüce eserlerinde buyururlar ki: "Şeyh Nessâc-ı Buhârî (kuddise sırruhû) gönül sâhibi çok büyük bir merd idi. Mollalar ve ileri gelenler, ziyâret maksâdıyla onun önüne gelirler ve iki diz üstü otururlar idi. Şeyh ümmî idi. Onun lisânından Kur'ân'ın ve hadîslerin tefsîrini dinlemek isterler idi. O der idi ki: "Ben Arapça bilmem. Siz Kur'ân'ın ve hadîsin tercümesini söyleyiniz, ben de onun ma'nâsını söyleyeyim". Onlar âyetin tercümesini söylerler; o da onun tefsîr ve hakîkatine başlayıp: "Mustafâ (s.a.v.) filan makâmda iken bu âyet geldi; ve o makâmın halleri şöyledir" diyerek o makâmın derecesini ve onun yollarını ve oraya nasıl yükselenileceğini ayrıntılı olarak beyân eder idi".

İşte görülüyor ki, bu hükmü Allah'tan alıyorlar. Fakat aldıkları hükümler Resûl (a.s.)’ın şerîatinden başka bir şey değildir. "Kur'ân kıyâmete kadar inmektedir" dediklerinin ma'nâsı bu inceliğe dayanmaktadır. Bundan dolayı ümmet-i Muhammed içinde olan kâmil evliyâlar bu hükmün aynı ile Allah'tan halîfe olur. Şu halde Allah'dan alma husûsu, Resûlullah (s.a.v.) için esas olduğu gibi, kâmil evliyâlar için de esas olur.

Şimdi, âhir zamanda Îsâ (a.s.) yeryüzüne inip, nasıl tamâmı ile muhammedî şerîat üzere hükmede-cek ise, o halîfeler de öylece zâhir olarak verilen hükümde muhammedî şerîata uygun olarak hükmederler.Ve onlar Resûl (a.s.)’a tâbi' olurlar. Ve bu halîfelerin hâli, tıpkı Allah Teâlâ'nın “Ulâikellezîne hedallâhu, fe bi hudâyuhumuktedih” ya’nî “İşte onlar, Allah'ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. Öyleyse onların hîdâyetine tâbî ol!” (En'âm, 6/90) sözüne muhâtap olan nebîlerin sonuncusu Muhammed Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz'in hâline benzer. Çünkü (S.a.v.), ilâhî hidâyet ile hidâyet edilmiş olan önceki nebîlerin bu hidâyetlerine tâbi olmakla me'mûr oldu. Oysa hidâyetin alındığı yer birdir. Önceki nebîler o hidâyeti nereden aldı ise, (S.a.v.) dahi oradan alır. Bundan dolayı önceki nebîler için esas olan alma husûsu, Sallallâhü aleyhi ve sellem için de esas olur. İşte kâmil evliyâların muhammedî şerîata uygun olarak doğruca Allah'tan alması hâli budur.

Ve o halîfe Allah'tan aldığı şeyi bilmek husûsunda resûle tâbi' değildir. Çünkü bilişi kendi nefsine âit olan ilâhî tahsistir. Fakat almak husûsunda resûle uyucudur. Çünkü resûle muhâlefeti yoktur. Ve Hak'tan aldığı şeyi ilâhî tahsis ile bilip zâhirde resûlün hükmüne uygun olan bir hükmü, o halîfelerin bildirmesi, Nebî (a.s.)’ın kendinden evvel gelen peygamberlerin şerîatini, kendi şerîatinde bize bildirmesi gibidir. Biz geçmişteki nebîlerin şerîatine, ancak Nebîmiz (s.a.v.)’in bize kendi şerîati sırasında bildirdiği için tâbi' olduk. Yoksa biz o şerîate Nebî'mizden başka bir nebî­nin şeriati olduğu için tâbi' olmadık.

Ve Resûl'ün Allah'tan aldığı şeyin aynını, halîfenin Allah'tan alması da böyledir. Bundan dolayı biz onun hakkında, keşif lisânı ile "Allah’ın halîfesi" ve zâhir lisânı ile "Resûlullah’ın halîfesi" deriz. Ve bundan dolayı Resûl (a.s.), muhakkak kendi ümmetinde halîfeliği Rabb'inden alan kimse olduğunu bildiği için, halîfelikte kendisinden hiçbir kimseye açıkça belirtmediği ve bir kimseyi ta'yîn etmediği halde vefât etti. Böyle olunca şerîat hükümlerine uygunlukla berâber, Allah Teâlâ'dan halîfe olur. Şimdi ne zamanki Sallallâhü aleyhi ve sellem bunu bildi, halîfelik işini men’ etmedi. Böyle olunca, Allah Teâlâ için onun hálk ettiklerinde halîfeler vardır ki, rusül (aleyhimü'-selâm)’ın aldığı şeyi, Resûl'ün ve rusüllerin ma'deninden alırlar. Ve burada kendisinden önce olanın fazîletine ârif olurlar. Çünkü Resûl, ilâveyi kabûl edicidir ve bu halîfe, ilâveyi kabûl edici değildir. Öyle ki eğer Resûl olsa idi, onu kabûl ederdi. Şimdi ona şerîat olunan şeyde, ilim ve hükümden, ancak yalnızca resûle şerîat olunan şey verilir. "Sen İsâ (a.s.)’ı görmez misin? Ne zamanki Yahûdiler, bugün resûl ile halîfelik hakkında bizim dediğimiz gibi, muhakkak o, Mûsâ üzerine ilâve bir şey getirmez, diye hayâl ettiler. Ona îmân ettiler ve onu kabûl ettiler. Îsâ (a.s.) resûl olduğu için, ne zamanki bir hükmü ilâve olarak koydu veyâhut bir hükmü kaldırdı, ki Mûsâ (a.s.) onu bildirmiş idi, buna tahammül etmediler. Çünkü onun hakkında inançlarına muhâlefet etti. Ve Yahûdîler, işi hakîkati üzere bilmekten câhil oldular. Bundan dolayı öldürülmesini talep ettiler (7).

Ya'nî Resûl (a.s.)’ın Allah'tan aldığı hükmün aynını, halîfenin Allah'tan alması, Resûl (a.s.)’ın kendisinden önceki nebîlerin hükümlerini Allah’tan almasına benzer. Resûl'ün o aldığı hüküm, alışta nasıl bağımsız ve zâhirde o kendisinden öncekilerin şerîatlarına uygun ise, halîfe de alışta bağımsız ve zâhirde öylece muhammedî şerîate uygundur. Şu halde, biz o halîfe hakkında keşif lisânı keşf ile "Allah’ın halîfesi" ve zâhir lisânı ile "Resûlullah’ın halîfesi"dir deriz. İşte bunun için Resûl (a.s.), kendinden sonra kimin halîfe olacağını ta'yîn etmeksizin vefât etti. Çünkü Resûl (a.s.), kendi ümmeti içinde halîfeliği Rabb'inden alan kimse olduğunu bilir. Böyle olunca, o halîfe zâhirde Resûl'ün şerîatine uymakla berâber, doğrudan doğruya Allah’tan aldığı şerîat hükmünde Allah’tan halîfe olur. İşte Resûl (a.s.), bu inceliği bildiği için, halîfelik işini men' etmedi. Ve halîfeliği kendi halîfeliğine sınırlamadı. Belki halîfelik kapısını açık bırakmakla ilâhî halîfeliğe işâret etti.

Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın kendi hálk ettiklerinde birtakım halîfeleri vardır ki, rusül alehimü's-selâmın aldığı hükümleri onların aldığı ma'denden ve kaynaktan alırlar. Ve bu alış makâmında, kendilerin-den evvel bulunmuş olan resûlün fazîletine ârif olurlar. Çünkü, Resûl hükümlerde ilâveyi kabûl eder, ya'nî kendisine gelen şerîatin hükümleri, kendinden evvel gelen resûlün şerîat hükümlerinden fazla olur. Fakat halîfe hakkında bu geçerli değildir. Halîfeye ancak tâbi' olduğu resûlün şerîat hükümleri geçerli olur. O hükümlerden ilâveyi kabûl etmez. Oysa o halîfe, eğer resûl olsaydı, hükümlerde ilâveyi kabûl eder idi. Bundan dolayı halîfeye ilim ve hükümden bir şey verildiği vakit, ancak yalnızca resûle şerîat olunan şey verilir; ondan fazla bir şey verilmez.

Sen Îsâ (a.s.)’ı görmüyor musun? Halîfe resûle tâbi'dir, ona aykırı bir hüküm ile ortaya çıkmaz, dediğimiz gibi, Yahûdîler Hz. Îsâ'yı, Mûsâ (a.s.)’ın şerîatini oturtmaya me'mûr bir halîfe zannettiler ve Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat üzerine bir hüküm ilâve etmez diye hayâl ettiler. İlk önce îmân ettiler ve onun nebîliğini kabûl ettiler. Çünkü Mûsâ şerîatında bunun gibi nebîler çok idi. Îsâ (a.s.)’ı da onlardan biri zannettiler. Oysa Îsâ (a.s.), resûl olduğu ve resûl ise ilâveyi kabûl ettiği için, ne zamankki Mûsâ şerîatı üzerine bir hüküm ilâve etti ve Hz. Mûsâ'nın şerîatinde karar kılmış olduğu bir hükmü kaldırdı, Yahûdîler bu hâle tahammül edemediler. Çünkü Îsâ (a.s.) Yahûdîlerin kendi hakkındaki inançlarına aykırı olarak ortaya çıktı. Yahûdîler ise hâlin hakîkatini bilmediklerinden Îsâ (a.s.)’ın öldürülmesine kalkıştılar.Bilmediler ki Îsâ (a.s.)’ın Mûsâ şerîatinden devâm ettirdiği hükümler kendi şerîati olduğu içindir, yoksa Mûsâ (a.s.)’ın şeriati olduğu için değildir.


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin