İnsan deyince, kamil, yetkin insan mı kastediliyor, insan-ı kamil veya adem-i hakiki deyince ne anlamak gerekiyor?
Efendim insan ünsiyet kelimesinden gelir. Üns-insan. Bu kök, insanın başkasıyla iyi geçinebildiği zaman beşerlikten kurtulabildiğini bize öğretir. Yani insanlara iyi davranan, ondaki Allah’ın vasıflarını görebilen kişidir ki, beşer dediğimiz zaaflarının esiri olan, nefsinin ve egosunun esiri olan kişiden ayrılır. Bu durumda gerçek insan, ancak herkeste ve her şeyde sevdiği Allah’ının bir tecellisini gören kişidir. Ama biz görüyoruz ki bu bile Allah için yeterli olmuyor. Çünkü Hz. Peygamber’e ‘Ya-sin!’, ‘ey insan!’ hitabı, nefsini, aklını, vücudunu, her şeyi terk ederek geldiği sidre-i münteha dediğimiz bir insanın çıkabileceği en yüksek noktadan sonra, muhabbetiyle Allah’a ulaştığı yerde teşrif etmiştir. Yani bu hitap, peygambere ancak o zaman gelmiştir. Bu durumda insanlığın başlangıcı, herkesi sevmek; sonu, her şeyini bırakarak Allah’a ulaşmaktır. O halde insan olmak kolay bir iş değildir. Ama dünyaya gelmekten maksat insan olmaksa o zaman bunu yapmakla mükellefiz demektir.
Kȃmil insana gelince O’nda, kemal vasfı içinde ayrı bir özellik bulunur. Allah, Sa’d suresinin 75.ayetinde, ‘İki elimle yarattığım insana secdeden seni alıkoyan nedir?’ diyerek Şeytan’a seslenirken -Allah’ın elleri haşa olmayacağına göre- bu iki elden kasıt, birçok mutasavvıfa göre, Celal ve Cemal sıfatlarıdır. Allah’ın insanda tecelli eden kudret ve kuvveti ki, negatif olarak da tecelli de edebilir ve sonsuz güzelliği demektir. Negatif ve pozitif enerji insanda bir araya gelebilir. Ancak ikisini birleştirdiği zaman, yani Allah’ın kudretini, sonsuz güzelliğe, yumuşaklığa ve iyiliğe çevirdiği zaman insan, cemali ve celaliyle kemal sahibi insan makamına ulaşır. Zaten Allah kelimesinin harfleri de bize bunları anlatmaktadır : Allah’ta, elif harfi ehadiyeti, Allah’ın sonsuz güzelliğini anlatır. Elif harfi aynı zamanda çok enteresan bir harftir. Hiçbir harf elifsiz okunmaz. O halde bu, şu demektir ki, her insan, diğer harfler olan her varlık, ancak elif olan Allah’ın manasıyla birleştiği zaman okunur, görünür hale geçer. Demek ki insanın Allah’ın sonsuz güzelliğine ihtiyacı var. Bizi var eden, bizi dışarıya gösteren, canlı kılan, insan makamına yükselten bizdeki Allah tecellisidir. İşte insan bunu ortaya çıkaran varlık demektir. Allah onlardan olmayı bize nasip etsin. Demek ki insanın sonunda hakiki insan haline yükselmesi, her şeyini, aklını, vücudunu, nefsini sidre-i münteha denilen insanın çıkabileceği en yüksek seviyede bırakıp Allah’ına ulaşmasıyla mümkün olur. İşte burada gerçek insanlık makamına erişilir. Belki bu nokta, Peygamber efendimizin hakikatini anlamak için de tek noktadır. Öyleyse bu ȃleme, önce iyi geçinmeyi öğrenmek, sonra da Allah’la bütünleşmek, orada yok olmak için geldik. Ama kȃmil olmak bambaşka bir özellik ister ki, kemal kelimesi içinde Celal ve Cemali birleme anlamını taşır. Demek ki insanda her iki güç te vardır. Kulluk, cemali, Rablık kudret ve kuvveti temsil eder. Ancak Peygamber efendimiz gibi kulluğumuzda tecelli eden İlahi Hakikat’i görürsek o zaman Celal ve Cemali birleştirip, kemal makamına yükseltiliriz. Bunu yapabilmemiz için de harf olabilmemiz lazım. Harf gibi okunur olabilmemiz lazım. Biliyorsunuz, Arapça’da bütün harfler elif takısıyla okunur. Ne enteresandır ki, harf okunurken elif adı anılmaz. Ama harfi okunur hale geçiren elifin takısıdır. Elif, Allah’ın ehadiyeti, sonsuzluğu, bizdeki zatıdır. O halde her birimiz Allah’tan bir isim ve sıfat taşırız. Ancak Allah’ın isim ve sıfatları bizi okunur hale getirir. O halde insan olmanın yolu, içimizdeki Allah’a ait güzelliği ortaya çıkartmak, nefsimizi aradan çıkarmaktır. İşte kȃmil olmanın yolu budur.
Peki, seyr-i süluk nedir, manevi yolculuktan ne anlamamız gerekir?
İnsanın insan olma yolunda kat ettiği bütün merhaleler, Paul Coelho’nun dediği gibi ‘bütün duraklar’ toplam seyr-i süluk adını alır. Başlangıcı Allah, sonu Allah olan bir yol üzerinde geldiğimiz yere ulaşmak için Allah’a doğru yönelir ve oraya doğru yükseliriz. Önce indiğimiz bu ȃlemden oraya doğru bir yükseliş kavsi çizeriz. İşte bu hadisenin adı seyr-i süluktur. Başlangıç noktası tövbedir. Malumunuz, insan tövbe etmeye ‘levvame’ sıfatında başlar. Bu ȃleme geldiğimizde biz emmareyizdir. Emmare, nefsin en aşağı tabakası, egoizm halidir. Bu durumda insan emreder. Başkalarını küçük görür, kibirlidir, aşağılar, küçümser. Hz. Mevlana, bu haldeki insanı tarif ederken, ‘at idrarını yapmış, üzerine bir saman çöpü konmuş, üzerine de bir sinek oturmuş. Var mı benim gibi kaptan-ı derya?’ diye geziyor der. Bu hal, henüz insanlık makamı değildir. Seyr-i sülukun başlangıcı da değildir. Bundan tövbe etmeye başladığımız ‘levvame’ makamına ulaştığımızda, yani ben hiç bir şey değilmişim, ben hatalıymışım, eksik noktalarım varmış dediğimizde, seyr-i süluk başlar. Hayatın da başlangıç noktası budur. Daha sonra ‘mülhime’ye yükseliriz. Mülhime öyle bir haldir ki, maalesef bu noktada şeyhler bile vardır. Bu noktada insan ibadetini yapar, gücün Allah’ta olduğunu idrak eder, hatta idrak demeyelim akleder. Cüzi aklıyla akıl eder. Onun için kendini korumaya alır, ibadetini de bunun için yapar. Ama kendini görmekten de vazgeçmez. Ama insanın seyr-i süluktaki en önemli makamı, mutmainneye erdiği, Allah’ından emin olduğu makamdır. Ki, bu Peygamberin bir adıdır. Anacığının bir vasfından aldığı özelliktir. Hz. Amine’nin emin sıfatı, Peygamberimiz’de doğuşunda tecelli etmiştir. Bu makama gelen insan, asla geri dönmez. Asla ve asla hayvanlık makamına inmez. Burada Allah’ından emindir. Ara sıra hata da yapsa, basen vesvese de gelse, ‘ben ne yapıyorum!’ der hemen. Bunun için de ‘raziye’ makamı vardır ki, Allah’ından razı olduğu makamdır. Sıkıntıya katlanır, belayı hoş görür. Sevgilisinin bir ikramı gibi olur. Müsaade ederseniz bununla ilgili bir hikȃye anlatmak istiyorum. Mecnun Leyla’ya çok ȃşık. Asıl adı Kays biliyorsunuz. Ve Leyla’nın babasının yanında çalışıyor. Leyla da nazlı nazlı Mecnun’un olduğu yerde yemek dağıtıyor. Herkese bol bol yemek dağıtır. Kays’ın çanağına sadece ‘tın’ diye nazlı ve işveli bir şekilde vurur. Kays çıldırır sevincinden. Oynatır aklını. Herkes der ki, ‘sen hakikaten delisin. Senin adın Mecnun olsun. Sevseydi sana da bol yemek koyardı.’ Kays’ın cevabı olağanüstüdür : ‘Bana da sizin gibi mi davransaydı?’ İşte Allah’ı seven insan, acılara uğradığı zaman aynen böyle karşılar : ‘Yüce Allah’ım bana herkes gibi davranmamış. Farklı olduğumu anlamış. Biraz daha fazla acı lütfetmiş’ der. Bu güzelliğin içerisinde insan, daha da üst makama yükselir. Bu yücelmede hakikatte kendisinin rolü yoktur. Burada Allah’ın ona tenezzülü vardır. ‘Marziye’ dediğimiz bu makam, Allah’ın kuluna tenezzül ettiği, ondan memnun olduğu makamdır. Bunun üstünde tek bir makam vardır ki, o, nefsin en yüce makamıdır ve Hz. Peygamber’in safiyeti ve Allah’ın zatında yok oluşu bu makamı anlatır.
Bu anlamda zikir, bu gezide nasıl bir işlev görüyor?
Hocam Kenan Rıfai, zikri o inanılmaz üslubuyla şöyle tarif etmiş : ‘Zikir, şeytani vesveselerden kalbi muhafaza etmek, yani boşaltmak, dünya ile ilgisini kesmek demektir. Bu kadarla da kalmaz. Çoklukta birliği görür insan, davadan uzaklaşır, sulh içinde olur ve kalbe ilham olan manaları daima Allah’tan bilip düşünür, tefekkür eder, Allah’ından hiç gafil bir an geçirmez. Bu durumda zikir, sadece, Allah’ın adını anmak demek değildir. Her an Allah’la bir ve beraber olup nefsani arzu ve isteklerden vazgeçmek demektir. Zikrin üç şekli vardır. Kalbi zikir, gönlü zikir, fiili zikir. Evet lisani zikirde, insan Allah’ı anar. Ama Allah’ı anmaktan gaye, sadece şu iki dudak arasında Allah’ı anmak demek değildir. O anışın bütün vücuda yayılmasıdır. Öyle ya Süleyman Çelebi o yüce Mevlitte, ‘bir kez Allah dese aşk ile lisan/dökülür cümle günah misli hazan’ demiyor mu? Hȃlbuki bizim Allah deyişimiz günahlarımızı dökecek kuvvette değil. O halde Allah deyiş veya Allah’ın ismini anış, bir sevgilinin ismini anış gibidir. Burada Attar’ın o muazzam şiiri geliyor aklıma. Züleyha’nın Yusuf’u anışı. Gökyüzünde ay var dediler. Yusuf mu ortaya çıktı, dedim. Başım ağrıyor dedim. Yusuf’un acısı mı içine sindi, dedim. Bugün hava ne güzel dediler. Yusuf’u mu gördünüz, dedim. Mis gibi kokuyor etraf dediler. Yusuf’un kokusu mu hissediliyor, dedim. İşte Züleyha, gördüğünüz gibi, her gördüğünde, her duyduğunda Allah demektedir. O halde insan Allah’ı sadece lisanıyla anarsa hiç fayda etmez. O lisanın bütün vücuda işlemesi lazım. Demek ki lisanın ikinci hali gönlün yani kalp denen bu et parçası üzerine vuran nurun, Allah’ın nurunun ışığıyla aydınlanan vücudun Allah’ı anmasıdır. Vücudun her nefes, ‘sevgilim, sevgilim!’ diye Allah’ı anmasıdır. Ama fiilin zikri ise bu hale kavuşan insanın her hizmetinin Allah için olmasıdır. İşte bu hal, hakiki zekȃttır. Bu hal, kötü huylarımızı vermek için bir fırsattır.
Bir yücelme yani…
Evet, zikir de bir yükseliş, bir miraçtır. Zikir bu seviyede olursa insanı miraca yükseltir. Miraç, insanın Allah ile buluşma anıdır. Allah’ını hissetme, his gözüyle görme anıdır. Peygamber efendimizin miracı, ulvi bir miraçtır. Eğer müsaade ederseniz ben onun evrelerinde yapmamız gerekenleri öğrenmeye çalışalım, derim. Peygamber efendimiz sabırla miraca çıktı. Onun Burak’ı sabırdı. O taşlandı, aşağılandı, başına pislikli işkembe geçirildi, herkes yerden yerde vurdu, alay etti. O dönmedi, asla dönmedi, Allah’ından vazgeçmedi. İşte o zaman onun sabrı Burak adını aldı. Ve mübarek vücudunu sadece Kudüs’e götürdü. Kudüs’te o mübarek taşa bastı. Bunun sebebi o taşın adının ‘teslimiyet taşı’ olmasıdır. Peygamber bize şunu öğretmeye çalıştı. Mekke’den de miraca çıkabilirdi O yüce sultan. Ama niye Kudüs’e geldi? Çünkü teslim olmadan Allah’ın huzuruna çıkılmaz. Sabır insanı mutlaka, tam manasıyla teslimiyete götürmelidir. Peygamberin teslimiyeti İbrahimi bir teslimiyetti. O taş, sanki Hz. İbrahim’in oğlunu koyup kesmek üzere hazırladığı taştı, daha sonra da üzerinde Allah’ın gönderdiği koçun başını kestiği taştı. Peygamber’e öyle bir teslimiyet içindeydi ki, Allah’ına o güzellikle yükseldi. Onu melekler yükseltti. Yükselirken dünyanın her bir makamında ona yalvardılar. Madde dedi ki, ‘biz Allah’ı göremeyiz. Bizde onun manası eser halinde. Ya Muhammed bizim de selamımızı götür.’ Peygamber kendi maddesinin her bir zerresinin aşkı ve selamıyla çıktı. Makam makam yükseldi, cenneti ve cehennemi gördü. Cehennem ve cennet onun manasından birer parçaydı, tıpkı bizim de cennet ve cehennemi kendi içimizde yaratışımız gibi. Cehennemde sevgililerini gördü ve onlar için dua etti. Cennette kendi cemalini gördü ve cennetin makamlarında Peygamber’in yalvarışlarını hissetti. Hz. Ȃdem ona ilk makamda ‘Ya Muhammet! Benim de selamımı ilet’ dedi. Ȃdem, Peygamber’in zatıydı. Daha sonra makam makam ilerledi. Yusuf’un, Yakup’un, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın hepsinin selamlarını aldı. Kendi içindeki bütün makamlarıyla Allah’a doğru yüceldi. Musa’da aklıyla, İsa’da ruhuyla Allah’a yükseldi ve en sonunda bütün olarak her şeyini teslim ederek yükseldi. Cebrail onun o yüce manasını taşıyan, onun hakikatini, diriliğini taşıyan, aklını, akl-ı küllü anlatan Cebrail, ancak Sidre-i Münteha’ya kadar ona yol gösterdi. Orada dedi ki, ‘ya Muhammet! Burada insani bütün vasıflarını bırak. Sende beşerlik yok ama insaniyetini bile terk et, insan olduğunu bile unut. Burada hiç olarak yüksel. Ben çıkamam, çünkü ben diriyim. Sen ise ölü olarak çıkacaksın oraya.’ Peygamber öyle bir öldü ki, öyle bir yok oldu ki, Allah onu kendine çekti. Allah cezbesiyle onu çekti. Sevdiğini, ölüyü diriye çekti. Öyle ya Allah Musa’ya seslenmemiş miydi? ‘Ya Musa, beni görmek mi istiyorsun? Sen de benim diyorsun, ben de benim diyorum. Sen benim için yok olamazsın. Keşke olsan. Ben senin için hiç yok olamam. Çünkü ben ebedi hayyım. Onun için ancak yok olan bana ulaşır.’ O Hz. Muhammed makamıydı, yükseldi, büyük bir imtihana tabi tutuldu. Bak ya Muhammed her şey senin. Yarattığım, yaratacağım her şey senin. Peygamber dönüp bakmadı bile. O ölüydü. Onun maddede, manada hiçbir şeyde gözü yoktu. Ne nurani bir isteği, ne maddi bir makam isteği kalmıştı. Yükseldi, yükseldi ve Allah, ‘gel ya Muhammed’ dedi. Muhyiddin Arabi o kavuşma anını şöyle anlatıyor. ‘Ben neredeyim Allah’ım diyor, Hz. Muhammed, benimlesin, sağ ayağını sol ayağının üzerine koy, göreceksin ki bendesin ya Muhammed. İşte o anda Peygamber, ‘ümmetim, ümmetim’ dedi. Allah ta onun ümmet aşkında bizleri kabul etti.
O halde insanın miraca ulaşması için kendinden geçmesi lazım…
Sabrının ve teslimiyetinin yok edilmesi içindeki bütün makamların peygamberlerdeki gibi kuvvet ve zuhur etmesi gerekir. Sonra her şeyi bırakması, her şeyi kalben terk etmesi lazımdır. Evliyalık, maddi-manevi rütbe, mevki, öğretmenlik, Allah’ın lütfettiği ne varsa hepsini terk etmesi gerek ki, Allah cezbesiyle onu yanına çeksin. Miraç öyle bir hadisedir ki, namazdaki teslimiyet gibidir ve secde halidir.
Bu hale aşkla mı erişilir? Daha doğrusu bu hal aşk mıdır?
Aşk kelimesi, Allah’a ulaşmada ve miraçta en büyük etkendir. Aşk, çok önemli bir mefhumdur. Aşk sarmaşığın kök kelimesidir. Nasıl ki sarmaşık sardığı yeri yok eder ve ona ait hiçbir şey göstermezse, aşk bir vücuda girdiği zaman o vücutta daha önce padişahlık yapmaya kalkmış kinler, nefretler, kibirler, gururlar bu padişahların hepsinin başını keser ve tek olarak o vücut içine yerleşir. Yerleştiği zaman ȃşık, aşkından başka hiçbir şey düşünmez hale gelir. Aşkın bu sonsuz güzelliği, sarıcılığı, yok ediciliği insan için en büyük lütuftur. Zaten aşktan yaratılmadık mı? ‘İstedim ki bilineyim.’ Hadis-i Kutsi’de Allah, Peygamber’ine, ‘istedim, arzu ettim, aşk ettim Ya Muhammed’ diye seslenmiyor mu? Allah bizi aşkıyla yarattı. Kendi güzelliğini aşkıyla ortaya çıkardı. Bir şeyin görünür olma sebebi aşktır. Aşk, nur gibi çok yüksek bir enerjidir. Aşkın Allah’taki yaratış halindeki tecellisi rahmet sıfatıdır. Rahmetin içinde merhamet vardır. Aşkın merhamete dönüşü hiç boş değildir. Çünkü ȃşık, sevdiğine ait olan her şeye merhamet eder. İnsan bir insanı sevdiği zaman dahi ona ȃşık olduğunu düşünmek hatasına kapıldığı zaman bile ona ait her şeye merhamet duyar. Ama ȃşık, asıl aşkının Allah olduğunu idrak ettiğinde ‘kamu ȃlem birdir bize’ sırrına erer. Asıl ȃşık olunan sonsuz olandır. Gerçi, Muhyiddin Arabi hazretleri, sonsuz kelimesini Allah için kullanmamızın çok büyük bir edepsizlik olduğunu söyler. Hazret’e göre, sonsuz bile sınırlı bir kelimedir. ‘Allah kelimeyle ifade edilmez’ buyuruyorlar. O halde o aklın almayacağı, hiçbir idrakın anlayamayacağı Yüceler Yücesi Sultana ȃşık olduğu zaman yaratılmış her şeye merhamet etmekten başka bir şey hissedebilir mi? Peygamber’deki rahmet tecellisi, Allah aşkının merhametinin tecellisidir. Ana da bu rahmetiyle evladını büyütür. Bunu için analık, dünyada, cennetin ayakları altında olması demektir. O halde aşk, insanı insan yapan en büyük enerjidir. Muhabbet (kökü hubb) Kuran’da aşk olarak geçer. Muhabbet, Allah ile kulun birleşmesi ve bu birleşmeyle cezbeye çekiliş demektir. Daha doğrusu bu cezbeyle herkese ve her şeye Allah’ımdandır diye çekiliş demektir. ‘Yaradan’ı severim yaratılmıştan ötürü’ demiyor mu koca Yunus? Yaratılmıştaki tecellisini gördüğüm için Yaradan’ı seviyorum. Yaratılmışı da, yaradanı onlarda gördüğüm için seviyorum demiyor mu? Öyleyse dünya aşk, muhabbet ve merhametten ibarettir.
Peki, bu bizde nasıl hangi düzeyde, nasıl beliriyor?
Merhamet ve aşk, bizde o kabiliyette olmadığımız için sevgi adında zuhur eder. Sevgi aşkın bir derecesidir. Biz her şeyi severiz. Kediyi, köpeği, otu, böceği, insanı, eşimizi, kardeşimizi, arkadaşımızı, dostumuzu severiz, ama bunu sadece Allah aşkının bir tezahürü olarak yaparız. Sevginin sonucu gerçekten şefkattir. Ondan sonra insan aşkta üst bir seviyeye çıkarsa onda hilim zuhur eder. Hilim yumuşaklıktır. Allah diyor ki, ‘Şeytan en çok hilim sahibi ȃlimden korkar.’ Yumuşaklık, dilin dişler arasında durmasını ve rahat konuşmasını sağlar. İnsan alimse yani Allah ilmiyle doluysa yumuşaktır. Hz. Mevlana onu şöyle tarif eder : ‘Olgun başak eğilir’ der. İşte bu yumuşak haldir ki insanı insana sevdirir. Bu hoşgörü, bu tevazudur ki insanı mutlu eder. Demek ki hilmin son noktası tevazudur. Tevazu nedir? Bir kardeşimle ikimiz derviş meşrepli bir ailede yetiştik. Ve iki büklüm olarak yetiştik. Çünkü anamız bizi herkese hizmet etmek için doğurduğunu söylerdi. İki kardeş bu gayeyle herkesin önünde iki büklüm olduk. Ama sonunda öğrendik ki bu mütevazilik değilmiş. Sadece insanı kambur ediyormuş. Gerçek mütevazilik başkasının hakaretine verdiği sıkıntıya tahammül edebilme gücüdür. Her şeyde ve herkeste Allah’ı görüp ona hürmet etme güç ve kuvvetidir. Dolayısıyla görüyoruz ki, aşkın zerresi dahi insanı nasıl adam ediyor. Daha sonra aşk insanda cezbe yaratır. Bu cezbe aslında Allah’ait bir kuvvettir ve çekim gücüdür. Allah, rahmet sıfatıyla tecelli ettiği zaman, bu cezbeyi her varlıkta aralıksız zuhur ettirir. Mesela atomda elektronun protona çekilişi de bu cezbeye aittir. O halde her şeyin her şeye çekilişi vardır. Zıt, zıddına doğru mutlaka çekilir. Ama esas olan, zıddıyla bütünleşip birliğe gidebilmektir. O halde cezbe karşılığında mutlaka incizabı, yani o cezbeye doğru çekilmeyi getirmelidir. Artının eksiye çekilişi gibi. İşte kemal, artı ve eksinin bütünlüğüdür. Ve bunun sonucu da Hz.Mevlana’ya göre semadır.
Sema da aşktır o halde?
Pek tabii… Esasen semanın başlangıcı çok ezelidir. Ama Hz. Mevlana’nın semaı çok başkadır. Onun semaı, bu çekilişi anlatmaktadır. Semada insan, henüz beşerken kendinden üstününü bulunca hayretle ona doğru yönelir. Nietzsche, ‘keşke kendimden üstününü bu dünyada tanıyıp ona çekilseydim’ diyor. Herkes bu çekilme ihtiyacıyla doğar. Üstününü bulana ne mutlu, onu kabul edene, onun önünde nefsini verene ne mutlu. İşte Hz. Mevlana postun üzerine yerleştirdiği Peygamber’in manasıyla beşerin onun büyüklüğüne ve güzelliğine çekilişini anlatır. Ve beşer o kadar etkilenir ki onun sonsuz güzelliğinden, etrafında dönmeye başlar. Bu dönüş de boş değildir. Sanki kalbi etrafında tur atar ve ‘Bismillahirrahmanirrahim’ çizer. İşte bu bakış açısından, beşer, sevdiğinin gücü etrafında sonsuz bir cezbe halinde dönerken farkında olmadan güzelleşir. Yok olur, sidre-i müntehadaki Peygamber gibi yok olur. Allah onu Kendisiyle var eder, Kendi varlığıyla şahsiyet sahibi kılar. O zaman sevdiğinin etrafındaki insan farkında olmadan kendi etrafında da döndüğünü hisseder. Sonra bakar ki atomdan güneşe kadar bütün sistemler sadece bu manayı anlatmak üzere vardırlar. Ortada Peygamber’in manası, Peygamber’de tecelli eden Allah’ın zatı ve etrafta bütün yıldızlar, bütün tanecikler o cezbeyle, ona çekilişle dönüp durmaktan ve o yörünge üzerinde iki yerde de eğilerek ‘hu’ yapmakta. İşte bu sonsuz ve muazzam mana, semanın ve aşkın güzelliğini anlatır. Belki de aşk ve güzellik ya da tasavvuf sanatsız bu yüzden olmaz. Allah’ın sonsuz sanatı, yaradılıştaki muazzam çeşitliliği, muazzam zenginliği değil midir sanatı besleyen? Bakın atomla güneş aynı mıdır? Mikroyla makro nerede birdir? Ama hepsinin ana ilkesi aynıdır. Allah öyle bir sanatçıdır ki, her yarattığına Kendi damgasını vurmuştur, her varolanda bir mührü vardır.
İşte dünya bu kaynaşma, bu cezbe ve bu cezbeye incizap üzerine yaratılmıştır. Onun için hiçbir zaman Allah’ın manası musıkisiz, semasız, ilimsiz ve edebiyatsız anlatılamaz. Öyle olsaydı ne Kuran gelirdi, ne Mesnevi yazılırdı, ne yüce sultanlar bu aşkla yazarlardı. Dolayısıyla insan oğlunda Allah’ın tecellisinin en güzel örneği edebiyatta, musıkide, ilimde, irfanda görünür. Ama ilim hepsinden yücedir. Çünkü ilim, öğrendiklerimizle Allah arasında ilişki kurmak demektir. Allah’ın sanatının en güzel açıklaması, ‘ledun’ ilmindedir. Onu gören, onu anlayan kişi bu ȃleme dönemez. Belki Musa gibi ilim sahibi bir yüce sultanın, Hızır gibi bir yüce sultanın önünde diz çöküşü de bu sebepledir.
Tevhit nedir?
Tevhit, insanın varması gereken son noktadır. Allah’ın manasında yok olmak ve bu yok oluşla, bütün insanlığa o hali yaymak demektir. Galiba cennetin nehirleri arasında en tatlı nehir, tevhit nehridir. Malumdur, cennette dört nehir akar: Su ırmağı, tevazu, hiçlik ve yokluk demektir. Süt nehri, ilimdir, ledün ilmidir, Allah’ın ilmiyle amel etmeyi öğretir bize. Şarap nehri, aşk ve muhabbeti öğretir. Fakat bütün bunlar bir araya gelmelidir ki insanda tevhit yani her şeyde Allah’ı görmek derecesini gerektirsin. Tevhidi biz Türkler çok güzel anlatıyoruz. Çünkü tevhit, güzellik demektir. Biz güzeli şöyle tarif ederiz. Bütün parmaklar bir araya gelir ve yukarıda ve aşağıda güzeli anlatır. Bu, şu demektir. Beş parmağın hiçbiri bir değildir. İnsan ancak farklılıklardaki güzelliği görüp onlarda Yaratıcısını hissedip, onları bir olarak görme derecesine ulaştığında, sıkıntı halinde dahi huzurlu olur. Bu hale, tevhit makamı denir. Tevhit, Kuran’da Allah’ın sonsuzdaki birliği olarak anlatılır. Tasavvufta tevhit, üç makamda anlatılır. İnsanın tevhide ulaşması hiç kolay değildir. İlk makam tevhid-i ef’aldir. Yani fiiller tevhididir. Ki bu makamdaki en üst derece, şaşıracaksınız ama şeytana aittir. Şeytan bile bizlerden üstün olduğunu böyle göstermiştir. Çünkü fiil, tevhidi yapanın ve yaptıranın Allah olduğu idrak etmek demektir. Öyle ya şeytan öyle demedi mi? “Ben niçin Ȃdem’e secde edeyim. Eğer isteseydin sen bana secde ettirirdin. İşte bu makamda kalmak, şeytani bir eksiklik olur.” Her şeyi yapan ve yaptıran Allah’tır. Ama aynı Allah gayret etmeyi bize emretmiştir. Fiil tevhidinden sonra tevhid-i sıfat gelir. Bu makamda insan, kendine ait gibi görünen bütün özelliklerin Allah’tan olduğunu idrak ettiği halde cüzün hatasını külle teşmil etmez. Yani, ‘ben bir cüzüm Allah’ım, sıfatın bende zuhuru cüz’i bir belirmedir. sende ise bütünsel bir zuhurdur. Ben küçücük parçayı nasıl bir bütünün hatası gibi gösteririm” der. Sıfat tevhidi, insana olayların iç yüzünü öğretir. Mesela bir hekim, ameliyat ederken hata yaptığında doktor yaptı demez. Bu bana, Allah’tandır, doktor aracı olmuş vah vah, der. İnsan-ı Kamil bu yolda mücadeleyi mecburi olarak şöyle yapar. Allah emretmiştir, hata yapanı cezalandıracaksınız. O kalbiyle her şeyin Allah’tan olduğunu bildiği halde vücuduyla Allah emrettiği için cezalandırır. Dolayısıyla bu makam, insanın huzura gittiği bir makamdır. Ama bu makam bile eksiktir. Bu makamdan sonra sonsuz güzel bir makam gelir. İnsanın Allah’ın Zatında yok olduğu makam. Tevhid-i Zat. Bu makamda tamamen fena hali zuhur eder. ‘Yokum’ hali zuhur eder. ‘Yokum ben’ der. ‘Ben bir hiçim.’ Fakat ben hiçim olduğu anda tıpkı Kâbe’deki gibi insan Allah’ın manasını giyinir. Yani benliğinden, varlığından soyununca Allah iki parçalı kıyafeti onun üstüne giydirir. Üstüne kibriyasını, büyüklüğünü, gücünü; altına varlığını, kudretini giydirir. Bu şekilde artık ondaki güç ve kuvvet kendine ait değildir. Ondan zuhur eden, nefsani istek ve arzu değildir. Ondan ney gibi Allah’ın sesi gelmeye başlar. İşte tevhidin en yüce makamı bu makamdır. Bununla birlikte insan, insanlıktan daha üstün bir makama, ‘Yasin’ makamına çıkar.
Kuran, Furkan ve Kuran adını alması dolayısıyla yani farka ve birliğe hitap etmesi sebebiyle tevhidin her makamının yüceliğini bize öğretir. Yani Kuran, şer’i açıdan bakarsak, bu yetkinlik düzeylerinin nasıl aşıldığını, nasıl geçildiğini bize tek tek öğretir. İrfani gelenek, yani Kuran’ı Kuran olarak görmek, tek olarak görmek, yalnız zati tevhidin hakiki tevhid olduğunu bize öğretir. Kuran’a göre tevhit, fiili tevhiddir. Aynı zamanda sıfat-i tevhiddir. İrfanı gelenekte yani tasavvufun üst manasında Allah’ın manasını idrakte hakiki tevhit, sadece zati tevhittir. Dolayısıyla Kuran’ın Furkan oluşu bize makam makam adam olma kısmını öğretirken Kuran’ın aynı zamanda teklik, cem makamı, cemü’l-cem oluşu, birliği, Allah’ta yok olmayı, sonra bekaya dönmeyi ve bu tevhit halimizi herkese yaymayı mecbur kılar. Öyleyse biz makam makam tevhidi yaşarken asıl gayemizin Allah’ta yok olmak olduğunu unutmamalıyız. Ama birden bu halin zuhur etmeyeceğini de idrak ettiğimiz için bir tevhit ehlinin elinde eğitim görmek çok önemli olmaktadır. Böylece insan tevhide kendi çapında biraz olsun ulaşabilir diye düşünüyorum ȃcizane.
Dünyaya geliş sırrımızı da burada mı aramalıyız?
Evet, efendim, birçok insanın sorusudur bu : ‘Allah niye yaratmış insanları?’ Allah sadece kendi güzelliğini görmek için mi yarattı bizi? Belki de Hz. Mevlana’nın dediği gibi tekrar kavuşmanın, tekrar birleşmenin zevkini yaşamak için mi yarattı bizi? Ama yaradılışın makamlarına bakarsak belki bunun manasını daha iyi anlarız. Yaradılışın ilk makamı, ehadiyettir. ‘Yalnız ben vardım, orada hiçbir şey yoktu.’ İşte Allah’ın sonsuzluğu içinde var olan tek şey nur-ı Muhammedi, hakikat-i Muhammedi’dir. İşte nur-ı Muhammedi, ‘istedim ki bilineyim, diledim ki bilineyim’ halinde zuhur etti.
Allah önce ehadiyetle zuhur etti, ‘istedim ki bilineyim’ dedi. Fakat bilinmek isterken kendi sonsuz Zatını sadece bilinmek istediği şekliyle sonsuzluk içinde teklik içinde yarattı. Bu makama, ehadiyet mertebesi diyoruz. Bu sonsuzluktur. Bu makamın içinde nur-ı Muhammedi vardır. Nur-ı Muhammedi bu makamın zatıdır. Buna hakikat-i Muhammedi ya da akl-ı kül de denilebilir. Buradan zuhur eden vahdaniyet, ehadiyetten zuhur eden vahdaniyet sanki nar gibidir. Böyle bir örnek gösterdiğim için Allah beni affetsin. Ama kendim çok iyi anlayabildiğim için belki böyle daha iyi anlarız diye düşünüyorum. Narda nasıl biz bir tek şey görürüz ama yarılınca sonsuz tanecikler zuhur eder. Bu tanecikler bizleriz. Bizdeki Allah’ın isim ve sıfatlarıdır. Fakat vahdaniyette hepsi birleşmiştir. İnsan ehadiyetten gelir vahdaniyete döner. Yani Allah’ın sonsuzluğundan gelir fakat birliğine döner. Sonsuzluğu idrak etmek için birliğine döner. Yani narın bir tanesi gibi olan vücudu nar içinde yok eder. Bunu yapabilmek için de kendisi gibi olan bütün tanecikleri sevmesi, kabul etmesi hatta Muhyiddin Arabi hazretlerinin buyurduğu gibi onlarla omuz omuza gelip saf tutması gerekir. Hani nasıl camide safları sıklaştırın, birleştirin derler, işte biz de farklı isimlerle öylesine bir araya gelir, sıkışırsak o birliği, o vahdaniyeti oluşturabiliriz. Onlara hürmet ederek, saygı göstererek, onları severek, farklılıkları da görmeyerek, belki Mevlana hazretlerinin, ‘Yunus kardeşim acı, tatlı diye iki mefhum anlatmışlar. Biz de onları tek mefhum gibi anlatalım’ buyurdukları gibi, farklılıkları tek anlatarak narı oluşturabiliriz. Vahdaniyet böyle bir birliktir. Tıpkı demin anlatmaya çalıştığım parmakların bir araya gelişi gibi güzeli anlatan bir birliktir. İnsanın vahdaniyet mertebesine ulaşabilmesi için vahdet-i vücudu çok iyi idrak edebilmesi lazım. Yüce sultan Muhyiddin Arabi hazretlerinin vahdet-i vücudunu benim gibi aciz ve basit bir kulun açıklaması çok zor. Ama o aciz ve basite de hitap etmiş. Gel sen de anlamaya çalış demiş. Vahdet-i vücut, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli ettiğini her yaratılmışın da tecelli ettiğini görebilmektedir. Hani nasıl sevdiğiniz insanın ailesini de seversiniz, onu çok sevdiğiniz için, onu çok sevdiğiniz için ona ait her şeyi tanımak istersiniz. İşte Allah’ı çok seven kişi, ona ait bütün isim ve sıfatların tecelli ettiği bütün yaratılmışları sever. Hatta onlar üzerinde hȃkimiyet kurar. İşte böyle bir birliktir ki, insanları bir araya getirir ve der ki, ‘benim sevdiğim her yerde gözüküyor.’ Ama bunu Allah Kuran’da teyit etmiştir. Buyurmuştur ki, ‘Ben size şah damarınızdan da yakınım.’ Öyleyse Allah, sadece sevdiğine şah damarından daha yakın değildir. Allah kendisine düşman görünene de şah damarından daha yakındır. Demek ki Allah, o şah damarı hadisesiyle her yaratılmışta, hatta müsaade ederseniz biraz ileri gideceğim; canlı olduğunu düşündüğümüz, cansız zannettiğimiz hareket eden etmeyen her şeyde bir ismi ve vasfıyla, eser halinde de olsa tecelli etmiş ve var olmuştur. İşte bu bakış açısı, vahde-ti vücut bakış açısıdır. Herkesi ve her şeyi sevmeyi, -henüz bu makamda değilsek- hiç olmazsa hürmet etmeyi öğretir bize. Bu makama varabilmek için dostluklarda, arkadaşlıklarda birliği sağlamak lazım. Herkeste, her farklılıkta kardeşliği bulup, birliği sağlamak lazım. Bunu yapabilmenin tek yolu da, gene İbn Arabi’nin gösterdiği yoldan geçer. Der ki İbni Arabi, ‘gel, içimdeki zıt isimleri birle ki, önce kendindeki kavgayı bitirebilesin.’
Dostları ilə paylaş: |