Mürşidi Uşşak ül kebir de Hakkel yakin makamlarının ilki olduğuna temas eden Seyyid, şöyle der: << ... evelkisi makamı cem ve kurbi feraiz ve fenayı nefis ve bekayı ruhi ve seyri mahbudi ve surei necimde mezkûr olan DENÂ makamıdır. Ve berzah derler ol makam vahdeti zahiriyedir. Yani cümle eşyanın hakikatları aynel Hak aslen ayar ve ikilik ve kesret olmayarak... Hatta bu makam vuslat oldukta vesvese munkati olur. >>
2 - Hazretül Cem:
Bu makam iki vechesi olan makamı Muhammedidir. Ve kur'anı kerimde sözü edilen FETEDELLÂ makamıdır. Bu makamda halk zahir Hak bâtındır. Sıfatların zuhuru zevk edilir. Ve bir adı da kurbi nevafildir. Mürşidül Uşşak ül kebir de, Seyyid Hazretleri buyurdu:
<< İkinci makam Hazretül cem ve kurbi nevafil ve fenayı ruh ve bekayı sır ve sürei necimde mezkûr olan (fetedella) makamıdır. Ve seyri mahbubi derler. Ve bu makamda kesret ve sıfatla tedella ve tenezzül olunur. Yani sıfatları kendine isbat eder. Ve bu makamda kesret sual olunursa, kesret sıfatıyla deyu cevap verir. >> (82)
RİSALEİ SALİHİYYE de Hazretül cem'in tarif ve izahı şöyledir: << Hazretül cem demek, Hak bâtın, halk zahir demektir. Hak batın halk zahir ne demektir? Yani ol halk ki zâtın ilminde bâtın olmuştu ve ilmi ilhâhide mahfuz olmuştu ve ilmi ilâhide mahfuz olmuştur; o ilimde olan esmayı, Hak, kendi vücudüyle izhar edip ve kendi hükmünü esmaya nisbet eylediğinden esma zâhir; zât, bâtın olur. Bu halde gören, işiten, söyleyen Hak'tır; lâkin abdin kuvasiyle... Bu makamda Hak, kulun kuvası olup kulun hayatı Hak'la, kudreti Hak'la, semii Hak'la, basar'ı Hak'ladır. Nitekim hadisi kutside: (İzâ uhibbed abden künte lehü semian ve basaren ve bedien ve lisanen ve rücülen resmeu biviri ve yemsekübi ve yekülü bive yembişi) yani ben kuluma muhabbet eylediğim vakitde o kulumun semi (işitme), ve basarı (görme), yeddi ve lisanı ve ricli olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle söyler, benimle yürür. Bu makama ehlullah (kurbi nevafil) tesmiye ederler. Bu makamın kemaline nail kmseler herkesin bildiğini bilir ve işitir ve görür. Yani kerameti ilmiyye ve kemâlatı sıfatiye kendisinden sadır olur. >> (83)
Demek oluyor ki cem de Hak zahirken Hazretül cem de Hak batın olmaktadır. Bu mertebe fark menzilidir. Üç buutlu dünya nizamının ve dünya ahkâmının belirlendiği ve ahkamı Muhammedinin mahiyeti hakkında kulun şuurlandırdığı bir ortamdır. İyi, kötü, doğru, yanlış, ibadet, hidayet, dalalet, ahkam ve ahlakın öğrenildiği, ceza ve mükafatın kabullenildiği bir idrak hâlini telkin ederken aynı zamanda iç ve dışın yani bâtın ve zahirin ayniyetine de işaret edilmektedir.
3 - Cem'ül Cem:
Bu menzil vahdeti vücud inancının insan idrakinde gerçekleşmesidir. Cem'ül cem dersini alan artık bu vücudun ne olduğunu bilir. Bâtın, zahir evvel ahir olanı tanır ve bunları insanda müşahade eder ki, bu idrake eren bir insandan kötülük sadır olmaz, kimseye kötülük edemez, hatta kötülük düşünmez. Niyyet ve amel birleşerek insan ihlas menziline varmış olmaktadır. Seyyid Muhammed Nur bu makam için RİSALEİ SALİHİYYE'de şunları yazar:
<< Salik bu makamda (hüvel evvelü velahiru vezzahiru vel bâtın) ayeti kerimesini bir nazarda müşahade edecektir. Şöyle ki Abidden zahir ancak ef'al ve sıfatı ve vücudi Hak olduğundan abid evvel oldu ve efali ilahiyyenin zuhuru abdin azayı samaniyyesine mütevakkıf olduğundan abid, ahir oldu ve yine Hak, abid suretyle zahir oldukta mahlȗkat tesmiye olunduğundan abid zahir oldu. İşte bu makamda salik, suveri ekvandan bir surete nazar eyledikte bu dört nisbeti bir surette müşahade edecek ve kendisinde dahi bu dört nisbeti müşahade eyleyecektir. Hatta şuhud galebe eyledikte bir kimse kendisine sual edecek olsa ki (hüvel evvelü velahiru vezzahiri velbatinu) ayeti kerimesinin manası nedir? ol dahi cevabında der ki: Evvel benim, Ahir benim, Zahir benim, Bâtın benim... yahut karşısında olan surete sensin evvel, sensin ahir, sensin zahir, sensin bâtın deyu cevap verir ve bu cevabında sadıktır ki onun şuhudunda Hak, bu suveri kendi vücuduyla izhar eylemiştir. >>
Seyyidin bu telkin ve tedrisatında vahdeti vücut anlatılmakta ve varlık ȃleminin Hakk'ın vücudu olduğu gösterilerek edep, ahlak, hoşgörü ve Hakseverlik öğretilmektedir. Öyle ya, bir insan gördüğü bu ȃlemde her şeyin Hakk'a ait olduğu zevkinde ise O'na nasıl karşı kor, O'nu nasıl sömürür, nasıl kötülük eder? Vahdeti vücud insanı maddeciliğe değil, maneviyata iter; haris yapmaz, diğer kâm kılar; Tenbellikten korur, çalışmaya sevk eder; Hak duygusunu şuur haline getirir ve insanları sevmeyi, insana hizmeti en yüksek fazilet ve iman duygusu olarak ilan eder. Seyyid, bütün derslerinde insanı bu yüksek şuura ulaştırmak için gayret sarfeder ve verdiği dersler neticede insanı yüksek bir ahlak ve idrake eriştirir.
SEYYİD MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ'NİN
ESERLERİ İÇİNDE GEZİNTİ
Seyyid hazretleri mevcudatın bir görüntü olduğuna kanidir. Ve varlığın müstakil vücudları olmadığını şöyle beyan buyurur:
<< ... Onlar kar'a müşabihtir. Vücudü müstakilleri yoktur. Zira kar'ın vücudu suyun vücududur. Başka vücud yoktur. Halk dahi böyledirler. Vücudları vücudü Hak'tır, müstakil vücudları yoktur. << Ente >> halbu ki sen Allah Hak teâlâ'ya hitaptır. << Lehâ >> yani halkın vücudları ve zuhurları için << elmaellezi hüve tabii >> yani zahir olan kar, su gibidir. << Mâ elselceti fi hakikate >> yani hakikatte ve nefsül emirde kar, suyun vücududür. Ancak su bürûdeti hava (soğuk hava) ile kar suretinde görünür. Su namı gizlenip kar namı zahir olur. Nefsil emirde şeyi vahidtir. Halk olan şey cümlesi Hakk'ın zuhurudur. Her suretle cilvegar olup ol cilvelerle halk nam oldu. Nefsil emirde zatı ilahiyeden gayrı zat yoktur. Cümle halk namıyla olan kendi cilvesi ve zuhurudur. << Ve gıyâne yekün fi hükmü dâaateş şerâyi >> yani kar ve su şer'ide ve ahkâmı zahirede birbirlerine mugayyirdirler. Zira su ile taharat olur. Kar ile olmaz. Hatta kardan gayrı su bulunmaz ise ve kar'ı eritecek şey yok ise teyemmüm caizdir. Kar'ın vücudu teyemmüme mani olmaz. Lâkin suyun vücudu mani olur. Ve bundan malum oldu ki zahr şer'ide kar'a, su itlak etmezler. Zira kar'ın vücudü müstakili yoktur ki ana su itlak oluna... kezalik zahirde ve namda Hakk'ın cilvesi olan halk zâtı Hakk'ın gayrıdır, zira zâttan gayrı zât yoktur ki ana Hak itlak oluna. Velhasıl kar suyun mazharı ve sureti olduğu gibi halk dahi Hakk'ın mazharı ve cilvesidir. Lâkin halk'a Hak olunmaz ve mağduma ıtlak olunmaz velâkin << yeshibül serece yerfaü hükme ve yevzâh hükm-ül mâ vel emrivâki >> yani kar eriyip kar namı ve hükmü olan ademi taharet ve teyemmüm ve teyemmüme mani olması ref olup ve su namı ve hükmü olan taharet vaaz olunur.>>
Vahdeti vücud inanacının tahlil ve izahını yapan Seyyid hazretleri: Tevhid tedrisinin gereğini Şerh-i Nutku imamı Ali isimli eserinde açıklarken ahkamı ilâhiyeye itaatkâr ve erkâna saygılıdır:
<< Kezalik süluki tevhid ile Hak teâlâ tenbih buyurur.......... ey liyahidün cümle halkı fani etmek gerektir. Tevhidi efal, tevhidi sıfat, tevhidi zât ile halk zahir ve fani badehû zâtı Hak müşahade olunup hak nazarıyle sülûk ile halk fani ve Hak baki olduğunu müşahade kılınıp cümlesi Hak zahir olur. Velâkin sülûki tevhid olmaksızın halk Hak demek küfürdür. Neuzubillahi teâlâ. Kâle Ali (R.A.) el cemi bilâ fark zindikatül fark bilâ cem şirk. Taifei Bektaşiyün kendilerini nisbet eden mülahaza ile bilâ süluk tevhid-i halk'a Hak demek ve nazarlarında halkınvücudlarını var müşahade ve mülahaza etmek Mâa haza ıtlakları mücerret küfürdür. Firavunun (Ene rabbikümü âlâ) iddiası gibidir. Allahım ahkâyenâ ân katnet lişeytanil racim. Bu makül cem ve hazretül ruh ve kurbu feraiz tesmiye olunur. Bu makamda enelhak caiz olur. Fakat bu sırrı fâş etmek caiz değildir. Mansur ibnül hHallaç bu sırrı ketme sabrı kalmayıp (Enel Hak) sırrı zahir fâş oldu. Kendi katline dua okudu. Tecemâtel ezdâdı fi vahît Lehâ fehi selâsete anhü sâatı yani bu makam hazreti cemide efal ve sıfat ve zât Hak'la kaim olduğu müşahade olunur. Beyinlerinde zıddıyet sabit olur. Meselâ evvel, Ahir, Zahir, Bâtın, muti ve mani akur münkani gayrileri esma ve sıfata yani hüsnücemal ve zâtı vahit olan Hak Teâlâ hazretlerinin cilveleridir ve sıfatlarıdır ve bu makam'ı cemül cemide yani efal zahir zât Hak'la zahir olur. Mahaza zıddıyet vardır, su ve kar ve hacer ve eşcâr ve hayvan ve nabat ve gayrıları gibi. Velâkin cümlesi sıfat ve efal ve zât Hak'la zahirdirler. Vücudü müstakilleri yoktur ve zuhurları ayni zuhuru Hak olduğunufihi selâsete ve hüve anhi sâatih. Devu mısraı ile dahi işaret eyledi. Yani cümle sıfat ve efâl gerek maani ve gerek suveri Hakk'ın mezâhirleridir. Cümlesini zâtı Hakk'a nisbet edip fani ve bâtın olur. Ve hüveankü saatı, yani o mezahirden zahir vr bâtın zâtı Hak'tan gayrı yoktur. Görmezmisin ki aynaya nazar eylediğin halde ayna kaybolup ve sûret nazır olur. Bundan ötürü ayineye nazar etmek sünnettir, Hatta mâcâalel Lâhe meselen rühetel mezahirikel mirat eseri varit oldu ve sallallahü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ ve sahbihiecmâin. >>
Demek ki cezbe ve hâl içinde bulunan kimse (enel hak) sırrına agah olursa da, bu sırrı fâş etmek, açıklamak, şeriate aykırıdır ve yasaktır. Eğer arif, bu sırrı açıklamışsa suç işler ve kendisine şer'i hüküm uygulanır. Nitekim meşhur Hallacı Mansur, (enel hak) dediği için ölüme mahkûm edilmiştir. Her hâl bir makamın, bir aşamanın ifadesidir. Esasen Hazreti Seyyid, eserlerinde makam ve hâl konusunda çok dururlar. MÜRŞİDÜL UŞŞAK isimli eserinde Hazreti Pir şöyle buyurur:
<< Makamat yedidir. Üçü makamı fenafillah, dördü makamı bekabillâhtır. Bu makamlar ile zevk olunur. Bu makamlar yedidir. Evvelki tevhidi efal ve fenai efal ve tecellii efaldir. Ol makamda sâlik hissen ve aklen ve hayalen idrâk eylediği ef'ali hazreti maşuka nisbet edip o ef'ali ayinesinden hazreti maşuka rabt olup maşukunu zikreder. İstiğrak hasıl olacağı, hatta bir kimse onu hizb etse ol hizbi maşuka nisbet edip gayriye nisbet olmaya. (Lâ faile illâ hû) netice zahir olur. Gafil olmaya. İkinci tevhidi sıfat, fenai sıfattır ve tecellii sıfattır. O makamda sâlik hissen ve aklen ve hayalen idrak eylediği sıfat kemaliyle Hakk'a nisbet edip ol sıfat ayinesinden hazreti maşuka rabt edip Allah'tan istiğrak hasıl olur. (Lâ mevsûfe illâ hû) neticesi zahir olur.
Üçüncü tevhidi zât ve fenai zât ve tecellii zâttır. O makamda sâlik hissen ve aklen gerek efal ve sıfat ve gerek zât ayinelerinden vücudullaha rabt olup, yani eşya bir vücud olup vücudu hak olduğunu mülahaza ede: İstiğrak neticesi hasıl olur. (Lâ mevcûde illâ hû) neticesi hasıl olur. Sekri tam olur. Vahdet ile kesretten mahcûp olur, hatta bu kesrettir sual etsen cevap veremez. Badehu sahva (açılma) gelip makamı Bekabillaha vasıl olur. Ol vakit hazaratı Hamsei ilâhiye olan Hazretül Gayb zatı hazreti lâhût, sıfat hazreti ceberrût, esmâi hazreti melekût, ervaı hazreti nâsût, ilmi şahadet, şahadeti dünya bu cümleleri birbirinin mezâhiri olmak müşahade eseri hülûl ve ittihad yoktur. İmdi bu aynel yakin misalleri dörttür. Evveli vahdeti şuhudu galip olmak. Buna makamül cemi ve seyrül cemi derler. Bu makamla Hadisi kutsi varit oldu. (İzâ takrebû ilâ abdi bilnevâfil ahiyyete feiza ahiyete küntü semiellezi li semih bihi ve basarellezi bâsir bihi ve lisanellezi yentuk biha ve yedelleti bibatşı bihâ ve ricle yemşi biha innallahe yekûle alâ lisane abdi semiallah limen hamide) varit oldu. Bu makamda (mâre eyte şeyen illâ ve reeytallahe). İkinci kesret mezahirdir. Şuhudu galip olur. Buna hazreti makamı cem ve setri mahbubi derler. Ve bu makamda lisanı (mâreeyte şey'en illâ ve reeytallahe bihamdi). Üçüncü hem kesreti mezahiri, hem vahdeti mezahiri ikisi ile müşahade olunur. Buna makamı cemül cem ve kabe kavseyn derler. Bu makamda (innallahe yekûlü alâ lisani abde) varit oldu. (Maarreyte şey'en illâ reeytallahe maâ). Dördüncü vahdeti kesreti aynı vahdet müşahade eder. Bu makam Ahadiyetül cem ve ev ednâ makamıdır. Bu makamda: ( Maâ remeyte izremeyte velâkin innallahe remâ) varit oldu. (Maâreliahe illallahe) badehu iman tahkiki olup Hakkal yakine dahil olur.
Hakkel yakin bir makamdır ki ona makamı temkin ve makamı hitam ve makamı ahadiyet derler. Ve bu makamda ne vahdet ve ne kesret.... belki fani sabiti hitam olur. Ve bu makamda lisanı (Maârellahe illallah'tır).
Velhamdülillah alâ tevfika makamlar burada beyan olunur. Makamı tevhidi efale cemi mezahirde görünen ve kendi vücudünde cemi azanın efal ve hareketi bilkülliye Hakk'a verip Hak hareket ettirir demeyi mülahaza ve müşahade ederek bu makamda zevk hasıl olur. Makamı tevhid, sıfatı cem görünen ve işiten bil külliye Hak'tır. Böyle mülahaza ederek bu makamda zevk hasıl olur. Makamı tevhidi zât, efal ve sıfat balada tasrih olduğunu vechiyle zâttan huruç gerek ef'ali ayni ve gerek sem'a ve cemi sıfat bilkülliye geldiği zâttandır. Böyle mülahaza ederek zevk hasıl olunur. Makamı cem bilkülliye sıfat ve zât bunların küllisini Hak'tan gayrı görmemek veya küllisini Hak görüp mülahaza ederek zevk olunur. Makamı hazretül cem, Hak'tan zâhir olan mezâhirin fikri galip olmasıyle buna makamı hazretül cem beyan olunur. Makamı cemül cem, Hak teâlâya nisbet olan ef'al ve âsârı ve müessiri Hak Teâlâ ile yeknazarda müşahade eder. İmdi gerek mezahirden tefekkürü ve gerek mezahirden vahdetinin tefekkürü ve zahir ve bâtın ikisini mülahaza ve tefekkür ederek zevk olunur. Makamı ahadiyetül cem bu zikrolunan bilküllisi zatı Hak'ta fani edip ve fani görüp bu makam tefekkür ve mülahaza ve müşahade ederek zevk olunur. Vallahü hadi velhamdülillahi Rabbil âlemin. >> (88)
Makamlar, insanı hâle eriştiren, tevhid hakikatine götüren yollar, ışıklardır. Herbiri bir hakikat şehridir ve bu şehirlerden geçe geçe gerçek hakikate, gerçek şehre varılır. Bir anlamı ile makamlar iman duraklarıdır.
Seyyid Muhammed nur, insan'ın kutsi ve nûrlu varlığını kabuğundan soyup gönül için aydınlığa çıkarmak isterken << vücud, varlık kokusunu almadı >> gerçeğini ifade eder ve insanın mahiyetini Âdem'e secde öyküsünü tahlil ederek RİSALEİ FİT TASAVVUF isimli eserinde şöyle anlatır:
<< Kalellahu minel cemi ilâhi ve iskale Rabbike cemi Muhammediyeye hitap eder. Lil Melâiketi Cemal suverleri ecasini tabiiyeyi nûrânidir. İnni câilün lil ardi halifeten. Celâl ve Cemâl suretlerine cami yani esmâi ilâhiye ve halkiyye yani cemi taayyünattan ibarettir. Anı cail filard halifeti melâikeye buyurdukta, bildi ki Hakk'ın celâli var. Fikhiyenin dahi celâli vardır. Baktılar suretine, taarruz edip kokusundan melâike nefret edip (Kâlû etecâlû fi hamer tüfsidü fihya ve yüfsiküllezi mâe ve nahnü tesbihu bihamdike ve takdisüleke). Zira cemâl suretlerindendir. Lisanı cem, cemi Muhammed ile melâikeye buyurdular: (kale inni âlemü mâlâ taklemün) yani cemal sureti olduklarını ve Adem sûreti celâliyesine baktınız, bana itiraz ettiniz, sûrete bakmayın. İlimde kâin olanı siz bilmezsiniz. (Ve alleme Ademe esmâü külleha) yani hakayiki ilahiye ve sureti kevniyeye cami olduğunu vakıf kıldırdı. (Sümme ara zahün alel melâiketi fekale enbiuni biesmaiha ûlâ ve inküntüm sadıkıne) yani sonra melâikeye arz eyledi. Şu esmayı bana bildirdin. Katımda sadık addederim.(Kâlû sücâneke leâlimnâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alimül hakimü) yani melâike şöyle ederlerki, sana tenzih ederiz. Zira talim ettiğin ilimden gayrı bilmeziz. Ȃlim, hȃkim sensin. (kale ya Âdemü innebiehüm biesmaihüm) cemi ilahide hitapla: Ey Âdem melâikeye bildirki anlar âlemde senden olan kuvvayı hayaliyendir. Senin gibi hakayiki ilâhiye ve suveri halkiye'ye cami değillerdir minel cemi ilahi.
(Fellema enhüm biesmaihüm) yani cami olduklarını bil ki kuvveyi hayaliye gibi olduklarını onlara bildirdikte cemi ilâhiden melâikeye hitap edip (Kale elem ekul leküm inni âlemü gaybis semavati velardi ve âlemü mâ tüp dûne ve mâ küntüm tekdi mûne) yani göklerde ve yerlerde ve zahir denizde ve bâtınınızda olan esrarı biliyorum size bildirdim dedi. (Ve iz kulnâ lilmelâiketi sücudü li âdeme fescüdü illâ iblisi ebâ vestekbere ve kâne minel kâfiriyn) yani cemi ilahiyemizle melâikeye (escüdü li âdeme) dedik. Onlar dahi derakap secdeye vardılar. Adem sureti cemi ilâhi olduğunu vakıf oldukları esmalarını talim ettiklerindendir ve bu emir yani (escüdü li âdeme) cemi melâikeye ve ervaı nûriye reisleri Cibril aleyhisselâma ve ervaı nâriye reisleri Azaziledir.
Ey şeytan, Ȃdeme secde eden Cebrail aleyhisselâm ve ana tabi nuriyelerdir. Şeytan ve ana tabi ervaı nâriye secde etmediler. Ve melâike melekûttur, şiddet demdektir. Bunda lâfız melâike kuvayı nûriye ve kuvvayı nâriye itlak olundu kuvvayi nariye secdeden imtina ettiler ki sureti celâliye olduklarındandır.
Âdem aleyhisselâm sureti camia olduğunu vakıf olamadılar. Secdeden imtina ettiler. (ve kulnâ ya Ademüskün ente ve revcüke cennete ve küllû minha reâd, haysü şeyühümâ ve lâ takreba hâzihi şecereti feteküne mineddâllin) ey Âdem, zevcin Havva ile cennette sakin ol. Taayyüs edip cennet sana mübahtır. Fakat bu secere olan buğday ağacından yeme. Zira nefsinize zulmedenlerden olursunuz. (Feezzelehümüz şeytanü anha feahrecühâ mimmâ kâne fiyhi vekulnâ hibtû bağdeküm libağdin abdüvü ve lekimü fiyl ardı müstakarun ve metâün ilâhıyni.) Yani şeytan anları idlâl edip şecereden tenavül ettiler-yediler. Lâkin Âdem aleyhisselâm buğday tenavül edeceğini keşfedip ancak cennettemi dünyadamı fark edemedi. Emri İlâhiye muntazır olmayı sehv eyledi. Şecereden tenavül edip cennetten ihraç oldular. Ve bu ihraç ukubet için değildir. Yedi mukarrer ve temenni olmak tarikiyledir ve şeytan Ȃdeme aduv (düşman) olup halife ve secde melâik olduğunu hased etti. (Fetellaka Ademü min rabbihi küllihatim fetabe alemihi innehü hüvettevvabür rahiru) yani Allahü teâlâ Ȃdeme tevbe kelimatlarını telkin eyledi ve tevbesini kabul etti. Ancak tevvabürrahim oldur. Ȃdem aleyhisselâmdan dile sadır olması buğdaydan tenavül sebebiyle ancak zerrini hata ederler ise tevbe etsinler. Şeytan idlalı heba olur. (Ve kul nâ hiibtu minha cemian feimma yeğ inneküm minnehüden femen tabiahüda kâlen havfün aleyhim ve leküm yağsenun. Velleziyne Keferû ve kezzibu biâyâtinâ ülâike eshabün narihü fıhya halidüne), yani cemiyeti ilâhiyemiz ceminiz hazretten nazil olsun. Itıdayete erişip yine hazretime gelin. Anlara havf yoktur. Ve hüzün yoktur. Erişmeyip küfr ve tekzib edenler anlardır cehennemde muhallid oanlardır. Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesifun ve selâmün alel murselün velhamdilillahi rabbil âlemin. >>
İnsanların bu âleme ibadet için geldiğine ve halkiyet'in ibadet oluğuna inanan Seyyid hazretleri şekil ibadetinin yerine getirilmesini farz kabul ederken o ibadetin anlamına ve sırrına erişmeyi de farz-ı ayn telâkki eder. Bu konuyu açıklığa kavuşturduktan sonra Seyyid hazretlerinin DAİRETÜL VÜCUD Fİ BEYANİ MAKAMÜL MAHMUD isimli risalesine dikkat etmek gerekir:
Elhamdülillahil münceli lizâtihi bizahiti el zahir. Biefail ve sıfati vesselâti vesselâmü ȃlâ seyyidina Muhammediin mürşidil Hak ilâ ȃlâ bimakam.
(Sümmedenâ fekâne Kȃbe kavseyni ev ednâ). Ve ȃlâ alihi ve sahbihi evvelnâ taayyün lehüm fil makamil Ali malum ola ki Hazreti hallakı müteal kur'anı aziminde (ve mâ halaktel cinni vel insü illâ liâğbidûn) çün ibadet eylesünler deyu halk oldular ve kemali ibadet ziller ve maneviyetten ibarettir. İmdi ibadetimiz mahvı zillet dediğimiz üç şey ile olur. Biri ameli sıhhat, ikincisi: yakazada, üçüncü tevhiddir.
Bundan Resul sallallahü aleyhi ve sellem üç ilimle bahs olundu. Evvelâ şeriattır, anınla sıhhati hizmet malum olur. İkinci reyi tarikat zikri daimdir. Anınla yakaza hasıl olur. Üçüncüsü Hakikattır. Anınla hicap zail olup zahir olur. Ey yâr bu tarikin mürşidi Kur'andır Ve dördüncüsü Resul aleyhisselâmdır. ve bu tarik üzere sülûk eden Hazreti Resulün davetine Kemaliyle icabet etmiş olur ve tariki Hak'ta Kâmil olur. Ve dahi muhibbe ve müride lazımdır ki amalin sıhhat ve ademi sıhhatini ilmi şeriatle bilsin. Amellerini şer'i şerife mutabık etsin. Ve saniyen mürşid telkini ile cümle cevahiri zikreylesin. Hak'tan aklını gidip (verip) her nefeste uyanık ola. Salisen Hakikate bed ederek (feth ederek) müride mürşidinden tevhidi ef'al telkin oluna.
Kezalik cümle makamatı kat edinceye dek... Velhasıl makamat yedidir. Makamı evvel tevhidi efaldir. Cemi ef'ali ve asar-ı haliki zikri vücudü Allah deyu cümle efali Hakk'ı tevhid eder, yani efaline şeriki yoktur.
Makamı sani Tevhidi sıfattır, yani sıfat nebeviyye olan kudret, semi, basar, kelâm, hayat, ilim, iradet, tekvin bu cümle sıfatları mürit zahirinde ve bâtınında zahir olduklarını mürşid tarifiyle müşahade edip ve Hakk'a nisbet edip Allah diye.
Makamı rabi: Makamı cemi'dir. Hak teâlâya nisbet olan vücut aynı zât Hakk'ın müşahade edip vücudu ayn zâtı Hakk'ın müşahade edip Allah diye. Makamı hamis: Hazretül cemi'dir. Hak teâlâya nisbet olan efali, âsârı, müessiri Teâlâ ile yeknazardan müşahade eylemek.
İmdi salik tevhidi efalde mürit tesmiye olunur. Tevhidi sıfatta muhib; Tevhdi zâtta Aşık; makamı cemide Murad; Bu makamlar sûretleri zikri hakikiyede beyan olunan dairede cem olur ve bu daire nıfsı olan Tevhis aynel yakîn ki Saliki hakiki ef'ale ve sıfata vücudü Hakk'a ayine edip müşahade eder. Ve nıfsı ahirine cemi ve Hazretül cemi ve cemûl cem hakkel yakinine müntehi hakikati ve ahadiyetül cem dairei kutbiye ki herbir makamı hattı müstakimle ittisali vardır. Sûreti zahirede el vücud makamül Mahmud vallakül müştean elhamdülillahillezi hüdânâ liyehendâ ve mâkâne lidehzi levlâ inne hüdanâ Allah lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyül azim ve sallallahü ȃlâ Seyyidina Muhammedün ve alihi ve sahbihi ecmain. >>
Makâm ve hâller, aslında Hakikatın HAY isminin tezahürleridir. Ve iman sahiplerine aittir. İmanın da mertebeleri olduğuna işaret eden Seyyid Hazretleri MÜRŞİDÜL UŞŞAK'ta bu konuyu şöyle açıklar:
<< Malum ola ki imanın üç mertebesi vardır: Evvelki mertebesi: İmanı istidlâli'dir. Bu mertebenin vechi; Tahsili ilmen yakin ile olur. Bunun iki tarafı vardır. Evvelki tarafı: İstidlâli bilmesil'dir, yani abdiyet sıfatları olan hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelâm, delili kukub misalleri Hakk'a nisbet olunur (nisbet edilir). Zira, sıfat, kemali sani ile zahir olur. İnnallahe halaka Ademe alâ sûreti. Buna şahittir. Yani Allahü Teâlâ âlemi sırrı ile yarattı demek sıfatlarıdır. Hayat, ilim, kudret ve gayrileridir. Lâkin abdin sıfatları cüzidir. Gayri müessiredir. Hakk'ın sıfatları kadimdir, müessiredir, küllidir; nisbet ile ihtilafları vardır. Hattı zâtında birdir. Meselâ kudret Hak'tır; ve halk olmayınca kadim ve hâdis hüküm olunmaz. Hakk'a nisbet olunca hâdis ve gayri müessiredir.
Vefi alâ hâzâ ve ilmel yakîn. İkinci tarafı istidlâli bilhaktır. (Leyseke misli şey'ün) buna şahittir yani birşeyin Hakk'a benzeri yoktur. meselâ abdi âciz ve fani ve hâdis. Hak teâlâ kadir ve müstağni ve kadim ve bakidir. İmdi bu imanı istidlâl ile mümin olanlar mabudlerini hayallerinde icat ettikleri sûrettir. Lâkin imanlarında mağrurlardır. Hak teâlâ indinde makbuldur, zira aklın gayeti budur. Mâa ve sağni ardı vel esmâi velâkin ve sağni kalbi abdel mümin buyurmuş. Zira kalbin sığdığı sûreti hayaliyedir, Hakk'ın tecelliyâtlarındandır. Tenzihleri teşbih oldu. Ve ıtlakları kayıt oldu ve billahi tevfik. Ve imanın ikinci mertebesi: İmanı ayandır. Tahsili aynel yakin ile olur. Mürşidi Kâmil nefsi ile hasıl olur. >>
Ne dersek diyelim Seyyid Hazretleri efali ile bize mümin olmanın şartını çizer ve vahdeti vücudün kolay hazmedilir şey olmadığını, yiğitlik, hâl ve bilgi işi olduğunu hatırlatır eserlerinde. Nitekim Fatiha sûresi'nin şerhi isimli risalesinde halka Hakk demenin küfür olduğunu açıkça beyan buyurur:
<< Mâlum ola ki besmelei şerifte üç isim vardır: Birisi ismi celâldir ki Allah'tır, ismi zâttır. Birisi ismi Kemâldir ki Errahman ismi sıfattır. Birisi ismi cemâldir ki Errahim, ismi Ef'aldir. Yani tecellii zâti ve sıfatı ve efali ile âlem mevcud olup vücude geldi. Zât ve sıfat ve efâl olmayınca birşey vücuda gelmez. Efal, sıfat mazhardır. Sıfat, zât mazharıdır. >>
<< Elhamdülillahi Rabbil âlemin >> Hamd ederek Allahü Teâlâ zâtını senâ etmektir. Resul aleyhisslâm << lâ ahzer senâ kemâ esnedde ȃlâ nefsik >> buyurdu. Yani Hak Teâlâ zâtına layık olan tazimatı kimse hasmedemez (yok edemez) Ancak binihaye olan zâtına lâyık ve malûmdur. Ol hamdülillahtır. Rabbül âlemin yani zâtı ve sıfatı ve efali ile âlemini zuhura getirip ve her an imdat eden Rabbil âlemine hamd mahsustur. Âleminden murat meratibi mahlukâttır. Birinci rüsuh Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ki ismi bedii mazhardır. İkinci nefsi natıka. Natıka ismi bâis mazharıdır. Üçüncü tabiat, ismi natık mazharıdır. Dördüncü heba. İsmi ahir mazharıdır. Beşinci cismi kül, ismi hȃkim mazharıdır. Altıncı Felek atlası ismi Gani mazharıdır. Yedinci şekil, ismi zahir mazharıdır. Sekizinci Arş, ismi muhit mazharıdır. Dokuzuncu kürsî, ismi şekûr mazharıdır. Onuncu Feleki menazil, ismi mukadder mazharıdır. Onbirinci Feleki zühâl, ismi Rab mazharıdır. Onikinci Feleki müşteri, ismi alîm mazharıdır. Onüçüncü Feleki merih, ismi Kahir mazharıdır. Ondördüncü Feleki şemsi, ismi nur mazharıdır. Onbeşinci Feleki zühre, ismi musavver mazharıdır. Onaltıncı Feleki utarit, ismi mahz mazharıdır. Onyedinci Feleki Kamer, ismi mübin mazharıdır. Onsekizinci Kürrei nâr, ismi kabız mazharıdır. Ondokuzuncu Kürrei hava, ismi hay mazharıdır. Yirminci Feleki Kamer, ismi mübin mazharıdır. Yirmibirinci Kürrei turâb, ismi mümit mazharıdır. Yirmiikinci Felek ismi kuvva mazharıdır. Yirmiüçüncü Hak, ismi Lâtif mazharıdır. Yirmidördüncü Maden, ismi aziz mazharıdır.Yirmibeşinci nebât, ismmi Rezzak mazharıdır. Yirmialtıncı Hayvan, ismi müzil mazharıdır. Yirmiyedinci İnsan, ismi cami mazharıdır. Yirmisekizinci mertebei insan refiüt derecât mazharıdır. Bu âlemlerin mürebbileri ve sahipleri Hak Teâlâ'dır.
<> yani yirmisekizbin âlemi icat eden rahmet ve imdat eden rahimdir. >>
<> yevmi kıyamet maliki Allahü Teâlâdır. Yevmi kıyamet demek, yevmi haşir ve neşirdir. Evveli son'dur, haberde varit olduğu üzere << îzâ mâtel abde femen kıymete >> yani kişi öldüğü vakit kılını kopar demektir. Ölmek iki kısımdır. Birisi Mevt-i ihtiyari birisi Mevt-i istirari'dir. Mevt-i istirari her kişiye olur. << Külli nefsin zâikatül mevt >> varit oldu. Yani herkes mevti zevk eder, Mevt-i ihtiyari kümmeline mahsustur. << Mutu kable ente mutu >> haberde varit oldu. Mevti ihtiyari Fenafillȃhtır. Ol taifei âliyyelerin haşirleri ve neşirleri dünyada olur. Mevti istirari dârü fenadan dârü bekaya irtihalleridir. Bu taife mekân ile mukayyed olmadığı gibi gün ile mukayyed olmaz. Kümmelinden olmayanların mevtleri ancak istirari olur. Ve anlar iki taifedir. Mümini naki ve Kâfiri şakidir Mümini naki badelmevt ruhu aliyyin ile mukayyed olur. Kâfiri şaki ruhu seççin ile mukayyrd olur. Lâkin mümini naki tecelli-i cemâlde kâfiri şaki tecelli-i celâlde olur ki mevalide nevfez ve ahzeylediği sıfata göredir. Ruhları kimi hinzir kimi maymun vech ve kimi akrep herkes kisb eylediği sıfatı seçince hapsolur ve devri daim ile kaim olanlar tenasuh ve tamasuh ve tevasuh ve terasuh olur, deyu mezhebleri bâtıldır. Tenasuh manası ruhu insan nez oldukta yine beden insana hâl olur demektir. Lâkin nebata ve madene hâl olursa devreder deyu bu kavli taifeyi devriye mezhebleridir ki ona yahudi ve mason ve protestan ve gayrılarıdır. Ve bu mezhebe tebdili meratip ve taayyünat lâzım gelir. Zidi ömür olmaz, diğer beşer olmaz; insan hayvan olmaz, nebat maden olmaz. Tafsil lâzım gelir.
<< iyyakenabüdü ve iyyakenestain >> yani ya Allah senin ile sana ibadet ederiz. İbadetimiz talebi candan ve havfu niran için varlığımız ile değildir.
<< ihdinassıratelmüstakıym >> Kâmilleri sıratı müstakimdir ki Tevhid 'dir. << Kulhâzâ siyeri at'u ilâllahi alâ basireti inne ve men attebine >> Hakk'ın fermanı ile sabit oldu ki, mürşid davetiyle olur. Mürşid, şeriat ve tarikat ve hakikat haberdarı olmak lâzım gelir.
<< sıratelleziyne en amte aleyhim >> ol sıratı müstakiym enbiya ve kümmelin sıratlarıdır ki tevhidi sırf'a Allahü velâ sıva, << gayrı mağdûbi aleyhim >> onlar yahudilerdir ki âlem mevcud ve tek ıtlak Teâl makul tutanlardır.
<< Veladdâlliyn >> onlar nasaradır ki halk'a Hak diyenlerdir. Hazreti İsa ve gayrileri hakkında dedikleri gibi vallahü âlem.
SEYYİD MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ'NİN
ETKİSİ VE HALİFELERİ
Seyyid Muhammed Nur,19 ncu asır karanlığını aydınlatan muhteşem bir güneştir. Tarikatların istismar kaynağı haline geldiği, şeriat ulemasının korkunç bir gerilik ve taassub bataklığına saplandığı bir devirde Üsküp civarında bir ışık olarak parlamış, köhnemiş kafaları aydınlatmış, tarikat taassubunu yırtmış, İslâmın sosyal niteliğine dikkati çekmiş bir yüce varlıktır ki, izleri asırlara etki yapacak kadar derindir ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş mucizesinde O'nun kişiliğinin izleri açıkça görülmektedir. Örneği tekkelerin kapatılması, devrimler, Cumhuriyet idaresi, kıyafet ve harf inkılabları dikkatle tetkik edilirse, bu devrim hareketlerinin liderlerinde Seyyid Muhammed Nur'un fikirleri ve inançlarının ne kadar köklü bir tesiri olduğu kolayca anlaşılır. Esasen Seyyid Hazretleri, Üsküp'te ikamet ederken daima aydınlarla temas etmiş, ve bu arada Manastır askeri lisesinde öğrencilere altı ay süre ile varidat şerhi okutmuştur.
Seyyid, Manastır idadisinde ders vermekle kalmamış, askerî lisenin öğretmenlerine melâmiliği telkin ve onların hepsini mürşid yapmış ve kendilerine eğitim görevi vermiştir. Bu öğretmenlerin askeri öğrencilere melâmetin fikir ve ruh yapısını telkin ettikleri ve onlara Seyyidin anlayış ve fikriyatını intikal ettirdikleri bilinmektedir. Zaten tarihi olayların seyri, Kemalistlerin davranışları bu konuda o derecede açıklık getirir ki ilmi bir araştırma yapmadan da (Kemalistler Melâmiliğin etkisinde kalmışlar, Atatürk ve arkadaşları da bu havada yetişmişlerdir) demek daima mümkündür.
Bu arada Atatürk'ün (şeyh, bey, köle) gibi sözleri yasaklaması, unvanları ve aile asaletine ait işaretleri kaldırması, tekkeleri ilga etmesi göz önünde tutulursa, bunu ancak bir melâmi'nin veya bu düşüncede olan bir insanın yapabileceği anlaşılır. Seyyidin etkisi bir devrime neden olmuş, bir imparatorluk üzerine bir Cumhuriyetin kurulması ve devrimlerin yapılabilmesi için gerekli malzeme ve ortama yardımcı olmuştur. Bu sosyal ve tarihi etkisi yanında melâmiliğin sistem haline getirilmesi de Seyyidin bir başka üstün yönü olarak dikkati çeker. O hem büyük bir sosyal varlık, hem de kudretli bir mütefekkir ve filozoftur. Vahdeti vücudu anlatışında ki incelik ve espiri büyük bir idrakte olduğuna delildir. Fikirlerini eserlerine aktardığı gibi, fikir ve hali intikal için pek çok insan yetiştirmiş ve onları Osmanlı imparatorluğunun geniş bölgelerine dağıtarak melâmetin yayılmasına sebep olmuştur. Yetiştirdiği öğrencileri arasında: Hasan Fehmi Ege'de; Hacı Maksud Efendi, Amiş Efendi, Abdülkerim Efendi, Safi Efendi gibi büyük kişiler İstanbul'da Melâmeti yaymışlardır. Ülkenin her yöresine gönderdiği yüzlerce mürşid aşağı yukarı her vilayette yerleşmiş ve melâmetin nâşiri olmuşlardır. Bu büyük insanların hayat hikayeleri ve hizmetleri ayrı bir kitap konusu olacağından burada bir kısmının isimlerini sadece zikrettik.
En az Üçyüzaltmış (360) halifesi Türkiye'nin ve dünya'nın çeşitli bölgelerinde Seyyid'in fikir ve inanç sistemini anlatmışlar, oralarda öğrenciler yetiştirmişlerdir. Meselâ Ankara'da İsmail Arabacı Efendi gibi büyük bir veli yaşarken İstanbul Valiliğinde bulunan Muhiddin Üstündağ da Seyyidin öğrenci ve halifelerinden bir başka kişi idi.
Türk siyaset ve fikir hayatında eşsiz etkileri olan Seyyidi ve O'nun etkinliğini sürdüren değerli öğrencilerini ayrı bir konu içinde tetkik etmek ilmi ve vatani bir borçtur. Ve görülür ki üçüncü devre melâmiliğin kurucusu Seyyid Muhammed Nur, sadece bir pir değildir. Dini hayata indiren ve dinin vicdan yönünü hayat içinde yaşatan bir mükemmel müceddittir.
***
4- NİYAZİ MISRİ
( 17. Yüzyılda yaşamış büyük mutasavvıf, muvahhid ve şair olarak unutulmaz bir tevhid eridir. Tevhidi anlayışını şiirlerinde çok açık ve edebi şekilde izah eden Niyazi Mısri hazretleri bilhassa bu yönüyle melamiler için çok önemli bir yere sahip olup, hayatı ve bazı şiirlerini aşağıda kısaca veriyoruz. Nur içinde olsun...)
Evliyânın büyüklerinden. Halvetî yolunun Mısriyye kolunun şeyhidir. Adı Muhammed olup babasınınki Ali Çelebi'dir. Mahlası Niyâzî olup, uzun müddet Mısır'da kaldığı için de Mısrî denilmiştir. 1618 (H.1027) senesinde Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. 1693 (H.1105) senesinde bir Çarşamba günü kuşluk vakti Limni adasında vefât etti.
Niyâzî-i Mısrî, Malatya'da, önce İslâmî ilimlere âit temel bilgileri, sonra da medrese tahsîline başlayıp tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Tahsîlini tamamladıktan sonra, câmilerde gâyet tesirli vâzlar vermeye başladı. Sonra Malatya'da bulunan Halvetî şeyhi Hüseyin Efendinin sohbetinde bulunarak, ondan feyz aldı. Hüseyin Efendinin vefâtından sonra, onun hasretinin tesiri ile seyahate karar verdi. Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdât'a gitti. Burada, büyük âlimlerin, evliyânın ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin kabrini ziyâret ederek bereketlendi. Sonra hazret-i Hüseyin'in kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bağdât'ta dört sene ilim tahsîl etti. Tahsîlini tamamlayan Niyâzî-i Mısrî, Kâhire'ye gitti. Şeyhûniyye denilen yerde, Kâdiriyye tarîkatı büyüklerinden olan bir zâtın dergâhında misâfir kaldı ve talebe oldu. Hocasının bereket ve himmetleriyle kemâle erdi. Kerâmetleri görülmeye başladı. Câmi-ul-Ezher'de hem ders verdi hem de ilmini genişletti. Mübârek günlerde vâz u nasîhat ederdi. Gâyet güzel Arabca konuşurdu.
Niyâzî-i Mısrî, devamlı ibâdet ve tâatla meşgûl olduğu sırada, bir gece rüyâsında Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördü. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri büyük bir taht üzerinde oturmaktaydı. Etrâfına talebeleri toplanmıştı. Niyâzî-i Mısrî, kendisini onların arasında görünce, hayâsından dışarı çıkmaya yol ve fırsat aradığı bir sırada, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, onu yanına çağırıp, bir kese altın hediye verdi ve; "Senin nasîbin diyâr-ı Rûm'dadır. Mısır'da değildir." buyurdu. Ertesi gün Niyâzî-i Mısrî bu rüyâsını hocasına anlatınca, hocası hemen ona hilâfet verdi ve duâ etti. Bunun neticesinde Niyâzî-i Mısrî 1646 senesinde Mısır'dan ayrılarak İstanbul'a gitti. İstanbul'da Sultanahmed Câmii civârında Sokullu Mehmed Paşa dergâhında ikâmet edip, uzun süre riyâzette kaldı.
Niyâzî-i Mısrî, bir süre Uşak ve Afyon'da insanları doğru yola sevk etmeye çalıştı. Sonra Bursa'ya gitti. Halkın isteği üzerine, Şeker Hoca Câmiinde Cumâ geceleri vâz verdi. Niyâzî-i Mısrî, namazını cemâatle kılmaya dikkat ederdi. Ekseriyetle Ulu Câmide Kur'ân-ı kerîm okur ve imâmlık yapardı. Bâzan vâz ve nasîhat ederdi. Dördüncü Sultan Mehmed Hânın dâveti üzerine İstanbul'a tekrar giden Niyâzî-i Mısrî, Ayasofya Câmiinde vâz ve nasîhat vermeye memur edildi. Ayasofya Câmiinde, Sultan Dördüncü Mehmed, âlimler, tasavvuf büyükleri ve devlet erkânının da hazır bulunduğu bir gün, vâz kürsüsünden tasavvuf yolunun hak olduğuna, onların yaptıkları zikirlerin İslâm dînine aykırı olmadığına dâir hakîkatı gâyet açık bir şekilde anlattı. Herkes îzâhına hayran oldu. Tasavvufun, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını seve seve yapmaya yardımcı olduğunu anladılar. Niyâzî-i Mısrî, tekrar Bursa'ya döndü. İnsanları doğru yola sevk etmek için vazifesine devâm etti.
Niyâzî-i Mısrî'nin şöhreti günden güne arttı. 1669 senesinde Bursa'daki dergâhı yapıldı. Allahü teâlâya kavuşmak isteyen ilâhî aşk sâhibleri bu dergâhta toplanmaya başladı. Birçok ilim tâliblisi, ilim öğrenmek için dergâha koştular. Rusya ile harb başlayınca, SadrâzamKöprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, pâdişâh nâmına Niyâzî-i Mısrî'yi Edirne'ye dâvet etti. Niyâzî-i Mısrî üç yüz talebesi ile orduya katılmak için Edirne'ye gitti. Sonra tekrar Bursa'ya döndü. 1671 senesinde Kamaniçe seferinde ikinci defâ Edirne'ye gitti. Oradaki Eski Câmide vâz ederken, yapılan muhârebenin millet ve devlet üzerindeki acı tesirlerini anlattı. Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin bu vâzı yanlış anlamalara sebep oldu. Kendisini çekemeyenlerin şikâyeti üzerine Rodos'a gönderildi. Dokuz ay sonra mecbûri ikâmet şartıyla Bursa'ya dönmesine izin verildi. Yine Bursa'daki vâzı sırasında bâzı konuşmaları sebebiyle Limni Adasına gönderildi. 1692 senesinde tekrar Edirne'ye gitti. Selimiye Câmiinde kaldı. Ziyâretine gelen kalabalık halka vâz ve nasîhat ederken, devlet işlerine dâir söylediği bâzı sözlerden dolayı tekrar Limni'ye gönderildi. Bir sene sonra da vefât etti.
Niyâzî-i Mısrî, ilim, irfân ve mârifet sâhibiydi. Zaman geçtikçe, eserleri tedkik edildikçe, kadri ve kıymeti çok iyi anlaşıldı. Sâdece zâhirle meşgûl olup, bâtından haberi olmayanlar, onun bâzı sözleri karşısında hayrette kalarak, bu mübârek zât hakkında yanlış düşüncelere kapıldılar. Ârif olanlar ise Niyâzî-i Mısrî'nin bu sözlerindeki tasavvufî incelikleri anlayarak, bu inceliklerdeki lezzeti tatmışlardır. Niyâzî-i Mısrî hazretleri şöyle buyurur.
Zât-ı Hakda mahrem-i irfân olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi,
Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın, ummân olan anlar bizi.
Şeyh Abdüllatîf Gazzî Efendi, Vâkıât adlı eserinde şöyle yazmaktadır: "Birisi şeyhülislâmın huzûruna varıp, Niyâzî-i Mısrî hakkında tenkid mevzû olan sözü kastederek; "Efendim bu sözü söyleyenlerin cezâsı nedir ve dinde ne lâzım gelir." diye suâl edince, ârif ve kâmil bir zât olan şeyhülislâm; "Bu sözü Niyâzî-i Mısrî hazretlerinden başka kim söylerse, katlolunur. Fakat Niyâzî-i Mısrî söylerse, bir hikmet ve gizli bir sır vardır. O, zâhirî ilimlerde de kemâl mertebesindedir. Onların böyle sözleri söylemesinde bir hikmet vardır. Biz onlara dil uzatmağa kâdir olamayız." diyerek, o şahsı susturdu.
Niyâzî-i Mısrî'nin yazdığı eserler şunlardır: 1) Mevâid-ül-İrfân Avâid-ül-İhsân, 2) Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, 3) Risâle-i Eşrâtüs-Sââ', 4) Suâller ve Mısrî'nin Cevapları, 5) Tefsîr-i Sûre-iYûsuf, 6) Risâle-i Mebde' ve Me'âd, 7) Risâle-i Mısrî, 8) Tefsîr-i Fâtiha, 9) TürkçeDîvân: Bu dîvândaki şiirler çok yanık ve akıcıdır.
Sultan Abdülmecîd Hân, Selânik'e giderken fırtına sebebi ile gemi Limni'ye sığınmak zorunda kaldığı zaman, uzaktan gördüğü türbenin kime âid olduğunu sordu. Yanındakilerden birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî'ye âid olduğunu söyledi ve onun başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Sultan Abdülmecîd, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek için türbeye gitti. Türbede, Niyâzî-i Mısrî'nin rûhâniyetine hitâben; "Ey Niyâzî-iMısrî, kıymetini takdir edemeyen kimselere bedduâ eylemişsin. Sonra gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere, feyzli nazarının geldiği âşikâr olmadıkça, türbenden dışarı çıkmam" diye yalvardı ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak rûhuna hediye eyledi. SultanAbdülmecîd Hân, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin feyz dolu nazarlarına kavuşunca dışarı çıktı ve türbenin tâmir edilmesi için emir verdi.
Şiirlerinden bazıları;
DERMÂN ARARDIM
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş
Bürhân arardım aslıma aslım bana bürhân imiş
Sağu solu gözler idim dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş
Öyle sanırdım ayrıyam dost gayrıdır ben gayrıyam
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş
Savm-u salâtu hac ile sanma ki biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmağa lazım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana hakka’l-yakîn
Mürşîdi olmayanların bildikleri gümân imiş
Her mürşîde dil verme kim yolunu sarpa uğradır
Mürşîdi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir sözdürür yokuş değil düzdürür
Ȃlem kamu bir yüzdürür gören onu hayrân imiş
İşit Niyâzi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’tan âyân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
**
GÖNLÜM SANA
Çün sana gönlüm mübtela düştü
Derd ü gam bana aşina düştü
Zühd ü takva'ya yar idim evvel
Aşk ile benden hep cüda düştü
Vaiz eydür gel aşkı terk eyle
Bendeyim sabrım bi-vefa düştü
Nice terk etsin aşkı şol ȃşık
Ana karşı sen mehlika düştü
Vechini görsem dağılır aklım
Zülfün ana çün mukteda düştü
Kim seni buldu, kendi yok oldu
Vaslına ey dost can baha düştü
Aşka uşşakın davet etmişsin
Can kulağına ol seda düştü
Bu Niyazi'nin hiç vücudunda
Zerre komadı hep beka düştü
**
UYAN GÖZÜN AÇ
Uyan gözün aç durma yalvar güzel Allah'a
Yolundan izin ayırma yalvar güzel Allah'a
Her geceyi kaim ol her gündüzü saim ol
Hem zikr ile daim ol yalvar güzel Allah'a
Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele geçmez yalvar güzel Allah'a
Aslını ganimet bil her saati nimet bil
Gizlice ibadet kıl yalvar güzel Allah'a
Ömrünü hiçe sayma kendini oda yakma
Her şam u seher yatma yalvar güzel Allah'a
Hey nice yatarsun dur olma bu safadan dur
Bahr-ı keremi boldur yalvar güzel Allah'a
Her vakt-i seherde bir lütfu gelir Allah'ın
Ol vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allah'a
Allah'ın adın yadet, can ile dili şâd et
Bülbül gibi feryat et yalvar güzel Allah'a
Gel imdi Niyaziyle Allah'a niyaz eyle
Hacatı dıraz eyle yalvar güzel Allah'a
**
ALLAH HU DİYEN
Tende canım canda cananımdır Allah Hu diyen
Dilde sırrım serde sübhanımdır Allah Hu diyen
Dest-i kudretle yazılmış yüzüne ayat-ı Hakk
Gönlümün tahtında sultanımdır Allah Hu diyen
Cümle azadan gelir zikr-i ene'l Hakk haresi
Cism içinde zar-ı efganımdır Allah Hu diyen
Giceler ta subh olunca inletir bu dert beni
Derdimin içinde dermanımdır Allah Hu diyen
Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir
Katremin içinde ummanımdır Allah Hu diyen
Kisve-i tenden muarra seyreder bu gökleri
Çark uran abdalı uryanımdır Allah Hu diyen
Her kişiye kendinden akrab olan dost zatıdır
Ey Niyazi dilde mihmanımdır Allah Hu diyen
SENDE BUL
İster isen bulasın cananı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Kendi mir'atında gözle anı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Her sıfat kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
İrişince zatına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul
Kenz-i mahfi ȃşikȃr hep sendedir
Yazın kış, leyl-ü nehar hep sendedir
İki ȃlemde ne var hep sendedir
Gayre bakma sende iste sende bul
Men-aref sırrına ir ko gafleti
Gör ne remzeyler bu insan sureti
Haşr ü neşr ile tamu'yu cenneti
Gayre bakma sende iste sende bul
Haşr-i suri halin inkȃr eyleme
Gülşen iken yerini nar eyleme
Enfüs ü afakı bil ar eyleme
Gayre bakma sende iste sende bul
Zat-ı Hakkı anla zatındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul
Sureti terk eyle mana bulagör
Ko sıfat-ı bahr-i zata dala gör
Ey Niyazi şark u garba dola gör
Gayre bakma sende iste sende bul
AĞYAR KALMADI
Ben sanurdum ȃlem içre bana hiç yar kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyar kalmadı
Cümle eşyada görürdüm har var gülzar yok
Hep gülistan oldu ȃlem şimdi hiç har kalmadı
Gice gündüz zar u efgan eyleyüp inlerdi dil
Bilmezem noldu kesildi ah ile zar kalmadı
Gitdi kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle ȃlem şehr ü bazar kalmadı
Din, diyanet, adet ü şöhret kamu vardı yele
Ey Niyazi noldu sende kayd-ı dildar kalmadı
CAN GÖZÜ
Derviş olan ȃşık gerek, yolunda hem sadık gerek
Bağrı onun yanık gerek, can gözleri açık gerek
Alçaktan alçak yürüye, toprak içinde çürüye
Işk ateşinde eriye, altun gibi zarmak gerek
Zikr-i Hakka meşgul ola, yana yana ta kül ola
Her kim diler makbul ola, tevhide boyanmak gerek
Eyven kişi yol alamaz, maksudunu tiz bulamaz
Yok olmayan var olamaz, varını dağıtmak gerek
Dervişlerin en alçağı, buğday içinde burçağı
Bu Mısri gibi balçığı, her bir ayak basmak gerek
TEVHİD
Hakkı seven aşıklarun, eğlencesi tevhid olur
Işk oduna yanıklarun, eğlencesi tevhid olur
Durmaz isim sürer dili, sorar müdam doğrı yolı
Gerçek aradığın bile, eğlencesi tevhid olur
İzinden ayırmaz gözüni, canla tutar sözüni
Görmeğe iver yüzini, eğlencesi tevhid olur
Halkun arasından çıkar, tevhidi görse can atar
Bülbül gibi daim öter, eğlencesi tevhid olur
Mal ü menalın terk ider, ehl ü iyalin terk ider
Halüyle kalün terk ider, eğlencesi tevhid olur
Dünya vü ahiret perdesin, ardına atar cümlesin
Kor masiva eğlencesin, eğlencesi tevhid olur
Mısriya uyan kişinün gider çürüğü işinün
İçindeki can kuşunun eğlencesi tevhid olur
***
5- SEYYİD MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ SONRASI
MELAMİ EFENDİLERİ
Pir hazretlerinin fazla sayıda halifesi Türkiye'nin ve dünya'nın çeşitli bölgelerinde Seyyid'in fikir ve inanç sistemini anlatmışlar, oralarda öğrenciler yetiştirmişlerdir. İzmir’de Hüseyin Sabri Soyyiğit Efendi’nin irşad ettiği ve bizim de takip ettiğimiz melami dergȃhlarından biri bunlardan biri olup, bu değerli efendimiz hilafetini Ahmet Kumanlıoğlu efendiden, o da efendisi Hasan Fehmi Tezdoğan Efendiden almıştır. Hasan Fehmi Tezdoğan Efendinin hilafetini veren ise Hazreti Pir’in halifelerinden H. Salih Rifat Efendinin halifesi Rahmi Efendidir. Son dönemdeki muhterem Efendiler hakkında aşağıda tanıtıcı biyografik bilgi özetle verilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |