Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə67/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   90

Örnek: Farz edelim hükûmet, bir ticâret kânûnnâmesi yayınlar. Bir müddet o kânûnun hükümleriyle amel olunur. Daha sonra kişilerin ticârî muâmeleleri genişler. Ve halkın genişleyen ticârî isti'dâdları o kânunnâme hükümlerinden ba'zılarının kaldırılmasını ve ba'zılarının devâmını ve yeniden birtakım hükümler daha konulmasını îcâb ettirir. Bundan dolayı hükûmet yeniden bir ticâret kânûnnâmesi yapmak lüzûmunu hisseder ve bu kânûnun sonuna bir madde ilâve edip der ki: Filan târihli ticâret kânûnnâmesinin hükmü bu kânûn ile kaldırılmıştır. Her ne kadar yeni kânûnda eski kânûnun birtakım hükümleri mevcût bulunur ise de, artık mahkemeler o kânûndan bahisle hükmetmezler. Çünkü kişilerin isti'dâdına göre yeni kânûn yapılmıştır ve o kânûn öncekinden bağımsızdır. Önceki kânûn ile aslâ ilgisi kalmamıştır. İşte bunun gibi şerîat hükümlerinin kaldırılması ve resûllerin gönderilmesi, ancak halkın isti'dâdlarıyla alâkadâr bir husûstur. Ve ümmet-i Muhammed'in isti'dâdları en üst dereceye ulaştığından (S.a.v.) Efendimiz'in getirdiği şerîat dahi şerîatların en mükemmelidir ve kıyâmete kadar sürecektir. Nitekim, ondan sonra hiçbir resûl zuhûr etmemiştir ve etmeyecektir. Ve ümmet-i Muhammed'in isti'dâdlarının derecesine zamânımızda yeryüzünde bulunanlarda görülen fikirler ve îcâtlar şâhittir. Çünkü yeryüzünde bulunan toplumların hepsi ümmet-i Muhammed'dir. Şu kadar ki, bir kısmı "ümmet-i da'vet ya’nî da’vet edilmiş ancak henüz kabûl etmemiş olanlar", diğer bir kısmı "ümmet-i îcâbet ya’nî yapılan da’veti kabûl etmiş olanlar"dır. Ya'nî bir kısmı Kur'ân'ın hükümlerini kabûl etmiş, diğeri henüz etmemiştir; her an da'vet olunmaktadırlar. Ve Avrupalıların "Biz Îsâ ümmetiyiz" demeleri geçerli değildir. Çünkü îsevî şerîat, muhammedî şerîat ile kaldırılmıştır. Nasıl ki hükûmet yeni bir kânûn yayınladıktan sonra, ba'zı mahkemeler: "Hayır biz eski kanûn üzerine hükmederiz, yeni kanûnu tanımayız" diyemezler; derlerse onların bu da'vâları işin aslında bâtıl olur.

Şimdi Azîz Kitâb’ında Allah Teâlâ'nın ondan ve onlardan bize haber verdiği şey, onun kıssasından oldu. Böyle olunca ne zamanki resûl oldu, ya karâr kılmış olan hükmü kaldırmakla veyâhut bir hükmü ilâve etmekle, ilâveyi kabûl etti. Çünkü kaldırmakta, hiç şüphesiz bir hükmün ilâvesidir. Oysa halîfelik için bugün bu esas yoktur. Ve Muhammed (s.a.v.)’in kendisine sözlü olarak bildirilmiş olan şerîatı üzerine değil, ancak içtihât ile kararlaştırılmış şerîat üzerine eksiltir ve ilâve eder. Şimdi ba'zen halîfeden, hükümde bir hadîse aykırı olan şey zâhir olur. Bundan dolayı onun içtihâttan olduğu hayâl edilir. Oysa böyle değildir. Ve ancak bu imâm indinde, o haber keşf yönünden nebîden sâbit olmadı. Ve eğer sâbit olsa idi onunla hükmederdi. Ve her ne kadar onun hakkında olan bize ulaşma yolu, doğru ve güvenilir kişiler üzerinden oldu ise de, o doğru ve güvenilir kişi vehimden ve tam olarak ma'nâsını aktarabilmekten yana ma'sûm değildir. İşte bugün halîfeden bunun gibi şeyler olur. Ve aynı şekilde Îsâ (a.s.)’dan bile olur. Çünkü o yeryüzüne indiği zaman kararlaştırılmış olan içtihat şerîatından çoğunu kaldırır. Şu halde o, kaldırdıkları ile Resûl (a.s.)’ın, onun üzerine olduğu, şerîatın gerçek şeklini belirtir. Özellikle bir hüküm nâzil olduğunda imâmların hükümleri çakıştığında, kesinlikle anlaşılır ki, eğer vahiy nâzil olsa idi, elbette bu yönlerden biri ile nâzil olur idi. Bundan dolayı o yön ilâhî hükümdür. Ve onun ilâvesi, her ne kadar Hak onu bildirdi ise de, o, bu ümmetten güçlüklerin kaldırılması ve hükmün genişlik kazanması için bildirilen şerîattır (8).

Ya'nî Allah Teâlâ'nın Îsâ (a.s.)’dan ve Yahûdîlerden Kur'ân-ı Kerîm'de haber verdiği husûs, Îsâ (a.s.)’ın kıssasından oldu. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Îsâ (a.s) ile Yâhûdîler arasındaki mâcerâyı açıklamayıp yalnız Allah Teâlâ Hazretlerinin Azîz Kitâb’ında bu kıssayı bize haberr verdiğini beyân ile yetindi. Çünkü bu konudaki Kur'ân haberlerinin tefsîrinde muhtelif sözler vardır. Ve Hz. İbn Abbâs ve Talha ibn Alî (radıyâlâhü anhümâ) Efendimiz (s.a.v)’e hitâben “Ve mâ cealnâ li beşerin min kablikel hulde” ya’nî “Ve senden önce bir beşeri, ebedî (ölümsüz) kılmadık” (Enbiyâ, 21/34) âyet-i kerîmesi dolayısıyla Îsâ (a.s) hakkında bildirilen “innî müteveffîke” ya’nî “muhakkak seni vefât ettirecek olan Benim” (Âl-i-İmrân, 3/55) ve “fe lemmâ teveffeytenî” ya’nî “beni vefât ettirince” (Mâide, 5/117) âyet-i kerîmelerini vefât ile tefsîr etmişlerdir. Ve Hırıstiyanların inançları da bunun üzerinedir. Doğruluğunu en iyi Allah bilir. Ve bu konudaki ayrıntılar Îsâ Fassı'nda geçti.

Ne zamanki Îsâ (a.s.) resûl oldu, ya Mûsâ (a.s.)’ın şerîatinde karar kılmış olan bir hükmü eksiltmekle veyâhut o şerîat üzerine bir hükmü ilâve etmek sûretiyle hükümde ilâveyi kabûl etti. Çünkü karar kılmış olan bir hükmü eksiltmek dahi hiç şüphesiz ilâveyi kabûl etmektir. Çünkü bu hüküm de yeni bir hükümdür. Fakat halîfe böyle yapamaz. O (S.a.v.)’in şerîatı üzerine ne bir hüküm ilâve edebilir ve ne de o şerîatten bir hüküm eksiltebilir. Çünkü o şerîat, (S.a.v.) Efendimiz'e sözlü olarak ulaşmıştır. Ve kat’i ve açık haberdir. Halîfe, resûl değildir ki, bu şerîat üzerine bir şey ilâve etsin veyâ ondan bir hüküm eksiltsin. Halîfe, imâmların içtihâtı ile kararlaştırılmış olan, Resûl’ün şerîati üzerine olan bir hükmü ilâve edebilir veyâ ondan bir hükmü kaldırabilir.

Örneğin "kadına temâs" hâlinde imâm-i Şâfîî hazretlerine göre abdest bozulur. İmâm-ı A'zam hazretlerine göre bozulmaz. Oysa âyet-i kerîmede “ev lâmestümün nisâe” ya’nî “veyâ kadınlara temâs etmiş iseniz” (Nisâ, 4/43) açık haberi ulaşmıştır. Bu Re­sûl'ün şerîatıdır. Fakat bundaki hüküm içtihât ile kararlaştırılmıştır. Abdestin kadına temâs ile bozulması ve bozulmaması biri diğerine zıt olan iki hükümdür. Ve içtihat veren imâmlar söyledikleri her iki söz hakkında da delîller gösterirler. Fakat (S.a.v.) Efendimiz'in bu husûstaki kesin olan ameli ne idi? İşte bu yön halîfeye keşf yolu üzere bilinir olduğunda, içtihât ile kararlaştırılmış olan bu şerîat üzerine bir hükmü ilâve eder veyâ ondan bir hükmü eksiltir.

Halîfe, ba’zen bir mes’elede hüküm verir ki, o hüküm bir hadîse aykırı olur; ve bu hükmü gören perdeli olanlar: “Kat’i ve açık bir şekilde gelen haberlerde içtihâta izin yoktur, oysa bu zât hadîs mevcût iken bu mes’elede içtihat verdi; bundan dolayı bu hüküm bâtıldır” diye iddiâya kalkışırlar. Ve onlar halîfeyi açık ve kat’i haberlere aykırı olarak içtihât verdi diye hayâl ederler. Bu ise, onların hayâl ettikleri gibi değildir. Belki bu hadîsin Sallallâhü aleyhi ve sellemden çıkışı bu imâm indinde keşf yönünden sâbit olmamıştır da onun için böyle hükmetmiştir. Ve eğer keşf yönünden o hadîsin Nebî (a.s.)’a bağlantısı onun indinde sâbit olsa idi, elbette bu hadîs-i şerîf gereğince hükmeder ve kat’i ve açık haber mevcût iken tabi'ki o mes'elede içtihât vermezdi. Eğer i'tirâz olarak denecek olur ise ki: "İmâm indinde sâbit olmayan dediğin hadîs, Sallalâhü aleyhi ve selleme varıncaya kadar doğru ve güvenilir kişiler üzerinden nakil sûretiyle bize ulaşmıştır. Buna i'timât etmemek nasıl mümkün olur?"

Hz. Şeyh (r.a.) bu i'tirâza cevâben buyururlar ki: O doğru ve güvenilir kişiler vehimden ve tam olarak ma'nâyı aktarmaktan yana ma'sûm değildir. Ya'nî doğru ve güvenilir bir kişi bir hadîsi naklederken o sözde vehmettiği bir ma'nâyı ifâdeye çalışır. Bundan kendisinin bile hâberi olmaz; sâf hadîs naklettiğini zanneder. Bu hâl, sıradan işlerde dâimâ bizim başımızdadır. Örneğin birisi bir söz söyler. Aradan hayli bir zaman geçer. Biz o sözü diğer bir kimseye naklederken vehmettiğimiz ma'nâ yönüyle ifâde ederiz. Oysa bize söyleyenin kastı bizim ifâde ettiğimiz ma'nâ değildir. İşte halîfeden herkesin kat’i ve açık bir haber zannettiği şeye bu sebeble aykırı hüküm gerçekleşir. Ve bu hal, Îsâ (a.s.)’dan dahi gerçekleşir. Çünkü Îsâ (a.s.) âhir zamanda yeryüzüne indiği zaman, imâmların içtihâtları ile kararlaşmış olan şerîat hükümlerinden birçoklarını kaldırır. Bundan dolayı Îsâ (a.s.), bu gibi bir çok hükmü kaldırmakla, Resul (a.s.) kendi saâdetli zamanlarında, nasıl doğru bir şerîat sûreti üzerine idiyse, o şerîatın gerçek sûretini belirtir. Ve ondan önce ortaya çıkacak olan Hz. Mehdî dahi böyledir. Dört mezhebi kaldırıp hâlis dîn üzerine hükmedecektir. Onun için Hz. Mehdî'ye muhâlif olanların pek çoğu zâhir âlimlerindendir. Keşf ehli olan evliyâ ise o hazrete tâbi' olacaklardır.

Özellikle nâzil olan bir hükümde imâmların hükümleri çakışırsa, bu çakışan hükümlerin kaldırılması hangisi evlâdır, hangisi değildir yoluyladır. Çünkü bu ihtilâfa bakılınca kesin bir şekilde anlaşılır ki, eğer esâsında ihtilâf olunan mes'ele hakkında vahiy nâzil olsa idi, bu muhtelif yönlerden biri ile nâzil olur idi ve o bir yön de ilâhî hüküm olurdu. Ve ilâhî hükmün dışındaki yönleri, her ne kadar imâmların içtihâtları dolayısıyla, Hak kararlaştırmış ise de, o bildirilen şerîat hükmü bu ümmetten güçlüklerin kaldırılması ve hükmün genişlemesi içindir. Çünkü imâmların muhtelif hükümleri olmasa, hâkimler ba'zı mes’elelerde hüküm için güçlük çekerler idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “yurîdullâhu bikümül yüsra ve lâ yurîdu bikümül üsra” (Bakara, 2/185) ya'nî "Allah Teâlâ size kolaylık diler ve size güçlük dilemez" İşte bu sebepten dolayı içtihât veren içtihâtında hatâ ederse de, yine kendisine bir sevap yazılır.

Ve Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz'in "İki halîfeye biat olunduğu vakit onlardan birini öldürünüz!" sözüne gelince; bu, kendisi için kılıç ya’nî zâhirî güç olan zâhiri halîfelik hakkındadır. Ve her ne kadar anlaşıyor görünseler bile, ma'nevî halîfeliğin tersine olarak, elbette ikisinden birisinin öldürülmesi lâzımdır. Çünkü ma'nevî halîfelikte öldürme yoktur ve öldürme ancak zâhiri halîfelik hakkında geldi. Ve her ne kadar bu zâhiri halîfede, bu makâm yok ise de, eğer adâlet ederse, o Resûlullah'ın halîfesidir. Şimdi aslın hükmündendir ki, onunla iki ilâhın vücûdu hayâl edilir. Oysa “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya'nî: Her ne kadar ittifâk etseler dahi, "Eğer yerde ve gökte, Allah'dan başka ilâhlar olsa idi yer ve gök fesâda varırdı." Böyle olunca biz biliriz ki, eğer ikisi varsayalım ihtilâfa düşerlerse, elbette onlardan birinin hükmü işler idi. Bundan dolayı hükmü işleyici olan hakîkatte ilâhtır; ve hükmü işleyici olmayan ise ilâh değildir. Ve biz buradan biliriz ki, bugün âlemde işleyen her bir hüküm muhakkak Allah'ın hükmüdür; her ne kadar şerîat hükmü denilen zâhirde kararlaşmış hükme aykırı olursa da. Çünkü işin aslında ancak Allâh'ın hükmü işleyicidir. Çünkü âlemde gerçekleşen iş, ilâhî meşiyyet ya’nî ilâhî üst irâde hükmü üzeredir. Her ne kadar şerîat hükmünün kararlaştırılması meşiyyetten oldu ise de, kararlaşmış şerîat hükmü üzere değildir. Ve bunun için yalnızca şerîat hükmünün kararlaştırılması işleyici oldu. Çünkü meşiyyet için, şerîat hükmü hakkında ancak kararlaştırılması vardır; şerîat hükmünün getirdiği şeyle amel yoktur (9)

Ya'nî birisi i'tirâz edip dese ki: "Bir asırda keşf ehli evliyânın çoğaldığı görülüyor. Bunlar hükmü Allah'tan aldıklarına göre, her biri bir halîfedir. Ya'nî zâhirde "Resûlullah’ın halîfesi", bâtında "Allah’ın halîfesi"dir. Oysa (S.a.v.) Efendimiz: "İki halîfeye bîat olunduğu vakit, onlardan birini öldürünüz!" buyuruyor. Bu zâtların belli bir zamân içinde çoğalıp halîfeliklerini icrâ etmeleri nasıl olur?"

Hz. Şeyh (r.a.) akla gelebilecek bu i'tirâza cevâben buyururlar ki: Bu hadîs-i şerîf kılıç ya’nî zâhirî güç sâhibi olan zâhirî halîfelik erbâbı hakkındadır. Çünkü kılıç ya’nî zâhirî güç sâhibi olan iki halîfe ortaya çıktığı zaman, aralarında anlaşmazlık gözükeceğinden dolayı, insanlar arasında kan dökülür ve Allah’ın kullarının râhatı kaçar ve memleket işleri bozulur. Beyt:

Tercüme: "Şehir içindeki bir mahallede ya sen olursun, ya ben. Çünkü iki hükümdâr ile vilâyetin işi karmakarışık olur."

Bundan dolayı ortaya çıkan ikinci halîfenin öldürülmesi lâzım gelir. Eğer onlar aralarında anlaşsalar bile, bu anlaşmaları makbûl değildir. Çünkü her ikisi de bir memlekette tasarrufa kalkışacaklarından, dâimâ anlaşmazlıkların ortaya çıkması tabîîdir. Oysa ma’nevî halîfelik böyle değildir. Onlar kılıç ya’nî zâhirî güç ile ortaya çıkmadıklarından çoğalmaları hâlinde, ümmetin karışması ihtimâli yoktur. Bu sebeple öldürme emri ancak zâhirî halîfelik sâhipleri hakkında gelmiştir.

Eğer birisi i'tirâz olarak der ise ki: "Kılıç ya’nî zâhirî güç ile tasarrufa kalkışan kimsede hükmünü Allah'tan alacak ma'nevî kudret ve bundan dolayı keşf makâmı yoktur ki ona halîfe diyelim?" Hz. Şeyh (r.a.) akla gelebilecek bu soruya da cevâben buyururlar ki: Gerçî bu halîfede, bu keşf makâmı yoktur. Fakat şerîat hükümlerinin uygulanmasına çalışıp adâleti yerine getirirse, o kılıç ya’nî zâhirî güç sâhibi olan kimse de adâlet işinde, "Resûlullah’ın halîfesi"dir.

Şimdi kılıç ile ortaya çıkan iki halîfeden ikincisinin öldürülmesi hakkındaki hüküm, öyle bir asıldan kaynaklanır ki, o asıl da iki ilâhın hayâl edilmesidir. Ve o aslın hükmü de, Hak Teâlâ Hazretlerinin “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya'nî "Yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar ola idi, onlar fesâda varır idi" mübârek sözünde beyan buyrulmuştur. Eğer bu hayâl edilen ilâhlar anlaşmış olsalar bile, onların bu anlaşmasıyla oluşacak olan fesâdın kesilmesi geçici olur idi. Çünkü mâdemki onlarda tasarruf duygusu vardır, elbette anlaşmazlık ortaya çıkar. Ve biz biliriz ki, eğer bu hayâl edilen ilahlar varsayalım anlaşmazlığa düşseler, elbette ikisinden birisinin hükmü işleyici olur. Çünkü anlaşmazlığın ortaya çıktığı varsayıldığında her ikisi bir diğerine karşı kendi kuvvetlerini kullanmaya başlarlar. Ve kuvvetlerinin sınırı da bir diğerinden ayrılmış olacağından, bu sınırlı kuvvetler ile devâm eden mücâdeleler sonucunda birinin gâlip diğerinin mağlûb olması gerekir. Ve sonuçta gâlip gelen ilâhın hükmü işler. Şu halde iki ilâhtan hükmü işleyen hangisi ise, hakîkatte ilâh olan o olur. Ve mağlûb olup hükmü işlemeyen ise, artık ilâh değildir.

Ve biz bugün bu aslın hükmünden bilip anlıyoruz ki, günümüzde âlemde, her ne kadar şeriat hükmü denilen ve zâhirde kararlaştırılmış olan hükümlere aykırı birtakım haller gerçekleşmekte ise de, o âlemin tamâmında işleyen her bir hüküm yine muhakkak Allâh'ın hükmüdür. Çünkü ulûhiyyet ya’nî ilâhlık bir olan mertebedir ve ilâh, bir olan ilâhtır. Bundan dolayı işin aslında ancak Allâh'ın hükmü işleyicidir. Çünkü âlemde gerçekleşen iş, varlıksal ayn’lardan her birinin hakîkati olan sâbit ayn’ının isti'dâd lisânı ile Hak'tan talep ettiği hal ne ise, onun üzerine bağlanan ilâhî meşiyyet ya’nî üst irâde hükmüncedir. Sâbit ayn’ların ilâhî ilimde sâbitliği sûreti ve isti'dâd bahisleri Üzeyr Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Gerçi şerîat hükmünün kararlaştırılması da ilâhî meşiyyetten olmuştur. Fakat âlemde olan işin hepsi, kararlaşmış şerîat hükmü üzerine değildir. Çünkü âlemde şerîat hükmü ile amel etmeyenler, amel edenlerden daha çoktur. Bundan dolayı ilâhî meşiyyet ya’nî üst irâde şerîat hükmünü nasıl kararlaştırmış ise, şerîat hükümlerine aykırı olan işleri de öylece kararlaştırmıştır. Çünkü âlemde süren hükümler, ancak Hakk'ın hükmüdür. Onun dilediği şey elbette olur; dilemediği şeyin olması mümkün değildir.

İşte bunun için yalnızca şerîat hükümlerinin kararlaştırılması işleyici oldu, ya'nî "Şerîat hükümleri âlemde konulmuştur" özele dönük hükmü işleyici oldu. Yoksa, "Konulmuş olan şerîat hükümleri ile, ona muhâlefet edenlerin amel etmesi kesinlikle istenmiştir" genele dönük hükmü işleyici olmadı. Eğer böyle bir genele dönük hüküm olsa idi, şerîat hükümlerine kimse muhâlefet edemez idi. Çünkü şerîat hükümleri hakkında ancak kararlaştırma var­dır; şerîat hükümlerinin getirdiği şeyle amel etmek mutlak olarak kararlaşmış değildir. Onun için resûller, ancak teblîğe me'mûrdur. “Ve mâ aler resûli illel belâgul mubîn” ya’nî “Resûlün üzerinde açıkça tebliğden başka bir (sorumluluk) yoktur” (Nûr, 24/54). Ve şerîat hükümleri' "emr-i teklîfî"dir, "emr-i irâdî" değildir. Ve emr-i teklîfi ile emr-i irâdî konuları Ya'kûb Fassı'nda geçti.

Şimdi meşiyyetin ya’nî üst irâdenin saltanatı büyüktür. Ve bunun için Ebû Tâlib Mekkî onu "zâtın arşı" kıldı. Çünkü o,zâtından dolayı hükmü gerektirir.Bundan dolayı vücûtta "meşiyyet"ten hâriç olarak bir şey var olmaz ve ondan bir şey ortadan kalkmaz. Şu halde burada itaâtsiz olarak isimlendirilen şeyle ilâhî emre muhâlefet edildiğinde, bu ancak vâsıta ile gerçekleşen emirdir, "emr-i tekvînî ya’nî var etmeye dönük emir" değildir. Bundan dolayı bir kimse, meşiyyet emri yönünden gerçekleşen bütün fiillerinde, aslâ Allah Teâlâ'ya muhâlefet etmedi. Böyle olunca muhâlefet, vâsıta ile olan emir yönünden gerçekleşti. İyi anla! (10).

Bilinsin ki "meşiyyet" sözlükte istek ve irâde ma'nâsınadır. Fakat "meşiyyet" ile "irâde" arasında, tahkîk ehli terimlerince fark vardır. Şöyle ki Hakk’ın "meşiyyet"i, ezelî ve ebedîdir ve onun menşei zâttır. Ve o, bir yoklukta olanın îcâdına veyâ bir mevcûdun yokluğa gitmesine bağlanan isteyiştir. "İrâde" ise, yine zâtî isteyiştir. Fakat bir yoklukta olanın îcâdına bağlanan isteyiştir. Şu halde "meşiyyet", "irâde"den daha kapsamlı olur. Ya'nî her irâde meşiyyettir, fakat her meşiyyet irâde değildir. Ve Hakk'ın zâtına mensûp olan isteyişin ma'nâsı, Hakk'ın zâtının kendi zâtına tecellîsine zâtın isteyişidir. Bundan dolayı bu talebin menşei zâttır; isimler ve sıfatlar değildir. Çünkü sırf zât mertebesinde isimler ve sıfatlar yoktur ki, talebin ve isteyişin menşei olabilsinler. Onlar ancak bu zâtî tecellî ile Hakk'ın ilminde peydâ olurlar. Ve ondan sonra, o isimlerin îcâdına ilâhî irâde bağlanır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehü kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40). Bu âyet-i kerîme ile beyan buyrulan hakîkatler ve var etme bahsi Sâlih Fassı'nda ayrıntılı anlatılmıştır. Bu bahis gâyet hassastır; iyi incelenmesi lâzımdır.

Bu îzâhlardan anlaşıldığı üzere "meşiyyet"in saltanatı, kuvveti ve kudreti büyüktür.İşte bunun için Ebû Tâlib Mekkî (k.a.s.) hazretleri meşiyyeti "zâtın arşı" kıldı. Ebû Tâlib Mekkî hazretleri tahkîk ehlinin ileri gelenlerinden bir zât-ı şerîftir. Hâlinin tercümesi Mevlânâ Câmî hazretlerinin Nefehâtü'l-Üns ile Ferîdüddîn Attâr hazretlerinin Tezkiretü'l Evliyâ'sında bulunmaktadır. Ve Kûtü'l-Kulûb ismindeki yüksek eserin sâhibidir. Ve "meşiyyet"in “zâtın arşı” olmasının sebebi budur ki; meşiyyet, zâtından dolayı bir hüküm gerektirir. Bundan dolayı "meşiyyet"ten hâriç olarak hiçbir şey mevcût ve hiçbir şey yok olmaz. Ya'nî îcâd ve yok etme meşiyyetin saltanatı ve kuvveti altındadır.

Şu halde şerîat hükümlerinin varlığı meşiyyetin hükmüyle olduğu gibi, şerîate muhâlefetin varlığı da yine meşiyyetin hükmüyledir. Ve şerîat, nebîler (aleyhimü's-selâm) vâsıtalarıyla olan emirdir; "Kün-Ol!" sözüyle olan emir ya'nî "emr-i tekvînî ya’nî var etmeye dönük emir" değildir. Bundan dolayı namaz kılmak ve oruç tutmak gibi nebîler vâsıtasıyla gelen emir "meşiyyet" yönünden olan emir olmadığı için, bu emre muhâlefet olunabilir ve muhâlefet olunuşunda da ona "ma'sıyet ya’nî itaâtsizlik" ismi verilir. Eğer şerîat ile amel, meşiyyet yönünden olsa idi, hiçbir kimsenin muhâlefete mecâli olmaz idi. Çünkü Allah Teâlâ'nın "meşiyyet" yönünden olan bütün fiillerinde, hiçbir kimse Allah Teâlâ'ya muhâlefet edemez. Bundan dolayı Allah Teâlâ'ya olan muhâlefet, ancak nebîler vâsıtasıyla gelen emirde oldu. Bu bahis, hem mühim ve hem de incedir, iyi anla!

Böyle olunca meşiyyet ya’nî üst irâde emri, hakîkatte ancak fiilin "ayn"ının îcâdına yönelik olur, fiilin iki eli üzerinden açığa çıktığı kimse üzerine değil. Şu halde, gerçekleşmemesi imkânsız olur, fakat ona hâs bu mahallde. Şimdi ba’zen ona, ilâhî emre muhâlefet etmek denir; ve ba’zen de, ilâhî emre uymak ve itâat etmek denir. Bundan dolayı övme ve yerme lisânı, gerçekleşen şey dolayısıyla, fiile tâbi' olur (11).

Ya'nî meşiyyet emri hakîkatte kendisinden fiil çıkan kimsenin üzerine değil, o kimseden çıkan fiilin "ayn"ının îcâdına dönük olur. Çünkü bir şeyin varlığı ve yokluğu "meşiyyet ya’nî üst irâde"nin kuvvet ve saltanatı altındadır. Onun kudretinin dışında hiçbir şeyin olmadı mümkün değildir.

Bilinsin ki "meşiyyet" ahadiyyet mertebesinde zâtın açığa çıkmaya olan isteyişinden ibârettir. İşte bu meşiyyet dolayısıyla zât, kendine tecellî ettiğinde, zâtında potansiyel olarak bulunan bağıntıların sûretleri, onun ilminde peydâ olur. Ve bu bağıntısal sûretler "sâbit ayn’lar" olarak isimlendirilir. Ve sâbit ayn’lar sâbit oluşları esnâsında Hakk'ın ne sûretle bilineni oldularsa, ilâhî irâde de, hâricî vücûtta, onların o sûretlerle açığa çıkmalarına bağlanır. Şu halde, "ilim", bilinmiş olan sâbit ayn’lara ve "irâde" de ilme ve bunların hepsi de "meşiyyet"e tâbi' olurlar. Ve mâdemki îcâd ve yok etme ancak meşiyyetin hükmüyle olmaktadır, bu takdirde meşiyyet tabî'ki kuldan çıkan fiilin "ayn"ının îcâdına dönük olur. Yoksa kendisinden fiil çıkan kulun üzerine dönük olmaz. Çünkü cebir yoktur. Belki kulun iki eli üzerinde açığa çıkan fiil kendi ezelî isti'dâdı dolayısıyladır. Eğer kul fiilinde mecbûr ise, bu cebir Hak tarafından değil belki kulun kendi tarafındandır. Kulun ezelî isti'dâdına gelince, bu isti'dâd yapılmış ve mahlûk değildir ki, "Bu isti'dâdı ona kim vermiştir?" sorusu sorulabilsin. Sâbit ayn’ların sâbitliği ve "yapılmamış isti'dâd" Üzeyr Fassı'nda örnekler ile îzâh edilmiştir, oraya mürâcaat buyrulsun.

Şimdi bu detaylar bilindikten sonra anlaşılır ki, kula fiilin "ayn"ının gerçekleşmemesi imkânsız olur. Fakat meşiyyet emri bu emri kabûl edici ayn olan kulun kābiliyetindeki fiilin "ayn"ını ona hâs mahal olan bu kulda îcâd eder. Böyle olunca kuldan çıkan fiile, bir i'tibâra göre, ilâhî emre "muhâlefet" denilir ve bir i'tibâra göre de ilâhî emre "uymak" ve "itaât etmek" denilir.

Bilinsin ki, ilâhî emir iki kısımdır: Biri nebîlerin ve evliyânın ve içtihat veren imâmların vâsıtasıyla olan "teklîfî emir"dir. Diğeri de ilâhî meşiyyet ile bir şeyin olmasına olan "tekvînî ya’nî var etmeye dönük emir"dir. Kulun ezelî isti'dâdı üzerine isâbet eden tekvînî emir, eğer teklîfî emre muhâlefeti gerektiriyorsa, hâricî vücûtta muhakkak ondan muhâlefet açığa çıkar. Bundan dolayı ondan küfür, cehâlet ve isyân çıkar. Çünkü "tekvînî emrin" îcâbı budur. Ve onun sâbit ayn’ı isti'dâd lisânı ile Hak'tan bu şekilde açığa çıkmayı talep etmiştir ve Hak da onun o şekilde olmasını murâd etmiştir. Böyle olunca kul kendi isti'dâdının gereğine muhâlefet edemez. Şu halde hâricî vücûtta, ya'nî bu âlemde, kuldan küfür ve isyân çıktığından "teklîfî emre" göre, Allâh'a muhâlefet etti, deriz; ve "tekvînî emre" göre ilâhî emre uydu ve itâat etti, deriz.

Ve bu şekilde övme ve yerme lisânı, şehâdet âleminde fiilin gerçekleşmesine göre, ancak bu fiile tâbi' olur. Ya'nî kuldan açığa çıkan fiil, "teklîfî emre" ve vâsıta ile olan ilâhî emre uygun ise, şerîate göre övülmüş olur. Ve eğer muhâlif ise o fiil şerîate göre yerilmiş olur. Meşiyyet emrine göre kul her iki halde de Hakk'a itâat etmiş bulunur. Çünkü kul, kendi hâs Rabb’i olan ilâhî ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür. Ve hiçbir kimsenin kendi hâs Rabb’i olan ismin hükümlerine muhâlefete kudreti yoktur. Bundan dolayı her bir isim, kendi kulundan râzıdır ve kul da bütün hallerinde ona itaâtkârdır.

Ve ne zamanki bu husûs, işin aslında bizim dediğimiz üzere oldu, bunun için halkın âkıbeti, saâdetin çeşitli türleri üzerine olsa da, saâdetedir. Şimdi Hak Teâlâ bu makâmdan "rahmet"i her bir şeye kapsam olmasıyla ifâde etti ve muhakkak rahmet, ilâhî gazabı geçmiştir. Oysa öne geçmiş olan önceliklidir. Şimdi onun üzerine hükmeden şerîate muhâlif amelin arkasından gelen gazap, kula ulaştığında, onun üzerine önceliği olan hükmeder. Böyle olunca kula rahmet meyleder. Çünkü rahmetten başka öne geçmiş olan olmadı. İşte bu, "Rahmeti gazabını geçti" sözünün ma'nâsıdır. Tâ ki ona ulaşmış olan kimse üzerine hükmede. Çünkü rahmet, yolun sonunda beklemektedir. Oysa hepsi yolun sonuna yürüyücüdür. Bundan dolayı gâyeye ulaşmak kaçınılmazdır. Rahmete ulaşmak ve gazabtan ayrılmak kaçınılmazdır. Şu halde rahmete ulaşmış olanın hâlinin verdiği şey dolayısıyla, ona ulaşmış olan her bir kimse hakkında, hüküm rahmet içindir (12).

Ya'nî bu husûs, işin aslında bizim dediğimiz gibi olup meşiyyet ya’nî üst irâde i'tibâriyle hiçbir kimsenin Hakk'a muhâlefete mecâli olmayınca, elbette bütün hálk edilmişlerin âkıbeti saâdete ulaşır. Çünkü gerek "teklifî emir" olan şerîate uymakla amel etsin, gerek etmesin, herkes "tekvînî emir" olan meşiyyet ya’nî üst irâde emrine itâatkârdır ve boyun eğmiştir. Ve itâatkâr ve boyun eğmiş olanların sonu da elbette saâdete çıkar. Fakat saâdetin muhtelif türleri vardır. Çünkü saâdet, göreceli bir iştir. Nitekim bu âlemde de böyledir. Bir hal birisine göre saâdettir ve diğerine göre değildir. Örneğin adam vardır ki, âile sorunlarıyla uğraşmayı kendisi için saâdet sayar. Çünkü onun isti'dâdı, meşrebi ve zevki bunu gerektirir. Fakat yine adam vardır ki, yalnızlığı ve âile sorunları olmadan kendi başına yaşamayı saâdet bilir. Bu da onun isti'dâdına göre olan bir meşreb ve zevktir. Diğer bir çok haller de buna kıyaslanabilir.

Bundan dolayı Hak Teâlâ'nın “ve rahmetî vesiat külle şey’in” (A'râf, 7/156) ya'nî "Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır" âyet-i kerîmesi bu makâmı beyan buyurmuştur. Ve “Rahmetim gazabımı geçmiş-tir” hadîs-i kudsîsi gereğince, muhakkak ilâhî rahmet ilâhî gazabı geçmiştir; ya'nî rahmet gazabtan evveldir. Çünkü rahmet aslî ve gazab geçicidir. Asıl olan şey elbette evveldir. Ve geçici olan şey de arkada kalmıştır ve önde olan rahmet, geçici olan gazab üzerine önceliklidir. Çünkü gazab şerîat emrine muhâlif olan amellere karşı onlar işlendikten sonra olur. Oysa “Kul küllün ya’melu alâ şâkiletihi” ya’nî “De ki: Herkes kendi şâkilesi üzere amel eder” (İsrâ, 17/84) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulduğu şekilde, âlem ehlinin hepsi meşiyyet ya’nî üst irâde emrine itâat üzeredir. İlâhî meşiyyet hükmü ile Hakk’ın vücûd aynasında, sâbit ayn’lar peydâ oldu. O ayn’lar ne sûretle sâbit oldular ise, o sûretle Hakk'ın bilineni oldular. Bundan dolayı varlıksal vücûd da o yön ile açığa çıkmaları için ilâhî irâdeye bağlandı. Onlar da bu âlemde öylece açığa çıktılar. Şimdi meşiyyet ya’nî üst irâdenin emrine muhâlefete kimin mecâli olur? İşte, kötü sondan ziyâde kötü başlangıçtan korkmak lâzımdır, dediklerinin ma'nâsı budur.


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin