Gecenin karanliğinda doğan işIK



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə3/23
tarix30.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#63459
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23

ÖMER DEDE:

Hacı Bayramı Veli'nin halifelerinden ÖMER DEDE koluna Melamiyei Şettariye veya Melamiyei Bayramiye denir. Ömer dede'nin çeşitl isimleri vardır: Göynüklü Ömer dede, Ömer Sıkkınî dede, Bıçakçı Ömer dede, Bursalı Ömer dede gibi... Hacı Bayramı Veli'nin çok sevdiği ihvanından ve halifelerindendir. Hacı Bayramı Veli ölüm döşeğinde iken üç defa “emir su getir” diye seslenir. Bir ihvan su getirir, Hazret bir daha seslenir. Bu defa bir başkası su getirir. Olay üç defa tekrarlanır. Üçüncü sefer Ömer dede kalkar, suyu verir. Hacı Bayramı Veli suyun bir kısmını içer, sonra Ömer dede'ye teveccüh buyurarak:

Artanı da sen iç, emniyeti kübra'ya nail olasın” der.

Ömer Dede suyu içer. bu hareket hilafetin Ömer Dede'ye devri anlamındadır. Nitekim suyu içen Hacı Bayramı Veli ȃlem-i bekaya uful eder. Ömer Dede, şeyh olduğu halde Akşemseddin ihvandan biat alır. Ömer Dede, Hacı Bayram'ın göçünden sonra Akşemseddinle çatışmaz, Ankara'dan ayrılır.

Göynük'e gelip yerleşen Ömer Dede, burada şeyhliğine devam etmekte ve İhvanına melȃmeti telkin ve tedris etmektedir. Hırka, Taç, Asa gibi Hacı Bayramın Pir'lik işaretleri Ömer Dede'nin nezdindeydi, fakat Ömer dede'nin şekle değer verdiğini gören olmamıştı, O, bir rint, dünya metaına, dünya ikbaline sırt çevirmiş bir büyük yiğitti. Ermişler katında dünya saltanatının ne önemi vardı ki?... Ömer Dede, cezbede bir Pir'di. Aşk ve cezbe onda galebe çalmış, melȃmet neşesi onda zahir olmuştu. Bu hal Dede'nin halk nezdinde itibarını artırıyor, ihvanı O'na koşuyordu. Akşemseddin hazretleri hükümdar şeyhi idi, Hacı Bayramı Veli'den hilafet almıştı, tarikat erkânına büyük önem veriyordu. Bu nedenle Göynük'e geldi. Ömer Dede'nin ihvanından biat istedi ve aldı. Çünkü Dede, böyle şekli merasimlerle ilgli değildi, hele biat merasimlerine hiç önem vermiyordu. Biatlar alındıktan sonra Akşemseddin hazretleri, Ömer Dede'den, Hacı Bayramı Veli'nin hırka, taç ve asasını istedi. Akşemseddin bu işaretlerin kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Ömer Dede, hayır demedi. Ancak bir şartı vardı. Emanetleri cuma namazından sonra evinde devir ve teslim edecekti. Akşemseddin bu talebi kabul edip cuma gününü beklemeyi uygun gördü.

Ömer Dede, cumadan önce evine odunlar taşıttı, bu odunları evin etrafına yığdı ve namazdan sonra odunları tutuşturdu. Dede, Akşemseddin'e dönerek:

Emanetler içerde kaldı, buyurun alınız” dedi ise de Akşemseddin duymamazlıktan geldi. Bunun üzerine Ömer Dede ateşin içine girdi, evine geçti. Emanetleri aldı amma dışarı çıkarmadı. Hırkayı sırtına, tacı başına koydu; Ömer Dede ateşin içinde gezindikçe hırka, taç ve asa yanıyordu. Ömer Dede ateşin içinde dolaşmaya devam etti. Hepsi yandıktan sonra ateşten çıktı. Akşemseddin bu hali görünce sesini çıkarmadı ve Ömer Dede'ye dokunmamak gereğini anladı. İşine karışmadı ve İstanbul'a döndü.

Ömer Dede'nin bu hareketi ile Bayramiye'nin Melâmi kolu alenen izhar edilmiş oldu. Ömer Dede'nin kurduğu melâmi koluna Melamiyei Şettariye adı verildi.

ÖMER SIKKINÎ DEDE'nin HALİFELERİ:

Bayrami Melamilerin özelliklerine Hacı Bayram'ın fikir ve şahsiyeti konusunda temas edildi. İşte Ömer Dede'nin kurduğu kola mensup ihvan vahdeti vücudun temsilcisi olmakla melamiliği devam ettirdiler. Melamiyei şettariyede, Akşemseddin'in Bayramiyei Şemsiyesinden farklı olarak şiilik hakimdir; Tarikat kayıtlarından çok melȃmet neşesi, şekil unsurlarından ziyade temel inanç; ibadette usul ve erkân kadar zikir esas alınmıştır. Bu kol da Ehli Beyt aşkı özel bir neşedir. Melamilerde zikir ve fikir her şeyin üstündedir. Bu bakımdan kişisel haklara, hürriyete ȃşıktır melamiler. Tefekkür ȃlemleri geniş ve zengindir. Bunların etkisi o kadar geniş olmuştur ki aşağı yukarı bütün Bayrami şeyhleri melami olmuşlar ve kendilerini Bayrami göstermişlerdir.

Bu şekilde teessüs eden Bayrami melamilerde silsile şöyle devam eder:

Hacı Bayramı Veli - Ömer Sıkkınî - Ayaşlı Bünyamin - Aksaraylı Pir Ali - İsmail Maşuki - Helvayi Baba - Ahmet Sarban - Şeyh Hasan - Şeyh Ahmet - Emir Halil Ağa - Nalıncı Mehmet Dede - Edirneli Pir Ahmet - Ankaralı Şeyh Hüsameddin - Bursalı Şeyh Hasan Kubadiz - Lâmekâni Hasan Kazzaz - Bosnalı Hamza Bali - Şeyh Ali - İdris Muhtefi - Bezcizade Muhittin - Tıfli Efendi - Pir Sarıtaş - Halil Paşa - Hüseyin Ağa - Sarı Abdullah Efendi - Lâli Şeyh Mehmet - Sütçü Beşir Ağa - Dilaver Ağa.

Zamanla gelişen melamiler din adamları, hocalar ve şeyhül islam ile ters düşmeye başlamışlar, bilhassa cezbe halinde söyledikleri ve yaptıkları tepki ile karşılanmış, genç ve müptedi melamilerin ya da cezbe halindeki melami ihvanın şeriat erbabı tarafından tekfir edilircesine horlanmaları diğer melami erbabını da isyan ettirmiş ve arkadaşlarını koruma yolunu tutmuşlardır. Bu yüzden erbabı şeriat ile melamilerin arası gittikçe açılmış, buna devlet ve millet görüşlerindeki fark ta ilave edilince, Melamiler ikinci devrelerinde sık sık hükümdarın takibine ve mahkemeye sevk edilme ve şikayete muhatap olma talihsizliğini tatmışlardır.

Mesela Pir Ali, Kanuni Sultan Süleyman'a şikayet edilmiş, fakat Kanuni gerçeği anlayıp Pir Ali'yi tanıyınca O'na hürmet ve saygı göstermiştir.

Pir Ali'nin oğlu İsmail Maşuki 12 müridiyle birlikte, Şeyhül İslâm Kemal Paşa zadenin fetvası ve hükümdarın fermanı ile,1529 yılında Sultanahmet meydanında idam edildi.

İdris Muhtefi hakkında çeşitli yakalanma müzekkereleri olmasına rağmen bulunamadığından padişah fermanı ve şeyhülislam fetvasıyle ölümden kurtulmuştur.

Köprülü Fazıl Ahmet Paşa melâmi düşmanı idi, bir çok melami şeyh ve ihvanını katlettirmişti. Melâmi Şeyhi Sütçü Beşir ağa idam edilmiş ve cesedi denize atılmıştır. Beşir Ağa ile birlikte bir çok melami'de idam edilmiştir.

BEŞİR AĞA'nın idamından sonra Osmanlı devleti sınırları içinde melamiler gizlenmek ihtiyacını duydular. Melâmilik gizli gizli devam etti. Melami şeyhi Ahmed efendi Yanya, Serez, Koçana tarflarına giderek melamiliği oralarda yaydı. Böylece üçüncü devre melamiliğin doğuşu için gerekli ortam hazırlanmış oluyordu.

Melâmiler Seyyid Muhammed Nur'un zuhuruna kadar şeriat erbabı ve sultanlık idaresinden gizlenmek zorunda kalmışlardı. Üçüncü devre melȃmete gelinceye kadar görülen durum melamilerin hür fikri ve vicdan hürriyetini savunmaları ve bu yüzden hem hocaların hem de hükümdar ve yaranının düşmanlığını kazandıklarıdır.

ÜÇÜNCÜ DEVRE MELÂMİLİĞİ

Veya

Melâmiyye-i Nûriye devri

ÜÇÜNCÜ DEVRE MELÂMİLİĞİ VE ÖZELLİĞİ

Üçüncü devre melâmiliği, 19.ncu asırda Osmanlı imparatorluğunun Rumeli eyaletlerinde zuhura gelmiş ve Ustrumca - Üsküp'ten cihana yayılmıştır. Üçüncü devre melâmiliğin kurucusu Hace Seyyid Muhammed Nûr'ül Arabidir. Beşir Ağa'nın idamı ile tarih sahnesinden çekilen melâmiler uzun süre ortalıkta görünmemiştir. Ancak bu, melâmiliğin kaybolduğu anlamına gelmez. İnsan sevgisi ve serazatlığın simgesi olan melâmet, her asırda ve her düşüncede vardır, her tarikatın zirvesi gene melâmettir. Ne var ki bir gurup olarak, bir sistem ve yaşam tavrını uygulayanlar olarak melâmilik sırlıdır. Sırlanan şeylere ilgi, açık olandan fazladır. Bu nedenle melâmet gönüllerde dalga dalga eserken, zihinler istihfam ve tecessüsle dolmuştu. Bir ışık, bir ikaz bekleniyordu, o kadar. Ve Seyyid Muhammed bu ortam içinde melâmeti yeniden günün konusu haline getirmekte hiç zorluk çekmedi.

Her şey zamanında ve yerinde güzeldir. İnsanlık 19.ncu asıra girerken çok şeylere gebe idi. İnançta tecdid gerekiyordu. Gönül paslarını silecek bir ele ihtiyaç vardı ve İslâm ȃlemi derin bir karanlığa bürünmüş, ızdırap çekiyordu. Taassub nefretle anılırken herkesde bir özlem vardı, hür ve idrakli bir inanç, istekli ve ihlaslı bir ibadet özlemi idi bu. Ve Batı silah üstünlüğü yanında medeniyet üstünlüğüne de sahip olurken her şeyden ileri olan İslâm ȃlemi yavaş yavaş kendini yitirmişti. Ondokuzuncu asırda İslâm dünyasında doğanlar böyle bir arayışın içinde büyürken gözler her sahada yenilik görmek istiyordu. Seyyid Muhammed Nûr, böyle bir ortamda ve İslâm'ın en güçlü devletinin halkına iç özlemlerinin tahakkuk ettiricisi ve beklenen büyük kurtarıcı gibi görünmüşse bunda hem gerçek hem de ortamın payı vardır. Ve her şey zamanında ve yerinde güzeldir sözü bu olayda da kendini bir daha tescil ettirdi.

İslâm dünyasının taassub karanlığında Seyyid bir ışıktır. Erbabı şeriatın katı kalıpçılığı ve korkunç cehaletine karşı Seyyid, bir uyanış ve hidayettir. Ve bunu gören aydın Türk genci kendini melâmetin engin derinliğinde yüceltmek isterken daima bir yeni sistem özlemindedir. İşte Seyyid Muhammed Nûr, bu sistem ihtiyacını en iyi gören kişidir. O halde yeni melâmet bir inanç ve felsefe sistemi hüviyetiyle oluşacaktır. Oluştu da.

Melâmilik ondokuzuncu asırda artık sadece bir tavır ve neşe değildir. Onun mayasında tevhid ve tasavvuf vardı amma artık melâmet bir inanç izahına gerek duyuyordu ve Seyyid Muhammed Nûr, Muhiddin-i Arabi'den bu yana başlayan akılcı cereyanı ehli sünnetin kurallarıyle değerlendirirken yeni bir felsefe ve anlayışı da tesbit etmiş oluyordu. Bu yeni anlayışta metod vardı; sistemin oluşunda akıl ve kalb yan yana konmuş, ilim ve iman bileştirilmişti. Naklin değer ölçüleri akla bağlanırken kalbin tuluatı aklın üstünde tutuluyordu. Tıpkı Muhiddin-i Arabi gibi Seyyid Muhammed Nûr da Tevhidin tarifinde ilme önem veriyor ve tariflerinde (ilim kuvvasıyle) sözünü sık sık tekrarlıyordu. Konuşmalarında: (Bu devir keramet-i kevniye devri değildir, keramet-i ilmiye devridir) demek ihtiyacını duyuyordu. Çünkü aklın zenginliğine inanıyordu, aklın en büyük mürşid olması gereğini söylerken yine Muhiddin-i Arabi gibi (ancak kalbten gelen varidatın doğru ve müstakim) bulunduğunu haykırmaktan da çekinmiyordu. Pek çok kişi için şaşırtıcı ve çelişki gibi görünen bu tutum O'nun velayetinin ve büyüklüğünün simgesidir.

Çünkü:

1 - İslâm dini nakli hüviyeti yanında gerçekten tek aklî dindir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm, müminlerin toplumsal yaşamlarında akıl ve ahlakı en yüksek yerine oturtmuş ve ilk defa akıl ve ilme dini bir değer vermiştir. Bu özelliği, taassub ve cehalet içinde adeta yokedilmişken Seyyid Muhammed Nûr'un bunu yenilemesi ve cesaretle haykırması asrının müceddidi olduğunu da saptar.

2 - İslâmda dini nakil ana kaynaktan alınmadıkça değeri yoktur. Yani bir şey ki Kur'an-ı Kerimde vardır, o doğrudur. Bir şey ki Hadisi şerifle tevsik edilmiştir, o mümkündür. Bunun dışında hiç bir şeyi kabul mecburiyeti yoktur. O halde Kur'an-ı Kerim Fetih suresinde geçen << Bizim sünnetimizde tebeddulat yoktur >> mealindeki ayeti kerime ışığında insan üstü olaylara bağlanmak, olağanüstü şeylere heves etmek memnudur. Ve Seyyid Muhammed Nûr, bizim devrimiz keramet-i ilmiyye devridir derken Allah'ın sünnetinde değişiklik olmayacağına dair olan ilahi emri de hatırlatır.

3 - İslâm şeriatine tam bağlılık dini bir emirdir. Amma asrın şartlarına intibak etmek de aynı şekilde dinin emri olarak karşımızdadır. Öyleyse bu iki hikmetli emrin gerçek mahiyetini saptamak ve her ikisini meczetmek zorunluluğu vardır. Seyyid, ahkam ile ilim arasında koparılıp atılan köprüleri tekrar ihdas ve ihyâ etmiştir. Böylece dinin emirlerine tam tabiiyet sağlamıştır.

4 - Seyyid tıpkı Muhiddin-i Arabi gibi mirac olayına büyük değer vermiştir. Ona göre Hazreti Muhammed nasıl Mirac ettiyse her mümin de mirac etmeye mecburdur. Seyyid'e göre Mirac'ın vücudla veya manen olması arasında fark yoktur. Önemli olan Mirac İdraki'dir. Peygamber aleyhisselâm Mirac etmiş ve “Nübüvvet Sırları” bu şekilde açığa çıkmıştır. Kul da manen miraç yaparak hidayete erer ve kendini bulur. Seyyid bu miracın namazla ve tevhid meratibini idrakle olacağına açık şekilde işaret buyurur ve ancak muvahhidlerin miraç yapabildiklerini haber verir.

5 - Ehli sünnet velcemaat akidesine bağlı olduğu için İslâm'ın şer'i ve ahkam emirlerinin itirazsız yapılması gereğine inanır, onun için İslâm'ın emirlerini tartışmaz. Fakat ilmi konularda ve kişinin aydınlanması gereken hallerde akıl ve ilme çok değer verir. Ve o sebeple her nevi tartışmayı hakikatın bulunmasında zorunlu yol kabul eder. Bir taraftan akıl ve ilmi değerlendirip ona üstünlük tanırken diğer yandan ilahi vahy'e kutsal ve emin bir rahatlıkla bakar. Ona göre: Kalbten gelen bir tuluat, ilmi nakilden ve akli delilden daha kıymetli ve daha doğrudur.

Ancak bu kaziye ne ilmi küçültür, ne de aklı. Seyyid burada bir ahenk sağlayarak her ikisini yerinde ve ortamında değerlendirmiş ve hepsinin gerekliliğini savunmuştur.

Seyyidin özelliği üçüncü devre melâmiliğin bir sistem içinde oluşmasına sebeptir. Ve MELÂMET üçüncü devrede artık bir tavır ve bir neşe olmaktan biraz daha fazla bir şeydir. Bir İslâm felsefesi, bir İslâm inanç sistemi hüviyetinde yeni bir görüş ve yeni bir düşüncedir. Bu özelliği onu bir ve ikinci devre melâmilerinden ayırır.

ÜÇÜNCÜ DEVRE MELÂMİLİĞİN KURUCUSU SEYYİD MUHAMMED NÛR'ÜL ARABİ'NİN HAYATI

Seyyid Muhammed Nûr hakkında yazılı belgeler çok azdır. Öğrencilerinden pek çoğunda Seyyid'in el yazması menakıbı mevcut ise de bunlardan kitap halinde basılmış olanına raslanmıyor. El yazması hayat hikayeleri içinde Bursa'lı Mehmet Tahir efendinin eseri meşhurdur. Mehmet Tahir efendinin kaleme aldığı “Menakıb-I Şeyh Hâce Muhammed Nûr'ül Arabi Melâmet Ve Beyanı Ahvali Melâmiye” isimli eser en önemli menakıbnamedir. İstanbul'da 1930 yılında basılan Abdülbaki Gölpınarlı'nın “Melâmilik Ve Melâmiler” isimli eserinde de Seyyid'in hayat hikayesi verilmiştir. Bu eserin aciz yazarı bendeniz Yusuf İnan da 1971 yılında İstanbul'da “Seyyidül Melâmi Muhammed Nur'ül Arabi” (Hayatı - şahsiyeti - eserleri) isimli kitabımızı yayımlamıştık.. Bundan başka “Melâmet” isimli esermizin önsözünde de Seyyid'in hayatı ve özelliği hakkında bilgi verilmiştir.



Seyyid Muhammed Nûr, Hicri 1228, miladi: 1813 yılında Mısır'da Mahallet'ül Kübra kasabasında doğdu. Çok küçük yaşta yetim kalmıştır. Babası Seyyid İbrahim'ül Kutsi, 1817 yılında vefât ettiği zaman Muhammed Nûr henüz 4 yaşlarındaydı. Seyyid Muhammed Nûr'un 4 yaşında dayılarının yanında kaldığı bilinmektedir. Bu aile muhitinde aldığı ilk terbiye tasavvufla ilgiliydi ve çevresinde ilk duyduğu sözler tevhid ve tasavvuftu. Zira dayıları tasavvuf ehli kimselerdi ve evlerinde daima tevhid sohbetleri yapılırdı. Seyyid yedi yaşına girince ilk kitabî tedrisata başlamak üzere CAMİ'ül EZHER'e gönderildi. Hicri 1235 ( miladi: 1819/1820) yıllarında geldiği Cami'ül Ezher, onun yetiştiği ve dokuz yıl öğrencilik yaptığı önemli bir aşamadır. 1235 den 1244 yılına kadar Seyyid Cami'ül Ezher talebesidir.

Cami'ül Ezher'de hocası Şeyh Hasan'ül Kuveyşni'ir. Bu büyük insan, öğrencisindeki istidadı keşfetmiş, onun çok önemli bir varlık olduğunu sezmiş ve öğrencisinin yetişmesinde özel bir gayret ve ilgi göstermiştir. Hiç fedakarlıktan kaçınmayan Hasan efendi hazretleri gerçekten dirayetli bir hoca idi. Öğrencisinin eksiklerini görmüş, onu tamamlamak ve istikbale ait meselelerine ışık tutmak için elinden gelen her şeyi yapmıştır. 1244 yılında artık yetişmiş, gelişmiş, ilim ve irfan sahibi bir genç hüviyetiyle toplum içindeki yerini almaya hazırdı. Hocası ve şeyhi Hasan'ül Kuveyşni'nin istek ve tavsiyesi üzerine Yanyalı şeyh Ahmed ile birlikte 1244 yılında Mısır'dan Yanya'ya gitti.

Seyyid Muhammed Nûr, Yanya'da dokuz ay kaldı ve burada Nakşibendi şeyhi Yusuf efendi ile halvet oldu. Şeyh Yusuf'un ilim ve irfanı onu etkiledi. Şeyh'e Mürid oldu; Bu biyat ile Seyyid, Nakşibendi tarikatına intisap etmiş oluyordu. Seyyid, Şeyh Yusuf'dan tarikat erkânı ve tevhid ilimlerini öğrenirken diğer yandan şeyhin damadı Talat efendiden de ilim, hadis ve müsbet bilgilerle ilgili ilimleri tedris etmekteydi. Yanya'da dokuz ay içinde Nakşibendî tarikatını hatmeden ve manevi mertebeleri alarak kemâl bulan Seyyid Muhammed Nûr, şeyhi Yusuf efendinin talimatı ile tekrar yollara düştü ve Mekke'ye gitti. Mekke'de karşılaştığı, intisap ettiği ve sohbetlerinde bulunduğu şeyhler, Seyyid üzerinde çok derin tesirler icra ett. Şahsiyeti gelişmiş, mana sırlarına vakıf olmuştu ve artık ilk hocasının yanına dönmesi gerekiyordu. Mekke'den ayrıldı. Mısır'a hocası Hasan-ül Kuveysni'nin makamına vasıl oldu. Bu gelişmelerin manevi yönüne baktığımız zaman Seyyid'in büyük bir aşama içinde olduğu anlaşılır. Çünkü bu devre içinde Seyyid mana ȃleminde Hazreti Resulullah ile buluşmuştur. Hazreti Resulullah'ın huzurunda Cenabı Risalet'in kutsal dizlerini öpmüş ve manevi mertebeler ihraz etmiştir. Bilahare Câmi'ül Ezher'e giren Seyyid, burada şeyh Hasan'ın iltifatlarına nail olmuştur. Seyyid Muhammed Nûr'ül Arabi hazretleri bu olayı şöyle anlatır:

Baktım ki bir zat makamı Ali mahallinde. Fakire ilham oldu ki bu Habibullah'dır. Korktum ve huzuruna gittim. Dizini öptüm. bana dua eyledi ve arkamı mesh etti.. Badehu (git) dedi. Camii tarafından olan kapıdan cami'e nazar eyledim; makamı kebir hȃli. Asla insan yok, geri döndüm. Mihrap'ta Hazreti Risalet'i bulamadım. Yine sokak tarafından olan kapıdan serian çıktım. Makama döndüm. Nas dolu. Kezalik Cami nas dolu.” Seyyid hazretlerinin anlattığı bu teceliyi Şeyhi Hasan Efendi hissetmiştir. Talebesi Muhammed Nûr'ül Arabi'ye kavuşunca, O'na:

Sende ilmi vehbi inkişâf etmiştir. Hak sırlarına âgâh oldun, makamı Mahmud'a vardın, rum iline azimet eyle, irşad ile görevlisin” diyecektir.

Görülüyor ki 1244 / 1245 yılları Seyyid Hazretlerinin manevi ve maddi yücelişini süsleyen ve onu yüksek hallere eriştiren bir devirdir. Hakk sırlarına erişmesi mümkün olmuş, ezelde takdir olunan tecelli etmiş, istidadın iktisabı bu devrede aydın bir şekilde şuurlanmıştır. Nitekim Mısır'a gelen Seyyid aynı yıl irşad görevi ile tekrar seyahate çıkacaktır. Zira şeyh Hasan'dan yeni bir manevi emir almış bulunmaktadır.

1245 ( 1829/1830) yılı sonlarında Seyyid Muhammed, şeyhinin emrini yerine getirmek üzere İskenderiye'den bir gemiye bindi ve Mısır'ı terketti. İlk durak Antalya'dır. Tıpkı Onikinci asırda Anadolu'ya gelen ve İslâm dünyasında Şeyh'ül Ekber olarak şöhret yapan büyük veli Muhyiddin İbnül Arabi gibi Seyyid Muhammed Nûr hazretleri de aynı şekilde Anadolu'da ilahi emri ve tasavvuf akidelerini anlatmak, yetişmek ve yetiştirmek üzere seyahat ediyordu.

Antalya'dan itibaren köy köy,şehir şehir tüm Anadolu'yu geze geze Gelibolu'ya varan Seyyid hazretleri irşad görevine Türk illerinde başlamış oluyordu. Bunun sebebi vardı, Türk'ler İslâm'ın sırrı idi, Türk halkı imanında halis ve samimi, Hazreti Muhammed'e bağlılıkta en ileri idi. Türk illeri asırlardır sırrı Muhammedi'nin çiçek açtığı bahçeler halindeydi, İslâm velileri ancak bu bereketli topraklarda ve bu gönlü açık ihlas sahibi insanlar arasında mutlu olmuşlar, burada İslâm meşalesini tutuşturmağa devam etmişlerdi. İslâm'ın en büyüklerinden olan Muhiddini Arabi tâ işbiliyye (Endülüs - İspanya) dan Anadolu'ya gelmemiş miydi? Mevlâna hazretleri Asya'dan Konya'ya göç eden bir gönül kafilesinden biri değil miydi? Şemsi Tebrizi'yi Anadolu'ya iten sır bu aşk ve mana zenginliği olmamış mıydı? Evet, veli ve kutup olarak doğan bu genç adam, Muhammed kokusunun burcu burcu koktuğu, İslâm inanç ve aşkının ihlas ile yaşadığı insan gönülleriyle sarmaş dolaş olacaktı, aslına gidecekti, muhtaç olduğu, tâ içinde hissettiği bu sıcak havayı bulacak, mana hazlarını tadan ve o mana içinde yaşayanların yanında olacaktı, onlara kendi sırlarını fısıldayacak, onlara Muhammed aleyhisselâm'ın emanetlerini tevdi edecekti. Bu, ezel sırrı idi ve edebiyat bu anlayış ve güzellik içinde inkişafına devam edecekti. Seyyid Muhammed Nûr, gönlündeki tüm zenginlik ve heyecanla Anadolu'ya geçmiş, orada gelmiş-geçmiş bütün mana sultanlarının anılarını tekrar tekrar yaşamıştı. Anadolu ve Rumeli'ye dağılmış Müslüman Türklere mana sırlarını tekrar hatırlatmak, onların dünyasında Resul'ün sırrını paylaşmak ve ilim-irfan çerağını yakmak ne büyük bir saadetti. Varis-i Nebi olanlara has ve onlara layık bir görevdi bu. Anadolu'yu baştan başa dolaşan ve Rumeline azimet eyleyen Seyyid hazretleri Mevlâna, Muhiddini Arabi, Hacı Bektaşı Veli, Hacı Bayramı Veli'nin iman aydınlığını tazeleyecek, Türklere geçen iman meşalesini bir daha tutuşturacak ve ondokuzuncu asırda gittikçe kalıplaşan ve kabuk bağlamaya başlayan İslâm akidesine yeni bir hareket, yeni bir ruh ve yeni bir aydınlık getirecekti.

Seyyid Muhammed Nûr Gelibolu'dan Selanik'egeçti. Bir süre orada tevakkuf etti, fakat fazla kalmadı. Bu şehir onu cezbetmiyordu. Selanik'ten SEREZ'e geçti. Serez medresesinde kendisine müderrislik teklif edildi. Teklifi kabul etti ve bir müddet Serez medresesinde Müderrislik ( profesörlük ) yaptı. Fakat Serez'e yerleşmeyi düşünmüyordu. Bir süre sonra Demirhisar, Doyran, Ustrumca ve Koçana taraflarını gezdi. Üsküp valisi Hıfzı Paşa Koçana'da modern bir medrese yaptırmıştı. Koçanalılar kısa zamanda şöhreti yayılan genç ȃlim Seyyid Muhammed Nûr'a, yeni medresede müderrislik teklif ettiler. H.1249 senesinde yapılan bu teklifi Seyyid hazretleri kabul etti. Ve Seyyid Muhammed Nûr, Koçana'ya yerleşti. 1249 (1834) de vuku bulan bu olay bir müddet sonra Koçanalılara büyük şeref bahşetti. Zira 21 yaşındaki genç müderris Seyyid Muhammed Nûr, Koçana camiinde insan idrakini aşan yüksek evsafta verdiği vaazlarda herkesi kendine hayran bırakmış, Ramazan ayında ise Kaside-i imaliyeyi Türkçe şerh ederek okumuştur. Şerhlerinde üstün bir başarı göstermiş, ilim, irfan ve fazileti Üsküp valisinin de kulağına gitmişti.Vali Hıfzı Paşa 21 yaşındaki bu üstün vasıflı müderrisi merak edip yakından görmek ve tanımak istemiş ve kendisini Üsküp'e davet etmişti. Seyyid hazretleri bu daveti kabul ederek vali ile görüşmek için Üsküp'e geldi.

Üsküp uleması (bilginleri) Vali'nin huzurunda toplanmıştı. Genç müderris Seyyid Muhammed Nûr içeri girince bir şaşkınlık ve hayret dalgalanması olmuşdu. Seyyid, 21 yaşın bütün canlılığı içinde sanki yaşlandıktan ve olgunlaştıktan sonra gençleşmiş de şahsiyetini bulmuş intibaını veriyordu. Heybetli bakışlarında zekâ ve iman, yüzünde emniyet ve nuraniyet vardı. Âlimler kalplerinde bir kımıldanış olduğunu hissettiler. Seyyid, hepsine ayrı ayrı selâm verirken onların içindekini okuyor, ya da onların ilimlerine hükmediyor gibiydi. Nitekim konuşmalar geliştikçe sonsuz bir derya ile karşılaştıklarını anlamakta gecikmediler. Üsküp bilginleri, hocası, müderrisi, şeyhi ve cemaati ile birlikte 21 yaşında ki bu müderrisin önünde baş eğmişlerdi. Seyyid Muhammed Nûr'un gayb ȃleminden gelen bir hakikat sırrı olduğunu kabul ve teslim etmişlerdi.

Hıfzı Paşa bu ilim meclisinde Seyyidi yakından tanıdı, ilim ve irfan sahibi olduğunu gördüğü bu harika insana hem sevgi, hem de hayranlık duydu. O'nun her şeyi bildiğine, maddi ve manevi ilimlere sahip olduğunua ve her şeyden haberdar bulunduğuna inandı. Gayb bile bu gencin avuçları içindeydi sanki. Öyle bir his geldi ki, Seyyid Muhammed Nûr, ezel ve ebed sırrına sahiptir ve gördükleri arasında Varis-i Nebi olacak tek insandır. Bu inanç ve hayranlık içinde Seyyid'e bağlanan vali Hıfzı Paşa çocuklarının eğitimini de O'na tevdi ve teslim etti.

1255 tarihinden 1259 tarihine kadar 4 yıl Üsküp ve Koçana'da ikamet eden Seyyid hazretleri kısa zamanda geniş bir muhit edindi. Mürşid ve müderris olarak pek çok talebe yetiştirdi. Paşanın çocukları, Paşanın bizzat kendisi ve o civarın bir çok tanınmış bilgin ve hocası O'naa biat etti. O'nun öğrencisi olmayı şeref telakki ettiler. Bu devre içinde (Hicri: 1255 - 1259) Seyyid Muhammed Nûr'ül Arabi Melâmiliğin Fena Mertebeleri'ni tedris ediyorlardı. Bu mertebeler: Tevhidi ef'al, Tevhidi sıfat ve Tevhidi zât mertebeleridir. Bir yandan melâmilik yolunda gençleri yetiştirirken diğer yönden tasavvufu adeta tevhid edici bir merkez haline getiriyordu. Çeşitli tarikatları nefsinde toplayan Seyyid Hazretlerine Kazanlı Abdülhalik efendi nakşibendiye tarikatına ait sırları da tevdi ve emanet etmiştir.

Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin