Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə81/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   77   78   79   80   81   82   83   84   ...   90

Örnek: Zihne gelen bir ma'nâ latîf olduğu için his gözü ile görülmez; o ma'nânın kesîf bir mahallde tecellî etmesi lâzımdır. O kesîf mahall de kağıt üzerine mürekkeble yazılan harflerin sûretleri ve kelimelerdir. Kelimelerin kesîf sûretleri cesetler ve ma’nâları da onların rûhları gibidir. Mesnevî:

Tercüme: "Rûm elçisi dedi: Ey Hz. Ömer, ne hikmet ve ne sır idi ki, o sâfî olan rûh bu bulanık olan mahalde hapsoldu. Saf olan su, çamurun içinde gizlenmiş, sâfi can bedenlere bağlanmıştır. Hz. Ömer (r.a.) buyurdu: Sen derin bahis açıyorsun. Ma'nâyı harflere bağlıyorsun. Hür olan ma'nâyı harf ve ses ile hapsettin. Rüzgârı sen harfe bağladın".

Şimdi mâdem ki sûret olmayınca latîf olan Hakk'ın müşâhedesi mümkün değildir, o halde, sûrete bir meyil lâzımdır ve o meyil ise hevâdır. Bundan dolayı müşâhedeli ibâdet ancak nefsî meyil ile olur. Bundan dolayı bir şeye ancak hevâ ile ibâdet olunmuş olur.

Eğer bizim bu yüksek fassta beyân ettiğimiz hakîkatleri anladın ise bu böyledir. Yolun îzâhı ve hakîkatin beyânı Allah üzerinedir. Ve yolun nihâyeti bütün ilâhî isimleri toplamış olan ulûhiy-yet ya’nî ilâhlık mertebesine çıkar.



Bitişi: 18 Şubat 1918 Pazartesi gecesi ezânî sâat 05.00



BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

-25-

MÛSÂ KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “ULVÎYYE HİKMETİ” BEYÂNINDA OLAN FASSTIR

"Ulvîyye Hikmeti"nin "Mûsâ Kelimesi"ne izâfe edilmesine sebep budur ki: Mûsâ (a.s.) kerem sâhibi resûllerin birçokları üzerine birçok yönden üstünlük sâhibidir ve mertebesi onların mertebesinden yüksektir.

Birinci yön: “Kâle yâ mûsâ innîstafeytüke alen nâsi bi risâlâtî ve bi kelâmî fe huz mâ âteytuke” ya’nî “(Allahû Tealâ) şöyle buyurdu: “Ey Mûsâ! Muhakkak ki; Ben, risâletimle ve kelâmımla seni insanların üzerine seçtim. Artık sana verdiğim şeyleri al” (A'râf, 7/144) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere Mûsâ (a.s.) vâsıtasız Allah'tan almıştır.

İkinci yön: “Muhakkak Allah Tevrât’ı eliyle yazdı” hadis-i şerîfînde beyân buyrulduğu üzere, Allah Teâlâ Tevrât-ı şerîfî ilâhî isimlerinden birini vâsıta buyurmaksızın kendi nefsiyle yazdı.

Üçüncü yön: Mûsâ (a.s.)’ın isimlerin toplanmışlığına nisbeti, (S.a.v.) Efendimiz'in toplanmışlığına yakındır. Çünkü kendisinin zevki Zâhir ismi üzerine olduğundan yüce meşreblerinde tenzîh gâlib idi. Bâtın ismi hükümlerinden de haz hâsıl ederek Muhammedî zevk üzere tenzîh ile teşbîh arasını toplamak için kendisine "Hasta oldum hatırımı sormadın; acıktım, doyurmadın" gibi yüksek hitâplar ulaştı. Ve Bâtın ismine âit olan ledünnî ilimler zevkıyle de zevklenmesi ya’nî bizzât hakîkatlerini yaşayarak idrâk etmesi için Hızır (a.s.)ın sohbetine teşvîk buyruldu. Nitekim bu, mübârek fassta îzâh edilecektir

Dördüncü yön: Ümmetinin kalabalık oluşu dolayısıyla birçok resûllerin üzerine üstünlüğün sâbitliğidir, çünkü (S.a.v) Efendimiz, kendilerine ümmetler arz olunduğu zaman, nebîlerden bir nebînin ümmetini, Mûsâ (a.s.)’ın ümmetinden daha çok görmediklerini hadis-i şerîflerinde buyurmuşlardır.

Beşinci yön: Firavun “ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin çok yüce rabbinizim” (Nâziât, 79/24) diyerek ilâhlık da'vâsı etmiş idi. Emrinde olanlar ve yardımcıları oldukça çok olan Firavun'a Mûsâ (a.s)’ın tek başına olarak galibiyeti ve üstünlüğü zâhiren imkânsız gibi göründüğü halde, Hak Teâlâ hazretleri “lâ tehaf inneke entel a’lâ” ya’nî “Korkma! Muhakkak ki sen, sen üstünsün” (Tâhâ, 20/68) buyurdu. Ve Firavun’a karşı koyarak onu alt üst etti. Mesnevî:

Tercüme: "Firavun ejderhâ idi, Mûsâ’nın asâsı da ejderhâ oldu. Hudâ’nın yardımı ile bu, onu yedi. El, elin üstünde oldu. Bu nereye kadardır, bilir misin? “Ve enne ilâ rabbikel müntehâ” ya’nî “Ve sonunda dönüş, mutlaka Rabbinedir” (Necm, 53/42) âyet-i kerîmesi gereğince bu üstünlük Yezdân'a kadar gider. Öyleki Mûsâ’nın eli, ki Hakk'ın kudretidir, derinliği ve kenarı olmayan bir deryâdır. Bütün deryâlar onun önünde bir sel gibidir. Hileler ve tedbîrler, eğer ejderha farz edilirse, hakîkî vücûd olan Allah'ın önünde hepsi "lâ"dır, hayâldir. Ne zamanki sözlerim buraya ulaştı, hepsi secdeye baş koydu. Ve harf ve ses mahvoldu. Artık sûret kalmadı. Doğru yolu bilen ancak Allâhü Zü'-l Celâl hazretleridir."

Mûsâ yüzünden çocukların öldürülmesinin hikmeti, onun yüzünden öldürülen her birinin hayâtının, ona yardım ile geri dönmesi içindir. Çünkü her biri Mûsâ olmak üzere öldürüldü. Oysa bilmemezlik yoktur. Şimdi her birinin hayâtının, ya'nî onun yüzünden öldürülmüş olanların hayâtının, Mûsâ'ya âit olması lâzımdır. O da fıtrat üzere tertemiz hayâttır ki, nefsî arazlar ile kirlenmiş değildir. Belki o fıtrat üzeredir. Böyle olunca Mûsâ, o olmak üzere öldürülenlerin hayâtının toplamı oldu. Bundan dolayı rûhlarının isti'dâdına tahsîs edilen şeyden, bu öldürülenler için hazırlanmış olan her bir şey Mûsâ'da mevcût idi. Ve bu Mûsâ'ya ilâhî tahsîstir. Ondan evvel bir kimseye olmadı. Çünkü muhakkak Mûsâ’nın hikmetleri çoktur. Ve ben inşâallâhu Teâlâ hâtırımda onunla ilâhî emirde olan kadarı üzere bu bâbda onları güzelce anlatırım. Şimdi bu, bu bâbdan onunla karşılıklı konuşmadan bana bildirilen şeyin ilkidir (1).

Metnin îzâhından önce bir önbilgi verilmesine lüzûm vardır. Şöyle ki: Mutlak vücûdun tenezzül mertebeleri Âdem Fassı’nın başlarında ve sırası geldikçe diğer fasslarda îzâh edilmiş olduğundan burada tekrârına gerek görülmez. Bu izâhlardan açıkça anlaşılmıştır ki, mutlak vücûd sonsuz bağıntılar ve izâfeler sâhibi olup bunlar onun ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde mahvolmuş ve helâk olmuştur. Meşiyyet ya’nî üst irâde bağıntısı açığa çıkmaya ve açığa çıkarmaya bağlandığında, o mutlak vücûd, bu isimler ve sıfatlar sûretiyle ilim mertebesine tenezzül eder. Bu öyle bir tecellîdir ki, onun zâtından zâtına olur. Çünkü hakîkî vücûd sonsuz olduğundan onun vücûdunun sınırları yoktur ki, edeceği tecellî kendi vücûdunun hâricine olabilsin. İşte "akdes feyz" denilen bu tecellî ile zâtında bulunan bütün isimlerin ve sıfatların sûretleri onun ilim merte-besinde sâbit oldu. Ve her bir isim ve sıfat kendilerine mahsûs olan haller ile birdiğerinden bu mertebede farklılaşıp ayrıldı.

Şimdi her bir isimde iki delîl oluş vardır. Birisi Zât'a, diğeri mevzû' olduğu ma'nâya aittir. Örneğin Semî' ismi mevzû' olduğu ma'nâ i'tibârı ile Basîr, Kadîr, Mürîd ve diğer isimlerinin hizmetini göremez. Ondan beklenen "işitmek" husûsudur. Bununla berâber işitmek Zât'ın bir sıfâtı olduğundan Semî' ismi de Zât'ına delîl olur. Fakat Allah ve Rahmân ve Hak gibi birtakım isimler vardır ki; onlar bütün isimleri ihâta etmiş olduklarından ancak Zât'a delîl olurlar. Şu halde isimler küllî oluşları ve cüz'î oluşları i'tibârı ile de birdiğerinden farklıdırlar. Bundan dolayı her bir küllî ismin altında bir çok cüz'î isimler vardır ki, o küllî isim bu cüz'î isimlerin imâmı ve hâkimidir.Ve cüz'î isimler de tâbi' oldukları küllî isimlerin ümmetleri ve yardımcıları mesâbesindedirler. Ve bu küllî isimler Kur'ân-ı Kerim'de ve hadîs-i şerîflerde (99) adet olarak belirtilmiştir. Sonsuz cüz’î isimler bunların kapsamı altındadır.

Örneğin bu doksan dokuz isimden birisi olan "Mûsâvvir" ismini alalım. Fezâdaki büyük cisimlerden tut da yeryüzündeki saydam parçalara varıncaya kadar ne kadar sûretler ve şekiller varsa hepsi bu küllî ismin görünme yeridir. Ve bu küllî isim dörtgen, üçgen, uzun, yuvarlak, bombeli, çukur ve benzerleri sonsuz isimlerin reîsi ve hâkimidir. Ve reîs olan "Mûsâvvir" ismi, bir sûret açığa çıkaracağı zaman kendi yardımcıları mesâbesinde bulunan bu isimlerden birine veyâ birkaçına emreder. Diğer küllî isimler de buna kıyâs edilsin.

Şimdi her bir nebî bir küllî ismin görünme yeridir. Örneğin İsmâil (a.s.)’ın görünme yeri olduğu küllî isim "Aliyy" ve Sâlih (a.s.)’ın küllî ismi de "Fettâh" mübârek isimleridir. Her ne kadar şân sâhibi nebîler, insan-ı kâmil olmaları i'tibârı ile isimleri toplamış olan Allah küllî isminin görünme yeri iseler de, bunlardaki gâlib küllî isim, kendi hâs Rabb’ları olan mübârek isimdir. Bundan dolayı onlardan zâhir olan hükümlerde bu isimlerin baskın oluşu görülür. "Allah" toplayıcı ismi kapsamı altında bulunan bütün isimlerin hükümlerinin i'tidâl üzere açığa çıkışı ancak nebîlerin Sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz'de gerçekleşmiştir. Şu halde her bir nebî ilim mertebesinde kendi hâs Rabb’i olan küllî ismin arkasındaki mübârek isimlerin imâmı ve hâkimi olduğu gibi, şehâdet mertebesinde de, kendi taayyünü ile bu isimlerin taayyünlerine imâm ve hâkim ve bu taayyün etmiş görünme yerleri de, o nebînin ümmeti olur.

Ve ön bilgide de beyân edildiği üzere, Mûsâ (a.s.)’ın isimlerin toplanmışlığına nisbeti, (S.a.v.) Efendimiz'in toplanmışlığına yakındır. Bu hüküm şân sâhibi nebîler haklarında böyle olduğu gibi,sûrî sultanlar hakkında da böyledir. Çünkü pâdişâh "Müdebbir" küllî isminin görünme yeri olup o ismin kapsamı altında olan isimlerin görünme yeri olması ve ona tâbi' olan idâresi altındaki fertlerinde, o küllî ismin kapsamı altında bulunan cüz'î isimlerin görünme yeri bulunması i'tibârı ile Mûsâ (a.s.)’a karşılık verdi. Ve Firavun'un emrinde olan ve yardımcıları olan celâlî ve kahırsal görünme yerleri arazlar âlemi olan şehâdet âleminde zâhir olduğu halde, Mûsâ (a.s.)’ın tâbi'leri bulunan cemâlî ve lütufsal görünme yerleri, şehâdet âleminde henüz yetişkin erkek olmaklıkla taayyün etmiş olmadığından, arazlara âit kuvvette Firavun tarafı gâlip idi. Çünkü Lût Fass'ında görüldüğü şekilde, Hakk'ın fiilleri görünme yerleri dolayısıyla gerçekleşir. Ve görünme yerlerinin kuvvet ve şiddeti dolayısıyla Hakk'ın fiili de kuvvetli ve şiddetli olur. Böyle olunca Firavun'a karşı Mûsâ (a.s.)’ın bâtın olarak ve zâhir olarak kuvvetli olması lâzım idi. Onun bâtın olarak kuvvet kazanması bu idi ki;

“Mûsevî rûhun kapsamı altında bulunup mûsevî rûh âleminden ayrılarak rûh mertebelerinin sonuncusu olan insânî rûh mertebesine ulaşan ve ilâhî sûret üzere bulunan insan sûretinde açığa çıkan ve insan mertebesine gelinceye kadar ma’den, bitki ve hayvan mertebelerini kat' ederek vücûd mertebelerinde epey kemâlât kazanan Benî İsrâîl çocuklarının rûhlarının, kendilerinde potansiyel olarak mevcût olan aslî fıtrât ve ezelî temizlik ile insan sûretinde açığa çıktıktan sonra, nefsî ârızalar ile kirlenmeksizin, Firavun'un öldürmesi sebebiyle kendi asılları olan mûsevî rûh âlemine geri dönmeleridir.”

Ve eğer bu çocukların rûhları mertebeleri kat' etmekle şehâdet âlemine inip daha sonra geri dönmemiş olsalardı, mûsevî rûhun kapsamı altında olmakla berâber Mûsâ rûhuna bâtınî yardımları kuvvetli olmazdı. Çünkü rûhlarının inmesinden önce sonra oluşan epey kemâlât, indikten sonra kendilerinde mevcût değildi.

Mûsâ (a.s.)’ın zâhiren kuvvetli olması da, öldürülen çocukların rûhlarının bu anlatılan yardımı dolayısıyla Mûsâ (a.s.)da asâ ve parlak el gibi, birçok kuvvetli mu'cizeler çıkması ve onun rûhunun kapsamı altında bulunup şehâdet âleminde de ona tâbi' bulunan görünme yerlerinin çokluğu sûretiyle oldu. Çünkü yukarıda anlatıldığı üzere, onun ümmeti birçok resûlün ümmetinden çok idi. Bu bilgilerden sonra mübârek metnin îzâhına başlayalım.

Bilindiği üzere müneccimler ve kâhinler Firavun'a, falan za­manda Beni İsrâîl'den bir çocuk doğacak, senin saltanatının yok olması onun eliyle olacaktır, diye haber vermişlerdi. Ayrıntıları mübârek tefsirlerde ve nebîleri anlatan tarih kitaplarında yazılıdır. Firavun, bu haberden dertlenmiş o yılda doğan Beni İsrâil çocuklarının öldürülmesini emretmiş idi. Öldürülen Beni İsrâil çocuklarının sayısının yetmiş bin olduğu rivâyet edilir. Gerçi bu kadar çocuğun hepsi Mûsâ olamazdı. Tabi'ki içlerinden biri­si Mûsâ idi. Fakat hepsi, Mûsâ'dır, diye öldürüldü. Her ne kadar bu yetmiş bin çocuktan hangisinin Mûsâ olduğu Fir'avun tarafından bilinmemekte ise de hakîkatte ya’nî ilâhî hazrette, bilmemezlik yoktur. Çünkü yukarıda îzâh edildiği üzere öldürülen çocuklar Mûsâ'nın ayrıntılanmış sûretleridir. Bundan dolayı her bir çocuğun öldürülmesinde "Bu Mûsâ'dır" diye Firavun ve onun hâin yardımcıları tarafından hükmedilmesi, görünüşte eğri ve hakîkatte doğru idi.

İşte Mûsâ (a.s.)’ın yüzünden öldürülen çocukların öldürülmesinin hikmeti onlardan her birinin hayâtının cenâb-ı Mûsâ'ya yardım için mûsevi rûh âlemine geri dönmesi içindir. Ve mûsevî rûh âlemine geri dönen hayât, nefsânî ârızalar ile kirlenmemiş ve beşerî sıfatlar ile karışmamış olup aslî fıtratı üzere zâhir olan hayâttır. Nitekim, hadis-i şerîfte o hakîkate işâret buyurulur: "İslâmî fıtrat üzere doğmayan hiçbir çocuk yoktur. Bu İslâmî fıtrattan sonra ebeveyni onu Yahûdi, Nasrânî ve Mecûsi yaparlar."

Mûsâ (a.s.), Mûsâ olmak üzere öldürülen çocukların sâfî hayâtının toplamı oldu. Bundan dolayı öldürülen her bir çocuğun rûhunun isti'dâdına tahsîs olunan kemâlâttan hazırlanmış olan her bir şey cenâb-ı Mûsa'da mevcût idi. Çünkü öldürülen çocuklardan her birisinin görünme yeri olduğu ilâhî ismin sûreti ilâhî ilimde sâbit oldu. Onların hakîkatleri olan bu isimlerin kemâlâtı var edilmişler âleminde zamân içerisinde açığa çıkacaktı. Fakat her biri çocuk iken öldürülmekle, yetişkin erkekliğe ulaşmak sûretiyle yapılmış isti'dâdları açılmadı. Bu isti'dâdları açılmayınca, yapılmamış isti’dâdlarının hükümleri de açılamadı. Yapılmamış isti'dâdlarının hükümleri de yansıyacak bir vücûd aynası bulamadı; o kemâlât potansiyel olarak kaldı. Öldürüldükten sonra mûsevî rûh âlemine geri dönmekle o kemâlâtın tamâmı cenâb-ı Mûsâ'da açığa çıktı.

Bu bahiste kurban sırrı açığa çıktı. Çünkü hayvânî rûh kurban sâhibinin rûhî âlemini takviye ettiğinden, kurbanın vâcib oluşu hem insânî rûh âlemine dönmekle yükselen kurban için ve hem de rûhu kuvvetlenecek olan kurban sâhibi için faydalı bir emir olur. (A.Avni Konuk)

Soru: Hak Teâlâ hazretlerinin kudretinde âcizlik düşünülemez. Bu kadar günâhsız çocuğun öldürülmesine gerek kalmaksızın, Nemrûd ve diğerleri gibi kendisine karşı gelenlere karşı diğer nebîlere verdiği karşı koyma kudreti gibi, Mûsâ (a.s.)’a da Firavun'a karşı, direnme kudreti ihsân edebilirdi. Onu bu acâîp tarzda takviye etmesindeki hikmet nedir?

Cevap: Bu mes'ele ezelî isti'dâda bağlanır. Çünkü Hak Teâlâ hazretlerine, ilâhî ilminde sâbit olan ayn’lar, isti'dâd lisânı ile talep ettikleri halleri verirler. Ve bir şeye isti'dâdının gerektirdiği şeyin dışında bir şey vermek hikmete aykırıdır. Hak Teâlâ ise Hakîm'dir. Bundan dolayı mahal dolayısıyla tecellî eder. Benî İsrâîl çocuklarının sâbit ayn’ları, mutlak feyz vericiden isti'dâd lisânı ile, öldürülerek mûsevî rûh âlemine geri dönmeyi ve ona o şekilde yardımı talep ettikleri gibi, Mûsâ (a.s.)’ın yüce isti'dâdı da bu hâli gerektirmiş idi. Ve Firavun ile yardımcılarının yapılmamış isti'dâdları da üzerlerine bu tecellîyi çekti. Yoksa bu acâip tarzın olmasına gerek kalmaksızın da Hak Teâlâ cenâb-ı Mûsâ'ya kuvvet ihsân edebilirdi.

İşte bu Benî İsrâîl çocuklarının Mûsâ (a.s.) yüzünden öldürülmesi ve onların hayatlarının topluca mûsevî rûh âlemine geri dönmesi sûretiyle yardım etmeleri, Mûsâ (a.s.)’a ilâhî bir tahsîstir. Çünkü ondan önce bu hal, hiçbir nebî için olmamıştır. Ve ''ulvîyye hikmeti" sâhibi olan Mûsâ (a.s.)’ın hikmetleri çoktur. Ve ben inşâallâhû Teâla bu hikmetlerden ilâhî emir ile hâtırıma aktarılanlarını bu mübârek fassta beyân edeceğim. İşte Benî İsrâil çocuklarının Mûsâ (a.s.) yüzünden öldürülmüş olmalarının hikmeti, sâlih rü’yâda Muhammedî sûretin ağzından söylenmiş olarak alınıp bu fassta beyân edeceğim hikmetlerin ilkidir.

Şimdi Mûsâ (a.s.) faâl kuvvetleri toplamakla, ancak bu kalabalık rûhların tamâmı olduğu halde doğdu. Çünkü küçük büyükte te’sirlidir. Sen çocuğu görmez misin? Özellikle büyükte tasarruf eder. Bundan dolayı büyük kendi düzeyinden ona inip onunla oyun oynar ve ona çocukça söyler ve ona onun aklıyla gözükür. Böyle olunca o, onun itâati altındadır. Oysa o, vâkıf değildir. Ondan sonra onu kendi terbiyesine ve himâyesine ve işlerinin görülmesine ve güvenliğine meşgûl kılar, tâ ki gönlü darlanmasın. İşte bunun hepsi küçüğün büyükte olan fiilindendir ve bu makâmın kuvvetinden dolayıdır. Çünkü çocuğun Rabb'ine zamanı yenidir, çünkü yeni olmuştur. Oysa büyük daha uzaktır. Şimdi Allah Teâlâ'ya yakın olan kimse, Allah Teâlâ'dan uzak olan kimseyi teshîr eder ya’nî itâat ettirir. Nitekim pâdişâha yakın olan seçkin kişiler, ona yakınlıklarından dolayı uzak olanları itâat ettirirler. Resûlullah (s.a.v.) yağışı esnâsında kendisini yağmura çıkartırdı ve onun isâbet etmesi için başını açardı ve "Onun Rabb'ine olan zamânı yenidir" buyurur idi. Şimdi bu Nebî’nin bu Allâh’a olan ma’rifetine bak ki, onu ne şey en üstün ve yüce ve apaçık gösterdi! Şu halde yağmur, Rabb'ine yakınlığı olduğu için, beşerin en fazîletlisini teshîr eyledi. Bundan dolayı vahiy ile inen resûl gibi idi. Böyle olunca yağmur onu hâl ile bizâtihi da'vet etti. Rabb'inden ona getirdiği şeyin ona isâbet etmesi için, kendini yağmura çıkarırdı. Şimdi ondan ona isâbet eden şey sebebiyle onun için ilâhî fayda oluşmasaydı, kendini ona çıkarmazdı. Bu risâlet, suyun risâletidir ki, Allah Teâlâ diri olan her şeyi ondan hálk etti. İyi anla! (2).

Ya’nî Mûsâ (a.s.) kendisine faâl kuvvetler mesâbesinde bulunan öldürülen çocukların rûhlarını toplamakla, bu kalabalık rûhların tamâmı olduğu halde doğdu. Çünkü çocuk büyükte tasarruf etmek sûretiyle te’sirlidir. Sen çocuğun küçük oluşu gereği ile büyükte fâil ve tasarruf edici olduğunu görmez misin? İşte çocuğun mertebesine inip onunla oynaşır ve onun "su" diyeceği yerde "buva" ve "yemek" diyeceği yerde "mama" ve "sıcak" diyeceği yerde de "cıs" der. "İyi"ye "cici" ve "fenâ"ya "kaka" sözleriyle çocukça söyler ve ona çocuğun aklı derecesinde görünür. İşte “İnsanlara onların akılları üzere söz söyleyin” buyrulması da bu hakîkate dayanmaktadır. Böyle olunca büyük küçüğün itâati altındadır. Hakîkat böyle iken büyük, çocuğun itâati altında olduğuna vâkıf değildir, ya’nî bundan gâfildir. Çocuk büyüğü kendi mertebesine indirdikten sonra, o büyüğü kendi terbiyesine ve himâyesine ve işlerinin görülmesine ve gönlünün darlaşmaması için kendisinin güvenliği ile meşgûl etmek sûretiyle de itâat ettirir.

İşte bu bahsedilen hallerin hepsi, küçüğün büyükte olan te'sîrinden ve bu tasarruf küçüklük makâmının kuvvetinden dolayıdır. Çünkü çocuğun Rabb'ine ulaşma zamânı yenidir ve o yeni vücût bulmuştur. O Rabb'ine yakın zamandır. Böyle olunca Allah Teâlâ'ya en yakın olan Allah Teâlâ'dan en uzak olanı itâat ettirir. Bunun bu âlemde örneği gözükmektedir. Sûrî sultanların yakınında olan seçkinler, o pâdişâha olan yakınlıklarından dolayı pâdişâhın daha uzak olan idaresindekileri itâat ettirirler.

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz yağmur yağarken mübârek vücûdlarını yağmura tutarlar ve yağmurun isâbet etmesi için, mûbârek başlarını açarlar ve sebebi kendilerinden sorulduğunda: "Rabb'ine olan zamanı yenidir" buyururlar idi. Sen bu nebîlerin Sonuncusu (s.a.v.)’in şu Allah’a ma'rifetine bak ki, o ma'rifet ne kadar üstün ve ne yüce ve ne kadar âşikârdır!

Yağmur, Rabb'ine zaman olarak yakın bir zamanda ulaşmış olduğu için, beşerin en fazîletlisi olan (S.a.v.)’i teshîr eyledi. Bundan dolayı yağmur cenâb-ı Peygamber'e vahiy ile gelen resûl, ya'nî Cibrîl (a.s.) gibi idi. Meleğin vahiy lisânı ile da’veti gibi, yağmur da cenâb-ı Peygamber'i hâl lisânı ile bizâtihî da'vet etti. Çünkü kâmiller, zâhir duyular ile idrâk ettikleri şeyin hepsinde, kendilerine ilâhî hazretten, algılanabilir sûretlere inmiş olan ma'nâları bulurlar. Özellikle "yağmur" ilâhî hazretten inmiş olan "ilm"in sûretidir.

Ve yağmura "kendini çıkarması" kâmil rûhun kendi üzerine verilen feyzin alınması ve "başın açılması" da hakîkatlerin ve ilimlerin açığa çıkmasında mânilerin kaldırılmasına ve küllî ve cüz'î ma’nâların açığa çıkış yerinin beyin olduğuna işârettir. Nasıl ki vicdânî şeylerin oluşma mahalli "kalb"dir.

Şimdi Rabb'inden cenâb-ı Peygamber'e getirdiği ilâhî hayâtın ve ilmin ve feyzin kendilerine isâbet etmesi için mübârek vücûdlarını yağmura çıkartırlar idi. Bundan dolayı yağmurdan (S.a.v.) Efendimiz'e isâbet eden ilâhi feyz sebebiyle, o yağmurdan kendileri için ilâhî fayda oluşmasaydı, mübârek vücûdlarını yağmura çıkarmaz idi.

Yağmurun bu risâleti suyun risâletidir ki, Allah Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de:

ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy” ya’nî “Ve her canlı şeyi sudan hálk ettik” (Enbiyâ, 21/30)

âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere hayât sâhibi olan her şeyi sudan halk etti.Bu hikmeti iyi anla!

Ve onun tâbût ya’nî sandık içine konulmasının ve denize salınmasının hikmetine gelince: "Tâbût ya’nî sandık" onun cisimsel insanlık tarafıdır. Ve "deniz" bu cisim vâsıtasıyla düşünsel bakış açısı kuvvetinin ve somut ve soyut duyuların verdiği şeyden (ki onlardan ve onların benzerinden bir şey, bu insânî nefs ya’nî insanın kendi varlığı için, ancak bu madde beden sebebiyle oluşur) onun için ilimden hâsıl olan şeydir. Şimdi ne zamanki nefs bu cisimde oluştu ve onda tasarruf ile ve onu idâre ile me'mûr oldu; Allah Teâlâ bu kuvvetleri onun için âletler olarak kıldı. Kendisinde sekînet olan bu tâbûtun idâresinde, ondan Allah Teâlâ'nın amaçladığı şeye onunla ulaşır. Bundan dolayı bu kuvvetler ile ilmin türleri üzerine yükselmesi için onunla denize atıldı. Böyle olunca ona bununla bildirdi ki, her ne kadar onu kullanıcı olan rûh, onun için idâre edici ise de, onu ancak onunla idâre eder. İşâret babında ve hikmetlerde, "tâbût" olarak ta'bîr edilen bu "nâsût ya’nî cismânî insanlık"ta mevcût olan bu kuvvetleri ona birlikte bulunan kıldı. Hak Teâlâ'nın âlemi idâresi de böyledir. Onu ancak onunla, yâhut onun sûreti ile idâre etti. Şimdi çocuğun babanın vücût vermesine ve sonuçların kendi sebeplerine ve şarta bağlanmışların kendi şartlarına ve illete bağlanmışların kendi kendi illetlerine, delîle bağlanmışların, kendi delillerine ve tahkîk edilmişlerin kendi hakîkatlerine bağlı oluşları gibi; onu ancak onunla idâre etti. Ve bunun hepsi âlemdendir. O da Hakk'ın onda idâresidir. Bundan dolayı onu, ancak onunla idâre etti (3)

Hz. Mûsâ'nın annesi tarafından bir sandık içine konularak denize atılmasındaki hikmete gelince: "Sandık" Mûsâ (a.s.)’ın cisminden ibâret olan "nâsût-insanlık"tır. "Deniz" de bu cisim vâsıta-sıyla cenâb-ı Mûsâ’ya gelmiş olan ilmin sûretidir. Çünkü "ilim" dediğimiz şey, fikirsel bakış kuvvetinin ve zâhirî ve bâtınî duyuların verdiği bir şeydir. Ve bu kuvvetler de ancak bu madde bedenin vûcûdu sebebiyle hâsıl olur. Farz edelim bu kesîf cisim olmasa işitme duyusu, görme duyusu, koklama duyusu, tadma duyusu ve dokunma duyusu dediğimiz kuvvetler zâhir olmaz idi. İşte, meselâ bir şeyin acı veyâ tatlı olduğunu bilmemiz için bu kuvvetlerden tad almayı kullanırız. Bu tadma duyusu sâyesinde bize bir ilim hâsıl olur. Diğer kuvvetler de buna kıyaslanabilir.

Şimdi Yûsuf Fassı'nda da îzâh edildiği üzere(s.a.v.) Efendimiz “İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar" ve "Dünyâ uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir" hadis-i şerîflerinde "dünyâ"yı hayâl âlemine katarlar. Ve hayâl âleminden ibâret olan rü'yâda görülen sûretler, nasıl uygun ma'nâlarına geçmek sûretiyle ta'bîre muhtaç olurlarsa, hakîkat ehli indinde de, aynı şekilde hayâl âleminden ibâret bulunan bu dünyâda görülen sûretler de, uygun ma'nâsına geçmekle öylece ta'bîre muhtaç görülür. Mûsâ (a.s.)’ın sandık içine konulması ve denize atılması da, bu âlemin sûretlerinden bir sûret idi. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimiz burada bu sûretleri ta'bîr ve hikmetlerini beyân buyururlar.

Şimdi insan nefs, ya’nî insanın zâti mevcûdiyeti, bu kesîf maddesel bedende oluşunca ve bu bedende tasarrufa ve onu idâreye me'mûr olunca, Allah Teâlâ bu zâhirî ve bâtınî kuvvetleri insânî nefs için âletler olmak üzere halk buyurdu. Ve insânî nefs Allah Teâlâ'nın amaçladığı şeylere bu kuvvetler vâsıtasıyla ulaşır. Ve Allah Teâlâ'nın amaçladığı şeyler, Hakk'ın ve halkın vücû-dunu ve aralarındaki irtibâtı bilmek ve eşyâyı hakîkati yönüyle görmek ve idrâk etmektir. Çünkü eşyânın hálk edilmesinden ve âlem ve Âdem'den kasıt ilâhî bilgidir. Nitekim hadîs-i kudsîde "Ben bir gizli hazîne idim, bilinmeme muhabbet ettim, halkı bilinmem için hálk ettim" buyu-rulur. Bu ilâhî bilgi Âdem için kemâlin aynıdır. Ve bu kemâl insânî nefste ancak bu zâhirî ve bâtınî kuvvetler sâyesinde oluşur. Ve insânî nefs ilâhî amaç olan bu ilâhî bilgiye, ancak bu kuvvetler ile ulaşır. Ve bu beden sandığının nefis tarafından idâresinde Rab için sekînet vardır.

"Sekînet"in hem "sükûn"dan ve hem de "mesken"den türemiş olması mümkündür. Çünkü eşyânın hálk edilişinden kasıt, mutlak zâtta bulunup, potansiyel olan sonsuz isimlerin ve sıfatların fiilen açığa çıkması ve çıkarılmasından ibârettir. Ve açığa çıkma çıkarılmada kemâl oluşmadıkça, küllî açığa çıkmaya olan üst irâdede sükûn hâsıl olmaz. Bundan dolayı insan-ı kâmil olan nebîler (aleyhimüs's-selâm) ve onların vârislerinin cisimlerinin, nefisleri tarafından idâresinde, onların Rab'leri olan "Allah" toplayıcı ismi için sükûn hâsıl olur. Çünkü mutlak vücûdun kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli onların vücûdu ile husûle gelmiştir. Ve "mesken"den türemiş olduğunda, insan-ı kâmilin cisminde olan "kalb"e işâret buyrulur. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur: “Ben yerime ve göğüme sığmadım; fakat sakınıcı ve pâk olan mü’min kulumun kalbine sığdım” Ve insan-ı kâmilin kalbinin şerhi ve îzâhı Şuayb Fassı'nda geçti.

İşte Mûsâ (a.s.) bu zâhir ve bâtın kuvvetleri ile ilim türlerinin üzerine yükselmesi için, "sandık" mesâbesinde olan cismi ile "ilim" mesâbesinde olan "deniz"e salındı. Ya’nî cenâb-ı Mûsâ'nın sandık ile denize salınmasının sûreti, rûhunun cismine konulup sandık mesâbesinde olan cisminin de ilimler denizine atılmasının sûretidir.

Böyle olunca, Allah Teâlâ, sandık ile denize atılması ile cenâb-ı Mûsâ'ya şunu bildirdi ki: Her ne kadar onu kullanıcı olan rûh, cismin idârecisi ise de, cismi yine cisim ile idâre eder. Çünkü zâhir ve bâtın kuvvetler cisimdendir. Cisim olmasa bu kuvvetlerin gözükmesi ihtimâli yoktur. Oysa cismin idârecisi, sâhibi mâhiyetinde olan rûhtur. Fakat idâresinin ederleri gözükmez. Bundan dolayı etken olan rûh, edilgen olan cismi, ancak cisim vâsıtasıyla idâre edebilir. Bundan dolayı Allah Teâlâ hazretleri işâret bâbında ve hikmetlerde "tâbût" ta'bîr edilen bu nâsûtta, ya'nî cisimde, mevcût olan bu zâhirî ve bâtınî kuvvetleri o cisme, birlikte bulunan kıldı. İşte Hak Teâlâ'nın âlemi idâre buyurması da bunun gibidir. Ya'nî rûh nasıl insânî cismin kayyûmu olup onu cisimden olan zâhirî ve bâtınî kuvvetler ile idâre ederse, âlemin Kayyûm’u olan Hak Teâlâ da âlemin cismini, âlemden olan şeylerle ve sûretler ile idâre eder.

Nitekim evlâdın vücûdunun, babanın vücûd vermesine ve sonuçların kendi sebeplerine ve şarta bağlanmışların kendi şartlarına ve illete bağlanmışların kendi illetlerine, delîle bağlanmışların, kendi delillerine ve tahkîk edilmişlerin kendi hakîkatlerine bağlı oluşları gibi; onu ancak onunla idâre etti. Ve âlemin işleri bu kâide çerçevesinde idâre edilmektedir. Bundan dolayı Hak Teâlâ âlemi ancak âlem ile, ya’nî âlemden olan şeyler ile idâre buyurur. İşte bu idâre âlemde Hakk'ın idâresidir. Ve âlemi ancak yine âlem vâsıtasıyla idâre eder. Bu hakîkatten gâfil olan perde ehli, âlemin yine âlem ile idâre edildiğine bakıp âlemi vücûda getirenin, âlemi vücûda getirdikten sonra, âlemin işlerini koyduğu kânûn dâiresine terk ederek, tasarruf etmediğini zannederler. Ne kadar büyük bir cehâlet!

Ve bizim “ev bisûretihi” ya’nî “yâhut onun sûreti ile” sözümüze gelince, âlemin sûretini kastederim; onunla da güzel isimleri ve çok yüce sıfatları kastederim ki, Hak onlar ile isimlenmiş ve onlar ile vasıflanmıştır. Şimdi Hak Teâlâ’nın isimlenmiş olduğu bir isim bize ulaşmış ise muhakkak biz, o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde gördük. Bundan dolayı âlemi, ancak yukarıda belirtildiği gibi, âlemin sûreti ile idâre eder. İşte bunun için zât ve sıfat ve fiiller olan ilâhî hazretin niteliklerini toplamış bir enmûzec ya’nî numûne olan Âdem’in hálk edilişi hakkında “İnnallâhe halaka âdeme a’lâ sûretihi” ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzere hálk etti" buyurdu. Oysa onun sûreti ilâhî hazretten gayrı değildir. Bundan dolayı insan-ı kâmil­den ibâret olan bu mübârek numûnede, bütün ilâhî isimleri ve fasıllanmış büyük âlemde kendisinden hâriç olan hakîkatleri vücûda getirdi; ve onu âlemin rûhu yaptı. Bundan dolayı sûretinin kemâlinden dolayı ona ulvîleri ve süflîleri itâat ettirdi. Nitekim âlemden Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yoktur. Aynı şekilde âlemden insana itâat etmeyen bir şey yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu verir. Böyle olunca “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” (Câsiye, 45/13) ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini size itâatkâr kıldı" buyurdu. Bundan dolayı âlemde olan şeylerin hepsi insanın itâati altındadır. Onu bilen kimse âlim oldu; o da insan-ı kâmildir. Ve onu bilmeyen kimse câhil oldu; o da hayvânî insândır (4).

Ya'nî bundan önceki metinde yer alan “Onu ancak onunla, yâhut onun sûreti ile idâre etti” ibâresinde geçen “yâhut onun sûreti ile” sözümüze gelince, "sûret"ten kastım "âlemin sûreti"dir. Şu halde bu ibârenin ma'nâsı: "Aynı şekilde Hakk'ın âlemi idâre buyurması, ancak âlem ile yâhut âlemin sûreti iledir" demek olur. Nitekim yukarıda metnin şerhinde îzâh edildi. Bundan dolayı "âlemin sûretiyle" sözüyle benim kastım, Hakk'ın isimlenmiş olduğu ve vasıflanmış bulunduğu güzel isimler ve çok yüce sıfatlardır. Âdem Fassı'nda ve diğer fasslarda îzâh edildiği üzere, âlem ve âlemin sûretleri mutlak Zât’ın isimlerinin ve sıfatlarının görünme yerlerinden ve bu görünme yerlerinin kesîf vücûtları da Hakk'ın latîfin en latîfi olan zâtının mertebe mertebe tenezzülünden ve kesîfleşmesinden başka bir şey değildir. Şu halde âlem ve âlemin sûretleri, ilâhî ilimde sâbit ve muhakkak olan güzel isimlerin ve çok yüce sıfatların sûretlerinden ibâret olur.

Ve ilâhî ilime sâbit olan isimlere âit sûretler ile âlemin sûretleri arasında latîflik ve kesîflik nispetlerinden başka bir irtibât yoktur. Bu görünme yerleri o isimlere âit sûretlerin gölgeleridir. Böyle olunca Hakk'ın isimlerinden hangi bir isim bize ulaşmış ise biz o ismin ma'nâsını ve rûhunu mutlaka bu âlemde buluruz.

Örneğin Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şerîflerde bütünselliği i'tibâriyle bize doksan dokuz ilâhî isim ulaştı. Bunlardan "Mürîd" ismini alalım. Bu ismin ma'nâsı ve rûhu kendisinin menşei olan "İrâde" sıfatıdır. Çünkü bu bir sıfattır ki Hayat, İlim ve Kudret gibi diğer sıfatlara benzemez. Onlardan ayrı bir sıfattır. Menşe'de ayrılık olunca tabi'ki onlardan çıkan isimler arasında da ayrılık sâbit olur. İşte âlemde Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan irâde sıfatının hükümrân olduğunu biz zevkan ya’nî bizzât hakîkatini yaşayarak ve vicdânen buluruz. Çünkü görürüz ki, biz insanlar âlem sûretlerinden birer sûretiz ve her birerlerimizin sûreti isimlere âit sûretlerin görünme yerlerinden başka bir şey değildir.

Ve bizde, bize ulaşmış olan Hakk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan "irâde" sıfatı mevcûttur. Bundan dolayı kendi nefsimizde zevkan ve vicdânen Hâkk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan İrâde sıfatını buluruz. Ve diğer taraftan bizde mevcût olan irâde ve kudret ve ilim gibi sıfatlarla toplar, tüfekler ve uçaklar yapar ve yüksek binâlar inşâ ederiz ve âlemde birçok şeyler vücûda getiririz. Bu ise Hakk'ın âlemi, âlemin sûreti ile idâre buyurmasından başka bir şey değildir.

İşte Hak, âlemi yine âlem ile idâre buyurduğu için, (s.a.v.) Efendimiz Âdem hakkında “İnnallâhe halaka âdeme a’lâ sûretihi” yâ'nî "Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzere hálk etti" buyurdu. Çünkü ilâhî hazret Zât ve sıfat ve fiillerin tamâmını toplamış olan bir hazrettir. Ve Âdem ise ilâhî hazretin bütün niteliklerini toplamış olan bir numûnedir.

Metn-i şerîf, ba'zı nüshalarda “hüve bernâmec” ve ba'zılarında “hüve enmûzec” şeklindedir. "Bernâmec", Farsça "bernâme" kelimesinden Arapçaya geçmiştir. “Bernâme“ kitâbın önsözü ma'nâsına gelir. Bu kitâbın önsözü o kitâbın içinde olan bütün fikirlerin ve ma’nâların özetidir. Ve âlem ilâhî sûret üzere mahlûktur. Ve Âdem ise, âlemin içinde barındırdığı bütün ma’nâları toplamış bir öz olduğundan âlem kitâbının "bernâmesi-önsözü"dür. Ve "enmûzec" dahi Farsça "numûne" kelimesinden Arapçaya geçmiştir. Ve numûne mensûp olduğu tümün bütün vasıflarını toplamış bir parçadır. Bundan dolayı "bernâmec" ile "enmûzec" kelimeleri­nin her ikisi de kastedilen ma'nâyı ilhâm eder.

İşte Âdem ilâhî hazretin bir "numûne"si olduğundan, onun sûreti ilâhî hazret sûretinin gayrı değildir. Çünkü Âdem’in vücûdu, Zât ve sıfat ve fiillerin hepsini toplamıştır. Demek ki Hak Teâlâ, insan-ı kâmilden ibâret olan bu mübârek numûnede, bütün ilâhî isimleri ve göklerin ve yerin tamâmından ibâret olan fasıllanmış büyük âlemde olup bu mübârek numûnenin vücûdunun dışında kalan sûretlerin hakîkatlerini vücûda getirdi ve o insan-ı kâmili, âlemin rûhu ve özü kıldı.

Ve insan-ı kâmil âlemin rûhu olduğu ve onun sûretinde bahsedilen kemâlât bulunduğu için, Hak Teâlâ ona, gökler ve ulvî rûhlar gibi ulvî âlemleri ve yer ve süflî rûhlar gibi süflî âlemleri itâat ettirdi.

Ve nasıl ki âlemin parçalarından Hakk'ı hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yok ise, aynı şekilde âlemde insan-ı kâmilin itâati altında bulunmayan hiçbir şey yoktur. Çünkü insan-ı kâmilin hakîkati olan "Allah" ism-i şerîfinin gereği bu ismin tasarrufu altında bulunan bütün âlem parçalarının onun itâati altında bulunmasını îcâb eyler.

Ve her bir şeyin Hakk'ı hamd ile tesbîh etmesi hakkındaki îzâhlar Muhammed Fassı’nın sonlarında gelecektir. İşte bu hakîkate dayalı olarak, Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de:

Ve sahhare mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” (Câsiye, 45/13) ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini size itâatkâr kıldı"

buyurdu. Şu halde ulvî olsun, süflî olsun, âlemde olan şeylerin hepsi, insanın itâati altındadır. Fakat bunun böyle olduğunu ancak insan-ı kâmil bilir. Hayvânî insan ise ne kendinden ve ne de çevresinden haberdârdır. Fikirsel bakış açısının îcâd ettiği bir şey olan felsefe, insanı hayvâniyyetten kurtaramaz.

Bunların fikirleri ve fiilleri Âdem ile İdrîs Fassı'nda biraz îzâh edilmiş idi.

Şimdi Mûsâ'nın tâbût içinde denize bırakılması görünüşte, helâk sûreti idi. Zâhirde ve bâtında onun için öldürülmekten kurtuluş oldu. Bundan dolayı nefislerin, ilim ile cehâlet ölülüğünden dirilişi gibi diri oldu. Nitekim, Hak Teâlâ buyurdu: “E ve men kâne meyten” (En'âm, 6/ 122) "O kimse ölü idi', ya'nî (cehâlet ile): “fe ahyeynâhu” ya’nî "Biz onu dirilttik", ya'nî (ilim ile); “ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi” ya’nî “Ve biz ona bir nûr kıldık ki insanlar içinde onunla yürür” (o da hidâyettir): “ke men meseluhu fîz zulumâti” ya’nî "Acabâ karanlıklarda olan kimseye benzer mi?" (o da dalâlettir): “leyse bi hâricin minhâ” ya’nî "Ondan dışarı çıkamaz" ya'nî (ebeden doğru yolu bulamaz). Çünkü işin kendi nefsinde bir sonu yoktur ki orada durabilsin. Böyle olunca hüdâ insanın hayrete hidâyet olmasıdır. Şu halde anlaşılmış olur ki, muhakkak iş, "hayret"tir. Ve hayret, kıpırtı ve harekettir ve hareket de hayattır. Bundan dolayı, sükûn yoktur; şu halde ölüm yoktur ve varlıktır, bundan dolayı mutlak yokluk yoktur. Ve suda dahi böyledir ki, yeryüzünün hayâtı onun sebebiyledir. Ve onun hareketi Hakk’ın “ehtezzet” ya’nî "İhtizâz eyledi-kımıldadı" (Hac, 22/5) sözüdür. Ve onun yüklenmesi Hakk'ın “ve rabet” (Hac, 22/5) ya'nî "Ziyâdeleşti-şişti" sözüdür. Ve onun doğurması Hakk'ın “ve enbetet min küllî zevcin behîc” (Hac, 22/5) ya’nî "Her bir güzel çiftten bitki çıkardı" sözüdür. O ancak kendisine benzeyeni, ya'nî kendi gibi tabîî olan şeyi doğurdu, demektir. Bundan dolayı yerden doğan ve ondan ortaya çıkan şeyle yeryüzü için ikilikten ibâret olan eşlilik oluştu. Ve aynı şekilde Hakk’ın vücûdu için dahi, neş'esiyle ilâhî isimlerin hakîkatlerini talep eden âlem cinsinden ondan ortaya çıkan şey sebebiyle çokluk; ve muhakkak o şöyledir ve böyledir, diye isimlerin sayılması sâbit oldu (5).

Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın sandık içinde olduğu halde annesi tarafından denize bırakılması görünüşte, helâk sûreti idi. Çünkü daha yeni doğmuş bir bebekti, bir sandık içine koyup denizin dalgaları arasına salmak, onun helâkine çalışmaktır. İşte bu denize bırakma helâk sûreti olmakla berâber zâhir ve bâtında cenâb-ı Mûsâ'nın öldürülmekten kurtuluşunun sûreti oldu. Beşer nefisleri, nasıl ki ilim ile cehâlet ölülüğünden dirilir ve kurtulursa, Mûsâ (a.s.) da öylece diri oldu. Çünkü ilim öğrenme görünüşte, nefsin rahatının bozulması sûretidir. Nefsin rahatının bozulması ise sıhhatin bozulması ve sıhhatin bozulması da helâki da’vet eder. Oysa bu görünen hâlin içyüzünde beşer nefisleri, zâhirde ve bâtında cehâlet ölülüğünden diri olur. Ve nefislerin ilim ile hayat bulduğu En'âm sûresinde olan şu âyet-i kerîmede beyân buyrulur. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) âyet-i kerîmeyi tefsîr ederek delîl getirirler:



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   77   78   79   80   81   82   83   84   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin