BİRİMDEKİ “SÂBİTLEŞMİŞ PROGRAM”
NASIL DEĞİŞİR; BU DEĞİŞİKLİK
YAŞAMDA NASIL AÇIĞA ÇIKAR?
Levhi mahfûzun hükümleri değişebilir; A’yân-ı sâbîte değişmez!
Niçin değişmez?
Çünkü, beyinde meydana getirdiği tesirler sâbitleşmiştir!..
Sabitleşmiş, tesbit olunmuş artık değişmez hale gelmiştir.
Senin Levhi Mahfûzun değişir.
Levhi mahfûz’unun değişmesi iki mânâda olabilir;
Birinci mânâdaki levhi mahfûzun değişmesi, yıldız tesirlerinin değişmesidir.
İkinci mânâdaki, levhi mahfûzun değişmesi, beyindeki belli değişikliklerin; yeni devrelerin faaliyete girmesiyle, o kişinin aldığı tesirlerin değişmesidir
İki yönlü, levhi mahfûzun değişmesi söz konusudur;
1-Levhi mahfûzun birinci yönünden değişmesi, vazifeli veliler dediğimiz, tasarruf sahibi kişiler tarafındandır. Belli tesirler güçlendirilir veya zayıflatılır veya yönlendirilir, böylece olaylar etkilenir!..
2-İkinci yönünden levhi mahfûzun değişmesi ise, kişinin tabiatını terk yolunda yaptığı fiîllerle, terkîbinin değişmesi; bu da beyindeki belli değişik devrelerin faaliyete geçmesi veya faaliyet hızının durdurulması yoluyla oluşur ve böylece de levhi mahfûzu değişmiş olur.
Âyette;
SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE HER HANGİ BİR MUSİBET GELMEZ Kİ ANCAK BİZ ONU YARATMAZDAN EVVEL, BİR KİTAPTA YAZILMIŞ OLMASIN.’ (Hadîd-22)
Buradaki “size”den kasıt, terkib hükmüyle varolan, “insan” ismiyle anılan izafî varlıktır!..
“İnsan”, ismiyle anılan izâfî varlığın karşılaşacağı olaylar, başına gelecek şeyler; onun tabiatı dolayısıyla “müsibet” diye adlandırdığı nesneler, “levhi mahfûz” adıyla anılan, “İlâhî kitap’da”; yani bizim bu günkü deyişimizle, burçlar, yıldızlar âleminde meydana getirilmiştir.
Bu tesirler, her bir birimin kendi terkibiyeti istikâmetinde onda belli olayları meydana getirecek; bunlar belli kazançlar, hâsılalar veya belli müsîbetler şeklinde ortaya çıkacaktır!.
HÜCREDE GENETİK PROGRAMLAMAYI
(“TÂLİM”İ) MEYDANA GETİREN,
“KALEM”DİR
Programlamanın “Kalem” ile olduğunu vurgulayan âyetteki “Kalem” kelimesi neye işaret ediyor değil mi???
"İLİM SIFATININ MAZHARI" olan "SALT ŞUUR"!.
İşte bu "TÂLİM ETTİ"!.
-ADEM’E İSİMLERİN TÜMÜNÜ TÂLİM ETMİŞTİR!. (2-31)
Adem'e isimlerin tümünün tâlim edilmesinden murad, hiç şüphesiz ki, Adem’in Allah'ın isimlerinin mazharı olarak ortaya çıkışıdır!.
Ancak ne var ki, bütün bu isimler insanın yapısında bir terkip hâlindedir... Kimi isimlerin mânâları daha güçlü ve kimi isimlerin mânâları da daha zayıf olarak.
“Elleziy allleme bilkalem” ile de… yani “tâlim” denen programlama işleminin “Kalem” ile hücrede uygulandığını anlatılmaktadır bu âyette.. Yani “Kalem”, hücrede bu genetik işlevi meydana getirmektedir.
“Kalemin mürekkebi” nedir ve kalem nasıl bir yazı yazarak genetik programlamayı oluşturmaktadır, bunu bir düşünün ciddi olarak… Acaba nereye çıkıyor olay… Bu düşünülmeye değer bir konudur bence..
Eğer bunu keşfedersek bu Kurân’daki mecaz yollu anlatımın deşifresini anlamış oluruz ve bu anlayış da bize Kurân’ı anlamada bambaşka bir pencere açılır.
“YA RABBİ NE YAZAYIM?...
KADERİ YAZ!”
Burada hemen akla şu soru geliyor... "KALEM" nedir?..
"OKU"mak yazıp-çizmeyle alâkalı olamadığına göre, yazan "KALEM" acaba neydi?
Meşhur müfessir Fahreddin Razi, "KALEM" "akıldır" der... Bu konuda şu işareti Rasûlullah meşhurdur:
-"Haberiniz olsun ki, Allah ilk halk ettiğinde, kalemi halk etti; de ona;
“yaz” dedi...
”Ya Rab ne yazayım” , diye sordu...
“Kaderi yaz” dedi...
İşte o saatte kalem, olmuş ve ebeden olacak her şeyi yazdı..."
Burada bahsedilen "Kalem" tasavvufta tahkike ermişlere göre "İnsan-ı Kâmil"dir... Bu "İnsan-ı Kâmil"in aklına “Aklı Evvel”, ruhuna "Ruhu Muhammedi”, derler... "Hakikati Muhammedi" ismiyle işaret edilen dahi budur!.
diğer taraftan şu âyeti hatırlayalım:
-"ALLAH YAZDI...."
Yazan "Kalem"dir; fakat "ALLAH" kendine izâfe etmektedir; çünkü “Kalem” O'nun varlığıyla kaim ve daimdir... Tıpkı, "SEN ATMADIN, ATAN ALLAH'TI" âyetinde olduğu gibi...işte tasavvufta “maiyyet sırrı” denen hususu bu gibi âyetler tanımlamaktadır.
Çağdaş tanımlama ile, evrende varolmuş ve olacak her şeyi meydana getiren "Kalem"e günümüzde bir kısım çevrelerce “KOZMİK BİLİNÇ” denilmektedir!.
Yani, "İLİM SIFATININ MAZHARI" olan "SALT ŞUUR"!.
RAHMANİYET ZUHURUNUN ÜRETKENLİĞİ İLE
RABBİN ESMA TERKİBİNİN GETİRİSİ HÜKMÜ
KADEME KADEME KİŞİNİN SEMÂVÂTINDAN BEDENE
NÂZİL OLMAKTADIR
NOKTA’dan meydana gelen açı içindeki Rahmaniyet zuhuru ve bu zuhurun üretkenliği ile meydana gelen Rahîm’den, arş isimli evrensel doğurganlık —algıladığımız madde boyutunda değil— ile tüm esmâ mertebesi hâsıl olmakta; ve Kürsî, “Rubûbiyetin tahakkuk ve tahakküm mertebesi” olarak açığa çıkmaktadır!.
Kül, bu arada, aynıyla zerreye yansımış olduğu için de; zerrelerde yani birimlerde, Rabbin, yani esma terkibinin getirisi hükmü, kademe kademe kişinin semâvâtından bedene nâzil olmaktadır!.
Bu her birimde böyledir ki, işte holografik gerçeklik bu sistemi anlatır.
Allah Rasûlü’nün “zerre külün aynasıdır” cümlesiyle özetlediği gerçek kanaatimce bunu anlatır.
Zerre itibariyle, zerre ve külden söz edilirken; İlm-i ilâhide, hepsi tek bir nefs olarak yer alır.
Buna, “TEK BİR NEFS OLARAK GELİRLER” âyeti işaret eder.
Yani, ilm-i ilâhide “zerreler” yoktur “tek bir yapı” sözkonusudur. Bunun idrak edilmesi herkes için kolay olmayabilir.
Evren tek bir canlı gibidir sanki tüm boyutsallıklarıyla; ya da evren içre evrenleriyle!!! “Ruh-u Â’zâm” da demişlerdir buna...
Peki ya bu muazzam yapıda, “insan”ın varoluşunu, özelliklerini ve işlevini idrâk edebilecek miyiz?..
BU PROGRAMLAMADAN
(İSİMLERİN TÂLİMİNDEN) SONRADIR Kİ
ÂDEM’DE ŞUUR MEYDANA GELMİŞTİR
Şimdi burada şu akla gelebilir:
-"allemel" kelimesini tefsirler hep “tâlim etme”, “bildirme”, “öğretme”, diye çevirirken, nasıl oluyor da siz bunu “yapıyı programlama”, “yapıda ortaya çıkartma” diye anlıyorsunuz?
Gayet basit ... Hemen şu âyeti hatırlayalım...
-Alleme Adem el esmâe külleha...(231)
Bu Adem’in ilk varoluş safhasını anlatmakta olan bir âyettir ki, daha bu safhada Adem bilinçlenmemiştir... Bu isimlerin “TÂLİM EDİLMESİ”nden, yani, “Allah isimlerinin” mânâlarının onda açığa çıkacak şekilde yaratılmasından sonradır ki Adem’de şuur meydana gelmiştir!...
Yani, Adem’i “şuurlu bir varlık” haline getiren gerçek, ana ve tek faktör, yapısında ortaya çıkan esmâ’ül hüsnâ diye bildiğimiz Allah isimlerinin mânâlarıdır ki, bunlar ona henüz yaratılışı safhasında bağışlanmış; ve bu bağış sonucu, bu “TÂLİM EDİŞ” sonucu Adem “şuurlu bir varlık” yani “nefsi nâtık” olarak yeryüzünde yaşamına başlamıştır...
BEYİN GENETİĞİ
KENDİNİ ETKİLEYEN KOZMİK IŞINLARLA
BİRİMDEKİ “ŞUUR”U (MÂNÂ GRUBUNU)
OLUŞTURUR
Bir hücredeki yaşam biçimi ve onda kendine has mânâyı oluşturan DNA ve RNA dediğimiz genetik dizilim, çeşitli atomlardan meydana gelmiştir. Ve, bu genetik dizilim çeşitli zamanlarda ve şartlarda dahi, uzaydan gelen çeşitli kozmik ışınımlarla belli değişimlere uğrar.
“Şuur” dediğimiz şey, beyin genetiğinin kendini etkileyen kozmik ışınlar neticesinde oluşturduğu mânâlardır.
Şuur, esasen bedene ait bir şey değildir. Her ne kadar beynin eseri olarak ortaya çıkıyorsa da oradaki genetik yapının ve bunların birbiriyle bağlantılı çalışmalarının oluşturduğu bir mânâ grubudur.
Sayısız ve sınırsız mânâlar, ana yapı olan evrende mevcutsa da, bunların herbiri kendini değerlendirebilecek varoluşlarla değerlendirilebilir .
Yani, madde boyutunun varlığını algılayacak bir beş duyu meydana getirildikten sonra madde boyutu değerlendirilir!. Veya, ışınsal boyutu değerlendirebilecek ışınsal değerlendiriciler oluştuktan sonra, o dalgalar değerlendirilir. O dalga boylarına uygun yapıdaki varlıkların varlığı ile onlardaki mânâlar ortaya çıkar.
Bizler, genetik yoldan bize ulaşan tüm verilerin, kozmik yoldan oluşturulan kapasitedeki anlamlar ölçüsünde ortaya çıkışıyla elde ettiğimiz zihinsel yetenek ile yaşarız.
ALLAH’IN İLMİNE GÖRE
KADERİ YAZAN KALEM KURUDU!
Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah naklediyor babasından...
Soruyor Hazreti Ömer radıyallahu anh:
-"Ya Rasûlullah... Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş, bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?."
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:
-"Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!.
HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR...
Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekâvet ehlinden olan da şekâvet için çalışır!."
Son olarak Rasulullah aleyhisselâmın şu açıklamasını da nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim:
Süraka bin Cü'şum şöyle soruyor Rasulullah aleyhisselâma:
-Ya Rasûlullah... AMEL (fiillerimiz), kaderleri çizen kalemin yazdığı takdirler cümlesinden mi; ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?... Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir takdir sözkonusu olmayıp) gelecekte mi oluşacaktır?
Buyurdu ki Rasûlullah:
-"FİİLİN, kader ile tespit edilmiş olan takdirler sonucu olup, kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!...
Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!.."
Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor... KOLAYLAŞTIRILIYOR... HİDÂYET EDİLİYOR..?
Yukarıda izah etmiştik ki, "hidâyet", "LÂTİF" ismi yönünden oluşur!...
Şimdi "LÂTİF" ismi sırrıyla, "hidâyetin" oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim...
Önce, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu açıklamasına kulak verelim:
-"Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı.. Sonra onlara “nur”undan saçtı!.. Bu “nur”dan nasibini alan hidâyete erdi!... Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!.
Bunun için, ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!."
ALLAH,
RUBÛBİYET İŞLEVİ İLE VARLIĞIN TÜM
MERTEBELERİNDE SAYISIZ VARLIKLAR-TÜRLER YARATMIŞ;
VE BUNLARIN FİİLLERİNİ DE HALK ETMİŞTİR
Zâtı itibariyle mutlak gayb (bilinmez) olan “Allah”; Rubûbiyet işlevi ile, varlığın tüm mertebelerinde, sıfat ve isimlerinin özelliklerini açığa çıkartarak sayısız varlıklar, türler yaratmış; hem bunları hem de fiillerini halk etmiştir!.
“Siz’leri ve fiîllerinizi halk etmiştir!” (Saffat:96)
“Siz”leri kelimesinin işareti, ehlullah indinde, “isimlerinizi” demektir!.. Müsemma ise, yalnızca O’nun sıfat ve esmâsının terkip şeklinde fiîller âlemindeki açığa çıkışıdır!.
Her birim, yalnızca O’nunla Hay (diri) ve Kayyum’dur (hayatı kâim)! Her birimden, her an açığa çıkan her oluşum, yalnızca, kendisini meydana getiren Allah isimleri bileşiminin terkip şeklinde o andaki dışa vurumudur!.
İş böyle olunca...
Bu durum gösterir ki, birime dayalı bir özellikten söz edildiğinde, gerçekte, birim ismi ardındaki esmanın ef’âl âleminde (fiiller boyutunda) ortaya çıkışından söz edilmek istenmektedir.
HER FERT, TEK TEK,
YARATILIŞ SİSTEMİNİ BİLMEK VE YAŞAMINA
ONA GÖRE YÖN VERMEKLE MÜKELLEFTİR
Din esasında, gelmemiştir. Din, bildirilmiştir!.
Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzen, Rasûlü tarafından insanlara bildirilmiş, açıklanmış, tebliğ edilmiştir…
“Allah’ın yaratmış olduğu böyle bir Sistem ve Düzen var!. Siz, bu Sistem ve Düzeni anlayarak kendinize ona göre yön verin ki, neticede pişmanlık duymayasınız” diye insanlar uyarılmışlardır.
Açıklamaya çalıştığım bu husus çok önemlidir.
Bugün tartışılan pek çok konunun çözüm anahtarıdır.
Allah, yeryüzü yaratılmadan evvel, ezelde bir Sistem ve Düzen içinde bu âlemleri yaratmıştır. Dünyanın yaratılışı ise, bu sistem ve düzende bir değişiklik meydana getirmemiştir,
“lâ tebdila li halkillah”!.
“Allah’ın halkettiği sistemde değişme olmaz” Hükmü, bu sistem içinde çalışmaktadır.
“ve len tecide li sünnetillâhi tebdiylâ”
“Allah’ın sünnetinde değişiklik olmaz!.”
İşte “bu sistem”, Rasûller ve Nebiler aracılığı ile insanlara tebliğ edilmiştir.
Sen bugün için dünyada her hangi bir şekilde varsın; ama, yarın öbür gün bu dünya ile alâkan kesilecek, başka bir boyutta yaşamaya devam edeceksin.
Daha sonraki evrelere kendini hazırla. Çünkü, Allah böyle bir sistem ve düzen oluşturmuş. Sen kendini bu sistem ve düzene göre yetiştirmezsen, ölümden sonraki yaşamda büyük sıkıntı ve ızdıraplara düşersin.
Rasûller insanlara bu gerçekleri bildirmiş...
Bu bildirim nasıl yapılmış?.
“Eyyühen nâs” “Ey insanlar” denerek. Falanca millet, falanca kavim denerek değil!. “Eyyühen nas” “ey insanlar” şeklinde hitap var.
Çünkü, bütün insanların, içinde yaşadıkları sistem ve düzenin kurallarını bilmek ve ona göre kendilerine yön vermek hakları vardır.
Dolayısıyla, “DİN”in yani, Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzenin muhatabı da din adamları değildir. Yeryüzünde yaşayan her ferttir!. Tek tek!.
DÜŞÜNSEL KİŞİLİĞİNİ
TANRIYA İNANMAYAN OLARAK
“SİSTEM”E (“SÜNNETULLAH’A) DÖNDÜR
“Feakim vecheke liddiyni haniyfa. Fıtratallahilletiy fetarennase aleyha. Lâ tebdiyle lihalkillah; zâlike diynül kayyım; velakinne ekseren nasi la ya`lemun” (30.Rum-30)
“Vechini hanîf (tanrıya inanmayan) olarak dine (sisteme) döndür. O ALLAH FITRATI ki, insanları, fıtratlar üzerine yaratmıştır; Allah`ın [belli bir amaç ve programla] yarattığı sisteminde asla program değişikliği olmaz!. İşte dosdoğru din budur!.
Ne var ki insanların çoğunluğu bu gerçeği bilmezler.”
Evet, günümüzde keşfedilen holografik gerçeklik ile “zerre külün aynasıdır” uyarısının işareti burada çakışmaktadır.
“B” SIRRI İLE O’NA BAĞLANIP
O’NUNLA KORUNANLARI
RAHMETİNE ERDİRİR
Rasûlullah kimlere şefaat eder veya etmektedir?..
Eğer bu dünyada şefâat ulaşmamışsa, sonrasında fayda eder mi?.. Veya, bizler bir diğerimize ne kadar yardımcı olabiliriz?
Hangi şartlarla şefaatten yararlanmak mümkündür?
İşte bu konuda Âyetel Kürsî’deki bir cümleyi hatırlayalım; zirâ, kişide Allah’ın tasarrufu nasıl açığa çıkmaktadır ve dış etkiler veya şefâat bu tasarrufu ne kadar etkiler sorusunun cevabı buradadır.
“...men zelleziy yeşfeu indehu illâ bi iznihi”...
“...Kim şefaat edebilir “bi izni hi” olmadan!”...
Diyeceksiniz ki niye başını Türkçe yazdın da “bi izni hi” kelimesini Arapça orijinaliyle bıraktın?
Konunun sır noktası işte o kelime de onun için!.
“B izni H”...
Besmele açıklamasında belirttiğim üzere Kurân-ı Kerîm’i sırlarına ermek için okumak istiyorsak öncelikle “B“ anahtarını kullanmak zorundayız. Bu sır anlaşılmaz ise, hep yukarıdaki bir tanrıdan, ötedeki ya da ötendeki bir tanrıdan söz edildiğini düşünürüz. Ne yazık ki, mevcut Kur’ân çevirilerinin neredeyse tamamında ve hattâ orijinalinde mevcut olmasına rağmen güncelleştirilmiş Kur’ân tefsirlerinde “B“ harfinin anlamı gözardı edilip, yer verilmemiş ve bu çok çok önemli anlama hiç işaret edilmemiştir!
Oysa...
“B izni H” işareti, kişinin hakikati olan esma terkibine (isimler bileşimine) işaret etmektedir burada!.
Bu durumda bu âyetin anlamı şu olur:
“Senin Rabbin olan, Allah isimleri bileşimin, o şeyin oluşmasına elvermiyorsa, kim sana o konuda başarılı olman için yardımcı olabilir”!.
Nitekim bu gerçekler bakın şu âyetlerde nasıl vurgulanmaktadır:
"Yevmeizin la tenfaaüş Şefaatü illa men ezine lehür Rahmanu ve radıye lehu kavla" (Taha:109)
“O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahman’ın kendisine izin verdiği (şefaat edilen) ve kavline (etkin söz) razı olduğu (şefaat eden) kimse müstesna!."
“Isteiynu B illahi.” (A’raf:128)
“Yardımı, özünüzdeki ulûhiyet hakikatından isteyin!..”
“Ya eyyuhellezine amenu, âminu Billahi...” (Nisa:136)
“Ey iman edenler, iman edin “B” harfindeki anlam itibariyle ALLAH`a..”
“Ve minennasi men yekûlu amenna Billahi ve Bilyevmilâhiri; ve mâhum Bimu`minin” (Bakara:8)
“Ve insanların bir kısmı, “B” harfinin işaret ettiği sır ile Allah`a ve yine “B” harfinin işaret ettiği sır ile âhirete iman ettiklerini söylerler... Oysa, onlar “B” harfinin sırrını anlamış olarak iman etmemişlerdir.”
“Feâminu Billahi ve Rasûlihin Nebiyyil Ümmiyi.” (A’raf:158)
“B sırrı ile Allah`a ve ümmi Nebi olan Rasûlüne iman edin!.”
“Feemmelleziyne amenu Billahi va`tasamu Bihi feseyudhiluhum fiy rahmetin minhu ve fadlin ve yehdiyhim ileyhi siratan mustakiyma.” (Nisa:75)
“B’nin sır anlamıyla Allah`a iman eden ve B sırrı ile O`na bağlanıp O`nunla korunanları rahmetine ve fazlına erdirir, sıratı mustakıyme hidayet eder.”
“Velev şâe rabbuke leamene men fil ardı küllühüm cemiy`a; efeente tukrihun nase hatta yekûnu mu`miniyn. Ve ma kâne linefsin en tu`mine illa “B”iiznillahi....” (Yunus:99-100)
“Eğer Rabbin isteseydi yeryüzündekilerin tamamı iman ederdi... Bu durumda sen mi insanları zorlayacaksın mü`min olmaları için.. “B” izni Allah olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir....”
İşte bu yüzdendir ki:
“Ma alerrarasûli illel belağ..”
“Rasûl`ün üzerinde tebliğden başka vazife yoktur.” (Maide:99)
“La ikrâhe fid DİYN.” (Bakara-256)
“Din içinde zorlama yoktur.”
İşte bu yüzdendir ki, Şefâat yani yardım ancak kişinin fıtratı o işe elveriyorsa geçerli olabilir!. Fıtratı meydana getiren Fâtır isminin özelliği dahi, kişin Rabbi olan ve rubûbiyet boyutunu oluşturan kendi yapısındaki esmâ mertebesinde yer almaktadır!
“İNSAN’IN HAKİKATİ”; EVRENİN HAKİKATİ İLE
AYNI ÖZDEN GELMESİNE RAĞMEN
İNSAN, BEYNİNDE GEREKLİ AÇILIM KOMBİNASYONLARININ
OLUŞMASI İÇİN KORUNMA TEDBİRLERİNE MUHTAÇTIR
İslâm “Din”inin açıkladığı vahdet gerçeğini taklit yollu kabullenip dayandığı “sistem”i fark edemeyenler, işin bu faslında hep şu yanılgıya düşmektedirler...
“Mâdem ki ötemde bir tanrı yok; Allah adıyla işaret edilen benim ve tüm varlığın özündeki hakikat denilen ilim ve kudret sıfatlarıyla tanımlanan bir “ÖZ”dür, bu takdirde artık benim tapınacağım bir öte varlıktan söz edilemez!. Öyle ise, benim ne namaz ne oruç ne hac ne zikir ne de sair ibadetlerime gerek yoktur. Bu idrâka geldikten sonra bunlara ihtiyaç kalmaz!.”
Bu fikir tümüyle çok büyük bir yanılgıdır!.. Öylesine pahalı faturasıyla karşılaşılacak bir yanılgı ki, sonuçlarını kimse tahmin edemez!.
Bu konuyu “KENDİNİ TANI” isimli kitabımızda yazmıştık kısmen, ama o kitabı okumamış olanlar için bir kere daha kısaca özetleyelim...
İnsanın hakikati ile evrenin hakikati aynı asıldan aynı özden meydana gelmiştir ama... “İnsan” ismiyle, varlıktaki herhangi bir mahlûktan ayrılması insanın bileşimi itibariyledir!
Yani, atom boyutu itibariyle insan, o boyuttaki tüm varlıklarla bileşik tekil bir varlık olarak yaşamasına rağmen; bedenselliği ve bilincinin varolduğu boyut itibariyle, tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi dünyasının (beden ve bilincinin) şartları içinde yaşamaktadır... Yani insan, bir alt katmandaki atom boyutunun algılamalarıyla, atom boyutunun şartlarına göre değil; moleküler yapısının şartlarına göre değil; hücresel beden boyutunun şartlarına göre ve bu boyutun oluşturduğu bilince bağlı olarak oluşan bilinciyle yaşamını sürdürmektedir.
Demek ki, bir alt asla göre dahi gerçek olan tekillik, üst katmanın yaşamına yön vermemekte; her katmanın kendi oluşum şartlarına göre yaşam geçerli olmaktadır.
Bunun sonucu nedir?
Bunun sonucu şudur:
Kişi, vahdet itibariyle, aslının Tekil Hakikat olduğunu ne kadar idrak etmiş, hissetmiş ve yaşar olursa olsun; sonuçta, yaşamı beden boyutunun şartlarına göre sürmektedir.
Biraz daha açık misal vereyim...
Bedeninin aslı moleküler katmandır!. Moleküler katmanın için ise, ne açlık ve susuzluk söz konusudur ne de hastalık veya kuvvetsizlik!.. Sen şimdi, benim aslım hücresel beden boyutuma GÖRE moleküler boyutum veya katmanımdır, diyerek yemeden içmeden durabiliyor, hastalanınca ilaç veya serum, vitamin almadan ayakta kalabiliyor musun?
Hücresel katmanının aslı olan moleküler katmanının gerçeklerine rağmen, nasıl sen yaşamına beden yani hücresel katmanına göre yön vermek ve şartlar oluşturmak zorunda isen...
Aynı şekilde, “hakikat” dediğin evrensel özünün ne olduğunu ne ölçüde idrâk etmiş olursan ol, yine de beden boyutunun ve geleceğin olan ruh boyutunun şartlarına göre de yaşamına yön vermek zorundasın!.
İşte İslâm “Din”i gereği olarak sana bildirilmiş olan ibadet kelimesiyle tanımlanan çalışmalar, ötende bir tanrıya tapınmak amacıyla değil; özündeki hakikate ermek; bu arada da kendi özündeki sayısız kuvveleri beyninden açığa çıkarıp ruh bedenine yüklemek üzere sana teklif edilmiştir. Yapacağın korunma duaları beyninde üretilen bir tür dalgalarla çevrende korunma kalkanı oluşturmak amacına dönüktür!. Koruyucu meleklerin, özündeki melekî boyuttan bu çalışmalarla zâhirine çıkmakta ve seni korumaktadır. Evrende tek canlı türü insan değildir!. Korunmaya muhtaçsın! Bunu anla artık!.
Sen bu çalışmaları yapmazsan, bu çalışmaların oluşacağı beyninde gerekli açılım kombinasyonları oluşmaz; oluşmayan bu kombinasyonlardan üretilecek nur veya enerji ruhuna yüklenmez; böylece, bedenin terk edilerek ölümün tadılmasından sonra zorunlu olarak muhtaç olacağın kuvvelerden de kendini mahrum bırakmış olursun!. Artık o şartlarda, bu enerjiyi elde edebileceğin fizik beyni de bulamayacağın için, ebeden bu yoksunluğun azap ve ızdırabını çekersin! Kendi kendini cehenneme atmış olursun!
Allah asla kullarına azap etmez!. Herkes elleriyle ortaya koyduklarının sonuçlarını yaşar!.
Bu gerçeği iyi kavrayalım lütfen...
Dostları ilə paylaş: |