Fena mertebelerinin idrak edilmesi kişiyi “Ölmeden Evvel Ölmek” sırrına eriştirir amma sorumluluğu ortadan kaldırdığı için nakıs bir haldir. Zira kişi, kendi varlığından geçince sorumlu olmaz. Aslında kendisinden geçenin nefsi kalmadığından ondan kötü fiilin sadır olmaması gerekir. Hȃlbuki bu hale bürünmeden kendini o halde sanan veya öyle görünmek isteyen nice kişiler çıkmakta ve sorumluluk taşımadığını iddia etmektedir. Bunlar toplum için zararlı tavırlardır ve bu nedenle bâtınilik makbul değildir. Bunun önlenmesi kendi mahiyetinin bir emridir. Çünkü her fiil, zuhur ettiği esma ve sıfatın sorumluluk etiketini taşır, her fiilde failin nefsî rengi vardır, her fiil bir cüzden tecelli ettiğine göre o cüzün hȃl ve tavrını taşır, ancak bütün fiiller bir arada zevk edilirse Hakk'a ait olur; tek fiil, zuhuruna bağlı olup mükȃfat ve cezası failine racidir. Bunu idrak ettirmek ve ibahiliği önlemek için melȃmet levm esasına bağlanmıştır, yani melami kendini levm eder, iyi ve güzel fiillerin Hakk'a ait olduğunu kabul ettiğinden kötü ve yanlış bir hareketi olursa onu nefsinden bilir, herkese açıklar ve halk tarafından levm edilmeyi bekler. Bu kötüleme kişiyi nefsini terbiye etmeye zorlar, kusurlarından kurtulmak için kendi ile mücadele eder ve dışın baskısı ile bu savaşı kazanarak hem kusurundan kurtulur, hem de bu kurtuluşundan dolayı övünme imkȃnını bırakmaz kendine... İşte kişiyi nefis bataklığından, benlik dünyasından kurtarmak için öğretilen bu üç derse fena makamları, ruhsal yükseliş basamakları denmesinin nedeni insanı fani varlığından kurtarıp varlıksızlık haline inkılȃp ettirmesidir.
Bir kişi efal, sıfat ve vücudunu Hakk'a verirse kendisi ne olur? O kimse haklı olarak şu suallerin cevabını arar: Benim varlığım Hakk'a ait ise ben neyim? Kimim? Bu varlık yoksa ben neden mevcudum? Ben varsam, yok farzedilen nedir?
Melâmi, akıl ve idrak ile yol alır. Akıl ve idrȃkin dışına da çıkmaz. Öyle olmasaydı, Seyyid Muhammed Nûr: <> demezdi. Bu bakımdan melâmi, Hakk'a ait varlık ile var olmadıkça melâmetin tahakkuku söz konusu olamaz. İşte ruhsal yükseliş olan “Fena” mertebelerinden sonra gelen “Beka” mertebeleri kişyi kulluk makamına indirmesi yönünden ruhsal iniş mertebeleri olarak tedris edilir. Böylece dördüncü derse geçilir.
Dördüncü dersin adı Makamı Cem'dir. Bu mertebede vücud Hakk'ındır. Görünen mevcud Hakk'tır. Görünen bu varlık HAKK'ın varlığıdır, ondan başka varlık yoktur. Makamı Cem'de HALK BÂTIN, HAK ZÂHİR'dir. Görülüyor ki fena mertebelerinde varlık yok olurken beka mertebelerinde varlık tekrar iade edilmektedir. Nitekim makamı zatta Hakk'a verilen vücud, makamı Cem'de Hakk'ın vücudu olarak tekrar kişiye iade edilir. Onun içindir ki bu makamın bir adı da: Bekai zât'tır.
Beşinci derste, tevhidi sıfat ile Hakk'a verilen sıfatlar Hakk'ın sıfatları olarak kişiye iade edilmekte olup bu dersin adı: Hazretül Cem veya bekai sıfattır. Burada HAK BATIN, HALK ZAHİRDİR. Bu ders ile vücud ve sıfatların mahiyeti anlaşılmış olur.
Cemül cem veya bekai efal diye isimlendirilen altıncı ders ruhsal iniş mertebelerinin üçüncüsü ve tevhid eğitiminin altıncı son dersidir. Halk ve Hakk'ın birleştiği, zahir ve batının, evvel ve ahirin, iç ve dışın birde göründüğü hal olarak tarif edilen bu ders ve makam İNSANIN KUTSALLAŞTIĞI yerdir de. Böylece anlaşılır ki melâmi insanı aramaktadır. Kişi bu makamda insanı bulur, onu keşfeder. İnsan bir anlamı ile Tanrıdır, Tanrısal olur. Bu idrake erişen varlık tek kelime ile Hazreti Muhammed'in ahlakı ile ahlaklanmış, onun hȃli ile hȃllenmiş, onun hȃline yücelmiş mükemmel insandır, insanı kâmil'dir. O kişide zahir olan, söyleyen, yürüyen, düşünen, hareket eden Hakk'dan gayri bir şey değildir. O tevazu sahibidir, mütevekkildir, mütevazidir, hoşgörü sahibidir ve insan idrakinin yüceliğine varmıştır.
Bu altı dersin anlamı nedir?. İnsana ne verilmek istenmiştir? Dikkat edilirse fena makamlarında kişi varlığından soyunurken beka mertebelerinde varlık giyinmiştir. İlk üç derste sorumluluk kalkarken ikinci üç derste sorumluluk bütün haşmetiyle geri gelmiştir. Bunun manası şudur: Kişi egoisttir, bencil tabiatı herşeyi kendi nefsine yontar. Oysaki varlık kendi varlığı değildir, idrak ve ihata bakımından vahdet içinde bulunan kişi bir piyondur. Kaderine hȃkim olamaz. İstidadı ona iktisap ettirir. O halde varlık diye sarıldığı ve kendine ait olduğunu iddia ettiği nefsaniyet ve mevcudiyeti bir vehimden ibarettir. Fena mertebelerinde verilen üç dersle öğrenci vehmi varlığından soyunur. Fakat iş bununla bitmez. Varlığından soyunan, efal, sıfat ve zatı alınan kişiye efal, sıfat ve varlığının iadesi gerekir. Bu idrak beka derslerine aittir ve o kişiye denmek istenir ki: Ey insan, sen bütünden ayrı değilsin, varlık senden bir parça, sen de onun bir parçasısın. Herşey Hak'tır ve Hak'tan başka birşey yoktur. Herşey O'dur. Sen kime dokunsan kendine dokunmuş, kime kötülük etsen kendine kötülük etmiş olursun. Bu vücud senin amma o Hak'tır aslında. Ve bu nedenle senden sadır olan her iyilik Allah'a aittir. Ve sen, artık gayrı kalmadığından kimseye kötülük edemez, kimseye kem gözle bakamazsın.
Bu şuur ve idrak ile insan altı dersi tamamlar. Bu altı ders veya altı mertebenin ilk üçü ALLAH'aSEYR halidir. Makamı Cem'e bu seyr ile varılır. Makamı Cem'de ALLAH'la SEYR edilir. Sonra ALLAH'tan SEYR başlar ki Hazretül cem ve Cemül cem idrakine varılır.
Cem, vahdet tavrı; Hazretül cem, kesret tavrıdır. Cem ismi zâtın; hazretül cem, ismi Rahman'ın mazharıdır. Cem, celal hali; hazretül cem, cemal tecellisidir. Cem, vahdete; hazretül cem, fark'a işarettir. Cem, batının izharı; Hazretül cem, sırrın zuhurudur. Bu bakımdan ikisi birlenmedikçe Kemâl olamaz.
Kul önce Allah'a seyr eder, bu şekilde Hak'tan başka birşey olmadığını şuhud eder. Sonra da Allah'dan seyr edereksıfatların, fiillerin tahakkuku gerçekleşir. Yani tevhidi efal ile Allah'a seyr eden; cemül cem ile Allah'dan seyr ederek ilk başlangıca gelmiş olur ki kişi, o halde, artık arif ve kamildir. Seyyid Muhammed Nûr'un sistemleştirdiği tevhid eğitimi üç ruhsal yükseliş ve üç ruhsal iniş mertebeleriyle birlikte altı makam yada altı derstir ki cemül cemden sonra ahadiyyet denen bir makam ve idrak daha vardır ki o yüceliklerin yücesidir ve Hazreti Muhammed'e tahsis edilmiştir, anlatılmaz söz ve tarife sığmaz. Bu bakımdan tevhid cemül cem ile tamam olur ve bu yerde Hazreti Resûlullah: << Bende bir kulum, sizin gibi yer içerim>> buyurur.
Bu gaye, yeni bir felsefi - dini inanç sistemini geliştirmek kendimize has bir düşünce sistemini oluşturmaktır. Bu felsefe, imanın tarifi ve imanın yenilenmesi hedefine yöneliktir. Çağın koşıllarına uyan bir din anlayışını, İslâm inancının gerçek yönünü ortaya koymak, onu asırların hurafe ve demagojileri ile karartıldığı dehlizden çıkarmak gayesini tahakkuk ettiren Seyyid Muhammed Nûr, İslâm ȃleminin yirminci asrı hazırlayan büyük müceddidir. İlmi, hurafe ve karanlığın yerine koymakla İslâm'a dönüşü gerçekleştirmiş: Taassub yerine bilgiyi ikame etmekle İslâm ȃleminin yirminci asırda, çağın gerçeklerine erişme ve çağ içindeki yerlerini alma imkȃnını hazırlamıştır. İslâm ȃleminin aradığı humanizmanın Batıdan çok kendi bünyelerinde ve dini inançlarında mevcut ve gerçek olduğunu göstermeyi başaren bu mümtaz insan, bir bakıma unutulan insani değerleri de su yüzüne çıkarmak ve insanı kutsal yerine oturtmakla, bütün insanlığa yeni bir ufuk açmıştır.
SEYYİD HACE MUHAMMED NUR'ÜL
ARABİ'DE KAVRAMLAR
1 - Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'de vahdeti vücud.
Seyyidin vahdeti vücuda kail olduğunu söylemek ne kadar mümkün ise, O'nun vahdet anlayışına yenilik getirdiği ve vahdeti vücud anlamındaki yanlış anlamalar üzerinde ısrarla durduğu ve ahkam-ı Muhammediyi büyük bir sevgi ve saygı ile koruduğu da o kadar gerçek ve o derecede doğru bir yargıdır. Seyyidin en çok etkilendiği kişi sanırım ki Şeyh'ül Ekber Muhiddin'i Arabidir. Ve Şeyh'ül Ekberin dediği gibi tasavvuf ve tevhid yolunda insanlar üç tavır üzerindedir. 1. Özbeöz bȃtıni olur veya 2. Özbeöz zȃhiridir ya da 3. Şeriate ayak uydurur. Şeyh'ül Ekber'e göre özbeöz bȃtıni olanlar tevhidin tecrit edilmesine, yani mücerret hale getirilmesine neden ve kail olurlar ki, sonucu şeriat hükümlerini işlemez hale getirir ve kişi Allah'ın irade ettiği şeylerden yüz çevirir. Dini akidelerin yıkılmasına yol açan ve kötülüğü mübah kılan bu anlayış ve idrȃke karşı koyan Şeyh'ül Ekber, sırf bu nedenlerle bȃtınıliği red eder. Keza Şeyh'ül Ekber zȃhiriliğe de karşıdır. Çünkü tecsim ve teşbihe yani Allah'ı bir cisim zannetmeye veya Allah'ı başka varlıklara benzetmeye yol açar. Bu da dini yönden küfür ve şirktir ve Şeyh'ül Ekber de zȃhiriliğe karşıdır. Muhiddin'i Arabi'nin üçüncü yol veya üçüncü tavır olarak tavsif ettiği hale gelince: Bu hal şeriate bağlılık ve hikmet üzere olmaktır. Bu yol ehli sünnet yoludur ve Şeyh'ül Ekber bu yolun saadet ve kurtuluş yolu olduğunu söyler. Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'nin Şeyh'ül Ekber'e bağlılığı o derece ileridir ki:
“Muhiddinle Bedreddin ettiler ihyaı din “ sözünü söylemekten çekinmemiştir. Nitekim eserleri ve yaşamı tetkik edildiğinde görülür ki, Seyyid hazretleri hayatı boyunca şeriate ve ahkâmı Muhammediye bağlı kalmış, namaz ve erkân'a saygı duymuş; normal namazlar dışında daima nafile ve şükür namazı kılmış; oruç tutmuş, riyazat yapmıştır. Söz ve hareketlerinde sünneti Peygamberiye ile tam bir uyum vardır. Bu bakımdan kendisi Muhiddin'i Arabi'nin bahsettiği üçüncü tavırda olan bir yüce varlıktır.
Muhiddin'i Arabi, idealin şeriate uygunluk ve hikmetle müzeyyen olmaktan ibaret bulunduğunu kabul eder ve ilme son derece önem verirdi. O'nun yolunda giden Seyyid Hace Muhammed Nur da aynı şekilde ilme büyük değer verir ve tasavvufu felsefi bir sistem içinde adeta yeniden kurar.
Seyyid Muhammed Nur’da derin bir ilim sevgisi ve ilmi yetenek açık seçiktir. Hayatının her anını ilim süsler ve tevhid yolunda olduğu o değerli ömrü boyunca da hep ilmi telkin ve ilmi zikreder. Çünkü o da bilir ki, bütün zikredilenler akıl hükmüne göredir. Ve fikir insanlara mahsus kuvvetlerden sadece birisidir. Ancak bu özellikler bir yerde insanı da simgeler. Çünkü akıl ve fikir yalnız insana mahsustur ve insana Allah'ın bir keremi ve rahmetidir. Onun içindir ki Seyyid tüm tevhid mertebelerini tarif buyururken daima (İlim kuvvasıyle) sözünü kullanır. O'nun vahdeti vücud inanışı akli ve ilmi gerçekleri görmesine mani değildir ve tıpkı Muhiddin'i Arabi gibi o da, ilme ve akla en büyük değeri verirken öte yandan kalbi tuluata da büyük bir yakınlık duyar ve kalbden gelen varidatın akılla varılan gerçeklerden daha doğru olduğunu söylemekten çekinmez. Zira bütün İslâm velilerinde müşterek olan bir yön: realite ile verité arasındaki ilişkileri ve gerçeği bilmekteki üstün nitelikleridir. Onları Batı düşünürleri ve filozoflarından ayıran özellik ilimden hale, akıldan gönüle geçebilme hünerleridir.
İnsanlık bu gizli sırrı anlayamaz çünkü anlıyan susmakta ve sır daima perdeler gerisinde kalmaktadır. Tasavvufun da güzelliği bu anlatılmayan haldir. Onun için vahdeti vücud, çok veli tarafından yasaklanmış, halka anlatılması istenmemiştir. Muhiddin'i Arabi, hikmetin cahil halka anlatılamıyacağı gerçeğini savunurken Seyyid Ahmed el - Rıfâî vahdetten söz etmeyi tamamen yasaklamıştır. Aynı tavır, Seyyid Muhammed Nur da da vardır. Kendileri bir akşam çok müteessir bir halde hane-i saadetlerine dönmüşlerdi. Bu teessürü gören eşi, O'na, neden müteessir ve üzgün olduğunu sorunca, şu cevabı aldı: << Ey hanımım, ben üzgün olmayayım da kim olsun? Biraz önce İhvanın kahve köşelerinde konuştuklarını işittim. Ben onlara sırrı Nebi verdim, onu gizlemeleri gerekirken kahve köşelerinde dağıtıp durmadalar.>>
Meâlen söyledikleri bunlardı amma şüphesiz ki kendi dilinde çok daha zarif, şiddetli ve hikmetli söylenmiş olduğundan hiç şübhem yok. Ne var ki önemli olan söz değil, söz ile anlatılmak istenen hakikattır. Seyyid Muhammed Nur Hazretleri tevhid ve vahdet üzerinde gelişi güzel konuşulmasını, tevhidin her yerde ulu orta anlatılmasını istemiyordu. Bu da onun sünneti Peygamberiye olan bağlılığı ve hikmet konusundaki anlayışından ileri geliyordu.
Seyyid'in vahdeti vücud anlayışı, söylediğim gibi Muhiddin'i Arabi ekolündekinden ayrı değildir ve her konuda tıpkı Muhiddin'i Arabi gibi düşünmektedir. Nitekim felsefeyi inkȃr etmemesi, ilme değer vermesi, kerameti ilmiye asrıdır diyerek kerameti kevniyeyi kural olarak kabul etmemesi, akıl ve fikre verdiği yer hep Muhiddin'i Arabi'nin anlayışından doğan, O'nun etkisini saptayan kurallardır.
Allah'ın sadıkları gayrı görmez, hep Hak görür. Ancak bu hale ermenin yolları eğitimi vardır. Seyyid, meratibini ikmal etmemiş kişinin vahdeti vücudu anlamayacağına kaildir ve onlara vahdetten bahsedilmez. Zira vahdet bir haldir, duygudur, bilgi değildir, panteizm değildir. Bu bakımdan vahdeti vücud anlayışını felsefe veya bilgi olarak mütalaadan kaçınmak gerekir ve bunu bir din kuralı olarak ortalıkta konuşmak yanlıştır; kişiyi şaşırtır ve şirk'e düşürür. Onun için irfan tahsil etmeden vahdet anlaşılmaz ve vahdet ehli irfan ehlidir. Onlar ise sadıklardandır, ayrı görmezler, her nereye nazar etseler Hakk'ı müşahade ederler. Seyyid diyor ki: << ... Seyri süluk hikmetiyle tevhidi zata vasıl olunca fenayı tam olur. O halde iradeti ve kendinde zahir olan cemi sıfat ve müessireyi, Hak teala hazretlerine nisbet eder. Kendinde birşey görmediği gibi nisbet dahi etmez. Sadık gayrullah görmediğinden dayanması Hakk'tan gayriye yoktur. Arifin kendiliğinden havl ve kuvvet ve ihtiyar ve kudret ve hareketi yoktur. Kâffesi Hakk'ın olduğunu müşahade eder. Tecelliyatın zuhuru olur, vücudu olmaz.>>. Çünkü Hakk'ın vücudundan başka vücud yoktur.
Onun eserleri üzerinde durulunca bir gerçek ortaya çıkar. Şöyle ki:
1 - Tanrı hakikatı vahdet'i vücudtur. Fakat bu sırrendir, zahiren değildir.
2 - Vahdeti vücud panteizm değildir. Bir inanç ve yaşamdır, haldir, tavırdır. Açıklanması, izahı hatalara ve yanılgılara sebep olur.
3 - Vücud ve varlık Hakk'ındır. Ve bu ȃlemde ittihad yoktur. İsmail Hakkı hazretlerinin dediği gibi: Vahdet abd ve Rabbın ittihadı değildir. Zira abd ve Rab ikilikteki bir idraktir. Hakikatte Hakk'tan başka hiç bir şey yoktur. Her şey yok olur, yalnız Hakk'ın vücudu bakidir.
4 - Hakikatte görünen varlığa Hak demek kişiyi şaşırtır ve suretperest yapar. Oysa ki Hak baki, görünen fanidir. hak gerçektir, görünmez. görünen zuhurdur ve fanidir. İkisini bir arada görmek, yok ve varı bir anda ve birlikte zevk etmek gerekir ki kişi kemal bulsun.
5 - İnsan ahlaki bir sujedir, ahkȃmla mukayyettir. Onu kayıttan çıkarmak asli görevini inkȃr anlamına gelir. Bu bakımdan ahkȃm ve ahlakımıza etki yapacak hiç bir şey söylenmemelidir. Muhiddin'i Arabi bu bakımdan vahdetin cahillere anlatılmasını yasaklamış, bu nedenle Ahmet el-Rifai hazretleri öğrencilerine vahdetten bahsetmelerini şiddetle men etmiştir.
6 - Hikmetle düşünmek, fakat şeriatle yaşamak ehli sünnet ve ehli hakikatın tek düsturudur. Bu kuraldan ayrılmamak gerekir ve onun içindir ki vahdet, şuhud edilir, idrak edilir. Bu ise varlığın yok, yokluğun gerçek varlık olduğu bilinci ve haline ulaşmayı zorunlu kılar.
Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'nin vahdet-i vücudçuluğu ehli sünnetin şartları ile mukayyet ve ilahi emre tabiiyetle mümkündür. Onun yaşamında vahdeti vücud bir idrak ve ilahi bir tavırdır, bilgi ile öğrenilmez. Ancak bilgisiz insan bu tavrı asla idrak edemez. Onun için vahdet ilmen anlatılır, öğretilir, fakat hale inkılȃp etmeden anlaşılmaz ve bilinmez.
Varidat şerhinde buyurdu ki: << O'nun vücudundan başka vücud yoktur. Ancak odur ki zuhur edip suveri hakayikle suretlendi ve bu suretle Hak Teȃlȃ'nın vücuduyle hakayiki ilmiyenin suretleri olan eşhas zahir oldu. Zuhurda hulul ve ittihad yoktur.>>
Bu sözlerde gizli olan hikmet vahdet esrarıdır, yani tevhid ehli şirk ve küfre düşmez. Varlık ve Hak hakkında fikri olduğu gibi onu bizzat içinde yaşar ve bilir ki, hayatın tek kanunu idraktir, bilimdir, haldir. Her şey bir tarif içindir ve her şeyin gerçeği iki vechelidir. Bir yüzü HAKİKAT, bir yüzü de SURET'tir. Suretin bu naddi ȃlemdeki görev ve kuralları ne ise onu yerine getirmek zorundadır. Hakikat-ı insaniye ise yüksek hikmetle meşguldür ve insanı aramamıza nedendir. Onun için arifler, Seyyide göre, o kişilerdir ki, içlerinde huzur dışlarında da itibar teessüs etmiş, bu âlemde ilahi ahengi sağlamışlardır. Onlarda artık araz ve kusur örtüleri yanmıştır; varlıkları Hakk'ın varlığı olmuş, vücud saltanatının ENE'sinden BENLİK'ten kurtulmuşlardır. Çünkü onlar varlık dediğimiz görünenin kar misali olduğunu anlamış kişilerdir. Seyyid bunların vahdet ehli olduğuna işaret ederken bize vahdeti vücuduonlarla, o idrakle sunar. Aksi halde Seyyid'ten vahdet sözü çıkmaz. Her şey yerinde ve zamanında güzel ve haktır. Doğruluğun simgesi de bu yerinde olmaktan ibarettir. Taş yerinde ağırdır sözü heryerde geçerli ve her zaman bir hakikatın ifadesi olmaktadır. Bu bakımdan Seyyid hazretleri vahdeti vücudu arifler için düşünür ve tevhid sözlerinin kahve muhabbeti olmadığına inanır. Onun içindir ki Seyyid, eserlerini bastırmayı değil, ehline vermeyi gaye edinmiştir. Bu sebeple çok az eseri basılmıştır.
Seyyid Muhammed Nur'ül Arabinin vahdeti vücud hakkındaki görüşlerini Hazreti Ali'nin nutkunu şerh ederken söylediği sözlere bağlamak herhalde en ilmi tertip olacaktır:
<< ... Kar'ın vücudu suyun vücududur, başka vücudu yoktur. Halk dahi böyledir. Vücudları Hakk'ın vücududur, müstakil vücudları yoktur... Zahir olan kar, su gibidir...
Yani hakikatte ve nefsil emirde kar, suyun vücududur. Ancak su soğuk hava ile kar suretinde görünür. Su namı gizlenip kar namı zahir olur. Nefsilemirde şeyi vahidtir. Halk olan şey cümlesi Hakk'ın zuhurudur. Her suretle cilveger olup ol cilvelerle HALK nam oldu. Nefsilemirde ZÂT-I İLAHİYE'den gayrı ZÂT yoktur. Cümle halk namıyle olan kendi cilvesi ve zuhurudur... kar ve su, ahkamı zahirede birbirine mugayirdirler. Zira su ile taharet olur, karile olmaz. Hatta kardan gayrı su bulunmaz ise ve kar'ı eritecek şey yok ise teyemmüm caizdir. Kar'ın vücudu teyemmüme mani olmaz. Lakin suyun vücudu mani olur. Ve bundan malum oldu ki, zahir seride kar'a su ıtlak etmezler. Zira kar'ın vücudu müstakili yoktur ki ona su ıtlak oluna... kezalik zahirde ve namda Hakk'ın cilvesi olan Halk, ZÂT-I HAKK'ın gayrıdır, zira Zât'tan gayrı ZÂT yoktur ki ona HAK ıtlak oluna. Velhasıl kar suyun mazharı ve sureti olduğu gibi HALK dahi HAKK'ın mazharı ve cilvesidir. Lakin HALK'a HAK olunmaz ve mağduma ıtlak olunmaz... Tevhidi efal,tevhidi sıfat, tevhidi zât ile halk zahir ve fani badehu zât-ı Hak müşahade olunup Hak nazarıyle süluk ile halk fani ve Hak baki olduğunu müşahade kılınıp cümlesi Hak zahir olur. Velȃkin süluku tevhid olmaksızın HALK, HAK demek küfürdür.>>
2 - Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'de irade ve ihtiyar meselesi.
İrade ve ihtiyar konusunda Seyyid'in söyledikleri dikkatle tetkik edilirse onun cebriyeci olmadığı ve vahdeti vücud idrakinde nasıl ahkȃm ile sınırlı ise bu konuda da edeb-i Muhammedi ile mukayyet ve O'nun kutsal varlığına karşı son derece saygılı ve sevgilidir. Seyyid, günah ve sevabı karıştıran batıniliğe muhaliftir. Her fiili hakk'a vererek sorumluluktan kaçan cebriyeciliğin de karşısındadır. Tevhid eğitimi görmeyenlerin veya bu yolda olup sırrı açıklayanların tutumlarını küfür olarak kabul eden Seyyid hazretleri aynı zamanda mümtaz bir ahlakçı ve müdebbir bir din adamıdır. “Şerhi Nutku İmamı Ali” de buyurdu ki: << ... Halk'a HAK demek ve nazarlarında halkın vücudlarını var müşahade ve mülahaza etmek, maahaza, ıtlakleri mücerret küfürdür. Firavun'un( Ene Rabbikümül ala) demesi gibidir.>> (29)
Seyyit efalimizden sorumlu olduğumuza da temas ederek İhsan'ül Rahman şerhinde şöyle der: << ... Muktezaya rıza göstermek farz değildir. Meselâ hakimin oğlu sirkat eylediği zaman, hakim, kaza-i ilahiyenin hükmüne razıdır. Amma muktezi olanda Allahü Teȃlȃ kazasında razıdır. Amma muktezi olan şerre razı değildir.>> (30)
Allah kȃfirin küfrünü ve zalimin zulmünü ve kulun kötülüğünü irade ve ihtiyar etmiş olamaz. Seyyit bu konuda hassastır ve şöyle buyurur: << Bu itikat, Allah'a cebir ve zulüm isnadını mutazammın bulunduğundan fasittir. Bu sureti izah, küfür vesairenin Allah'ın meşiyyet ve ihtiyarıyle olduğunu ve iktizayi zatiden ibaret olan istidattan gafleti muciptir. Halbuki istidat, muktezayi zati olup ilim, ona; irade, ilme; kudret de iradeye tabidir. Vücudu talip olan istidattır. Hakk'ın iradesi, istidada olan ilmine mutabıktır ki binnetice o şeyi kudertiyle izhar eyler. İtikadı sahih budur ki, Küfür vesaire, adbin istidadına tabi olan meşiyyetle zahir olur.>>
Seyyid Muhammed Nur, irade ve ihtiyar meselesinde insanları ikiye ayırarak mütalaa eder ki, bunlar, halk ve arif'lerdir. Arifi billah için irade-i cüziye; halk için ise irade-i külliye söz konusu değildir. Meratib ve tevhid sisteminde hal ve tavrın önemine inanan Seyyidin bu ayrımı da idrak menzilleri ile ilgilidir. Ona göre:
1 - Halk içinde irade-i cüziyye asıldır. İrade benliğin (ene'nin) tezahürü olmakla ceza ve mükȃfata muhataptır. Daima kötü ve fenaya müteveccih olabilir.
2 - Nefsini ortadan kaldıran, efal, sıfat ve vücudunu Hakk'a vererek FENAFİLLȂH olan için irade-i cüziye yoktur. Zira O, o kadar Hak ile beraberdir ki, hadisi kutside buyurulduğu gibi bir an gelir o kişinin kulağı, dili, eli Hak olur; ondan Hak işler. Ve böyle bir insandan kötülük veya hata hiç bir zaman sadır olmaz, olamaz. Onda Hak zahirdir, Hak işler; Hak ise doğru yolu gösterir, doğruyu icra ve ika eder, doğruya iletir. Allah'ın zuhur mekȃnı insandır, insanı kȃmildir. Bu seviyeye eren kişi için Allah buyurdu: << Ben onu bir defa sevdimmi, artık, ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden birşey dilerse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim.>>
Nefsini aşmış ve varlığını Hakk'a vererek Hakk'ın varlığı ile var olan yüce Peygamber Nebii Mükerrem'e Cenab-ı HAK, Kur'an'ı Kerim Enfal suresinde, şöyle hitap etti: << Attığında sen atmadın, lakin Allah attı.>>
Seyyit Muhammed Nur'un irade-i cüziyeye itirazı sorumluluğu kaldırmaya matuf değildir, o kendi hȃlinin inikası olan idrȃkle irade-i külliye gerçeğini yansıtır konuşmalarında. Yoksa irade-i cüziyeyi red ve inkȃr etmez. Buna ait tipik bir olay da geçmiştir hayatında. Seyyidi çekemeyenler, kendisinden şikȃyetçi olurlar. İstanbul'a çağırılır. Şeyhül İslâm'ın huzurunda sorguya çekilmek ve din adamlarıyle konuyu tartışmak üzere İstanbul'a gelen Seyyit, Hükümdarın tensip ettiği şekilde şeyhülislâmın reisliğinde toplanan bir bilginler meclisi huzuruna çıkarılır. Bu mecliste cereyan eden olay ve konuşmalar Seyyidin irade-i cüziye ve irade-i külliye üzerinde neyi nasıl düşündüğünü açıkladığı cihetle biz de olayı aynen nakletmekle yetineceğiz:
Seyyid'in İstanbul'a çağrıldığı devir Sultan Abdülmecit devridir. Abdülmecit, Osmanlı padişahları içinde kültürlü, bilgisi ve yenilik taraftarı hüviyetiyle özel bir yer işgal eder. 1848 yıllarında sarayında tiyatro temsilleri ve senfoni konserleri verdiren ileri görüşlü bir zat olan Abdülmecit, şeyhülislâmını çağırarak Seyyit Muhammed Nur'u konağında ağırlamasını, toplantının yapılacağı salonda kendisininde bulunacağını, fakat bunu kimsenin bilmemesi gerektiğini hatırlatarak irade ve isteğini açıklar. Gerçekten Şeyhül İslâm istendiği şekilde toplantıyı düzenler, kimseye padişahın toplantıda olacağını da söylemez. Yemekli ve tartışmalı geçecek bu toplantıya devrin bütün ileri gelen bilginleri çağrılmıştır. Seyyit Muhammed Nur'da toplantıdadır. Olayı anlatan Seyyidin halifesi Hacı Maksud efendidir. Biz de, Hacı Maksud efendinin değerli eserlerini, düşüncelerini bizlere ileten aziz üstadım ve ağabeyim Sadettin Bilginer'in Allah ve İnsan isimli eserinden toplantının gelişini aynen alırken en gerçek ve en doğru şekli sunduğumuza inanıyoruz, zira Sadettin Bilginer aziz ȃlim ve veli Hacı Maksud efendinin oğludur. Allah ve İnsanda olayın gelişimi şu şekilde anlatılır:
Dostları ilə paylaş: |