Gecenin karanliğinda doğan işIK


Küçükköylü Ahmet Efendi'yle İlgili Hatıra



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə9/23
tarix30.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#63459
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   23

Küçükköylü Ahmet Efendi'yle İlgili Hatıra

İzmir, 02. 06. 2003



Küçükköylü Ahmet Efendi’yle İlgili Hatıra

Babam ilârahmetillâh, Hacı Ahmet Aras ve ben, üçümüz, Çanakkale yoluyla İstanbul’a gittik. Babam, durmadan şoföre “Oğlum namaz! Oğlum ikindi namazını geçirmeyelim. Namaz!”

Adam oyaladı, vakit geçiyordu. Peder kalktı ayağa. Şoförün yanına gitti. Araba da doluydu. Var sesiyle “Namaz!” diye haykırdı. Şoför mecburen kenara çekti ve biz, üçümüz, ikindi namazını edâ ettik.

Peder:


- Oğlum, bu millet namaz kılmaz mı? diye sordu bana.

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Peder, ona da öfkelendi. “Bu nasıl Müslümanlık?” diye söylendi.

İstanbul’a gittik. Hacı Tevfik Babanın evinde misafir olduk.

Nakşi şeyhi olan, Küçükköy’de Ahmet Efendi’yi ziyarete gidelim, dediler. Hacı Tevfik Baba, Hacı Muhittin Baba, Hacı Ahmet Aras ve ben, dördümüz, Küçükköy’e gittik.

Bu Hacı Ahmet Efendi, Nakşi şeyhi, aslen Oflu veya Rizeli. Erzurum’a gitmiş. Orada hocalık yapmış. Oradan da çocukları vasıtasıyla İstanbul’a, Küçükköy’e getirilmiş.

Biz de Hacı Babalarla ziyaretine gittik. 4-5 kişi de zaten yanında vardı. Yaşı 85’lerde. Çok mütevazı, ilim sahibi. Herkes elini, cüppesini, kolunu öpüyor. Sonradan da birkaç kişi geldi. 10-15 kişiyi bulduk. Tahtadan yapılmış bir geniş sofada oturuyordu. Yâni tahta divanda. Herkes hürmet saygı ile O’nu dinliyordu. Ahmet Aras ile ben elini öpmek istedik. Öptürmedi, elimizi vurdu. Biz de elimizi öperek, O’na saygı kabilinden başımıza koyduk ve kapı dibinde oturduk; o cemaatın dışında. Orada yapılan hareketlerin biraz ifrat olduğunu, aşırı olduğunu muhakeme yaptım.

Birisi sordu:

- İmam-ı Azam’ın durumuna ne dersiniz?

Tabi ki soran da, oradakiler de hep hoca.

- Maalesef, maalesef! Sapıttı. Onu zindana attılar, milleti bozmasın diye. Ve zindanda eza ceza ile öldürüldü. Diye söyledi. Ben O’nun için 60 senedir ağlıyorum.

- Peki, ne yapmıştı?

- Akaid’de “Sıfat, zâtın aynıdır.”diye söylemişti. Halk buna tepki yapınca, “Sıfat, zatın gayrıdır.”dedi. Ve yine bunu da halk, hazmedemeyince “Canım ne ayrıdır, ne gayrıdır.” Sapıttı, üç türlü cevap verdi. Zamanın hükümdarına bunlar anlatıldı. O günkü kadının fetvalarıyla içeriye alındı. Maalesef çok tehlikeli bir duruma düştü. Bu da Cafer-i Sâdık’a biat ettikten sonra –bu hâller- oldu.

Ama, biz bunu halktan gizli tutarız. Demeyiz ki, O, îmânsız gitti. O bizim mezhep sahibimiz. Siz sordunuz, siz de hocasınız, diye anlatıyorum. Buraya kadar Hocaefendinin izahı, ifadesi.

Ben şahsen buraya kadar çok zor sabrettim:

- Bir dakika! Bir dakika! Muhterem Efendiler! İmam-ı Azam için “îmânını kurtaramamış” diyenlerin îmânından ben şüphe ederim. Onlar taklittedirler!

Bir sessizlik oldu. Uzun bir salonun giriş kapısının yanında oturuyordum. yanımda Hacı Ahmet Aras vardı. Bana doğru döndüler. Ben yine:

-Bir dakika Efendiler! Beni dinleyin! İmam-ı Azam Hz.’leri Cafer-i Sâdık’tan maya-yı Muhammediye’yi, ilm-i Ledün’nü manen tahsile başladığı zaman kendisinde büyük olaylar, tecellîler zuhûra gelmiştir. Ledün ilmi, hikmet ve mânâ ilmidir. Herkesin buna akıl erdirmesi mümkün değildir. Aynen İmam-ı Azam’ın söylediklerini aşkla, zevkle söylüyorum, îmân ediyorum.

“Sıfat zâtın aynı” ifadesini kullandığı zaman, Makam-ı Ruh’taydı. Kurb-i ferâiz’deydi. Zâtından zâtına mazhar düşmüştü, bu zât-ı muhterem. Bu hâle gelebilmesi için Cafer-i Sâdık’tan fenâfillah mertebelerini görmüştü. Şirk fiilinden fiilulllaha, şirk sıfatlarından sıfatullaha, şirk vücudundan vücudullaha mazhar düşen, “mûtu kable en temûtu” sırrına mazhar olan İmam-ı Azam Hz.’leri, Peygamberimizin Ledün ilmini Peygamberin torunundan tahsil ediyordu. Fena-yı zâttan tecellî-yi zâta mazhar olan bu zât-ı muhterem “sırr-ı feeynema”yı müşahade etti. “El vahde bi lâ kesre” kesretsiz bir vahdet. Burada sıfat, zatın aynıdır. Hz. İsa’nın makamı. Makam-ı Ruh. Öyle bir hâl ki, Süleyman Çelebi’nin ifade ettiği gibi:

“Kim ne hâlidir ve mâli ol mahal

Aklı fikretmez o hâli fehm u hâl!”

Öyle bir zevk, öyle bir hâl... Harfle, sözle, kelâmla ifade edilemeyecek şekilde! Gölgelerin kaybolduğu... Kesretin ortadan kalkıp, vahdet tecellîsine mazhar olan bu zât-ı muhterem İmam-ı Azam “halk Hak” bir vücut demiş, Hak’tan gayrı bir şey görememiş. “Sıfat, zâtın aynıdır.” ifadesin kullanmıştır.

Ve yine bu zât-ı muhterem halkın tepkisine göre ifadesini değiştirmemiştir. Makamı değişmiş, Makam-ı Ruh’tan Tafsilât-ı Muhammediye’ye, Hazretü’l-Cem’e geçirilmiştir. “Hüvez zâhir” olan Hak, “Hüvel bâtın” olmuştur. Hz. Muhammed’in doğuşu! Fark makam! Bu makama “kulluk makamı” denir ki, burada “Sıfat, zâtın gayrıdır!” demiştir.

Makamları değiştikçe, makamdan makama seyr ü sülûk eden bu zât-ı muhterem, bizlere ifadeleriyle, akaidiyle ders veriyordu.

Hak zâhir, “Sıfat, zâtın aynıdır.” diye buyurdu.

Hak bâtın, “Sıfat, zâtın gayrıdır.” dedi. Ama bu zât-ı muhteremin gayesi, kesret vahdet tevhit etmekti. Mânâ-yı tevhîdi ikmâl için mürşidi tarafından ders değiştirildi. Kavseyn sahibi oldu.

Makam-ı Cem’den vahdet şuurunu, zevk ve mânâsını aldı.

Makam-ı Hazret’te, yani Tafsilât-ı Muhammediye’de kulluk şuuruna, yaşantısına girdi. Öyle kul ki, fenâfillahtan süzülmüş, Hakk'ı diyet etmiş, kesret vahdet tevhit etmiş.

Kavseyn’de kesret vahdet tevhit eden zât-ı muhterem “Ne aynıdır, ne de gayrıdır!” demiştir.

İlm-i Ledün meratip ve makamatını yaşayarak, yazarak, en güzel ifadeleriyle bizi tenvir eden bu zât-ı muhterem, ilm-i Ledün uğruna canını da feda etmiştir.

Cafer-i Sâdık’a biat ettikten sonra “İki senem olmasaydı, helâk olurdum!” diye buyuran üstâdımız katiyetle ifade edeyim ki, îmân-ı kâmil, amel-i salih üzerine ten kafesinden mânâ âlemine kanat açmıştır.

O cemiyette âcizane bunları ifade ettiğim zaman, oturduğu yerden bir ok gibi fırlayarak, o yaşlı hâlinde, yanındaki cemaatin omuzlarına basarak –elleriyle-koştu geldi. Kapı dibinde oturuyordum. Bana sarıldı. Ellerime, dizlerime sarılarak ağlıyordu. Sevinç gözyaşları döküyordu.

- Kim bu zât-ı muhterem? Kimsin? 60 senelik göz yaşlarımı durdurdun. Bu söylediklerine can u gönülden inanıyorum ve sana dua ediyorum, binlerce teşekkür ediyorum. Söyle Allah aşkına, sen kimsin?

Kayınpeder, amcazâde Hacı Tevfik Efendi:

- O bizim oğlumuz, damadımız, talebemiz, ifade edince,

- Yok, yok Hacı Tevfik Efendi! Bu başka âlemden gelme. Sizden bunda bir şey yok. Bugüne kadar hiçbir âlim, bunu bize böyle izah edemedi, etmedi. Hiçbir kitap böyle yazmadı. Söyle –hem ağlıyor, hem söylüyor- söyle Allah aşkına sen kimsin?

- Ben, O sultanın izinden giden, aynı dersleri gören, fenâfillah olan, zât-ı Hakk’ın mazharı. “Hüvel evvelü, vel ahiru, vez zâhiru vel bâtın” ayet-i kerimesinin mensubu, hâlde tevhît edip, yaşayan, zevk eden o Cafer-i Sâdık’ın bendeleriyiz.

Muhteremler!

Muhiddin-i Arabî’nin suçu mu vardı? Vahdeti zuhûra geldi de darağacına çıktı. Şeyh Bedrettin, “Halkın yüzünden Hakk'ı sevelim. Gelin dostlar, yarınlara bir şey bırakmayalım. Hüdâ gün gibi zâhir!” dedi de o da dâr üzre miraç eyledi. Seyit Nesimî’nin derisi yüzüldü.

“ittifâki” hadîsini ihtilâfa çevirdiler de yaptıkları katliamları örtmeye çalıştılar.

Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başı neden kesildi? 72 evlâdı şehit edildi?..

Hani müslümanın elinden, dilinden, azalarından kimseye zarar gelmezdi? Hani biz, imha değil ihyâ edecektik? Hani biz düşeni kaldıracaktık?

İlmin zâhirinde kalıp, bâtınî mânâlarından nasipdar olmayanlar, olamayanlar neler neler yaptılar, ama yine de tatmin olmadılar, olamadılar...Yezidîler astılar, kestiler, hadisat ve olaylar yaptılar, ama yine de tatmin olmadılar, olamadılar...

Kerbela’da bizim başımız kesildi. Seyit Nesimî’de bizim derimiz yüzüldü. Şeyh Bedrettinle dâra biz çıktık. Muhittin-i Arabî’yle canı biz verdik. Onlar benim aynımdırlar.

Kerbela olayı İslâm’ın yüz karası. Yezid, muaviye soyunun kahpece oyunları. Allah bize acısın. Onlar fırsat buldukça aynını, daha şiddetlisini yaparlar. Biz imkân buldukça onları îmâna, tevhîde davet ederiz.

Derdimizi halka anlatamadık. Anlamak da istemediler. Nefisleri buna engel. Nefs-i emmarelerini aşamadılar.

Ben yine Sultanlar Sultanına iltica ediyorum. Can u gönülden sevip, dualar ediyorum:

Tut elimiz ezel ebed. Yüce sultan bizi bize bırakma. Bizi bir an olsun gaflete düşürme. Dilimizi Allah demekten mahrum etme. Vallahi tarih boyunca yaralıyız, üzgünüz. Allah dostlarına neler yapmadılar, neler yapmadılar!..

Surette ayrı gözüksek de, tarihlerimiz birbirinden uzak olsa da biz yine yek vücuduz.

Kerbela olayının acıklı vakasını aynen gönlümde, ruhumda yaşıyor, hissediyorum. Tazeliğini bugün olmuş gibi taşıyorum. Ve yine Allah yolunda canlarını feda edip Hakk’ı diyet eden bu zât-ı muhteremleri ruhumuzda, gönlümüzde yaşıyor, hissediyor, aynı acıyı bütün dostlar ile paylaşıyoruz. Paylaşarak azaltmıyoruz. aynı hâlle hâllenmek, aynı acıyı duymak, hissetmek... Bunu ifade etmek istiyorum.

Gelin Dostlar!

Kader diyelim. Sevgilinin imtihanı, nazdaki niyazı, zâtına mazhar kılışı, fena-yı tamda bekanın zevkini verişi, can dostları ölümsüzlüğe geçirip, ebediyen yâd edişi. Hikmetinden sual olmaz. Fenâfillah olan nâra yanmaz.

Olayları kader nehrine atmazsak tahammül kolay değildir.

Allah, rızasından, sevgisinden, kadere rıza göstermekten bizi mahrum etmesin. Amin!

Yazılacak o kadar çok şeyler var ki... Buna ne zaman yeter, ne de imkân!

Allah'a emânet olun, derim.

HACI BABA

Hüseyin Sabri SOYYİĞİT
Hacı Dursun Efendi'yle İlgili Hatıra

İzmir, 20. 4. 2003

İsmet Hoca!

Hep araştırıyorsun, hep bir şeyler yazmak istiyorsun, sonraya hatıra kalsın. Bu vaziyette ikimize de çok rahmet okutacaksın. Hem bana hem kendine.

Zaten en güzel hizmeti kalem verir. Peygamberimiz Kur’an-ı Kerîm’i hem ezberletmiş, hem de yazdırmış.

Siz de bütün olayları yazıyorsunuz maşallah.

Bak İsmet Hoca!

Başımdan geçen bir olay var –bir hadise-:

Buradan gemiyle İstanbul’a gittik. Efendi Hz.’leri bizi Alsancak’tan yola koydu. Yolda yememiz için bize meyveler almıştı. Ruhu şâd olsun.

Benim en büyük kazancım, mürşidimin rızasını ve duasını almaktır. Himmetlerini Allah üzerimizden eksik etmesin. Amin!

Sene ‘63 veya ’64. İstanbul’dan da Trabzon’a gitmek üzere Karadeniz’e giden Trabzon vapuruna bindik. Büyük bir vapur. Karadeniz halkı da namazcı. Ön güvertede muhterem bir zât, çok güzel bir ezan okudu: İkindi ezanı. Bütün sergiler serildi. Of’lu Hacı Dursun Hocaefendi ön taraftaydı. Bu Dursun Efendi, Çarşamba’daki Şeyh Mahmut Efendi’nin eniştesi hem de hocasıdır. Bunlar şeriatçı, kaşı çatık, sert...

Sünnetler kılındı. Bu Hocaefendi:

-Benim özrüm var. Namazı kıldırabilecek birisi gelsin.

Bir efendi çıktı. Ben kıldırayım, dedi, hocayım.

Hacı Dursun Efendi sordu:

-Ne iş yaparsın?

Muhterem “Ziraatçıyım”dedi.

-İmamlık ziraatçı işi değil, dedi. Olmaz, dedi.

Bir kişi çıktı. Ona da aynen sordu:

-Siz ne iş yaparsınız?

-Hocayım, dedi.

-Anladık hocasın, ama ne iş yaparsın?

-Bakkal!

-Hocaefendi, imamlık bakkal işi değil...

Ben çıkacağım, ama cesaret edemiyorum. Gencim, sakalım yok. Yaşım otuzlarda.

Ve çıktım. Orada ön tarafta cüppe gibi bir şey var. Ben onu hemen aldım, giyindim. Dönme niyetim yok.

-Dur bakalım genç, sen kimsin?

-Ben imamım ve imamlık işi yaparım.

-Hah, tamam! Ben de imam arıyorum zaten.

Namazı Allah’ın izniyle kıldık.

- Maşallah, güzel namaz kıldırdın!

- Güzel namazı kıldırdım. Güzellik namazda, dedim. Dinin direği olan namaz güzelin en güzelidir. Güzel olan namazı kıldırdım.

- Bak bak! Neler de bilir! Tamam, güzel, aferin!..

- Ama namaz vasıtadır, gaye değildir.

- Bana bak çocuk, ne diyorsun sen?

- Namaz, gayeye ulaştıran bir vasıtadır. Gaye, harem-i ismete girme, dosta vuslattır. O zaman ne naz kalır, ne de niyaz.

- Allah Allah! Neler biliyorsun yahu! Neler söylersin sen!?.

- Evet efendim.

Biz bu sohbete başlayınca, halk üzerimize hücum etti. Herkes üzerimize yığıldı. Hoca efendi, halka kızdı:

- Dağılın! Sizin anlayacağınız meseleler değil bunlar.

Sırtımızı halka çevirtti. İkimiz yan yana sohbet ettik:

- Anlat bakayım, ne demek istiyorsun?

- Efendim, namazda huzur olabilmesi için, mi’raç olabilmesi için, mü’min şirk fiilinden, şirk sıfatından, şirk olan vücudundan soyunacak. Yoksa nefsinizle yaptığınız gerek ibadet, gerek ilim şirktir. Şirk-i hafîye girer.

- Çocuk döveceğim seni! (Hemen bastona sarılıyor.) Sen benim ilmimi de ibadetimi de şirke sokuyorsun.

- Vurursun tabiî! Çünkü siz, o vuranın elinde esirsiniz. Eğer mânânız söz sahibi olsaydı “Söyle evlâdım, hikmetli bir şeyler söylüyorsun...” Ne yazık ki nefsiniz söz sahibi sizde.

- Çocuk, ben sıradan birisi değilim. 40 defa hoca cemiyeti yapmış, binlerce âlim yetiştirmiş birisiyim. Sen Oflu Hacı Dursun Efendi’yi duymadın mı?

- Çok yazık etmişsin! Hani duymasaydım! Hani böyle şanın, şöhretin olmasaydı. Mütevazı, alçak gönüllü olsaydın! İlmin, iradenin, bütün varlıkların Allah’ın olduğunu bilseydin. Karşıma “Ben âlimim!” diye dikilmeseydin de mütevazı bir derviş olarak dikilseydin!

- Allah Allah! Deli edecek bu adam beni!..

- Hani bir deli olabilseydin! Varından, benliğinden geçebilseydin! Fena-yı tamda bekaya erseydin! Nefsinle ben değil de; Hak’la ben deseydin!

- Sen beni Hak’tan gayrı mı görüyorsun?

- Evet, evet! Çünkü şirk fiilin var, şirk sıfatın var, şirk vücudun var. Nefs-i emmârenin elinde bir oyuncaksın.

- Lâ ilâhe illallah! Öldürecek beni bu adam! Döverim seni. Bastonu kafana vuracağım.

- Dedik ya, vuran var ya! Seni gazaba getiren odur. Vurursun. Peki canım, hadi bana eyvallah! Seni kızdırmaya, öfkelendirmeye ne hakkım var!

- Yok, gidemezsin bir yere! Beni yaralamışsın. Gidemezsin bir yere!..

- Allah’tan dua ve niyaz ediyorum ki, Nasrettin Hoca’nın göle mayayı vurması gibi, belki de göle mayayı tuttururuz. Varlığından, benliğinden soyunursun. Olursun hiç, bilirsin hiç, görürsün hiç! Suç mu işledik sana ilm-i tevhîtten, ilm-i Ledün’den haber verdikse?..

Ne zaman sevilen kul olacaksın da Hak diyetin olacak? “Gözümden gören, dilimden söyleyen, elimden tutan Hak’tır!” diyeceksin?

- Okudum, okudum oğlum. Tasavvuf kitapları okudum. Fenâfillah olanda olur böyle!

- Kitaptan okumakla bu olmaz. Bir kâmil mürşide varmadan olmaz.

Çok kızdı, öfkelendi. Fakat çok da hoşuna gitti. Beni kaldırmadı yanından. İkindiden akşama kadar tartıştık. Akşam namazını kıldık. Tekrar sohbet başladı.

- Biz Mekke’ye dönerek, suyla aldığımız abdestle namaz kıldık. Hocam, âşık, sâdık derviş olursak, “Âşıklar kıblesi seme vechullah!” Allah bize salât-ı daimûnu ihsan etsin.

- Ȃmin! Allah aşkına sen beni ne yaptın yahu? Dengemi bozdun. Nerden öğrenmişsin bunları? Kimsin sen?

- Canım, can mürşidim bildirdi.

- Çabuk ne söylediyse söyle bana!

- Canım öyle kolay mı? Bir bahçeyi bellemeden, temizlemeden, taşından, kökünden temizlemeden nasıl ona tohum ekersin?

Hoca efendi, müsaade et de yemeğimizi yiyelim. Bak çocuklar bekliyorlar. Gideyim çocukların yanına. Sen de git yemeğini ye!

- Git, ama on dakikaya geleceksin.

Benim imamlık ettiğimi görünce gemiciler, hocayla sohbetime de şahit olunca bir sini yemek getirmişler çocukların yanına. Gittim, çocuklar yemiş doymuşlar, bana ayırmışlar.

On - on beş dakikada hemen döndüm. Hoca efendi de gitmiş, hemen gelmiş benden evvel. Yine sohbet başladı. Bu sefer Hoca’da bir tevazu gördüm:

- Çok bağırdım sana. Kızdım sana! Bastonu kaldırdım. Bana hakkını helâl et. Hem sana kızmaya ne hakkım vardı!..

- Yok Hocam, haklısınız, çok haklısınız. Ben size ağır sohbetler yaptım. İlminize, iradenize dokundum. Varlığınıza, benliğinize dokundum.

- Peki, dedi Hoca efendi, sıfat zatın aynı mıdır, değil midir?

Akaid sorusu sordu Hoca efendi.

- Sıfat zâtın bir yerde aynıdır. “El vahde bilâ kesre” Kesretsiz bir vahdet!

Bir yerde sıfat zâtın gayrıdır. Tafsilat-ı Muhammediye. Hak batın, halk zahir.

Ve yine bir yerde ne ayrıdır, ne de gayrı.

Hocam, bunlar makâmâttırlar. İlm-i Ledün’le çözülür bunlar.

- Ah evlâdım! Ben bunları çok okuttum. Aynıdır diyenlere taş attık. Gayrıdır diyenlere taş attık. Demek biz yanlış mı yaptık?.. İmam-ı Âzam’ı da böyle söylediği için zindana atmışlardı. Demek onu da zâhir ulema anlamamıştı. Demek yavrum, evlâdım bunlar makâmât mıdır?

- Evet efendim! “Sıfat zâtın aynıdır” diyenler, makam-ı Ruh’ta. Vahdet makamda.

“Sıfat zâtın gayrıdır” diyenler... Bu, bir makamdır. Tafsilat-ı Muhammediyedir. Hak batın, halk zâhirdir.

“Ne aynıdır, ne gayrıdır” Muhamammedî makamda. Ehl-i sünnet vel cemaat. Kesretle vahdeti tevhît edebilme. Buna da Kavseyn makam denir.

- Ah evlâdım, bu dersleri bana ne zaman göstereceksin? Söyle Allah aşkına mürşidin sana nasıl anlattı bunları?

O zaman mürşidim tarafından görevlendirilmişiz ders vermekle. Ama utandığımdan söyleyemedim bunu. Yatsı namazını kıldık. Gece yarısı oldu. Bırakmıyor beni. İlla “Bana anlat!” Teslim oldu.

Oturduğumuz yerde ellerini tuttum. Tövbeyi, zikri verdim. Tevhîd-i ef’ali tarif ettim.

- Ah evlâdım! Ben bunları çok okudum, ama okumakla olmazmış...

İki saat kadar uyuduk. Ve yine sabah namazda buluştuk. Namazdan sonra pöstekilerde oturduk aynen. 2 saat, 3 saat...

Hocam, üç şeyle Allah’a şirk edilir. Şirk fiilinden geçeceksin. Fail Allah bileceksin. Fena-yı ef’al, tecellî-yi ef’al, cennetü’l- ef’al zevkine erip, “Lâ fâile illallah” diyeceksin.

O gün akşama kadar hep sohbet ettik. Fakat hiç itiraz etmedi bu sefer. Kendisine açık seçik söyledim: melâmette kişiye değil; Hakk’a biat vardır. “Habibim, sana biat edenler, bana biat ederler. Elinizin üzerindeki el, Allah’ın elidir. Yani, yed, kuvvet, kudret, ilim, irade Allah’a aittir.

Hoca efendi, hiç istemiyor yolculuk bitsin!.. İki gün iki gece çok az uyku, hep sohbet ettik. Trabzon’da vapur rıhtıma yaklaştığı zaman, onu adamları sardılar:

- Ne oldu sana? Ne oldu sana?

Başladı ağlamaya... Gözyaşlarıyla:

- Hocam yine görüşeceğiz inşallah!

Hoca efendi Of’a... Ben Araklı’ya gittim. Gözyaşlarıyla birbirimizden ayrıldık.

1975’te babam Hacı Muhittin Efendi, kayınpeder Hacı Tevfik Efendi, Hicaz’da buluştuk. Birileri söyledi ki: “Hacı Dursun Efendi buradadır.” Yerini öğrendik, yanına gittik. O söyleyen arkadaş, bizi Hoca Efendinin yanına getirdi.

Biraz rahatsızdı ve divanında yaslanıyordu. 4-5 kişi yanında vardı. 4-5 kişi de biz gittik. Oda doldu. Herkes elini öptü. Duasını aldı. Ben ihramlı idim. Arkada kaldım.

- O ihramlı genç neden gelmedi benim yanıma, diye seslendi.

Dedim:


- Hocam, geleceğim de kalabalık. Size zahmet etmeyeyim diye sıra bekliyorum.

Yol açıldı, yanına gittim ve elini öptüm. Gözlerime dikkatli baktı.

- Sizi bir yerden tanıyor muyum? diye sordu.

- Tanıyorsunuz Hocam.

- Söyle nerden tanıyorum? Heyecanlandırdın beni.

Oradakiler de O’nun talebeleri. Hoca efendiler, babam, H. Tevfik Efendi.

Yine dedim:

- Tanıyorsunuz Hocam.

- Söyle söyle, durma!

- Seneler önce Hocam, sizinle bir yolculuk yaptık. Vapur yolculuğu.

- Allaaah! Allaaah! Allaaah! Ben bu gözleri tanıdım. Sen benim elimi niye öpüyorsun? Ben senin elini öpeceğim. Sen İzmirli Sabri Efendisin değil mi?

- Evet!


Sarıldık birbirimize... Ve oradaki cemaate:

- Hayatta iki gün yaşadım, hoca efendiler! İki gün bir yolculuk yaptık. Bütün hayatıma bedel. Lütfen bizi ikiden ikiye bırakın.

Hizmeti eden kişiye de:

- Sen dışarıda dur, dedi.

Babamlar hayrette kaldılar. Beraberce öğlen namazını kıldık. İkindi namazını kıldık.

Bana:


- Orda 3 derste şirk var, demiştin. Birini verdin, ikisi duruyor, dedi.

Tevhîd-i ef’ali vermiştim. Tevhîd-i sıfatı ve Tevhîd-i zâtı orada birden verdim. Çok sevinmişti.

- Demek gizli şirkten böyle kurtulunur! Demek Sabri Efendim şirk fiilinden, şirk sıfatından, şirk vücudundan böyle kurtulurmuş insan. Sana can u gönülden teslimim. Her söylediğini kabul ediyorum.

Ah evlâdım, beni öyle rahatlattın, öyle sevindirdin!.. Ölsem de gam yemem. Lâ fâile illallah beni vuslete getirir, kemâle erdirir. Allah’a sonsuz hamd ü sena. Ne kadar müteşekkir olsam az!

Gece geç vakitlere kadar bunların sohbetini yaptık. Görüştük, vedalaştık. Müsaade istedik, ayrıldık.

- Memlekete gelince bana gelecek misin? Söz ver!

- Geleceğim!

Hacdan sonra memlekete gittim. Hoca efendinin ömrü vefa etmemişti. Ruhu şâd olsun. Böyle bir hatıramız, zât-ı muhteremle geçmiştir.

Melâmette ilim, ilmullahtır. Allah ilmidir. Kesbî ilim, ilmullahın yanında hükümsüz kalır.

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır.

İnşallah bundan sonra da müsait bir zamanda Küçükköylü Ahmet Efendiyle geçen hadisatı size anlatırım.

Selâm ve sevgilerim ve dualarım hep sizinle olsun.

Allah'a emânet olunuz.

Hacı Baba
Benim Yıkadığım Cennete Gider

İzmir, 03. 06. 2003



BENİM YIKADIĞIM CENNETE GİDER

1965 veya 1966 senelerinde bir şayia: “Şemikler imamı Sabri Hoca’nın yıkadığı cennete gidermiş!.. Öyle demiş.”

İmamlar arasında, vaiz ve müftüler arasında büyük tepkiye vesile olmuş.

Karşıyaka Müftülüğü’nde hocalar, vaizler, müftüler beni sorguya çektiler:

- Nasıl benim yıkadığım cennete gider, dersiniz. Nasıl bunu söylersiniz?.. diye öfkeyle, hiddetle sorular sordular.

- Öyle bir şey dediğimi pek hatırlayamadım, ama demiş olabilirim. Madem “söylemişsin” diyorlar, söylemişim.

- Şimdi senin yıkadığın cennete mi gider?

- Evet!


Bayağı kızdılar. Bağırmalar, kızmalar, öfkeler...

Rica ederim! Dikkat edin! Bu kelimeyi söylemek çok kolay değil. Söylendiyse bunun bir hikmet tarafı vardır, bir hakikat tarafı vardır. Hadîs-i Şerif: “Men kale lâ ilahe illallah dahalel cenneh” Biz insanı yıkarsak, “İnnellezine yubayuneke innema yubayûnallah.” ayet-i celilesine göre yıkarız. Tevbe verdiririz. Zikrullah ile yıkarız. “Zikri ehlinden talim ediniz.”

Bu erkân ve âdap içerisinde kişiyi yıkamaya çalışırız. Ama yine de hidâyet Allah’tan!

Yoksa, nefis bataklığına batanlar ömrünü kötü yerlerde bitirenlerin leşlerini mi cennete göndereceğiz?!. Söyleyin Allah aşkına, hiçbir akl-ı selim sahibi bu ifadeyi kullanabilir mi?

- Biz de zaten buna inanmak istememiştik. Tabii ki, anlattığınız üzere tevbe istiğfarla, zikrullah ile insan temizlenirse, ona bir şey demeye hakkımız yok. Haktır ve doğrudur.

Muhterem Dostlarım!

Sohbetlerimizde daima açık ifade ve dikkatli olacağız. Öyle yanlış yorumlara vesile oluyor ki, telâfisi çok zor. Sözümüz-sohbetimiz murakabeli ve kontrollü olacak. Önce şeriat ölçüleri içerisinde hakikate yürüyeceğiz. Açık verirsek, ölçüyü bozarsak, taşı kafamıza yeriz. Taş atanlarda suç yok. Suç taş attıranlarda. Gerçi meyveli ağaca taş atarlar. Hak hidâyet etmeyince neylesin şeyhim bana! Allah hidâyet eylesin. Onlar anlamayarak taş atıyorlar.

Muhterem Efendiler!

Melâmet, bir hikmetler hazinesi, şeriatla bütünleşen, mensubunu vuslata getiren, ol dost ile hemdem eden açık bir hakikattir.

İmkan dahilinde nâehle sırrımızı vermeyeceğiz. Ahkâm ile, ahlâk ile Hak yolda yürüyeceğiz. Ne kadar hamd etsek az. Mevlâya sonsuz hamd ü sena! Bize büyük lütuf ve kerem ihsan etti, ikram etti. Öptük Hak mürşidin elini. Aldık tevbe istiğfarı ve Allah’la mülâkatı, zikrullahı. Nefsî mücadelede muzaffer olan Hak yolcularına can u gönülden “Merhaba!” diyorum, tebrik ediyorum.

Sevgili Dostlar!

Bir zamanlar melâmeti yaralamışlar. Hakarete maruz bırakmışlar. Erkân, âdabı bozmuşlar. Maalesef öyle bir hâle getirmişler ki, herkes melâmetten kaçıyordu. Çok şükür Hak mürşidin telkîni, pîr Seyyid Muhammed Nûr’un himmeti ihvânımız şahlanmışlar. Şeriat-ı Muhammediye, Ahlâk-ı Muhammediye ve ilm-i Ledünle.

Rabbimize sonsuz hamd ü sena.

Allah’a emânet ediyorum. Sonsuz iyilikler diliyorum Hak’tan. Selâmlar!.. Sevgiler!..

HACI BABA

Hüseyin Sabri SOYYİĞİT


Nedir Şeriat?

Nedir Şeriat?..

Muhterem Efendiler!

Selam, sevgi ve muhabbetlerimi bildirir, cümlenize Allah’tan iyilikler dilerim. Ne mutlu İslâm’a hâdim olup İslâm’ı yaşayanlara! Ne mutlu îmân-ı kâmil, amel-i sâlih işleyenlere! Ne mutlu Hakk’ı bâtılı seçip doğru yoldan gidenlere!..

Muhterem Dostlar!

Şeriat; Peygamber Efendimizin (a.s.v.) Allah tarafından kendine vahyolunan, indirilen ilâhî emirler ve kurallardır. Şeriatın içerisinde Tarîkat-ı Muhammediye, Hakikat-ı Muhammedi- ye, Ma’rifet-i İlâhî’ye mevcuttur. Şeriatı olmayanın hakikatının olması mümkün değildir. Ruh bedensiz, beden de ruhsuz olamayacağı gibi...

Şeriatın en ince kurallarına dahi saygılı davranacağız. En küçük hatayı işlememek için elimizden geldiği kadar dikkatli davranacağız. O hatalar küçük durmaz, zamanla büyür, sahibini helâk eder.

İnnessalâte tenha anil fahşâi vel münker”. “Muhakkak namaz sizi bütün kötülüklerden men eder. İslâm’ın bütün şartlarına saygılı olup harfiyyen yerine getirmeye çalışacağız.

Muhterem Efendiler!

Şeriatın ahkâmı öyle önemli ki, küçük bir ihmâl, büyük felâketler meydana getirir. İslâm’da yalan söylemek, haram yemek, gayr-ı meşru hareketler yapmak, kul hakkı, anne-baba hakkı, komşu hakkı, hülâsa şeriattan en küçük bir taviz vermek katiyetle haramdır.

Şeriatın ahkâmına uymayanın kabı delik demektir. Delik kapta da hakikatin durması mümkün değildir. Allah’ın emirlerine itaat edeceğiz. Şeriata sımsıkı sarılacağız; onun içerisinde ne bulursak bulacağız. Allah bu yolda yardımcımız olsun!

Hakikati zevk edemeyenin ya teslimiyetinde veya şeriatında eksiklik vardır. Tevhît en küçük eksiklik kabul etmez. Göz hile kabul eder de tevhîd hile kabul etmez.

İlm-i Ledün; aşk ilmi, zevk ilmi, mânâ ilmidir. O, âşıkların, sâdıkların ulaştıkları bir hakikattir. Öyle bir hakikat ki, dil tariften âciz. Yaşanılır, zevk edilir, ama anlatılamaz. Hakikate kapımızı açabilmek için, diğer -maddeye, dünyaya, nefsin isteklerine açılan- bütün kapıları kapatmamız şarttır.

Muhterem Efendiler!

Melâmilik, madde üstü, siyaset üstü, dünyâ-ukbâ üstü. Melâmilik, peygamberimizin sır ilmi. Bu ilm-i hakikate vâsıl olmak için şeriatın bütün kurallarına riayet edeceğiz. Hak mürşitlerimizin emirlerine itaat, Hak yolda sâdık, hareketlerimiz kontrollü ve murakabeli olacaktır inşaAllah! Güzel ahlâkımızla, tatlı dil, güler yüzümüzle, örnek yaşantımızla çevremize ışık tutanlardan olacağız. Tevhîdin nûrunu çevremize güzel ahlâkımızla yayacağız inşaAllah!

Tevhîd ilmi ehline verilir; nâehilden muhafaza edilir. Bu ilmi, sokak ilmi yapanlar, kahvelerde erkânsız, adâpsız saçanlar, çarpıldılar, her şeylerini kaybettiler, farkına varamadılar.

“Sakın soyma anı nâmahrem içre

Yüzü suyu hayâsıdır şeriat”

Edep edep ya hu!

Edep bir tac imiş nûri Huda’dan

Giy ol tacı emin ol her belâdan.

İhvânımız tevhîdin edebiyle edeplenecek, hayâsıyla hayâlanacak, ahkâm ile ahlâk ile giyinecek. Allah ve Resûlü’nün sevgi ve itimadını kazanacak, kazanacak ki, harem-i ismete girmeye hak kazansın. Aşk-ı ilâhîyeye, muhabbet-i ilâhîyeye mazhar olsun.

İlm-i Hakikata Vâris Olan Cân Dostlar!

Ne kadar şükretsek, hamd etsek, başımızı secdeden kaldırmasak, gündüz gece bir edip zikir yapsak, şükrümüzü edâ etmiş olamayız. Her zamankinden daha dikkatli, daha uyanık olup, her halimizle muhafazakâr...

“Dikkat et ya hu, pes şişe-yi esrarını kendi elinle kırarsın!”

Aile birliğimiz, çocuklarımız, yaşantımız, ahlâkımız çevremize örnek olacaktır. Daima huzurda, daima muhâsebe ve muhâkemeden şahâdet âlemine yükselen, her gün biraz daha fazla farka, biraz daha kemâle doğru azimle yürümek, kesreti vahdette, vahdeti kesrette zevk etmek, ârifâne her hareketimizi kontrol ve murakabe etmek arzumuz ve emelimiz olmalıdır. “Bu yeter!” dememeli, “oldum, erdim, bildim,”zaafına kapılmamalı... Bu, sonsuzluk!..

Allah himmetini, merhametini, aşk ve muhabbetini üzerimizden kaldırmasın. Hak erenlerin himmetine her an muhtacız.

Cümlenizi Allah’ın emânetine teslim eder, aile birliklerinizi, kıymetli yavrularınızı, dost ve ahbâb u yarânınızı tekrar tekrar Allah ve Resûlüne emânet eder, Allah’tan sonsuz iyilikler dilerim.

Selâmlar...

09. 02. 1991


Demek hayrihi ve hayrihi ha!..

Sevgili Dostlar!

Pîr Seyyid Muhammed Nûrü’l-Arabî Hazretlerinin ebediyete intikâlinden bir asır geçti. (Ölm tarihi: 1887) Ben Pîr’le sohbet edeni gördüm, İstanbul’da. 95 yaşında bir ihtiyar. Bundan 26-27 sene evvel. Çocukluğunda Pîr’in sohbetini dinlemiş.

Pîr’den sonra çok tahrifler olmuş. Zamana göre ahkâm-ı şeriyye’nin dışına çıkılmış. Erkâna sadâkat gösterilmemiş. Melâmet, değişikliklere uğramış. Arada tartışmalar, olaylar, hâdiseler geçmiş.

Biz İzmir’e geldiğimiz vakitler, adamın ağzında sigara, Kur’an okur, rasgele teşbihî mânâlar verir, indî mânâlar verirdi; hiç o mânâ ile alâkası olmayan bir mânâ. Kendi düşüncesine göre. Yalan yanlış âyet okur, hadîs der; hadîs okur, âyet der. Öyle bir devirdeydi. Aşağı yukarı ehl-i tevhît olup da erkânlı olan çok azdı diyeceğim. Dejenere olmuş bir durum. Böyle bir ortamdı bizim biat ettiğimiz vakit...

Büyük bir mücadele, büyük bir cesaret; Allah’ın himmeti, hidâyeti, lütf u keremi. Biz bu yönden büyük bir sıkıntı, ıstırap çektik.

Efendi Hz.’leri bizi yetiştirebilmek için:

“Benim şeriat ilmim yok. Bunu sen yapacaksın.” dedi. İşaret etti, “Bunu, hocalara vereceksin, ehline vereceksin.”

Oğlunu İlâhiyat Fakültesinde okuttu. Ta Libyalara kadar gönderdi. Üzerinde titizlikle durdu. Gayesi ahkâmlı, ahlâklı, erkânlı, aslına uygun, Pîr Seyyîd’in emânet ettiği gibi onu muhafaza etmek.

Şimdi her tarafı yokluyoruz da Allah’a şükür, ihvânımızın bu yolda yol alacağına, hedefe ulaşacağına inanıyoruz. Gerek Hâfız Ahmet Efendi, gerek buradaki ve diğer yerlerdeki ihvânımız.

Şeriat-ı Muhammediye ile mücehhez, ahlâk-ı Muhammediye ile müzeyyen, emrolunduğu gibi doğru, katkı yapmadan, fazlalık ve eksiklik yapmaksızın tertemiz, bu yolda emin adımlarla, merâtip ve makâmâtın zevki, şuhûdu ve anlamı içerisinde yürümek yegâne gayemizdir. Pîr’in himmetini Allah üzerimizden eksik etmesin.

Aile düzenimize, tevhît ailesinin düzenine dışarıdan karışıp, yanlış hareketler yapmak isteyenler, bizim kuzularımızı paramparça ettiler. Ne temiz, ne iyi ihvânımız vardı. Götürdüler, ahkâmını bozdular, ahlâkını bozdular, onları dejenere ettiler. Çok kayıp verdik biz.

Onun için dikkat etmek mecburiyetindeyiz yeterinden daha fazla. Şeriat-ı Muhammediye, ahlâk-ı Muhammediye, erkân, adâp bizim koruyucumuz, bizim muhafazamız olacak. Taş atan suçlu değildir; taş attırandır suçlu olan. Onun için aile düzenimizde tevhîdin, ahlâkın, ahkâm-ı şeriyyenin hakim olmasını istiyoruz. Dikkatli, çok dikkatli olacağız. Allah korusun ve muhafaza eylesin.

Feyz-i İlâhîyeye mazhar, Allah’ın itimadını kazanmış, sevgisini kazanmış, Allah ilhâmını ihsân etmiş, mânâ kapıları açılmış... Bu nedendir? Bu, emre itaat, telkîne sadâkattendir.

Bugün gene dejenere olmuş melâmilik çok, pek çok. Ama, hamd olsun, biz Karşıyaka’da Efendimizin ocağından, O’nun ilhâmından, feyzinden müstefid olanlardan bu kelimeyi sildik:

Ahkâmsızdırlar, yok Bektaşidirler, yok dinsizdirler, yok bilmem ne... Binlerce ithâm... Elhamdulillah her yönüyle sildik!

Bizim ihvânımız, bizim kardeşlerimiz, evlâtlarımız, şeriat-ı Muhammediye ile mücehhez, güzel ahlâk sahibi, aile düzeninde tenezzül ve tevâzulu, emre itaat eden, Hakk’ı bâtılı seçen, Hak yolda yürüyen olacaklar.

Böyle olursak Allah bizi korur, Peygamber (a.s.v.) bize şefaat eder, Hak Erenler elimizden tutar, hedefimize gideriz Allah’ın izniyle.

Kardeşlerimizden ricamız, istirhâmımız taş attırmamaları. Ricamız, mütevazı, alçak gönüllü olma! Kimseyi tevhît zorlamaz, “Gel!” diye, “Tevhîde gir!” diye. Herkesi hoşgörü, iyi niyetle karşılamak. Emrolunduğumuz gibi doğru! Merâtip ve makâmâtın zevkiyle, mürşitlerimizin bize tarif ettiği erkân ve şerâit altında, erkâna riayet ederek yürümek...

Allah bu yolda kolaylıklar, lütuf, kerem ihsân etsin bol bol cümlemize.

Tevhîtte taviz verilmez. Esneklik olur, ama onu kazanmak için, bazı esnek hareketler olur, sempati hareketler olur. Aldıktan sonra tevhîtten, İslâm’dan taviz verilmez.

-Ee, Sen böyle olsan da olur, senin için olur.

-Ben geleceğim ama bir tek cumaları kılarım. Beni de böyle kabul et!

Biz yapamayız. İslâm’ın hiçbir noktasından taviz veremeyiz. Şeriat-ı Muhammediye’den tâviz olmaz. Ahkâm-ı şeriyye ile mücehhez olacağız. Ahlâkı güzel olacak. Yavaş yavaş kemâle gelmesi kolay inşaAllah.

Merâtip ve makâmâtı yani tevhît anlayışımızı bir değişiklik, bir tahrifâta uğratmadan, nasıl aldık, öyle ilettik. Tarifnâmeye, nasıl erkân, nasıl usûl, ona riâyet edeceğiz ve o yolda hedefimiz, Pîr’in gösterdiği yol.

Bazıları gelir, ilâhîlere ilâve ederler, sohbeti değiştirirler, başka derler. Gittik Hatay’a, orda sohbet ediyoruz. İki-üç kişi çıktılar karşımıza; birkaç tanesi bizim, birkaç tanesi Hasan Efendi’nin:

-Efendim, “Hayrihi ve şerrihi minallahi teâla...”deniliyor. Hayrihi ve hayrihi minallahi teâla olmalı değil mi? Şer nerden olacak. Biz onu kabul etmiyoruz. Neye nispeten şer olsun, niçin şer olsun? dedi.

-Senin için hiç kötülük kalmadı mı? dedim.

-Yok, böyle bir kötülük kabul etmiyorum, dedi.

-Sen aldanmışsın, dedim.

Üç kişi bana hücum ettiler. Bunu Peygamber Efendimiz (a.s.v.) koymuş, ben koysam bana eyvallah, ama Peygambere hücum ediyorsunuz, yapmayın, dedim.

-Yok, dediler.

Biz kurallara sadığız. Biz yeni bir kural, yeni bir düstur getirecek değiliz, hâşâ! Pîr Seyyîd’in bize verdiği, bize yeter, artar. Biz onun zerresine vâkıf olamayız. Onun için “şer” yokmuş; daha başka bir şeyler... Ben onlara ne anlattımsa... Hatır için bir “eh!”dediler. Seninle de uğraşmayalım, o ki anladığın yok bu işi dercesine.

Biz zikrullahta farkiyet sahibiyiz. Onlar fenâ zevkiyle fark etmiyorlar. Hep Hu. Haktan gayrı ne var, şer olsun! Demek istiyorlar ki...

Farka girseler ahkâm-ı şeriyye lâzım, ahlâk lâzım. Farka girdiğin zaman helâl, haram, ölçü, ayar, nizam, intizam başlıyor.

Düşün, dedim senin için mübah olmasa öyle şeylerle karşılaşırsın ki! Bunu nasıl hazmedeceksin? Yorumunu sen yap! Birisi bir fiil işliyor, ehlullah oluyor, ârif-i billâh oluyor; birisi bir fiil işliyor kâfir-i billah oluyor, dinsiz, kefere oluyor. Bu dinsiz, kefere olanlardan birisi senin üzerinde, ailenin üzerinde böyle bir fiil işlese, sen bunu “Bu helâldir, hayrihi ve hayrihi minallahi tealâ, bu hayırdır, hayırdır” der misin?

Biz Allah ile Allah deriz. Onun için farkiyet sahibiyiz. Bütün tarîkatların başlayacağı ilk nokta tevhîd-i ef’al. Zikrullaha onlar giremezler, tevhîde giremezler. Bir mürşid-i kâmil bizi Allah ile Allah dedirtir, biz hemen tevhîde gireriz.

Onun için biz farkı fark, terki terk. “El cem u maâl fark tevhîdün.” Biz farkiyet sahibiyiz. Fenâ-yı Ef’al, al denileni almak, at denileni atmak farkıyet yok. Tecellî-yi Ef’al-i ilâhîye ile farkıyet sahibiyiz. Fenâ-yı sıfatta farkiyet yok. Tecellî-yi sıfat-ı ilâhîye ile farkiyet sahibiyiz. Fenâ-yı vücutta farkiyet yok. Tecellî-yi zât-ı ilâhîye ile...

Biz Muhammediyetin mazharıyız. Bizim ölçümüz var, ayarımız var. Elimizde Kur’an gibi ezeli ve ebedi kapsayan kutsî bir kitabımız var. Bizde böyle! Erkânını bozmuş, raydan düşmüşler bunu fehmedemezler. Yani biz nimeti nimet; necisi necis.

Küfürle îmânı, Hakk ile bâtılı fark eden ayıran, erkân ve adâba, usûle, kaidesine göre bilen, yaşayan, günlük hayatına tatbik edip, ona göre hükmünü veren, fetva verebileniz.

Bir var harem-i ismetini ifşâ etmek, mahremiyetini ifşâ etmek; bir var, edebini, mahremini muhafaza edip, ölçüp, ifşâ etmemek. Biz edebimizi koruyan olacağız, harfiyen koruyan. Ahlâkı, tevhîdin ahlâkını muhafaza etmek. Onun zerresine cânı vermek. Onu ihlâl edip de:

- Aa, kim demiş buna haram. Vay sofular vay! Ramazanmış, bilmem ne. Dök yahu, şuraya biraz -kahvenin önünde-

Böyle terbiyesizler, edepsizler, terbiye edilmemişler Hz. Muhammed’in terbiyesiyle. Terbiye edilmemişler Ledün ilmiyle. Onlar hünsalar. Onların çocukları olmaz, ebter onlar. Onlar evlenemezler. Ne erkek ne dişi!

Biz o ilâhî tecellî, o Muhammediyetin mazharıyız. Çocuklarımızın ne cüce, ne hünsa olmasını isteriz. Telkîne riayet, emre itaat, Hakk’ı Hak bilip, Hakk’a ittiba; bâtılı bâtıl bilip, bâtıldan içtinap edecek bizim ihvânımız. Onun için abdestli olacaktır. Namaz vakti,

-Dur, bir abdest alayım!

-Niye, abdestin yok mu senin? Hep abdestli olacağız. Hep zikirli, hep fikirli. Zikirsiz, fikirsiz, tefekkürsüz olur mu derviş?

Öyle olacaksın ki salât-ı daimûne giresin. Öyle olacaksın ki, derviş, yâni ahde vefa ettiğin, telkîne sadâkat gösterdiğin belli olsun. Onun için hemen, zamanında erkân üstüne.

Bizim ihvânımız “Ashabi ken nücum” ashap gibidirler. Onlara gidip iktida eden, biat edenler hidâyete ulaşır. Bir tanesi bir yerde oldu mu nûr gibi etrafını aydınlatacak, parlatacak. Çünkü onda merâtib-i tevhît ve makâmât var. Onda Pîr Seyyîd’in emânet ettiği Ledün ilmi var. O, hikmetler hazinesi.

İşte bu kişileri hiç kimse peykine alamaz. Hiç kimse tesir edemez. Siyasetçi kendine çekemez, materyalist kendine çekemez. Cennetçiler kendine çekemez, dünyâ-ukbâcılar kendine çekemez.

“Ben dost ile dost olmuşam, kimseler dost olmaz bana

Münkirler bakar güler, selâm dahi vermez bana.”

Şimdi birçokları var. Hâllerine acımaktan başka bir şey yapamıyorsun... âşıklık, sâdıklık, âriflik! İhvânımız ârif olacak. Ölçüsü var, ayarı var, nizamı-intizamı var. Verini-alını, hesabını, muhasebesini, muhakemesini tertemiz yapar. “Yazıklar olsun!” dedirtmez ihvân. Dedi-demedi, oldu-olmadı, verdi-vermedi kıyl u kâle girmez ihvân. Onları nasıl anlatayım!

“Geçmeyecek onlar sırat, vermeyecek onlar hesap

Dünyada verdiler hesap, hep gördüğü didar olur.”

Lâ fâile illallah sırrının mazharı onlar. Onları kimse kendine çekemez. Allah çekmiş onları kendine. O telkîne riâyet, emre itaat, onları Hak mürşitle yek vücut hâline getirmiş.

“Sevdik gitmeden sevdik gelmez. Sür çıkar ağyârı kalpten.

Çok da verme kendini dünyaya bir dem çek elin.

Kat’i ağırdır beyim, döndüremezsin bu dolap.”

Allah’tan alıkoyan dünyaya verme kendini, çek. Ağırdır, döndüremezsin bu dolap. Gafiller çok seğirttiler. Kurtuluş tevhîtte. Onun için söylemek istediğim, efendimizin telkîni ile hayat bulan, bizi bu yolda görevlendirerek ahkâm-ı şeriyyeyi, ahlâk-ı Muhammediyeyi koruyup, Pîr Seyyîd’in emânet ettiği tevhîdi tertemiz olarak muhafaza etmek, ona hizmet etmek, ona lâyık olmak! Elhamdulillah! Şereflerin en büyüğü. İşte o ihvânımız her yönüyle örnek insan. İnsanlar arasında her haliyle güzel.

Öyle hocalar var ki, öyle ȃlimler var ki bugün, okumuşlar, halkı kendilerine illâ hizmet ettirecekler. Öyle hocalar var ki, bugün değil, yarın Allah’ı arayacaklar ahirette, kıyâmette. Ondan huri, gılman, sütlaç, muhallebi, cennet, zevk u sefâ. Şehevî, nefsî arzularına göre. Ama onun şehveti yıkılmamış, nefsi yıkılmamış, art düşüncesi, kötü emelleri yıkılmamış. Nasıl Allah’tan Allah’ı istesin!.. Bana seni gerek seni desin?

İstanbul’da birisi, âlim, hoca kendisi. Muhabbetlerimizde daraldı. Dedi:

-Allah’ın huzuruna çıktığım zaman, rûz-i cezada seni Allah’a şikayet edeceğim. Ya Rabbi, Sabri böyle böyle yaptı.”

-Allah razı olsun. O zaman Allah beni çağıracak mı?

-Çağıracak.

-Karşısına alacak mı?

-Tabiî alacak, hesaba çekecek seni.

-Allah’ı bir göreyim yeter bana. Yeter ki sen beni Allah’ın huzuruna bir çıkartıver!

-Vaayy! Dedi.

-Be gafil, Allah’ın huzuruna çıkacaksın. O’nun cemâlinin güzelliği, O’nun zevk ü sefası, O’nun sohbeti sana yetmeyecek de sen beni orda şikâyet edeceksin! Bak bu kâinata, hangi zerre Allah’tan ayrıdır? Yok bu âlemde gayrullah. Dil O’nsuz dönmez. Göz O’nsuz görmez.

-Be gafil, Allah cibilliyetine işlemiş, senin Allah’tan haberin yok!”derdi Efendi Hazretleri. Ruhu şâd olsun!

O’nsuz adım atılmaz, kıpırdayamazsın. Fâil-i Mutlak, Mevsûf-u Mutlak, Mevcûd-u Mutlak Allah. Gideceksin bir yerde Allah arayacaksın!

İşte hesap veriyoruz Allah’a. Sohbet ediyoruz kelâm-ı Hak’la. O’ndan O’na. Bir gelecek, bir geçmiş kayıtlarıyla mukayyet olmayacağız. Onlardan sıyrılacağız. “Ne mâziyem ne müstakbelem.” Ne mâzi bizi kendine çekecek, ne istikbâl. Hâl! Yürü hâl ehli ol. Yetmez mi sana bu devlet.

“Her nefes zikrullah eyle, kalp ile fikrullah eyle.”


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin