Soru: Hak Teâlâ hazretlerinin yukarıda bahsedilen mübârek sözü, nebîlerin Sonuncusu (s.a.v) Efendimize indirilmiş Kur'ân-ı Kerîm'in yüce bir âyetidir. Oysa Mûsâ ve Hızır (aleyhime's-selâm) zamânında Kur'ân-ı mecîd inmiş değil idi. Bundan dolayı Allah’a âlimlerden olan Hz. Hızır'ın Hak Teâlâ'nın bu sözü indinde durması ne şekilde olur ?
Cevap: Bu hüküm resûl ve risâletin gereğinden olup bütün resûller hakkında geneldir ve her bir resûle inmiş olan kitâpta bu ma'nâ bulunmaktadır. Bundan dolayı her bir nebînin ümmetine teblîğ ettiği, Hakk’ın sözüdür. Ve Arapça lisânı üzere hâtem-i enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz'e inmiş olan Kur'ân-ı Kerîm'de de bu ma'nâ, yukarıdaki Arapça sözler ile teblîğ buyurulmuştur. Şu halde Kur'ân-ı Kerîm'e hâs değildir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de bu hakîkat “Kul mâ küntü bid’an miner rusuli” ya’nî “Ben diğer resûllerden farklı bir şey çıkarmıyorum” (Ahkâf, 46/9) âyet-i kerîmesiyle beyân buyrulmuştur. İşte Mûsâ (a.s.)a teblîğ buyrulan Tevrât-ı şerîfte de aynı hüküm mevcût olduğu için, Hızır (a.s.) bu mübârek sözü indinde durdu.
Bundan dolayı Hz. Hızır resûle karşı edebin hakkını yerine getirmek için Mûsâ (a.s.)’dan çıkan emri kollamaya başladı. Ve Mûsâ (a.s.) ona "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma!" (Kehf, 18/76) buyurmuş idi. Bu söz ile Mûsâ (a.s.) cenâb-ı Hızır'ı kendi sohbetinden nehyetti. Ne zamanki Mûsâ (a.s.)’dan üçüncü soru gerçekleşti, cenâb-ı Hızır, Mûsâ (a.s.) gibi bir resûl-i zî-şânın nehyetmesine uyarak "İşte bu üçüncü soru, seninle benim aramda ayrılığa sebeptir" (Kehf, 18/78) dedi. Ve Mûsâ (a.s.) da cenâb-ı Hızır'a "Bu işi yapma!" demedi ve sohbetinin devâmını talep etmedi. Çünkü Mûsâ (a.s.) kendisinin taayyün etmiş olduğu yüce risâlet rütbesinin değerini bilir idi. Ve o öyle bir rütbe idi ki, kendisini Hızır'ın arkadaşı olmaktan nehyetmekle söyletti. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) Hz. Hızır'ın bu kelâmına karşı risâletin değerine ârif olduğu için sessiz kaldı ve aralarında ayrılık gerçekleşti.
Şimdi sen bu iki er kişinin ilimde kemâline ve ilâhî edebin hakkını yerine getirmesine dikkât et! Ve ona "Ben bir ilim üzereyim ki Allah Teâlâ onu bana öğretti ki, sen onu bilmezsin; ve sen bir ilim üzerinesin ki, Allah Teâlâ onu sana öğretti ki, ben onu bilmem" demesi yönüyle Mûsâ indinde i’tirâf ettiği şey hakkında sen Hızır'ın insâfına bak! Bundan dolayı bu söylem, onun mertebesinin yüceliğini bildiği ve bu mertebe Hızır için hâsıl olmadığı halde “Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhit bihî hubrâ” (Kehf, 18/68) ya'nî "Sen zevkî ilim ile ihâta etmediğin şeye nasıl sabredersin?" sözünde onunla onu yaraladığı şey, Hızır'dan Mûsâ'ya devâ oldu. Ve bu, hurma ağacının aşılanması hakkındaki hadîste ümmet-i Muhammedîyyeden zâhir oldu. Resûl (a.s.) ashâbına “eğer terkederseniz size zarar vermezdi” buyurdu. Ve şüphe yoktur ki, muhakkak bir şeye ilim, ona câhil olmaktan hayırlıdır. Ve işte bunun için Allah Teâlâ kendi nefsini “bi küllî şey’in alîm” ya’nî “her şeyi bilicidir” (Bakara, 2/29) sözüyle methetti. Şimdi muhakkak (S.a.v.) onların dünyâ işlerini kendisinden daha iyi bildiğini ashâbına i'tirâf eyledi. Çünkü kendisi için bunda tecrübe yoktur. Çünkü o zevkî ilim ve tecrübedir. Ve Resûl (a.s.) bunun ilmi ile meşgûl olmadı. Belki onun uğraşı en mühim içinde daha mühim idi. Şimdi ben seni çok büyük bir edebe vâkıf kıldım. Eğer nefsini onunla kullanırsan fayda görürsün ( 18).
Ya’nî gerek Mûsâ (a.s.)’ın ve gerek Hz. Hızır'ın ilimdeki kemâllerine ve ilâhî edebin hakkını yerine getirmelerine dikkât et!
Mûsâ (a.s.)’ın cenâb-ı Hızır ile olan ilişkisinde ortaya çıkan ilimdeki kemâli budur ki: Mûsâ (a.s.) kendisinin taayyün etmiş olduğu yüce risâlet rütbesinin değerini ve bu rütbenin Zâhir isminin hükümlerini gerektirip, Bâtın isminin görünme yeri olan cenâb-ı Hızır ile arkadaşlığının devâmına engel olduğunu bilir idi. Bundan dolayı Zâhir ismi hükümlerinin Bâtın ismi hükümlerine aykırılığı nedeniyle, ilâhî edebin hakkına riâyet ederek, cenâb-ı Hızır'ın sohbetini terk etti.
Ve Hz. Hızır'ın ilimdeki kemâli de budur ki: Cenâb-ı Hızır, resûl olan Mûsâ (a.s.)ın rütbesini ve risâletin değerini ve resûlün getirdiği şeyi alıp nehyettiği şeyden kaçınmak lâzım geldiğini bilirdi. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) ona "Eğer bundan sonra sana bir şeyden sorarsam bana arkadaş olma!" (Kehf, 18/76) dediği için, cenâb-ı Hızır sâdece bir resûl-i zî-şânın emrine uyarak, üçüncû sorudan sonra “hâzâ firâku beynî ve beynike” ya’nî “Bu, benimle senin aranda ayrılıktır” (Kehf, 18/78) deyip ondan ayrıldı. Ve resûllük edebinin hakkına riâyet etti. Ve cenâb-ı Hızır'ın insâfına dikkât et ki, kendisinde Mûsâ (a.s.)’ın bilmediği ve Mûsâ (a.s.)’da da kendisinin bilmediği ilmin mevcût olduğunu i'tirâf etti.
Şimdi, cenâb-ı Hızır'ın Mûsâ (a.s.)a karşı olan bu i'tirâfı konuşmaları sırasında "Sen zevkan ihâta etmediğin şeye nasıl sabredersin?" (Kehf, 18/68) demesine karşı bir özür dileme oldu. Çünkü cenâb-ı Hızır bu sözüyle Mûsâ (a.s.)’ı yaralamış idi. Bu i'tirâfı onun yarasına ilaç oldu.
Ve bu fazîletli oluş nispeti hurma ağacının aşılanması hakkındaki hadis-i şerîfte ümmet-i Muhammedîyyede zâhir oldu. Şöyle ki, (S.a.v.) Efendimiz bir sene ashâb-ı kirâmın hurma ağaçlarını aşılamakla meşgul olduklarını gördüğünde "Eğer terk ederseniz size zarar vermezdi" buyurdu. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm aşılamayı terk ettiler. O sene hurma az oldu. (S.a.v.) Efendimiz ashâb-ı kirâmına "Dünyânızın işlerini siz daha iyi bilirsiniz" buyurdu. İşte bu fazîletli oluş nispeti idi. Ve (S.a.v ) Efendimiz ashâb-ı kirâmına karşı bu fazîletli oluşu ve onların dünyâ işlerinde daha bilgili olduklarını i'tirâf eyledi. Oysa bir şeyi bilmenin ona câhîl olmaktan hayırlı olduğuna şüphe yoktur. Bunun için Allah Teâlâ hazretleri kendi nefsini “bi küllî şey’in alîm” (Bakara, 2/29) ya'nî "Her şeyi bilicidir" sözüyle methetti.
Ve ashâb-ı kirâmın dünyâ işlerinde risâlet-penâh Efendimiz'den daha bilgili olmaları, (S.a.v.) Efendimiz için dünyâ işlerinde tecrübe olmamasından idi. Ve dünyâ işlerinin ilminin zevk ya’nî bizzât yaşayarak ve tecrübe ile hâsıl olacağı açıktır. Oysa (S.a.v.) Efendimiz, cüz'i işler olan dünyevî işlere mübârek kalbi ile meşgûl olmadı. Belki onun uğraşı en mühim içinde daha mühim olan küllî işlere, ya'nî nebîlik ve resûllük ilmine idi. İşte ben sana bu nispî fazîlete dayalı olan insâf kâidesini izâh etmekle seni çok büyük bir edebe vâkıf kıldım. Eğer çevrenle olan ilişkilerinde nefsini bu edeb ile kullanacak olursan onunla fayda görürsün.
Ve onun “fe vehebe lî rabbî hükmen” ya’nî “Fakat Rabb’im, bana hüküm bahşetti” (Şuarâ, 26/21) sözü halîfeliği kasteder ve “cealenî minel murselîn” ya’nî “ve beni resûllerden kıldı” (Şuarâ, 26/21) resûllüğü kasteder. Şimdi her bir resûl halîfe değildir. Bundan dolayı halîfe kılıç ya’nî zâhiri kuvvet ve yetki ve hükmetme sâhibidir. Oysa resûl böyle değildir. Ancak, onun üzerine gönderildiği şeyin tebliğ edilmesi yeterlidir. Eğer onun üzerine savaşır ve onu kılıç ya’nî zâhiri kuvvet ile himâye ederse o, halîfe ve resûldür. Nitekim herbir nebî resûl değildir. Aynı şekilde her resûl halîfe değildir. Ya’nî ona mülk ve mülkte hükmetme verilmedi (19).
Mûsâ (a.s.) "Rabbim bana hüküm bahş eyledi" (Şuarâ, 26/21) sözüyle Cenâb-ı Hak'tan kendisine halîfelik ihsânını kasteder ve “Beni resûllerden kıldı” (Şuarâ, 26/21) sözüyle de kendisine resûllük verildiğini kasteder. Şimdi her "halife" resûl ise de, her "resûl" halife değildir. Çünkü "halife" kılıç sâhibidir ve azl ve hükmetme sâhibidir. Oysa resûl olan zât, ancak kendisine indirilmiş olan ilâhî hükümleri Allâh’ın kullarına teblîğ ile vardır. Eğer resûl olan zât, ilâhî hükümleri savaşarak kabûl ettirir ve kendisine tâbi' olan mü'minleri kılıç ile himâye ederse, hem halîfe hem de resûldür. Bu şekilde halîfelik, resûllük üzerine ilâve bir rütbe olmuş olur. Nitekim, her nebî resûl değildir. Çünkü nebî kendisinden önce gelen resûlün getirdiği hükümleri te'yîde ve teblîğ etmeye me'mûr olduğu halde resûl, önceki hükümlerden bağımsız hükümler ile gelen zâttır. İşte bunun gibi her resûl de halîfe değildir. Ya'nî resûl olan zâta mülk ve mülkte hükmetme verilmedi. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) “fe vehebe lî rabbî hükmen ve cealenî minel murselîn” ya’nî "Rabbim bana hüküm bahş eyledi ve beni resûllerden kıldı” (Şuarâ, 26/21) sözüyle resûllüğü ve "halîfeliği" topladığını açıkça buyurmuştur. Oysa bu rütbeler cenâb-ı Hızır'a verilmedi.
Ve Firavun’un ilâhî mâhiyyetten soru sormasının hikmetine gelince: Câhillikten dolayı değildir; belki imtihândan dolayı oldu. Tâ ki Rabb'inden resûllük da'vâsı ile berâber onun cevâbını görsün. Ve Firavun ilimde resûllerin rütbesini bilir idi, tâ ki onun cevâbı ile da'vâsının doğruluğuna ilişkin delîlleri görsün. Ve orada hâzır bulunanlar açısından çok yönlü soru ile sordu. Tâ ki o kendi nefsinde vâkıf olduğu şeye, onların şuûrunun olmayışı yönüyle, sorusundan onlara bunu anlatabilsin. Şimdi işin hakîkatini bilen âlimlerin cevâbıyla cevap verdi ve onların beklediği cevâbı vermediğini gösterdi. Şimdi onların anlayışlarının kusurlu oluşundan dolayı hâzır olanların indinde Firavun’un Mûsâ'dan daha âlim olduğu görüntüsü oluştu. Ve işte bunun için ne zamanki ona verdiği cevapta lâyık olan şeyi söyledi, oysa o görünüşte kendisinden sorulan şeye cevap değildir; ve muhakkak Firavun, Mûsâ (a.s)’ın bunun dışında bir şey ile cevap vermeyeceğini bildi. Bundan dolayı ashâbına dedi: "Size gönderilen resûlünüz elbette delidir" (Şuarâ, 26/27). Ya'nî benim kendisinden sorduğum şeyin ilmi ondan örtülüdür. Çünkü o şeyin bilinmesi aslâ düşünülemez (20).
Bilinsin ki, Firavun hükûmet hikmetine vâkıf zekî ve uyanık bir hükümdâr idi. Onun bu özelliği koca bir kavim üzerinde rabblık da'vâsı ile berâber senelerce despotça bir şekilde hükûmet işlerini yürütmeye muvaffak olmasıyla sâbittir. Bundan dolayı onun Mûsâ (a.s.)’a ilâhî mâhiyyeten soru sorması cehâletinden değil, belki Mûsâ (a.s.)ı imtihân etmek maksadıyla olmuş idi. Çünkü Firavun, Rabb'i tarafından resullük ile gönderildiğini iddiâ eden Mûsâ (a.s.)’ın nasıl cevap vereceğini görmek ve âlemde resûl olarak gönderilmişlerin rütbesini bilişi yönüyle, vereceği cevap ile Mûsâ (a.s.)’ın da'vâsının doğruluğuna ilişkin delîlleri görmek için, ilâhî mâhiyyetten soru sordu.
Ve bu sorusunu vezirlerinden ve filozoflarından birtakım kimselerin huzûrunda sordu. Ve Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunduğu üzere, onun sorusu “ve mâ rabbül âlemîn” ya’nî “Âlemlerin Rabb’ı nedir?” (Şuarâ, 26/23) tarzında idi. Ya'nî "Âlemlerin Rabb’ının mâhiyyeti ve hakîkati nedir?" dedi. Oysa Firavun bilmekte idi ki, resûller (aleyhimû'sselâm)’e ilâhî mâhiyyetten soru sorulduğu zaman, onlar Hakk’ın mâhiyyetinden ve ahadiyyet ya’nî teklik hakîkatinden cevap vermezler; belki Hakk'ın izâfeleriyle, ya'nî sıfatları ve isimleriyle cevap verirler. Ve filozoflar ise mantıkla uğraştıkları için ve mantık kâidesince bir şeyin hakîkatini ta'rîf etmenin, "cins" ve "fasıl" ile oluşu yönüyle, bir şeyin mâhiyyetinden soru sorulduğu zaman, mutlaka "cins" ve "fasıl"dan oluşmuş olan bir mâhiyetten bahsedilmesi gerekir idi. Çünkü mantık kâidesince her mâhiyyet iki parçadan oluşur:
Birisi o mâhiyyete göre daha genel olup onunla diğer mâhiyyet arasında ortak nokta olur. Buna "ortak parça" ve "ortak tamamlayan" derler.
Ve diğeri de o, mâhiyyete göre eşit ve ilk parçaya göre daha belirsiz olup, o mâhiyyeti diğerlerinden ayırır ve kendi başına bir mâhiyyet kılar.
"Ortak parça" olan ilk cüz'e "cins" denilir ve cinsten daha husûsi ve mâhiyyete eşit olan ikinci cüz'e "fasl" denilir ve bu iki cüz'den oluşan mâhiyyete "nevi"' denilir. Ve ancak fasılların cinslere ilâve ve karışması ile ayrı nev’i mâhiyyetler oluşur. Örneğin insan, bir nev’i mâhiyyet olup "hayvan" ile "konuşmak" cüz'lerinden oluşmuştur. "Hayvan" insana göre daha genel olup insan ve diğer hayvanlara kapsamdır ve "ortaka tamamlayıcı" olan "cins"tir. "Konuşmak" da insana göre eşit cüz' olup, insan nev'ini diğer nev’ilerden ayırt eden "fasl"ıdır. Aynı şekilde "At kişneyen hayvandır" ve "Eşek anıran hayvandır" denildiğinde, "at" ve "eşek" birer nev’i mâhiyyet olup fasıllarının, ortak cüz'i olan hayvan cinsine alâkası ile hâsıl olmuşlardır. Ve bunun gibi ilimler ve fenlerde bahsedilen mes’elelerin ve kısımlarının mevzûularının birer nevi' olup fasıllarıyla ayrılmışlardır.
Şimdi Firavun, Hak için mâhiyyet ve hakîkat olmakla berâber, o mâhiyyetin "cins" ile "fasıl"dan birleşik olarak oluşmadığına vâkıf idi. Ve orada bulunanlara bu hakîkati anlatabilmek için bu sorusuyla üstü kapalı olarak o hakîkati amaçlayarak sordu. Fakat orada bulunan filozoflar ve yüksek akıllı denilenler, Firavun’un vâkıf olduğu bu hakîkate vâkıf değil idiler. Onlar Hakk’ın mâhiyyetinin ancak "cins" ile "fasıl"dan birleşik olacağı düşüncesine sâhip olduklarından, Firavun’un sorusuna, Mûsâ (a.s) tarafından bu yolda cevap vermesini beklediler. Mûsâ (a.s.)’ın onların bu zanlarının yönüyle cevap vermeyip işin hakîkatini bilen âlimlerin cevâbı ile, ya'nî “rabbüs semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ” ya’nî “Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabb’idir….” (Şuarâ, 26/24) sözüyle, Hakk'ın izâfeleri yönüyle cevap verdiğini gördüklerinde, Firavun onların bu cehâletlerinden istifâde ederek, sâdece kendi liderlik mevkîinin devâmı için: “Bakınız, ben ne sordum, Mûsâ bana ne cevap verdi?” (Bkz. Şuarâ, 26/25) dedi. Ve bu durum üzerine orada bulunan filozofların anlayışlarının kusurlu oluşundan dolayı, onların indinde Firavun’un Mûsâ (a.s.)’dan daha âlim olduğu görüntüsü oluştu. Bu hal filozofların noksan olan anlayışına göre böyle idi. Yoksa hakîkatte böyle değil idi.
Ve Firavun indinde, bu cevap ile Mûsâ (a.s.)’ın da'vâsının doğruluğu delîller ile sâbit oldu. Fakat liderlik sevgisinin sürüklemesiyle onu açığa çıkarmadı. Belki orada hâzır olanların hamlıklarından istifâde ederek yalanlama yoluna saptı. Mûsâ (a.s.), görünüşte kendisinden sorulan şeye cevap vermemekle berâber, Firavun’un sorusuna karşı lâyık olan sözü söyledi. Ya’nî mutlak rabblığı Hakk'a bağladı. Ve Firavun Mûsâ (a.s.)’ın bu sözün dışında bir şekilde cevap vermez olduğunu bildiği halde, ashâbına hitâben: "Size gönderilen resûlünüz elbette delidir" (Şuarâ, 26/27) ya'nî benim kendisinden sorduğum şeyin ilmi ondan "örtülü"dür. Çünkü o şeyin bilinmesi aslâ düşünülemez, dedi. Çünkü ilâhî mâhiyyeti ve Hakk’ın hakîkatini, Hak'tan başka kimse bilmez.
Şimdi Firavun’un sözünde iki yön vardır: Birisi Firavun orada bulunanlara kendisini Mûsâ (a.s.)’dan daha âlim göstermek için: "Ey hâzır olanlar, bakınız ben ona Hakk’ın mâhiyyetinden sordum; o mantık kâidelerine vâkıf olmadığı için, mâhiyyetin "cins" ile "fasıl"dan oluştuğunu bilmedi. Mâhiyyetin izâfeleriyle cevap verdi. Benim sorduğum soruyu anlayamadı" demek idi. İkincisi, hâzır olanlara karşı zâhirî sûrette Mûsâ (a.s.)’ın nebîliği inkâr olarak ve bâtınî sûrette Mûsâ (a.s.)’ın cevâbının, resûle lâyık bir cevap olduğunu tasdîk ederek ve onun resûllüğüne şehâdet ederek: "Benim sorduğum şeyin ilmi ondan örtülüdür. Çünkü Hakk’ın hakîkatini, Hak'tan başka kimse bilebilir değildir. Bundan dolayı resûl resûllüğü esnâsında eşyânın hakîkatinden ve kazâ ve kader sırlarından örtülüdür. Onun vazifesi mutlak zâta da'vet değil, ilâhî sıfatlara da’vettir. Ve zâttan soru sorulduğu zaman izâfeler ile cevap verir" demek idi.
Şimdi bu soru geçerlidir. Çünkü muhakkak mâhiyyetten soru sormak, talep ettiği şeyin hakîkatinden sormaktır. Ve Hakk'ın kendi nefsinde bir hakîkat üzere olması lâzımdır. Ve ammâ şunlar ki sınırlarını, cins ve fasıldan birleşik kıldılar, bu kendisinde iştirâk olan her bir şeyde vardır ve kendisi için cins olmayan kimsenin kendi nefsinde onun gayrı için olmayan bir hakîkat üzere olmaması lâzım gelmez. Böyle olunca soru, Hak ehli ve doğru ilim ve selîm akıl yolu üzere geçerlidir. Ve ona verilecek cevap, ancak Mûsâ (a.s.)ın cevap verdiği şeyle olur (21).
Ya'nî Firavun’un ilâhî mâhiyyetten soru sorması geçerlidir. Çünkü soru soran bir şeyin hakîkatinden ve mâhiyyetinden sorarsa, kendi talep ettiği şeyin hakîkatinden soru sormuş olur. Ve bir kişinin kendi talebi olan şeyin hakîkatinden soru sorması geçerlidir.
Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)’in burada Hakk’ın mâhiyyetinden sormanın geçerli olduğunu beyân buyurması filozofların yanlış düşüncesini iptâl etmek içindir. Çünkü mantık ehli indinde "mâhiyyet" yukarıda bahsedildiği üzere, "cins" ile "fasıl"dan oluşmuştur. Onlar derler ki: "Hakk’ın mâhiyyetinin cins ile fasıldan oluşmamış oluşu yönüyle Firavun’un “ve mâ rabbül âlemîn” ya’nî “Âlemlerin Rabb’ı nedir?” (Şuarâ, 26/23) sözünde “mâ” ile Hakk’ın mâhiyyetin-den soru sorması bâtıldır, geçerli değildir".
Oysa Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsinde ve zâtında bir hakîkat üzeredir. Eğer böyle olmasa onun için bir hakîkatin olmaması lâzım gelir; bu ise bâtıldır. Ve mâdemki kendi nefsinde Hakk'ın bir hakîkat mevcûttur ve soru soranın talebi de Hakk'ı anlamaktır; bundan dolayı onun sorusu, talebi olan Hakk'ın hakîkatinden sormaktır. Bu ise geçerlidir.
Fakat Hakk’ın hakîkatinden cevap vermek doğru değildir. Çünkü onun kendi nefsinde olan hakîkati, kendisinden başkasının idrâk etmesi mümkün değildir. Ve ammâ şunlar ki eşyânın sınırını "cins" ile "fasıl"dan birleşik kıldılar, kendisinde cins olmaktan yana iştirâk olan her şeyde sınırın vasfı vardır; bundan dolayı eğer böyle bir sınır ile sınırlanmış olan şeyin mâhiyyetinden sorulursa, bu kimselerin anlayış ve kâidelerine göre, o şeyin mâhiyyeti olan "sınır" ile cevap vermek uygun olur. Ve kendisi için cins olmayan Hakk'ın zâtının kendi nefsinde, kendisinin gayrı için mevcût olmayan bir hakîkat üzere olmaması lâzım gelmez. Belki onun da kendi zâtında bir hakîkati vardır. Böyle olunca Hak ehli anlayışı ve doğru ilim ve selim aklın gerekleri üzere bu zâtın hakîkatinden sorulması geçerli olur. Ve belki böyle bir soruya karşı kendisi için "cins" olmayan o zâtın hakîkatinden cevap verilmeyip, ancak Mûsâ (a.s.)ın verdiği cevap gibi, o hakîkatın bağıntılarından ve izâfelerinden bahis ile cevap verilir.
Ve bunda büyük bir sır vardır. Çünkü o, "zâtî had"den soru soran kimseye "fiil" ile cevap verdi. Bundan dolayı zâtın haddini, âlem sûretlerinden onunla açığa çıktığı şeye veyâhut âlem sûretlerinden kendisinde zâhir olan şeye izâfetinin aynı kıldı. Şimdi onun “ve mâ rabbül âlemîn” ya’nî “Âlemlerin Rabb’ı nedir?” (Şuarâ, 26/23) sözünün cevâbında sanki ona “Eğer siz îkân ehli iseniz, göklerden ibâret olan ulvîlikten ve yerden ibâret olan süflîlikten âlemlerin sûretleri kendisinde zâhir olandır, yâhut onlarla zâhir olandır” dedi (22).
Ya'nî Firavun’un ilâhî mâhiyyetten olan sorusuna karşı, Mûsâ (a.s.)’ın ilâhî hakîkatlere bağlı olan mutlak rubûbiyyet ile cevap vermesinde büyük bir sır vardır. Çünkü Mûsâ (a.s.) "zâtî had"den soru soran, ya'nî "İlâhî hakîkati ta'rîf eyle!" diyen Firavun'a, Hakk'ın "fiil"i olan rubûbiyyetle cevap verdi. Ve Hakk'ın zâtının ta'rîfini, Rabb'in âlem sûretlerinden açığa çıktığı şeye bağlantısının aynı kıldı. Veyâhut Rabb'in vücûdunda âlem sûretlerinden açığa çıkan şeye onun bağlantısının aynı kıldı. Ve bütün cüz’i rabblıkları toplamış olan mutlak rabblığı Hakk'a bağlamak sûretiyle ta'rîf etti.
Bundan dolayı onun âlem sûretlerinde açığa çıktığı mutlak rabblık ile vasıflandırılması, Hakk'ın hakîkatinin ta'rîfîn aynı oldu. Çünkü ulvî ve süflî sûretlerde isimleri dolayısıyla taayyün etmiş olan Hakk'ın vücûdudur. Ve bu sûretlerin hepsi Hakk’ın bir olan hakîkî vücûdundan bir paçadır. Şu halde Firavun’un "Âlemlerin Rabb’ı ne şeydir?" (Şuarâ, 26/23) sözünün cevâbında, Mûsâ (a.s.) "cins" ile "fasıl"dan oluşmuş olan mâhiyyetten bahsetmeyip sanki Firavun'a dedi ki: "Eğer siz Hakk'ı âlem sûretlerinde ve kendi nefsinizde müşâhede edip O'ndan gayrı bir hakîki vücûd sâhibi olmadığına yakîn elde etmişlerden iseniz, Âlemlerin Rabb’ı, âlemlerin ulvîsi ve süflîsi kendisine zâhir olan veyâhut kendisi bu sûretler ile zâhir bir olan Zât’tır.
Firavun imtihân olarak sorduğu sorunun cevâbını kendi vâkıf olduğu şeye ve şuûruna uygun olarak aldı. Fakat o mecliste hâzır olan filozoflar "cins" ve "fasıl"dan oluşmuş bir mâhiyyetin ta'rîfini beklediklerinden ve onlar, Firavun’un vâkıf olduğu şeyden câhil bulunduklarından, Mûsâ (a.s.)’ın bu cevâbı onlara yeterli gelmedi. Fakat Firavun Mûsâ (a.s.) tarafından verilen cevâbın isâbetini takdîr etmekle ve resûllük iddiâsının doğruluğuna ârif olmakla berâber, liderlik sevgisinin sürüklemesiyle, orada bulunanların yanlış düşüncesinden istifâde ederek yalanlama yoluna giderek, zâhiren Mûsâ (a.s.)ı tasdîk ile mü'mîn olmadı.
Sonuç olarak Mûsâ (a.s.) bu cevâp ile Hakk'ın zâtını âlemin "ayn"ı kılmış oldu. Ve Hakk'ı resûllük hâline uygun bir ta'rîf ile beyân eyledi.
Şimdi ne zamanki Firavun ashâbına "O elbette mecnûndur" (Şuarâ, 26/27) dedi. Nitekim biz onun mecnûn olması ma'nâsında dedik. Firavun’un ilâhî ilimde onun mertebesini bilmesi için, Mûsâ beyânda ekleme yaptı. Çünkü Firavun’un bunu bildiğini bilir idi. Bundan dolayı “rabbul meşrıkı vel magribi” ya’nî “Rabb’idir doğunun ve batının” (Şuarâ, 26/28) dedi. Böyle olunca görünen ve görünmeyen şeyi getirdi ve o zâhir ve bâtındır. “Ve mâ beynehumâ” ya’nî “ve ikisinin arasındakilerin” (Şuarâ 26/28) de O'nun “ve hüve bi küllî şey’in alîm” ya’nî “Ve O bütün şeyleri bilendir” (Hadîd, 57/3) sözüdür. “İn küntüm ta’kılûn” ya’nî “eğer siz aklederseniz” (Şuarâ, 26/28). Eğer siz kayıtlama ashâbı iseniz, demektir. Çünkü akıl kayıtlamaktır (23).
Ya'nî Firavun sorduğu soru üzerine Mûsâ (a.s.)’dan Hakk'ın izâfeleri yönüyle cevap aldıktan sonra, o mecliste hazır olan ashâbına: "Size gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur" (Şuarâ, 26/27). Ya'nî benim kendisinden sorduğum şeyin ilmi ondan örtülüdür, deyince, Firavun’un ilâhî ilimde kendisinin mertebesini bilmesi için Mûsâ (a.s.) cevâbına ekleme yaptı. Çünkü Mûsâ (a.s.) muhakkak Firavun’un kendisinin söylediği sözü anladığını bilir idi. Bundan dolayı cenâb-ı Mûsâ “rabbüs semâvâti vel ardı ve mâ beynehümâ, in küntüm mûkınîn” ya’nî “Eğer yakîn sâhibi iseniz; (O), göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabb’idir.” (Şuarâ, 26/24) dedikten sonra “rabbül meşrıkı vel magribi ve mâ beynehümâ, in küntüm ta’kılûn” ya’nî “Rabb’idir doğunun ve batının ve ikisi arasındakilerin, eğer siz akledenlerdenseniz” (Şuarâ, 26/28) dedi.
Şu halde görünen ve görünmeyen şeyi beyân etmiş oldu. Çünkü doğu, güneşin doğuş yeridir ve batı ise güneşin batış yeridir. Bu duruma göre "doğu" Zâhir isminin görünme yeri ve "batı" Bâtın isminin görünme yeridir. Bundan dolayı cenâb-ı Mûsâ, "Rabbû'l-maşrıkı ve'l-mağrib ya’nî Rabb’idir doğunun ve batının" demekle hem görünen ve hem de görünmeyen şeyi getirmiş oldu. Ve Hak Teâlâ bütün görünme yerleri ile zâhir ve taayyün edicidir ve her bir görünme yerinin bâtınıdır.
Ve “Ve mâ beynehumâ” ya’nî “ve ikisinin arasındakilerin” sözü de, Hak Teâlâ'nın “ve hüve bi küllî şey’in alîm” ya’nî “Ve O bütün şeyleri bilendir” (Hadîd, 57/3) ya'nî: Hak Teâlâ doğu ile batı ve zâhir ile bâtın arasını bilicidir; ve her bir görünme yeri ile zâhir ve taayyün edici olmakla görünme yerlerini ve her bir görünme yerinin bâtını olmakla onların bâtınlarını bilicidir, demek olur.
“İn küntüm ta’kılûn” ya’nî “eğer siz aklederseniz” (Şuarâ. 26/28) ya’nî: Eğer siz akıl ve kayıtlama ashâbı iseniz, demektir. Çünkü akıl kayıtlamayı gerektirir. Ve akıl ile yapılan "teşbîh ya’nî benzetme", Hakk'ı kayıtlamak demektir. Ve "tenzîh" ise sınırlamaktır. Bundan dolayı akıl ashâbı Hakk'ı teşbîh ettikleri zaman cisimlere benzetmekle kayıtlarlar. Ve tenzîh ettikleri zaman da, O'nu âlem sûretlerinden ve cisimlerden tenzîh ile sınırlamış olurlar.
Şimdi ilk cevâp îkân sâhiplerinin cevâbıdır ve onlar keşf ve vücûd ehlidir. Bundan dolayı onlara: "Eğer siz îkân sâhibi iseniz" (Şuarâ, 26/24) dedi. Ya'nî eğer siz keşf ve vücûd ehli iseniz, muhakkak ben size müşâhedenizde ve vücûdunuzda yakîn elde ettiğiniz şeyi bildirdim. Şimdi eğer siz bu sınıftan değil iseniz, akıl ve kayıtlama ehli iseniz ve akılsal delîllerinizin verdiği şeyde Hakk'ı sınırlarsanız, muhakkak ben size ikinci cevâpta cevap verdim, demek olur. Böyle olunca Firavun’un kendisinin fazlını ve doğruluğunu bilmesi için Mûsâ iki yönle gözüktü. Ve Mûsâ bildi ki, muhakkak Firavun bunu anladı veyâhut anlar. Çünkü Firavun mâhiyyetten soru sordu. Bundan dolayı bildi ki, "mâ" ile soruşunda onun sorusu eskilerin kullandığı terimlerden değildir. İşte bunun için cevap verdi. Şimdi o sorudan bunun dışında birşey anlamış olsaydı, sorusunda hatâlı olduğunu söylerdi. Ne zamanki Mûsâ, kendisi hakkında soru sorulan Hakk’ı âlemin aynı kıldı, Firavun ona bu lisân ile hitâp etti. Oysa kavmin şuûrları yok idi (24).
Ya'nî Firavun’un “ve mâ rabbül âlemîn” ya’nî “Âlemlerin Rabb’ı nedir?” (Şuarâ, 26/23) diye ilâhî mâhiyyetten olan sorusuna Mûsâ (a.s.)’ın ilk önce “rabbüs semâvâti vel ardı ve mâ beynehümâ, in küntüm mûkınîn” ya’nî “Eğer yakîn sâhibi iseniz; (O), göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabb’idir” (Şuarâ, 26/24) diyerek cevap vermesi îkân sâhibi olan kimselere mahsûs olan cevaptır.
Ve "yakîn sâhibi" zümresi, keşf ve vücûd ehli olan zümredir. Çünkü keşf ve vücûd ehli, eşyânın Hakk’ın hakîkî vücûduna bağlı olan varlıklar olup, onların Kayyûm'unun Hak olduğunu ve hepsinin mutlak Rabb’in merbûbu ya’nî Rabb’i olanı bulunduğunu ve kendi varlıklarının da âlem şeylerinden bir şey olup, mutlak Rabb’in kendilerinde de rubûbiyyet ya’nî rabblıkla zâhir olduğunu yakîn olarak müşâhede ederler. Bundan dolayı Mûsâ (a.s) bu ilk cevabında: "Eğer siz keşf ve vücûd ehli iseniz muhakkak ben size müşâhedenizde ve vücûdunuzda, ya'nî ufuklarda ve nefislerde, yakîn olarak bildiğiniz şeyi bildiririm" demiş oldu.
Ve ondan sonra ikinci cevâba girişip “rabbül meşrıkı vel magribi ve mâ beynehümâ, in küntüm ta’kılûn” ya’nî “Rabb’idir doğunun ve batının ve ikisi arasındakilerin, eğer siz akledenlerdenseniz” (Şuarâ 26/28) dedi Ve bu cevap da akıl ve kayıtlama ehline mahsûs olan cevaptır. Çünkü akıl ve kayıtlama ehli Hakk'ı cisimlere benzeterek kayıtlar veyâ cisimlerden tenzîh ederek sınırlarlar. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) bu ikinci cevâbında: "Eğer siz keşf ve vücûd ehli sınıfından olmayıp akıl ve kayıtlama ehli iseniz ve akıllarınızın icâd ettiği deliller ile Hakk'ı cihetlerde ve cisimlerde sınırlandırırsanız, teşbîh ve tenzîhi ihtivâ eden Hakk'ın görünenini ve görünmeyenini size bildiririm" demiş oldu.
Şu halde Mûsâ (a.s.), Firavun’un kendisinin fazlını ve doğruluğunu bilmesi için bahsedilen bu iki yön ile gözüktü. Ve Firavun ilâhî mâhiyyetten sormuş olduğu için, Mûsâ (a.s.) bu iki yön ile verdiği cevâbı Firavun’un anladığını veyâhut anlama isti'dâdının olduğunu; ve bundan dolayı "mâ" ile Hakk’ın mâhiyyetinden Firavun’un soruna beklediği cevâpta, eskilerin kullandığı terimler üzere Hakk’ın mâhiyyetinde "cins" ile "fasıl"dan oluşmuş bir cevap beklemediğini bildi. Eğer Mûsâ (a.s.) Firavun’un sorusuna karşılık bunun dışında bir şeyi, ya'nî Firavun’un "cins" ile "fasıl"dan oluşmuş bir cevâbı beklediğini görseydi, ona iki yön ile cevap vermekten vazgeçip, "mahiyyet", "cins" ve "fasıl"dan oluşmuş değildir, diyerek sorusunda hatâlı olduğunu söylerdi. İşte Mûsâ (a.s.) Firavun’un maksadına ârif olduğu için ona iki yön ile cevap verdi.
Şimdi ne zamanki Mûsâ (a.s.) kendisi hakkında soru sorulan Hakk'ı âlemin aynı kıldı; Firavun o hazrete bu lisân ile ya'nî tevhîd lisânı ile hitâp etti. Oysa o meclisde hâzır olan Firavun’un vezirleri ve üstün akıllıları bu soru ve cevapların zevkıne varamadılar. Çünkü onların akılları mantık kâideleri dâiresinde mahsûr kalmış idi. Ve bu sebeple kendilerinin anlayışları kıt idi. Ve Firavun’un tevhîd lisânı ile hitâbı aşağıda olduğu gibidir:
Şimdi ona “leinittehazte ilâhen gayrî le ec’alenneke minel mescûnîn” (Şuarâ; 26/29) ya'nî "Sen benden başka ilâh edinirsen elbette ben seni zidana atılmışlardan kılarım" dedi. "Sicn ya’nî Zindan" kelimesinde olan “sîn” harfi kelime köküne ilâve edilen harflerdendir. Ya'nî Firavun sanki şöyle der "Ben elbette seni örterim. Çünkü muhakkak sen verdiğin cevâp ile benim sana bunun gibi söz söylememi te'yîd ettin.” Eğer sen işâret lisânı ile: "Ey Firavun sen tehdîdin sebebiyle muhakkak câhil oldun. Oysa "ayn" birdir. Bundan dolayı sen nasıl ayırdın?" der isen, Firavun da sana der ki: "Ancak ayn’ın mertebeleri ayrıldı; yoksa "ayn" ayrılmadı; o kendi zâtında kısımlara bölünmedi. Ve benim şimdiki mertebem, yâ Mûsâ, fiilen sende hükmetmektir. Ve "ayn" ile ben senim ve rütbe ile senin gayrınım" demek olur. Ne zamanki Mûsâ ondan bunu anladı, ona: "Sen buna kâdir değilsin" diyerek ona onun hakkını verdi. Oysa rütbe onun için, onun üzerine kudret ile ve eserini onda göstermekle şâhittir. Çünkü Hak zâhiri sûret yönünden Firavun'un rütbesindedir. Onun için bu mecliste, kendisinde Mûsâ'nın zâhir olduğu rütbe üzerine hükmetmek vardır (25).
Ya’nî Mûsâ (a.s.) Firavun’un sorduğu soruya cevâp olarak Hakk'ın zâtını âlemin "ayn"ı kılınca, Firavun da âlem sûretlerinden bir sûret olduğu için ve Hak onun da "ayn"ı bulunduğu için, Firavun bu cevâba cevâp olarak Mûsâ (a.s.)’a: "Eğer sen benden başka ilâh edinecek olursan ben seni zindana atılmışlardan kılarım" (Şuarâ, 26/29) dedi. Bu söz görünüşte "Ben seni hapiste olanlar zümresine katarım" demek ise de, yukarıda îzâh edildiği üzere Firavun mevkîinin devâm etmesini istediğinden dolayı ve o mecliste hâzır olan vezirlerine ve filozoflarına karşı, Mûsâ (a.s.) üzerine üstün gelme düşüncesini izlediğinden dolayı, hem Mûsâ (a.s.)’ın ve hem de vezirlerinin anlayışlarını dikkâte alarak sözü idâreli söyledi.
Dostları ilə paylaş: |