Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə89/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90

Dîvân-ı Kebîr-i âlîlerinde bulunan Arapça gazel şudur:

Bu gazelin beyitlerinde, ba'zı nüshalarda, takdîm ve te'hîr olmuştur. Hattâ mevlevî müsıkî-şinâslarından Eyyûbî Zekâî Dede (rahmetullahi aleyh) tarafından "Sûz-i Dil" makâmından bestelenmiş olan Âyîn-i Şerîf bu gazelin şu beyt-i şerîfleriyle başlar:



Şu halde cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimiz “Nitekim onların ba'zısı” sözüyle Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimize işâret buyurmuş olurlar. Çünkü âriflerin bu iki göz nûru, birbirleriyle Konya'da ve mübârek Şâm’da görüşüp sohbet etmiş idiler. Bundan dolayı bu beyt-i şerîfte cenâb-ı pîr-i destigîr, mübârek lisânlarıyla:

"Halk zanneder ki, ben mahlûka âşıkım; velâkin benim aşkım mahlûkun görünme yerinde açığa çıkmış olan ve tecellî etmiş olan Hakk'adır. Ancak, onlar benim aşkımın kime olduğunu bilmediler"

buyurmadıkça, câhiller onların aşkından haberdâr olmadılar. Ve aynı şekilde ârif de lezzet duymaya muhabbet etti. Bundan dolayı kendisinde lezzetlenme olan mahalle, ya'nî kadına muhabbet eyledi. Fakat onun lezzet duyması ilâhî muhabbet iledir. Çünkü Hakk'ı maddeden soyutlanmış olarak müşahede mümkün değildir. Kadın ise, maddedir. Hak, onun görünme yerinde açığa çıkmıştır. Ârif, kadını severse, ancak ilâhi muhabbet ile lezzetlenmenin mahalli olduğu için sever. Fakat sâdece lezzet duymak için kadını seven câhil böyle değildir. Mes'elenin rûhu, o câhilden yitip gitmiştir. Eğer ârifin bilmiş olduğu mes'elenin rûhunu bile idi, kadının görünme yerinde kiminle lezzetlendiğini ve kendi görünme yerinde kimin lezzetlendiğini bilir ve kâmil olur idi. Fakat bilmedi, hayvânî mertebede kaldı. Nitekim Mevlânâ Câmî (k.s.) buyurur: Rubâi:

Tercüme: "Eğer aşk Âdem neslinin kemâli olmasa idi, cihanda aşkın şân ve şöhreti noksan olurdu. Ve eğer nefsin şehveti aşk olaydı, eşekler ve öküzler, âlem âşıkları defterinin en başına kaydedilirlerdi. Çünkü şehvet husûsunda eşeklerle öküzler, insandan öndedir."

Hak Teâlâ'nın “ve lir ricâli aleyhinne derecetün” ya’nî "Erkekler için kadınlar üzerine bir derece sâbittir" (Bakara, 2/228) sözüyle kadın, erkek derecesinden inmiş olduğu gibi, Hakk'ın sûreti üzerine olmakla berâber, sûret üzerine mahlûk olan insan dahi onu kendi sûreti üzerine inşâ eden Hakk'ın derecesinden inmiş oldu. Şimdi bu derece ki, Hak erkekten onunla üstün oldu, Hak onunla âlemlerden ganî ve ilk fâil oldu. Çünkü sûret ikinci fâildir. Bundan dolayı Hak için olan ilklik, onun için yoktur. Böyle olunca ayn’lar, mertebeler ile birbirlerine üstünlük eyledi. Şu halde her bir ârif, her bir Hak sâhibine hakkını verdi. İşte bunun için kadına muhabbet, Muhammed (s.a.v.)e ilâhî muhabbet ettirmeden-sevdirmeden oldu. Ve muhakkak Allah Teâlâ “Her şeye hálkını verdi” (Tâhâ, 20/50). O da, onun hakkının ayn’ıdır. Bundan dolayı onu ancak hakediş ile verdi ki, o şey, ona isimlendirileni ile, ya'nî bu hakedilen, zâtıyla hakedilen oldu (16).

Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin "Erkekler için kadınlar üzerine bir derece sâbittir" (Bakâra, 2/228) sözünde beyân buyrulduğu üzere, kadın erkeğin derecesinden inmiş olduğu gibi, Hakk'ın sûreti üzerine mahlûk olan erkek dahi, Hakk’ın sûreti üzere olmakla berâber, o erkeği kendi sûreti üzere inşâ buyuran Hakk'ın derecesinden inmiş oldu. Çünkü vücûtta etkenlik önce ve edilgenlik daha sonradır. Bundan dolayı erkek sûreti üzerine açığa çıkan kadın, erkeğin derecesinden altta olduğundan erkekler için kadınlar üzerine bir derece sâbit olur. Ve aynı şekilde Hakk’ın sûreti üzerine mahlûk olan erkek dahi, Hakk'ın derecesinden alttadır.

Böyle olunca Hak, erkekten üstün olduğu bu derece ile âlemlerden ganî ve ilk fâil oldu. Çünkü Hakk'ın zâtı mutlak ve taayyünsüzdür. Erkek ise, taayyüne ve bu taayyün ile taayyün edebilmek için Hakk'ın vücûduna muhtaçtır. İşte erkek bu vasfıyla mutlâk zâtın derecesinden ayrılmış oldu. Ve Hak zâtî mutlaklığı yönünden bütün taayyünlerden münezzeh olduğu için taayyün etmenin çokluğundan ibâret olan âlemlerden ganî oldu. Ve taayyünlerin meşei mutlak zât olduğundan, Hak ilk fâil oldu. Çünkü sûret ikinci fâildir. Ve Hakk'ın ilkliği, ikinci fâil olan o sûrette yoktur.

Burada "sûret"ten kasıt; Hakk'ın mutlak vücûdunun ilk taayyün mertebesine tenezzülünden ibârettir ki, bu mertebeye "insânî küllî hakîkat" ta'bîr edilir ve "hakîkat-i muhammediyye" de denir. Bu mertebenin birçok terimleri vardır. Şu halde Hak, mutlaklık mertebesiyle ilk taayyün mertebesine göre ilk fâil olduğu gibi, ilk taayyünün sûretiyle de ikinci fâildir. Çünkü mutlak zât, bu mertebede taayyün ederek isimler ve sıfatlar ile varlıksal sûretlerin fâilidir. Bundan dolayı vücûtta iki fâil olmayıp, ilk fâil Hakk'ın mutlaklık mertebesi ve ikinci fâil yine Hakk'ın ilk tenezzül mertebesi olan insânî hakîkat sûretidir. Böyle olunca sâbit ayn’lar, ilâhî ilim mertebesinde, yapılmamış olan isti'dâdlarıyla, birtakım bağıntısal ayrımlarıyla birdiğerinden ayrıldı. Sâbit ayn’lar ve yapılmamış isti'dâd hakkındaki îzâhlar Üzeyr Fassı'nda örnek vermek sûretiyle beyân olundu.

Şimdi erkek ile kadının derecelerinde taayyün edici olan, ancak Hakk'ın bir olan vücûdudur. Fakat Hakk'ın onlarda taayyünü, onların sâbit ayn’ları gereğincedir. Erkeğin görünme yerinde etkenlik ve önde olmaklıkla ve kadının görünme yerinde de edilgenlik ve te’hîr edilmişlikle açığa çıkar olur. Çünkü onların sâbit ayn’larının kâbiliyyeti ve isti'dâdı bunlardır. Bundan dolayı üzerlerine eşit seviyede olan tecellîyi kabûl ettikleri zaman, ayn’lar bu isti'dâdları dolayısıyla bir diğerinden ayrılmış olurlar. Ve her bir ayn’ın yapılmamış isti'dâdı ne ise Hak'tan, istihkâkı olan o şeyi talep eder. Bu takdîr üzere hakîkatlere vâkıf olan her bir ârif; Hak sâhibi olan her bir "ayn"a hakkını verir.

İşte hakîkatlere vâkıf olan ârif, her şeye hakkını verdiği için Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in kadına olan muhabbeti Allah Teâlâ hazretlerinin sevdirmesiyle oldu. Ve çünkü Allah Teâlâ her bir şeyin sâbit ayn’ının gereği ne ise, o şeye onu verdi. Mutlak Cevâd ya’nî Cömert’in verdiği o şey, o şeyin Hakk'ının ayn’ıdır. Şu halde Hak, ilâhî lütuflarını ancak hakedişe dayalı olarak verdi ki, o şey, o lütuflara isimlendirileni ile ya'nî zâtı ve hakîkati ile hakedici oldu. İlâhî lütuflar hakkındaki ayrıntılar Şît Fassı'nda geçti. Bundan dolayı bütün hakîkatleri ihâta etmiş olması dolayısıyla bütünsel ârif olan (S.a.v.) Efendimiz'e, onun hakîkatinin ve zâtının hakkı olan kadına muhabbet verildi. Ve o da insân-ı kâmilin hakkını vererek, Hakk'ın sevdirmesiyle kadına muhabbet etti.

Ve ancak kadını öne aldı; Çünkü onlar edilgenlik mahallidir. Nitekim tabîat kendisinden sûret ile mevcût olan şey üzerine öne geçti. Oysa tabîat hakîkatte ancak rahmânî nefestir. Çünkü üfleme heyûlânî cevherde özellikle cisimler âlemi hakkında yayıldığı için, onda âlem sûretlerinin a'lâsı ve esfeli üflenmiş oldu. Ve onun nûrânî rûhlar ve arazlar için yayılmasına gelince, bu başka yayılıştır (17).

Ya’nî nisâ mahall-i infiâl oldukları için, Resûl (a.s.) "Sizin dünyânızdan bana üç şey sevdirildi; kadın ve güzel koku ve namazda gözümün nûru kılındı” hadis-i şerîfinde, kendisine sevdirildiğini beyân buyurduğu üç şeyden "kadın"ı ilk başta söyledi.

Ve ilk olarak söylenmelerine edilgenlik mahalli olmalarının sebep oluşu şudur ki, onlar fâil olan erkeğin yaklaşmasından te’sir alıp vücûtlarına nâzil olan spermi, belirli bir müddet zarfında terbiye ederek, sûretsiz olduğu halde insânî sûrete şekillendirirler ve doğururlar. Şu halde kadın, insan türünün vücûdunun aslıdır.

Ve kadın, mâdemki kendisinden doğan çocukların sûretlerinden öndedir ve varlık ağacının meyvesi de insandır; bundan dolayı bu vücût olarak öne geçmekle kadının ilk olarak söylenmesi îcâb etti. Ve "güzel koku" ile "namazda göz nûru", insânî gereçlerden olduğundan, bunların da "kadın"dan sonra söylenmesi lâzım geldi. Nitekim tabîat, kendisinden var olan birtakım mevcût sûretler üzerine öne geçti. Çünkü insan, hayvan, bitki ve ma’den türlerinin sûretleri tabîattan var oldu ve bu sûretler tabîatta açığa çıktı. Ve tabîat hakkındaki îzâhlar İdrîs ve İlyâs Fassı'nda geçti.

Şimdi tabîat âleminde açığa çıkan kesîf sûretler, ondan önce ilim mertebesinde sâbittir ve latîftir. O idrâk edilebilir olan sûretler ancak tabîat mertebesine tenezzül edince kesîf olup görülürler. Tabîat ise ancak rahmânî nefesten ibârettir. Çünkü gerek ilâhî ilim mertebesinde peydâ olan ilâhî isimlerin sûretleri ve gerek imkân dâhilinde olanlar mertebesinde açığa çıkan kesîf sûretler, rahmânî nefes ile tabîatta gözükürler.

Ve rahmânî nefes bütün eşyâ için ilk maddedir. Nitekim insan, soğuk havâya nefesini salıverip "hoh" dediği zaman, vücûdundaki normal vücût ısısı ile ısınmış olan hava ağzından duman hâlinde çıkar. İşte bunun gibi “bilinmekliğime muhabbet ettim…” hadîs-i kudsîsinde beyân buyrulan ilâhî muhabbetin harâretiyle Hak Teâlâ hazretlerinin, eşyânın hálk edilmesine irâdesi yönelmekle, zâtî ahadiyyetinde ya’nî tekliğinde potansiyel olarak mevcût ve gizli olan bütün isimlerini rahmânî nefesi ile nefeslendirdi. Ve latîf olan rahmânî nefes, kesîf olan tabîat mertebesinde bâtın oldu ve kesîf tabîat onun zâhiri oldu.Şu halde tabîat rahmânî nefesin aynıdır. Ve edilgenlik mahalli olan tabîat bütün sûretlerin vücûdunun aslı olmakla o sûretlerin hepsinin önüne geçti.

Ve tabîat hakîkatte ancak rahmânî nefesten ibâret olduğundan âlem sûretlerinin a'lâsı ve esfeli o rahmânî nefeste üflendi. Çünkü özellikle cisimler âleminin sûretlerini açığa çıkarmak için rahmânî üfleme, heyûlânî cevher olan kayıtlı tabîatta yayılır. "Heyûlâ" "sûretleri ve şekilleri kabûl eden ilk madde"ye derler. Ve tabîat, ki rahmânî nefesin aynıdır, cisimler âleminin sûretleri, rahmânî üflemenin yayılmasıyla, o heyûlânî cevherde açığa çıkar.

Nitekim astronomi bilginleri gözlem ve delîller getirerek keşfetmişlerdir ki, büyük gök cisimlerinin aslı birtakım parlak bulutsulardan ibârettir. Dünyâ senesiyle milyonlarca seneler geçmesiyle bu parlak bulutsular, gittikçe kesîflik kazanıp önce "ateş"e ve sonra "su"ya ve daha sonra "ma’den"e dönüşürler. Ondan sonra bu küreler üzerinde bitkiler ve hayvanlar ortaya çıkar. Ve âyet-i kerîmede:

Sümmestevâ iles semâi ve hiye duhânun“ ya’nî “Sonra duman halinde olan semâya yöneldi” (Fussılet, 41/11)

buyrulması da oluşumlarının başlarında büyük cisimlerin duhân hâlinde bulunduklarına işârettir. İşte ilâhî üflemenin kayıtlı tabîatta yayılması budur. Bu konudaki îzâhlar Îsâ Fassı'nda geçti.

Fakat bu ilâhî üflemenin, nûrânî rûhların ve arazların vücûdu için yayılması, başka bir yayılmadır. Çünkü o üfleme, rûhânî cevher olan mutlak tabîatta, cisim olmaklıktan soyutlanmış olduğu halde, yayılmak sûretiyle nûrânî rûhları vücûda getirir.

Ve arazların vücûda getirilmesi de, rahmânî nefesin zâhiri olan kayıtlı tabîat vâsıtasıyla olur. Ve "cevher" ile "araz" hakkındaki ayrıntılar Şuayb Fassı'nda geçti.

Şimdi edilgenlik mahalli olan tabîat, kendisinde vücût bulan sûretler üzerine, idrâk edilebilir sûreti ile öncelik kazandığı gibi, edilgenlik mahalli olan kadın da, kendi sûreti ile kendisinden doğan beşer türünün sûretleri üzerine öncelik kazandı. Bundan dolayı Resûl (a.s.) hadis-i şerîfînde, ilk olarak kadını söyledi.

Ondan sonra (S.a.v.) Efendimiz, bu haberde dişili eril üzerine gâlip kıldı. Çünkü o kadına ihtimâm göstermeyi kastetti. Bundan dolayı “üç” derken “selâs” dedi ve eril sayıya mahsûs olan “hâ” ile “selâseh” demedi. Çünkü onda “tıyb” ya’nî “güzel koku” kelimesinin zikri vardır. Oysa “tıyb” ya’nî “güzel koku” kelimesi erildir. Ve Arab’ın âdeti, erili dişil üzerine gâlip etmektir. Şu halde “Fatma’lar ve Zeyd çıktı” der ve “çıktılar” demez. Her ne kadar eril, dişil üzerine bir kişi ve kadın birden fazla olursa da Arap erili, gâlip kıldı. Oysa Resûl (a.s.) Arabîdir. Şimdi Nebî (s.a.v.), ona muhabbet etmekte, o ma’nâ ile, muhabbetini kendi nefsi ile tercîh etmediğini belirten ma'nâya riâyet etti. Böyle olunca Allah Teâlâ ona bilmediği şeyi öğretti ve Allah Teâlâ'nın fazîleti onun üzerine çok büyük oldu. Bundan dolayı üç sayısını "hâ"sız “selâs” sözü ile söyleyerek dişili eril üzerine gâlip eyledi. Şu halde (S.a.v.) hakîkatlere ne kadar âlimdir ve hukûkun riâyetine ne kadar şiddetlidir! (18).

Ya'nî Resûl (a.s.), kadını ilk olarak söyledikten sonra bu hadîs-i şerîfte, dişili eril üzerine gâlip kıldı. Çünkü kadına ihtimâm göstermeyi kastetti. Bundan dolayı “Dünyânızdan bana üç şey sevdirildi….” hadîs-i şerîfinde, üç sayısını eril sayıya mahsûs olan "hâ" ile “selâseh” şeklinde demeyip “selâs” şeklinde buyurdu. Çünkü “selâs” da eril olan "tıyb ya’nî güzel koku" kelimesinin zikri bulunmaktadır.

Oysa ibârede eril olan ile dişil olan bir arada olunca Arab'ın âdeti erili dişil üzerine gâlip kılmaktır. Şu halde Arab, "Fâtma'lar ve Zeyd çıktılar" diyeceği yerde “Fatma’lar ve Zeyd çıktı” der. Ve “çıkmak” fiilini eril çoğul ekiyle kullanır. Erkek olan Zeyd bir kişidir ve kadın olan Fâtma'lar birden fazladır, deyip dişil kipiyle “çıktılar” demez. Erkek bir kişi de olsa erili dişil üzerine gâlip kılar. Oysa (S.a.v.) Efendimiz, Arap kavminin söylemi en açık ve anlaşılır olanıdır. Bakılırsa bu hadîs-i şerîfte Arapların kâidesi üzerine erili dişil üzerine gâlip kılmaları gerekir idi.

Bununla berâber böyle yapmadılar, Çünkü bu hadis-i şerîflerinde öyle bir ma'nâya riâyet buyurdularki, o ma'nâ ile kadın muhabbetinin kendi mübârek kalblerine Hak tarafından aktarılıp kadına muhabbeti kendi nefisleriyle tercîh etmedikleri kastedildi. İşte Arapların kâidesinin tersine olarak Resûl (a.s.), dişili eril üzerine gâlip buyurmakla bu ma'nâyı kastettiler. Bundan dolayı Allah Teâlâ, (S.a.v.) Efendimiz'e bilmediği şeyi öğretti. Onlara öğretilen şey de, kadının insânî türün vücûdunun aslı olup edilgenlik mahalli oldukları idi. Böyle olunca bu öğretim ve kadının sevdirilmesi (S.a.v.) Efendimiz üzerine Allah Teâlâ'nın çok büyük bir fazîleti oldu. Çünkü hakîkatlere ârif olmak Allah Teâlâ'nın çok büyük fazîletidir. İşte kadınlarda vücûdun aslı oluşu ma'nâsının mevcût oluşu yönüyle, (S.a.v.) Efendimiz, onların hâline i'tinâ ve ihtimâm gösterilmesini kastederek üç sayısını "hâ"sız "selâs" şeklinde söyleyerek dişili eril üzerine gâlip kıldı. Dikkât et ki, (S.a.v.) Efendimiz eşyânın hukûkuna ne kadar şiddetle riâyet buyurmuştur ve hakîkatler ilmini ne güzel bilirler!

Daha sonra dişil kelimelerde, sondakini baştakine benzer kıldı; ikisinin arasına eril olanı koydu. Bundan dolayı "nisâ ya’nî kadın" ile başladı, "salât ya’nî namaz" ile bitirdi. Ve onların ikisi de dişil kelimelerdir. Ve ikisinin arasında bulunan "tıyb ya’nî güzel koku", onun vücûdunda, o gibidir. Çünkü erkek, kendisinden açığa çıktığı zât ve kendisinden açığa çıkan kadın arasına konulmuştur. Şimdi erkek, iki dişil arasında tahakkuk etmiştir: Zât dişilliği ve hakîkî dişillik. Bu durumda "nisâ ya’nî kadın" hakîkî dişildir ve "salât ya’nî namaz" hakîkî olmayan dişildir. Ve “tıyb ya’nî güzel koku” ikisinin arasında, kendisinden mevcût olduğu zât ile kendisinden mevcût olan Havvâ arasındaki Âdem gibi, erildir. Ve eğer dilersen "sıfat"tır dersin; o halde yine dişildir ve eğer dilersen "kudret"tir dersin; o halde yine dişildir. Şimdi sen hangi anlayış üzerine olmak istersen ol. Çünkü sen ancak dişili öne geçer bulursun. Hattâ âlemin vücûdunda Hakk'ı "sebep" edinen sebep ashâbı indinde bile; “illet ya’nî sebep” ise dişildir (19).

Ya'nî Resûl (a.s.) bu hadîs-i şerîfte dişili eril üzerine gâlip buyurduktan sonra sonda olan "salât ya’nî namaz"ı dişillikte, başta söylediği "nisâ ya’nî kadın"a benzer kıldı ve "nisâ ya’nî kadın" ile "salât ya’nî namaz" arasına, eril olan "tıyb ya’nî güzel koku"yu koydu. Şu halde nisâ ile başladı, salât ile bitirdi. Ve "nisâ" ile "salât" dişil kelimelerdir. Ve bu iki dişilin arasında eril olan "tıyb ya’nî güzel koku", dişil olan Hakk’ın "zât"ı ile, aynı şekilde dişil olan "nisâ ya’nî kadın" arasında vücûtta eril olan erkek gibidir.

Ve erkek, insân-ı kâmil olan Resûl'dür. Çünkü erkek, Hakk'ın zâtının sûreti üzere, Hakk'ın zâtından açığa çıktı. Ve kadın da erkeğin sûreti üzere, erkekten açığa çıktı. Bundan dolayı erkek, zât ile kadın arasında gerçekleşti. Şu halde erkek iki dişil arasında tahakkuk etmiş oldu ki, birisi zâtın dişilliği, diğeri hakîkî dişildir. Ve "zât"ın dişilliği hakîkî olmayan ve "nisâ ya’nî kadın"ın dişilliği ise hakîkîdir. Ve aynı şekilde hadîs-i şerîfte geçene "nisâ" hakîkî dişil ve "namaz" ise, hakîkî olmayan dişildir. Ve bu hakîkî ve hâkîkî olmayan iki dişil arasında "tıyb ya’nî güzel koku", vücûda getirici zât ile Âdem'in vücûdundan açığa çıkan Havvâ’nın arasındaki Âdem gibi erildir.

Eğer sen istersen kelâm ehlinin anlayışı yoluyla zâta aykırı saydığın "sıfat" ve "Hakk'ın kudretini", Âdem'in vücûduna sebep tut. Âdem'in vücûduna öncelik veren "sıfat" ve "kudret" yine dişildir. Sonuç olarak Âdem'in menşeini hangi anlayış üzere alırsan al, dişili öne geçmiş bulursun. Hattâ sebep ashâbı olan filozofların anlayışı üzere "zât" hakkında "sıfat" i'tibâr etmeksizin "hüviyyeti yönünden" âlemin vücûdunun "sebeb"idir demiş olsan, yine dişili öne geçmiş olur. Çünkü "illet ya’nî sebep" kelimesi hakîkî olmayan dişildir. Ve sebep ile sonuca bağlı îzâhlar İlyâs Fass’ında geçti.

Ve "güzel koku"nun ve onu "kadın"dan sonra söylemesinin hikmetine gelince, kadında var etme kokuları olduğundan dolayıdır. Çünkü "Kokuların en güzeli, sevgilinin sarılmasıdır". Diğer sözler de böyle dediler. Ne zamanki Resûl, asâleten kul olarak hálk olundu, aslâ başını efendiliğe kaldırmadı. Belki edilgen olmasıyla berâber, secde edici ve kıyamda durucu olarak kulluktan vazgeçmedi. Hattâ Allah Teâlâ ondan var ettiğini var eyledi. Şimdi ona fâil oluş rütbesini ve tertemiz esintiler olan nefesler âleminde te'sîri verdi. Bundan dolayı ona "güzel koku" sevdirildi. İşte bundan dolayı onu, ya'nî güzel kokuyu, söylemde kadından sonra söyledi. Böyle olunca Hakk'ın “Refîud derecâti zül arş” ya’nî “Dereceleri yükseltendir; arşın sâhibidir” (Mü'min, 40/15) sözünde, Hak için olan derecelere riâyet etti. Çünkü onun üzerine, onun istivâsı Rahmân ismiyledir. Şu halde bir kimse kalmadı ki, onun üzerine Arş'ın ihâtası olsun da, o kimseye ilâhî rahmet isâbet etmesin. O da Allah Teâlâ'nın “ve rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “ve rahmetim herşeyi kaplamıştır” (A'râf, 7/156) sözüdür. Ve Arş her şeye kapsamdır ve istivâ eden Rahmân'dır. Şimdi âlemde, onun hakîkati ile rahmetin sirâyet etmesi gerçekleşir. Nitekim biz onu bu kitâbta ve Fütûhât-ı Mekkîyye’de beyân ettik (20).

Ve güzel kokuların Resûl (a.s.)’a sevdirilmesi ve "güzel koku"yu Resûl (a.s.)’ın "kadın"dan sonra söylemesi, şu hikmete dayanmaktadır ki, kadında var etme kokuları vardır. Çünkü beşer türünün doğduğu mahal kadındır. Fakat kadın, erkeğin temâsından etkilenerek çocuk doğurur. Bundan dolayı kadın, edilgenlik mahallidir. Oysa fiilin fâile bağlanması daha tamdır. Var etme işinin fâile bağlanması kuvvetli ve edilgene bağlanması zayıf olduğu için Hz. Şeyh (r.a.) bu zayıf bağlantıya işâreten, “kadında var etme kokuları vardır” buyurdu. İşte bu var etme kokusu, güzel kokularla ilgili olduğundan, Resûl (a.s.)’a güzel kokular Hak tarafından sevdirildi. Ve Resûl (a.s) hadîs-i şerîfinde "güzel koku"yu, "kadın"dan sonra söyledi. Hattâ meşhûr sözde “Kokuların en güzeli, sevgilinin sarılmasıdır” derler. Çünkü kişi sevdiğine kavuşunca boynuna sarılır ve onu koklar. Ve sevgilisinin kokusunu hiçbir kokuya tercîh etmez.

Ne zamanki (S.a.v.) Efendimiz, bütün taayyünlerin kaynağı olarak hálk olundu ki, Hakk'ın ilk taayyün mertebesidir ve bu mertebe ilâhî tasarruflar için edilgenlik mahallidir ve asâleten sâdece kulluk mertebesidir. İşte (S.a.v.) Efendimiz kaynak olmaklıkla vasıflanmış iken aslâ başını efendiliğe kaldırmadı. Ya'nî en büyük halîfelik ile tahakkuk etmiş iken tasarrufa meyletmedi. Belki ilâhî tasarruflardan etkilenmekle berâber, edeben ulûhiyyet ya’nî ilâhlık hazretinde secde edici ve rubûbiyyet ya’nî rabblık kapısında kıyâmda durarak, aslâ ubûdiyyetten ya’nî kulluktan vazgeçmedi. Nihâyet Allah Teâlâ hazretleri bu hakîkat-i muhammediyyeden ve ilk taayyünden bütün varlıkları var etti ve vücûda getirdi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur: “Hakîkatte Allah Teâlâ aklı hálk ettiğinde ona "Gel" dedi, geldi. Daha sonra "Git" dedi, gitti. Buyurdu ki: İzzet'im ve Celâl'im hakkı için seninle alıp seninle vereyim ve seninle sevap kazanılmış ve seninle azâblandırılmış kılayım" Ve “akıl”dan kasıt “Allah Teâlâ ilk önce benim aklımı hálk etti” hadîs-i şerîfi gereğince muhammedî (s.a.v.) rûhtur.

Şimdi hakîkat-i muhammediyye bütün taayyünleri ihâta etmiş ve bütünsellikle vasıflanmış oluşu yönüyle bu ilk taayyün mertebesinin altında bulunan bütün mertebelerde kendisine Hak tarafından fâil oluşluk ve tertemiz esintiler olan nefesler âleminde te'sîr verildi. "Nefesler âlemi”nden kasıt rûhlar âlemidir ki, vücûtta nefesleriyle te’sir edicidir. Ve "tertemiz nefesler"den kasıt da, varlıksal tertemiz kokulardır. Çünkü rûhlar kesîf olan şehâdet mertebesindeki mevcûtların kaynağıdır. Mevcûtların sûretleri ondan evvel ilâhî ilim mertebesinde sâbittir. Rûhlar ilim mertebesi ile şehâdet mertebesi arasında olduğu için kendilerinin altında olan varlıksal mertebelerde nefesleriyle te’sirli olurlar ve ezelî ilmî ayn’lar için varlıksal kokular oluşları yönüyle, "tertemiz esintiler" vasfıyla vasıflanmışlardır. Bundan dolayı var etme esintileri, rahmânî rûha âit nefeslerdir; ve esintiler tertemiz kokulardır.

Şimdi nefesler âlemi şehâdet mertebesinde kadın menzilesindedir. Kadında var etme kokuları mevcût olduğu gibi, nefesler âleminde de varlık kokuları vardır. Çünkü şehâdetsel vücûtta hâsıl olan şey, ancak nefesler âlemi sebebiyledir. Bundan dolayı Resûl (a.s.)’a "kadın" gibi "güzel kokular" da sevdirildi. Ve güzel kokular araz olup, kendisi ile kâim bulunduğu cevherin vücûdundan daha sonra olduğu için, Resûl (a.s.) "güzel koku"yu, "kadın"dan sonra söyledi. Şimdi hadîs-i şerîflerinde önce kadını ve sonra güzel kokuyu söylemekle, Hak Teâlâ hazretlerinin "Hak dereceleri yükseltendir; Arş'ın sâhibidir” (Mü'min, 40/15) sözünde Hak için sâbit olan derecelere riâyet buyurdu. Çünkü Hak Teâlâ bir çok muhtelif derecelerde açığa çıktı. Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de "refîu'd derece ya’nî derece yükselten" demeyip "Refîu'd-derecât ya’nî dereceleri yükselten" dedi. Ve her bir derece bir ilâhî görünme yerini gerektirdi. Ve Hakk'a o derecede ibâdet olundu. Ve kendisinde Hakk'a ibâdet olunan görünme yerlerinin en büyüğü ve a’lâsı "hevâ"dır. Bu bahsin ayrıntısı Hârûn Fassı’nda geçti. Bundan dolayı (S.a.v.) Efendimiz, bu hadîs-i şerîflerinde ilâhî görünme yerlerini gerektiren derecelere riâyet buyurdu.

Şimdi derecelerin ilk olanı akl-ı evvel ya’nî ilk akıldır ki, hakîkî Âdem’dir. Ve ikincisi küllî nefsdir ki, Havvâ'dır. Eril olan ilk akıl, dişil olan Hakk’ın zâtı ile küllî nefs arasında olmuştur. Şu halde, (S.a.v.) Efendimiz, ilk akıl mertebesinden, vücûd mertebelerinin nihâyeti olan cisimsel insânî mertebeye varıncaya kadar, ne kadar mertebe varsa hepsine işaret ile riâyet buyurmuş oldu.

Ve Hak Teâlâ Arş’ın sâhibidir. Çünkü Hak, "Rahmân" ismi ile Arş üzerine istivâ etmiştir. Bundan dolayı üzerine Arş'ın ihâtası olup da kendisine ilâhî rahmet isâbet etmemiş olan bir kimse kalmadı. Ve ilâhî rahmetin bu genelliği Hak Teâlâ'nın “ve rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “ve rahmetim herşeyi kaplamıştır” (A'râf, 7/156) sözüyle sâbittir. Ve rahmânî Arş her şeyi ihâta etmiştir ve Arş üzerine istivâ eden, Rahmân ismidir. Bundan dolayı Rahmân isminin hakîkati ile âlemde rahmetin sirâyet etmesi gerçekleşir. Nitekim, bu konu Fusûsu’l-Hikem'in çeşitli yerlerinde ve Fütûhât-ı Mekkiyye’de beyân olunmuştur. Ya'nî Süleymân Fassı ve Şuayb Fassı ve Zekerîyyâ Fassı'nda ve Fütûhât-ı Mekkiyye'nin 558. bölümünde ayrıntılı olarak îzâh edilmiştir. Burada özet olarak beyânı şudur ki: Rahmet dört asıl üzerine dayalıdır:

1. Zâtî genel rahmettir. Bu rahmet, Hakk'ın kendi zâtına tecellîsi indinde, ahadiyyet zâtında gizli olan bütün isimlere ilmî sûretler bahşeder. Bundan dolayı bütün isimlere genel olur.

2. Zâtî özel rahmettir. Bu rahmet de, Hakk'ın kendi isimlerinden ba'zılarına muhabbetinin eserlerinden olan ezelî inâyetidir. Nitekim zâtî genel rahmet ile ilâhî ilimde peydâ olan ba'zı isimlerin sûretleri nebîlikle ve îmân ile sâbitlik bulmuştur. Ve onlar nebîlerin aleyhimü's-selâmın ve onlara tâbi' bulunan mü'minlerin dereceleri üzere olan sâbit ayn’lardır.

3. Sıfatsal genel rahmettir. Bu rahmet, zâtî genel rahmet hükmünün şehâdet hazretinde açığa çıkmasını gerektirir.

4. Sıfatsal özel rahmettir. Bu rahmet de, zâtî özel rahmet hükmünün aynı şekilde şehâdet hazretinde açığa çıkarılmasından ibârettir.

Şimdi Hakk'ın rahmeti her şeye kapsamdır denildiği zaman, ilâhî isimler de "her şey" ta'bîri altına dâhil olur. Çünkü ilâhî isimler de "eşyâ"dandır; ve ilâhî isimler Rahmân isminin hakîkati olan bir olan ayn’a dönüktür. Ve Rahmân ismi, toplayıcı isimdir. Bundan dolayı Allâh'ın rahmetinin kapsam olduğu en evvelki şey, zâtî rahmet ile sıfatsal rahmeti vücûda getiren o bir olan ayn’ın şey oluşudur. Çünkü ilâhî hazret bütün sıfatlar ve isimler ile zâttan ibâret olduğundan isimlere ve sıfatlara göre "toplanmışlığın küllü" olan bir olan ayn’dır. Ve bu "toplanmışlığın küllü" o bir olan ayn’ın şey oluşudur.

Ve Rahmân ismi, bütün isimleri ihâta etmiş oluşu yönüyle, bu bir olan ayn, bu Rahmân isminin hakîkati olur. Ve vücûd Arş’ı üzerine istivâ edici olan Rahmân'dır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin