Gecenin karanliğinda doğan işIK



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə7/20
tarix29.07.2018
ölçüsü1,01 Mb.
#62256
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   20

*
“İşte aşk çeşmesinden abdest alıp dört tekbir ile er kişi niyetine dedin mi o vakit senin bu mevhum vücûdun nazarında, kahır da lutuf da bir olur. Erlerini cımbız ile koparsalar, ateşle yaksalar, yâhut gülistan içinde bulundursalar senin için hep birdir. Esâsen âşıklığın ölçüsü, kahır ile lutfu bir bilmektir. Bâzı kimseler, sâdece lutfunu isterim, der, celâl tarafına gelince, ben paşamı bu kadar severim, der gibi kaçarlar. Mâdem ki beni seviyorsun, seni okşamamı sevdiğin gibi, acılarıma da katlanmalısın. Ancak o vakit beni sevdiğin sâbit olmuş olur. Böyle olmadıkça da, beni sevmekliğin, yalnız iltifat ve lutuflarıma muhabbetten başka bir şey olmamış olur, ki bu da bir nevi şirktir”

*

“Sadaka verip bir fakirin gönlünü almak ve bu sûretle de Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak, insanı, başına gelecek kazâlardan, belâlardan ve kederlerden kurtarır.



Bir de şu noktayı dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. İki türlü kader vardır. Birine levh-i mahfuz, diğerine levh-i muallak deniyor. Levh-i mahfuz, değişmeyen kaderdir. Levh-i muallak ise şarta bağlı olarak değişebilen kaderdir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın: Şu kulum şu işi yaparsa ona falan iyiliğimi vereceğim, yâhut şu kötülüğü yaparsa ondan falan nimeti alacağım, gibi şartlara bağladığı kaderdir. Onun için levh-i muallak yâni şarta bağlanmış olan kader, levh-i mahfuz gibi kat’ȋ ve değişmez kader değildir.

Galata Mevlevȋhânesi’inde, Mesnevȋ şârihi İsmâil Rusûhȋ Ankaravȋ Hazretleri medfundur. Kendileri bir zaman hastalanmış ve birkaç hafta mukâbeleye çıkamamışlar. Öteden beri kendisine Ganem ismi verilmiş bir dervişleri varmış. Hazret’in üç dört hafta semâhâneye çıkamadıklarından pek üzgün olan Ganem Dede de, aşcı dedeye: Sultanımıza ne oldu? Çok hasretiz… Ne vakit mukâbeleye çıkacaklar? diye sormuş. aşcı dede de: Vallâhi Ganem Dede, Efendimiz çok rahatsız! diye cevap verince Ganem Dede ağlamaya başlamış ve: Ne olur, bir Fâtiha çeksen de sultânımın uğruna ben kurban gitsem! demiş. Bunun üzerine aşcı dede bir Fâtiha çekmiş ve Ganem Dede de derhal cemâle yürümüş. Bundan sonra da Hazret gittikçe iyileşerek semâhâneye teşrif etmeye başlamışlar. Ganem Dede’nin başının, Hazret’in türbesi içine tesâdüf ettiği bilinir.

İşte bunun gibi, şartlı kaderde, yâni levh-i muallakta kat’iyet yoktur.”

*

Kâzım Bey:



-Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyâr kalmadı, buyuruluyor.

-“Tabiȋ oğlum. Ben kendimi terkeyledim, demek; nefsimi terkeyledim demektir. Ben Rabbime vâsıl olmak istedim, nefsini bırak da gel… dedi, sırrı budur. Nefsi terbiye etmek, onu nefislikten çıkarır. Nefis kemâli bulmadıkça, insan, insan olamaz.

Resûlullah Efendimiz’e: Cenâb-ı Hak bu âlemi halketmezden evvel kim vardı? diye sordular. Efendimiz de: Allah vardı ve onunla başka kimse yoktu, buyurdular. Cüneyd-i Bağdâdȋ Hazretleri’nin huzûrunda bu hadȋs-i şeriften bahsedilirken: Siz ne buyurursunuz? dediler. Cüneyt Hazretleri: Şimdi de öyle! diye cevap verdi.

Demek oluyor ki gördüğünü ağyar gösteren yâni Hak’tan gayri zannettiren nefistir. Eğer ağyârı kaldırır, Hak’tan gayrı bir şey görmezsen, lâ ilâhe illallah sırrı zâhir olur ve sırasıyle Hak’tan gayrı mevcut olmadığını ondan başka verici olmadığını, fâilin de Hak olduğunu görürsün. Onun için nefsini (lâ) eden yâni yokluğa salan, illallah demiş olur ve o vakit de: Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyâr kalmamış hakȋkati meydana çıkar.”

*

-“Danyal Bey söyle bakalım!”



Danyal Bey:

-“Pȋrimiz Efendimiz Hazretleri’ne Ebü’l-alemeyn denilmesinin sebebi nedir?

-“ Büyüklerin kutbû-aktab, gavsü’l-âzam, sırr-ı hilâfet, kutbü’l-ûlâ vesâire gibi mertebeleri vardır. Üçler dedikleri: Kutbü’l-aktab, gavsü’l-âzam ve sırr-ı hilâfettir. Bunlar her asırda mevcuttur. Rivâyete göre de geçen yüz yirmi dört bin peygamberin vekilleri mevcuttur. Binâenaleyh: Nerede o eski evliyâullah…geçti onlar! demek hatâdır. O ehlullah her an mevcuttur. Çok kimseler böyle söyleyerek, şerȋatte değilse bile hakȋkat yolunda küfür işlemiş olurlar. Çünkü Allah’ın mevcûdiyetine şüphe olmadığı gibi tecellȋsine de şüphe yoktur. Tecellȋ, her an bir çeşit görünür. Bu mâlûm olunca, ehlullâhın da her asırda ve her zaman mevcut olduğu anlaşılır. Bunlardan biri gitse, yerine bir diğeri geçer.

Üçlerden biri Hakk’ın nâibi, biri Hazret-i Peygamberin, biri de Hazret-i Ali Efendimiz’in vekȋlidir.

Yalnız, Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesi olarak, bazen olur ki bu üç mânevi vazȋfe, üç zatta ayrı ayrı bulunur. Bâzı zaman da olur ki bu üç vazȋfe iki zatta bulunur. Yine bâzı zaman olur ki bu üç vazȋfe bir zatta toplanır.

Hazret-i Pȋr Seyyid Ahmede’r- Rifâȋ, asrında kutbû’l-aktab idi. Seyyidinâ Abdülkâdir Geylânȋ ise gavsü’l-âzam idi. Abdülkâdir Geylânȋ’nin vefâtı ile gavsiyet de kendilerine tevcih olundu. İşte bunu için Hazret-i Rifâȋ’ye Ebü’l-alemeyn, deniyor.

Ebü’l-alemeyn denmesinin bir mânâsı da, zâhir ve bâtın ilimlerine sâhip olmalarından ve her iki ilimde de yed-i tûlâ yâni kudret sâhibi bulunmalarından dolayıdır.

Hazret-i Pȋr’in büyüklüğüne nihâyet yoktur. Fakat evsaf ve ahlakı, daima tevâzu, acz ve yokluktan ibârettir. Onun için Rifâȋlerin başlıca tecellȋsi tevâzudur. Gerçi bütün tarȋkatler için tevâzu, alçak gönüllülük esastır. Fakat Rifâȋlere tecellȋ, ifrat tevâzu cihetiyledir. Düşününüz, o sultan, Resûlullâh’ın mübârek elini öpmek gibi azȋm bir şerefe nâil olduktan sonra Bâbü’s-selâm’a yatıp: Allah’ını seven üzerime basıp da geçsin! buyuracak bir vecd ve tevâzu tecellȋsine garkolmuştur.”

*

Âdem bey:



- Bâyezid-i Bistâmi Hazretleri: Muhabbeti kâse kâse içtim… diyerek aşkın sonsuzluğunu beyan buyurmuştur. Âşıklardan, doydum, kandım… diyen var mıdır?

-“ İstȋdâda göre oğlum… Bir gün Şems-i Tebrȋzȋ Hazretleri, Mevlânâ Celâleddin Rûmȋ’nin karşısına çıkarak atının dizginini tutar ve Hallâc-ı Mansur mu büyüktür, yoksa, Resûlullah mı? diye sorar. Mevlanâ’nın: Elbet Resûlullah büyüktür,demesi üzerine Hazret-i Şems: Peki amma, Hallâc-ı Mansur, Enelhak, dedi. Hȃlbuki Resûlullah: Yâ Rabbȋ seni hakkıyle bilemedik! buyurdu. Levlâk sırrına mazhar olmuş ve iki dünya kendisi için yaratılmış iken, seni hakkıyle bilemedik… neden demiş? diye sorunca Mevlânâ: Çünkü Hazret-i Peygamber’in kabı o kadar geniştir ki ne kadar dolsa, daha yok mu? der. Halbuki Hallâc-ı Mansûr’un kabı ancak o kadarına müsâit olduğu için, doldum, dedi cevâbını vermesi üzerine Şems-i Tebrȋzȋ bir sayha vurarak düşüp bayılır.

*

Yusuf Ziya Bey:

-Efendim seven kimse sevdiği üzerine bir gül yaprağı bile atmak istemez ki, müteessir olmasın. Hȃlbuki Cenâb-ı Hak enbiyasını ve evliyasını türlü türlü dert ile mübtela kılıyor. Ne hikmet ki, sevdiğine böyle yapıyor.

-“Cenâb-ı Hak, sevdiğinin sesini işitmek için onu derde düşürür. Resulullah Efendimiz: Hiçbir peygamber benim gibi eza çekmedi, buyurur.

O iptilâlar bizim gözümüze göre eziyettir. Mânâda ise nimettir. Çünkü sıkıntı ve eziyet zamanında kul, Allah’a daha yakındır. Ve insan ne nispette mihnetten, gamdan azade ise o nisbette Allah’tan uzaktır. Sabahlara kadar zevk, safa ve eğlencelerle vakit geçiren o dört başı mamur kimseler, bilsinler ki, Allah’tan gafildirler ve uzaktırlar.

Onun için aşk sultanlarının belaları bela değil, zevk ve muhabbettir. Berikilerinki ise cehennem azabıdır.”


*
-“Dervişten lâ ilâhe illallah doğar. Başka ne doğar? Hemen Allah, lâ ilâhe illallah ilmini öğrenmeyi bize müyesser etsin!

Fakat iş, yalnız bunu lisanla tekrarda değildir. Harun Reşid’in papağanı da Yâsin-i Şerif’i baştan aşağı okurmuş. Böyle olmakla, o papağanın mümin ve hafız olması mı icabeder? Keza Kur’an’ın bir merkep üzerine yükletilmesi, o merkebe ne fayda verir? Hemen Cenâb-ı Hak, hakkıyla lâ ilâhe illallah demeyi nasip etsin amin!

Şeriat ehline göre bir hadis, yani sonradan yaratılmış, bir de kadim, yani ebedi vücut vardır. Onun için şeriat ehli, Allah başka, vücut başkadır derler.

Tevhid ehlinin inançlarına gelince, onlar, vücut birdir iki değildir, derler. Yalnız bu bir olan vücudun bâtını ve zâhiri vardır. Bâtını, bir nur-ı münbasittir ki cümle mevcûdâtı kuşatmıştır. Âlem, bu nurun içinde, güneşe karşı bir zerre, denize karşı bir katre hükmündedir. Binaenaleyh bu beyan ve tarife gelmeyen, nihayet ve payanı olmayan bir sonsuzluktur. İşte cümle mevcûdâttan zuhur eden, bu nurdur. Bilcümle mevcûdât ise bu nurun tecellisine mazhardır. Her bir varlıktan zuhur eden işte bu nurdur.

Nur, bir pencereden nasıl gelirse, o nur da pencere hükmünde olan bu varlık âleminden, bu mevcûdâta öylece gelir. Halbuki aslında işiten, söyleyen, bilen, bildiren, ikrar eden hep bu nurdur.

İşitme, görme, kudret, iradet hep bu nur ile olur. Hazret-i Şeyh-i Ekber’in dediği gibi: Ben söylüyorum ben dinliyorum, bu dünyada Hakk’tan gayrı bir şey yoktur.

Tasavvuf ehlinin hazarat-ı hams, beş hazretler dedikleri bir ıstılâh vardır. Bunlardan biri, ahadiyet mertebesidir ki, burada ne ilmen ne de aynen taayyün yani bir varlık vardır.

Beş hazretten ikincisi, taayyün-i sâni mertebesidir ki buna âyân-ı sâbite dahi denir. Âyân-ı sâbitede de aynen temeyyüz, yani bir vücutlaşma, bir varlığa bürünme yoktur. Amma ilmen temeyyüz, yani fikren bir seçilme, varlığa doğru fikri bir hazırlanış kendini göstermiştir.

İşte bu âyân-ı sâbite mertebesi, Hakk’ın zâtının, esma ve sıfatının tecelli mahalli olur. Vahdette kesret, kesrette vahdet mertebesi, bu mertebedir. Cenâb-ı Hakk’ın mutlak vücûdu, bu âyân-ı sabiteye ayna olduğundan, bu suretle de vahdette kesret oluyor. Mümin müminin aynasıdır hadis-i şerifi budur işte.

Öyle ki, birinci mümin, kâmil mümin; ikinci mümin, Cenâb-ı Hakk’tır. Demek ki kâmil mümin, Cenâb-ı Hakk’ın aynası imiş.

Beş hazretin üçüncü mertebesi, ruhlar âlemidir. İşte melâike-i kerubiyun ruhü’l-kuds, akl-ı evvel hep buradadır.

Dördüncü mertebe, hayâl veyahut misal âlemidir. Dünya ile bu ruhlar âlemi arasında bir âlemdir. Rüyalar bu misal ve hayâl âleminde görülür. Melaike ve evliya, istedikleri kalıba burada temessül edip görünürler. Kemâl erbabı, bu âleme, daha dünyada iken girmiş, görüp, gezip ondan haber vermişlerdir. Meleklerin birçok şekillerde temessül edip göründükleri yer, bu misal âlemidir.

İşte bu âlemlerin cümlesini havi olan beşinci bir âlem daha vardır ki, o da beşeriyet ve nâsut âlemidir. Âdem’in hakikati ne büyük şeydir. Bu hakikat-ı Âdem, cümleyi ihata etmiş kuşatmıştır.

İrfan denen bir şey vardır. İrfan, vücudu bir görmektir. Vücûdu bir görmek de, o “nur”a ermektir. O “nur-ı münbasit”e eren ise bir daha vücudunu göremez.

İrfan sahibi demek, bütün zulmani mertebelerini yırtmış, hodbinlikten çıkıp Hudabin olmuş, kendi kalmamış kimse demektir.

Soyun varından ey Ken’an

Görürsün var olan Allah

Tabii sen yok olunca ne kalır? Allah kalır. Lâ ilahe deyince, ötesi ne gelir? İllallah, gelir.

Sen zannedersin ki, Hakk’ın vücudundan başka bir vücûd vardır. Halbuki vücûd birdir. O da Hakk’tır. O “nur-ı münbasit”e erip kemâlini bulunca, o vakit hakikat sana aşikâr olur, kendini gösrerir. Ve:

Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet dost ile

Hep Hakk oldu cümle âlem, şehr ü bâzar kalmadı

Sırrı aşikâr olur. İşte tevhid ehlinin nazariyesi budur.

O vücudun zâhir görülen kısmı ki bu mezâhir yani gördüğümüz şu zuhur, varlık âlemidir. İşte bütün bu zuhur âlemi, Hakk’ın isim ve sıfatlarının mazharları, tecelli mahalli olmuştur.

Onun için Resulullah (s.a.): Beni gören Allah’ı görür, buyuruyor. Hazret-i Ali de: Görmediğim Allah’a tapmam, buyuruyor. Hazret-i Ebû Bekir ise: Hiçbir şey görmedim ki onda Allah’ı görmeyeyim, buyuruyor.



Allahu nuru’s-semâvâti ve’l-ard, ayeti de bunu gösterir. Hazret-i Cüneyd: Rabbimi rabbimle gördüm, dedi ki: Kimsin? Dedim ki: Senim, buyuruyor. Bâyezid-i Bistâmi ise: Evvelce zannederdim ki ben Hakk’a talibim. Hȃlbuki Hak bana talip imiş. Yine zannederdim ki, Hakk’a vasıl olacağım. Halbuki Hakk’a vasıl imişim ve yine zannederdim ki, ben Hakk’ı zikrederim, halbuki Hak beni zikredermiş. Nihayet kendimi kendi hayrını isteyen sanırdım. Fakat berbatıma çalışıyormuşum, hayrımı isteyici ise Allah imiş, diyor.

Hemen Cenâb-ı Hak, lâ ilâhe illallah sırrını görüp anlamayı ve hâl etmeyi bize nasip etsin. Çünkü işiten de, gören de, bilen, bildiren de hep odur.

Lâ mevcûde illallah yani Allah’tan gayrı mevcûd yoktur. Lâ faile illallah yani Allah’tan gayrı fail yoktur. Keza, Allah’tan gayrı izzetleyici, hidayet verici yoktur, diyoruz. Bunların hepsini topla, lâ ilâhe illallah zuhur eder.

Mademki senin vücudun vardır, tamamiyle mümin olamazsın. Bil ki ne ben vardır ne de sen. Var olan ancak Hakk’tır. Tevhid ehli işte böyle söylüyorlar. Doğruyu bilici Allah’tır. Biz, büyüklerimizden naklen söylüyoruz.”

*
Doktor Ziyâ Cemal Bey:

-“ Bir insana ezelde verilen kader ve nasip her ne ise burada da o veriliyor. Hȃlbuki verilmesi mukadder olan şeyler, çalışmalara, riyâzatlara ve mücâhedelere bağlı oluyor. Bunların, nice çileden sonra elde edilmesinin sebebi nedir? Acabâ maksat işin zevkinin, lezzetinin artması için mi yoksa?

-“ Oğlum meselâ altın bir mâden değil midir? Yer altından çıktığı vakitte de bunun altın olduğunda şüphe yoktur. Fakat toprakla karışık bir altındır. İçindeki lüzumsuz maddeleri çıkarmak için potaya koyuyor, ayıklıyorsun. Ancak bu muâmeleden sonradır ki darphâneye yollayıp damga vuruyor, sikke hâline koyuyorsun.

Kezâ, bir pırlanta, yâkut, zümrüt için de bu budur. Fakat meselâ bir çakıl taşını yontsan, potada kaynatsan mücevher yapabilir misin? Ne tür muâmeleye mâruz bıraksan, taş yine taştır.

Resûlullah Efendimiz: İnsanlar, altın ve demir gibidir, buyurur. Fakat pırlanta nasıl lazımsa, gümüş de lazımdır. Yâni hiç bir şey abes halkolunmamıştır.

Görüyorsun ya oğlum, aslında mücevher olan nesneler bile, içlerindeki temizlenmesi gereken maddeleri atmak için türlü çilelere tâbi tutuluyorlar. Demek oluyor ki, ezelde saadet damgasını taşıyan vücutların da burada riyâzat ve mücâhedelere tâbȋ tutulmaları, lüzumsuz fazlalıklardan kurtulmaları içindir.”

-Ezelde insanlara verilen istȋdat mıdır, yoksa ilim midir? Yâni irfan ve hakȋkat burada mı bulunur?

-“ İlim, istȋdat, irfan, senin rûhunda mevcuttur. Fakat burada yontulacaksın ki, cevherin meydana çıkmaya fırsat bulsun.

Resûlullah Efendimiz Hazretleri’ne bile, bütün kâinatın mükemmeli iken, peygamberlik kırk yaşına geldi. Fakat o, aslında mevcut idi. Zuhûru ise bir zamâna bağlı kaldı. Farazâ bir kaysı çekirdeğinde kaysı, bilkuvve mevcut ise de, bilfiil ortaya çıkması zamâna bağlıdır.”

*

-Ayet-i kerȋmede Cenâb-ı Hak: Benim ismimi zikretmeyenlerin rızkını daraltırım, buyuruyor. Kâfirler, zındıklar neden mes’ût yaşıyorlar?

-“Rızk iki türlüdür. Maddȋ, mânevi. Maddȋ rızk, servet ve her türlü varlıklar, mânevi rızk ise, ilim, irfan ve hikmettir.

Allah’ı zikretmeyenin elbet mânevi ilim ve irfânı daralır. Yine Cenâb-ı Hak: Kıyâmet gününde biz o kimseyi âmâ haşr ederiz, buyuruyor. Böyle haşrolan biri ben dünyâda kör değildim neden âmâ haşr oluyorum? dediği zaman: Bizim âyetlerimize kör idin, unun için şimdi de kör oldun! buyurulacaktır.

İşte maȋşette darlık da bu demektir. Efendimiz: Dünya, mü’minin zindanı, kâfirlerin cennetidir, demiyorlar mı? Yine Resûllullah Efendimiz: Dünyâda rahat yoktur, buyurmuyor mu? Allah’a yakın olanlar, bu dünyânın gaflet verici zevklerinden mümkün olduğu kadar uzak duran kimselerdir.

Dünya ehlinin zevk ve safâ içinde olmaları, Allah’ın oyunudur. Evet, ne ibâdet ederler ne itâat ederler. Fakat dünyâlıkları yerindedir. Bak gör ki Allah’la olan fakirin gönlündeki zevk, huzur ve teslȋmiyet onlarda var mıdır?”

*

-Tarȋkat nasıl bir ihtiyaçtan doğmuştur ve ne sebeple şûbelere bölünmüştür?

-“Tarȋkat, Resûlullah Efendimiz zamânından beri mevcuttur. Bir başka ifâde ile, tarȋkat, insan idrâkiyle başlamıştır.

Resûlullah Efendimiz: Fakr fahrımdır, iftihârımdır buyurmuştur. Fakrdan maksat, dervişliktir. Cenâb-ı Hak da: Allah’a yaklaşmak için vesile talep ediniz ve yine : Bilmediğinizi bilenden öğreniniz… buyurur.

Resûllulah, ashâba zikr telkin için Hazret-i Ali Efendimiz’e: Gözlerini kapa, üç kere lâ ilâhe illallah de, buyurmuşlardır.

Hadȋs-i Şerif’te, Allah’ı öyle çok zikrediniz ki size Mecnun desinler ve yine; Kur’ân’ı Kerȋm’de: Kim ki benim zikrimi etmezse yarın ahrette ben onu âmâ haşrederim, buyuruyor.

Efendimiz Hazret-i Ali’ye: Yâ Ali, Allah’a varan en kolay ve emin yol bir akıl sâhibine tâbi olmaktır, buyurmuşlardır.

Tarȋkatlerin şûbelere ayrılmış bulunması, aralarında ayrılık olduğuna delâlet etmez. Ancak zamâna ve insanların istȋdatlarına göre bu şekil farklarının meydana geldiğini düşünmek lâzımdır.

Sözün kısası, tarȋkatlerin zuhûru, Allah’ın taayyünsüzlük âleminin taayyün âleminden zuhûru yâni yaratılışın başlaması iledir.”

*

-Bir kul cânâna nasıl vâsıl olur?

-“Kendini aradan çıkarınca cânâna vâsıl olunur. Yâni kötü ahlâklarını iyiye tebdil edip cümle mevcûdâtın Allah’tan gayri olmadığını bilerek varlığını lâ ilâhe illallah’ta yakınca cânâna vâsıl olunur. Can kalkınca cânan kalır vesselâm."



*

-Kesret nedir?

-“ Kesret yoktur. Kesret, senin gözüne göre vardır. Bu görünüş âleminde tezâhür eden çokluk, Hakk’ın tecellȋsidir. Eşyâ, Hakk’a ayna olmuş, Cenâb’ı Hakk bu yaratılış âleminde kendi sıfatlarını ve isimlerini görür. Kezâ insanlar da bu yaratılış âleminde Hakk’ın tecellȋsini görürler.”

*

-Cenâb-ı Hakk hadȋs-i kudsȋde: Ben bir gizli hazȋneydim, istedim ki bilineyim, buyurmuş. Allah bizim kendisini bilmemizle bir şey kazanmaz. Kulları bilse de bilmese de Allah, gene o Allah değil mi?

-“Bu sözünle sen bize, kendimize bir vücud veriyorsun. Hȃlbuki biz ve bütün mevcûdat esâsen hayalden ibârettiz. Evvel ve âhir Cenâb-ı Hakk’tan gayrı bir şey yoktur. Ben bir gizli hazȋneydim, istedim ki bilineyim, buyurduğu zaman, nasıl kendisiyle beraber kimse yok idiyse, şimdi şu dakȋkada da gene öyledir. O zamanla bu zaman arasındaki fark ancak Hakk’ın gizlilikten zâhire çıkmasından ibârettir. Zâhir de odur, bâtın da o. Evvel de odur, âhir de o.

İstedim ki bilineyim‘ den maksat, Cenâb-ı Hakk’ın kendi kendine tecellȋ etmesidir. Bir şeftâli ağacı çekirdek iken, ondan dallar yapraklar ve meyveler zuhur ediyor. Ağaç başka çekirdek başka mıdır? Görünüşte başka, esasta ise birdir.”

*

-“ Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: İnsanlar zannederler mi ki, biz Allah’ı ve âhireti biliriz demekle bırakılırlar. Biz onları hastalıkla, yoklukla, evlâtlarını ellerinden almakla, arzûlarını vermemekle imtihan ederiz. Tâ ki, hangisi doğrucudur, hangisi yalancıdır, meydana çıksın diye. Gerçi biz onların hangisi sâdık, hangisi yalancıdır, biliriz. Lâkin bunu kendilerini, kendilerine bildirmek için yaparız.(Kıyamet/36)



İşte çokluğa salınan kimselerin de, çokluk içinde birliği bulup şaşırmamaları lâzımdır.”

*

-Dünyâda en büyük saâdet nedir, efendim?

-“Dünyâda en büyük saâdet ve rahatlık dervişliktir. En büyük nȋmet kâmil bir insana erişmektir. Allâh’ın halvetgâhından başka yerde saâdet yoktur.”

*

-Cümle halk ile sulh ü salâh üzre olmak kâbil midir? Bâzen barış hâlinde olduğun bir kimseden fenâlık görüyorsun:

-“Bizim için düşman yoktur. Her yerde Hakk’ı gördüğümüz için kimseyi tahkir edemeyiz. Mâdem ki dervişim diyorsun, herhangi bir kimseden sana gelecek veya gelmiş bir kötülük için, bu bana Allah’ımdandır demelisin. Meselâ Mü’mine Hanım rakı içti deseler, hiç alâkan olmayan bir şeyle suçlandığını görünce, her halde bir başka hatâm yüzünden Cenâb-ı Hakk beni bu sûretle ȋkâz ediyor ve mürşidim beni uyanıklığa dâvet ediyor dersin. Bu iftirâyı bir terbiye kabul ederek, gider söyleyenin elini öpersin. Bu kâbil olmazsa, kalben hoş görüp o kimsenin dâimâ iyiliğini istersin. Hakk kulunu kullar vâsıtasıyla terbiye eder. Onun için bir derviş, olanı Ahmet’ten Mehmet’ten bilmez Allah’tan bilir. Mâdem ki lâ fâile illallah (Allah’tan gayrı fâil yoktur) diyorsun, bu takdirde vâsıtayı görmemen ȋcap eder.”

*

-“ Bir kalpte iki muhabbet olmaz. Hem dünya hem Allah muhabbeti bir yere sığmaz. Çok zengin kimseler vardır ki kalplerinde mallarının bir zerre muhabbeti yoktur. Zenginlikleri Allah’ın rızâsını elde etmek için bir nevi basamak olur.



Çok fakir kimse de vardır ki dâimâ tâat ve ibâdet üzeredir. Lâkin kalbinden dünya muhabbeti kalkmamıştır. Amelde aranılacak nokta niyet selâmetidir. Niyetin Allah için ise korkma. Milyonlar içine gark olsan da zarar görmezsin. Mâdemki Allah seni kendi için yaratmıştır, sen de onun için olmalısın. Sözün kestirmesi budur işte.”

***



2 - KİTABÜ’T – TASAVVUF
ŞEMSEDDİN YEŞİL
( Ş. YEŞİL Kitabevi - 2004 )


Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin