İşte bu dönemde ilk önemli terör saldırısı, Japonya’ya karşı gerçekleştirilmiştir. ABD’nin 1945’te Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı iki atom bombası, yeni bir dönemin başlangıcıdır. Terörizm çağının başlangıcı, ABD’nin Japonya’ya gerçekleştirdiği nükleer saldırıdır. Amaç, gerçekte ülkenin bütününün, sivil hedeflerin, halkın terörize edilmesidir, ancak iddia odur ki, bu şekilde savaşın sona erdirilmesidir. Burada kullanılan teknik, askeri güç kullanımı değil, sadece ve sadece ülkenin terörize edilmesidir. Sonuç olarak terörize olan Japonya, teslim olmuştur, ABD’ye ve dolayısıyla da sisteme. İşte terörizmin ilk başarısı budur. Japonya’nın teslim olması, gerçekte ABD’nin askeri değil, terörizm politikasının başarısıdır.
Soğuk savaş dönemine girilmesinin temel nedeni, ülkelerin ve halkların, nükleer silahlanma politikaları ile terörize edilmesidir. İddia odur ki, terörize edilmiş halk kitlelerinin, olası savaşın sonuçlarını iki kere düşünmelerinin sağlanmasıyla, bu nükleer silahlanma politikaları sayesinde, barışın sağlanması mümkün olmaktadır. Burada gülünç olan konu, gerek savaş kararlarının, gerekse silahlanma konusundaki politikaların, halk kitleleri tarafından belirlenmediği gerçeğidir. Yine barışın sağlanması bahanesi, karşı tehditlerin oluşturulmasını zorunlu kılmıyordu. Karşı tehdidin varlığı da, benzer şekilde barışın güvencesi değildi. Zira çıkış nedenlerine ve ortamlarına bakıldığında, dünya savaşlarının çıkış nedenleri, düşman ülkelerde karşı tehdidin eksikliği değil, ülkenin veya halkın, şu veya bu nedenle, belirli (Siyonist) finanssal kaynakların kullanılması ile, militarize edilmesidir. Dolayısıyla karşı tehdit oluşturma gerekliliği ve barışın sağlanması mazeretleri, sadece palavradır. Terörizmin ikinci dünya savaşı sonrası girilen soğuk savaş döneminde egemenliği, bu şekilde sürdürüldü. Özellikle ABD’de sürekli bir komünizm endişesi, sürekli bir Sovyet tehdidi beklentisi ile, kitleler teröre maruz bırakıldıkları için, ABD halkı şizofrenik bir paranoya içine itildi. Hala da aynı şizofreni ve terör politikası sürdürülmektedir ABD'de.
Dünya savaşlarından sonra gelinen noktada, toplumsal bilincin kısmen oluşması, ırkçı-faşizm karşıtı, liberal-hümanist politikaların güç kazanması ile, egemen sistemin, sistemin desteklediği ırkçı-milliyetçi-faşist yapıların çökmesi, hümanist-sosyalist-komünist-liberal politikaların, toplumlar içinde güç kazanma riski ortaya çıkmıştır. Halklar özgürleşme eğilimindedirler. Sosyal ve siyasal hareketler gerçekleşmektedir. Devrimler olmaktadır. Halklar sistemin direkt egemenliğinden, o ya da bu şekilde çıkmaktadırlar. Sistemin bu devrimi durdurması ve insanlığı susturması gerekliydi. İnsanlar özgürlük talep etmemeliydiler ve kölelik devam etmeliydi. Bunun üzerine sistem, sahip olduğu istihbarat örgütleri vasıtasıyla, toplumsal devrimi durdurmak ve geri çevirmek için operasyonlara girişmeye başladı. Ve maalesef bu operasyonların tümü, başarı ile devrimleri durdurdu ve geriye döndürdü ve hümanizm politikası toplumlarda gücünü yitirdi. 60’ların dünyasından bugünlere işte bu sistemli, terör politikası ile ulaşıldı. Gerçek muhalifler ortadan kaldırıldı; sahte muhalifler yaratıldı; siyasi ve sosyal yapılanmalar işgal edildi; ideolojiler ve akımlar yollarından saptırıldı; kitleler terörize edildi; yavaş yavaş halklar yeniden kapana kısıldı.
Sistemin, dünya kaynaklarını kendi egemenliğine geçirme, dünya ülkelerini kendi isteği doğrultusunda kullanma ve şekillendirme, yine dünya üzerinde istediği politikaları ve projeleri uygulama, dünya halklarını kendi istediği yönde şekillendirme amaçları için, kullandığı en güçlü ve etkili silahı, gizli, yarı-gizli veya resmi istihbarat örgütleri olmuştur. İkinci dünya savaşı sonrasında, açık ve orduların kullanıldığı savaşlar yerine, soğuk savaş dönemine, yani istihbarat örgütlerinin gizli bir savaş halinde olduğu döneme girilmiştir. İstihbarat örgütlerinin prensibi, prensibin olmaması; amaç için her şeyin mümkün olduğu; söz konusu amaca ulaşılmasında, ahlaki, insani, moral veya ülkenin yönetildiği sözde değerler, anayasa, insan hakları vs dikkate alınmadan, her türlü tekniğin ve tarafın kullanılmasının mümkün olduğudur. Yani amaca giden yolda her şey mubahtır. Siyasi liderlerin öldürülmesi de, biyolojik silahların kendi toplumlarında uygulanması da, kendi ülkelerinde terör eylemlerinin düzenlenmesi de, terörist addedilen ülkelere silah yardımı yapılıp ambargoların delinmesi de, sahte istihbarat delilleri ile ülke halkının saldırgan amaçlarla beyninin yıkanması da, söz konusu amaca hizmet ediyorsa, istihbarat örgütlerinin gerçekleştirme izinleri olan eylemlerdir. Global düzeyde bu tip eylemler, çok farklı istihbarat servisleri varmış gibi görünse de, esasen CIA, MOSSAD ve benzeri ABD kökenli istihbarat servisleri tarafından gerçekleştirilmektedir.
İkinci dünya savaşından sonra soğuk savaş dönemine girilmesi ve yukarıda adı geçen istihbarat servislerinin küresel düzeyde operasyonlara girişmeleri ile, dünya çapında yeni bir savaş yöntemi ortaya çıktı. Terörizm. Burada tuhaf olan, sisteme muhalif görünen terör örgütlerinin, bu yeni silaha sıkı sıkı sarılmalarıydı. Bu örgütlerin savunduğu ideoloji, gerçekleştirdikleri eylemler ile paralellik izliyormuş gibi görünüyordu. Ancak sonuçlarına bakıldığında, terörizm ile sözde destek arayan bu muhalif ideolojiler, tam aksine hümanizme zarar veriyor ve hümanizm yanlısı politikalar için oluşan toplumsal desteği, gerçekleştirilen terör eylemleri yüzünden, zayıflatıyordu. Halk kitleleri, bu sayede hümanist politikalardan ve ideolojilerden uzaklaşıyor, çoğu zaman da milliyetçi-faşist politikalar, bu sayede destek kazanıyordu. Terörizm ilk dönemde kullanılma amacı bu idi. 1960 sonrası sözde kurtuluş örgütleri veya özgürlük savaşçıları, aslında CIA ve Siyonizm’in kuklaları idi. Örnek vermem gerekirse, Filistin Kurtuluş Örgütü, Kızıl Tugaylar, Baider Meinhoff, Devyol, IRA, hiç biri kendi ideolojisi veya amacı yönünde eylemlere girişmiyordu. Gerçekleştirdikleri eylemler, sempatizan kazanmak bir yana, söz konusu ideolojiler için ciddi yıkımlara neden oluyordu. Ne İtalya, ne Almanya ne de Türkiye’de sol ideolojiler ve onları savunan kitleler, bu terör eylemlerinden en ufak bir yarar görmediler ve tam aksine zarar gördüler ve karşı ideolojileri savunan muhafazakar ve faşist politikalar, muazzam faydalar sağladılar ve büyük bir halk desteği elde ettiler. Bunun sonucunda halk kitleleri içindeki hümanist sosyal değişim resmen durdu ve aydınlanma çağı kapandı. Yani istihbarat servislerinin desteğindeki sözde özgürlük savaşçılarının gerçekleştirdiği terör operasyonlarının hedefi, saldırının gerçekleştirildiği taraflar değil, esas olarak bu saldırının teröründen etkilenen halk yığınları idi. Amaç da sözde özgürlük savaşçılarının iddia ettiği gibi sistem değil, halkın bizzat kendisi idi. Zaten gerçek amaç sistem olmuş olsaydı, gerçek hedefler egemen sistemin temsilcileri olurdu ki, hiç bir özgürlük savaşçısı, sistemi veya onun temsilcilerini hedef almıyordu. Zaten söz konusu sözde özgürlük savaşçılarının sisteme saldırmak için yeterli bir bilinç düzeyi ve istihbaratları bile yoktu.
Ancak terörizm, 1980 yıllarından sonra, çok daha yaygın, değişik amaçlı olarak ve küresel hedeflerle kullanılmaya başlandı. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra, ne de olsa medeni dünya üzerindeki eski terör dayanağı, yani komünist tehlike ortadan kalkmış ve toplumun üzerindeki “komünizm gelir” korkusu kaybolmuştu. Bu da yeni bir döneme girilmesine neden oldu. Bu yeni dönemin adı yeni dünya düzenidir; yani modern terörizm!
Terörizm, terörün herhangi bir amaç için kullanılmasıdır. Terör eyleminin düzenlenmesine neden olan gerçek amacın, terör eylemini gerçekleştiren kişi, grup veya örgüt ile veya söz konusu tetikçi kişi veya örgütün amaçları ile ilgisi yoktur. Yani terör eylemini gerçekleştiren veya gerçekleştirdiği iddia edilen örgüt veya kişiler ile, söz konusu terör eyleminden çıkar sağlayan, terör eyleminin azmettiricisi konumunda olan, terör eylemi için lojistik ve istihbarat destek sağlayan, sonuç olarak aslında söz konusu terör eylemini gerçekte organize eden taraf veya taraflar aynı değildir. Terör eylemini gerçekleştiren tetikçi konumundaki kişi veya örgütün amacı ile, yani toplumun gözüne sokulan amaç ile, gerçek amaç alakasızdır. Gerçek amaç gizlidir. Gerçek amaç, sadece söz konusu terör eyleminin sonuçları analiz edilirse anlaşılabilir. Sıklıkla terör eylemini gerçekleştiren örgüt, bu eylemi organize eden kurumsal yapının düşmanı konumundadır. Yine sıklıkla terör eylemcileri, saldırdıklarını zannettikleri sistemin düşmanlarıdır ve saldırdıkları sistem tarafından kullanıldıklarından habersizdir. Yani teröristler aslında bilinçsiz kuklalardır.
Terör eyleminin gerçekleştirilme amacı, söz konusu azmettirici organizatör tarafın kurguladığı amaçtır. Terörizm bir ideoloji değil, bir tekniktir. Yani terörizm bir araçtır. Terörizmin hedefi, belirli bir kişi veya kurum değil, sivil kitlelerdir. Terörizmde genel amaç kitlelerin terörize edilmeleridir. Uygulandığı toplumda korku politikasının yaratılması ve bu korku politikası sayesinde, sosyal ve siyasal bir takım çıkarlar sağlanmasıdır. Terör eylemlerini genel olarak analiz ederseniz, görürsünüz ki, terör eylemleri belirli hedeflere saldırmazlar. Yani hedef, istihbarat birimleri, askeri operasyonların sorumluları olan siyasi veya askeri pozisyonlar, yine bu askeri operasyonları finanse eden finanssal yapıların sermayedarları değildir. Askeri operasyonları protesto ettiğini iddia eden, bu terör örgütleri, hedefini şaşırmış, hamburger düşmanı solcular gibi, rasgele belirlenmiş, çoğu zaman hedefle alakası olmayan insan kitlelerini hedef alırlar eylemlerinde.
Çok basit bir örnek olarak, Türkiye’de gerçekleştirilen Taksim’deki sinagog saldırısını inceleyelim. Sözde terörist örgüt, anti-Siyonist olma iddiasında olan, bir radikal İslam örgütüdür. Amaç Siyonizm karşıtlığı, İsrail’in ve ABD’nin Orta Doğu’da izledikleri faşist politikaların, Müslüman bir ülke olan Türkiye’de lanetlenmesi ve kendi politikalarına destek sağlanmasıdır; yani görüntüde amaç, İsrail ve ABD’nin faşist-militarist politikalarına dikkat çekerek, Müslüman dost Türk halkından destek kazanılmasıdır. Eylemin gerçekleştirildiği yere, eyleme ve sonuçlarına bakalım. Öldürülenlerin çoğu Müslüman Türklerdir. Eylem sinagogun boş olduğu, ancak etrafında bir çok Müslüman Türkün bulunduğu bir saatte yapılmıştır. Evet sinagog zarar görmüştür, ama Siyonizm güç kazanmıştır. Neredeyse hiç bir Yahudi’nin burnu bile kanamamış, ama birçok Müslüman Türk ölmüş ve yaralanmıştır. Bu nasıl bir anti-Siyonist saldırıdır ki, hedef Müslümanlar olmuştur. Oysa istense, Türkiye’de aktif görevde olan MOSSAD ajanları deşifre edilecek şekilde, saldırının hedefleri olabilir ve Müslüman Türk halkı, hem zarar görmez, hem de bilinçlendirilirdi. MOSSAD bağlantılarının açığa çıkarılması ile, Fethullah Gülen’in deşifre edilmesi sonucu ortadan kaldırılması veya bu MOSSAD kökenli örgütün siyasi organı olan AKP’ye karşı düzenlenecek bir terör eylemi de, AKP’nin İsrail ve ABD’ye verdiği destek nedeniyle, Müslüman Türk halkı arasında destek bulabilirdi. Ama saldırının hedefi, ABD, İsrail, onların faşist politikaları, MOSSAD’ın Türkiye’deki bağlantıları olan Fethullah Gülen Terör Örgütü veya AKP değil, tam aksine masum Türk halkı idi. Amaç da aslen sonuç itibarıyla olduğu gibi, Siyonizm’in Türk halkı içinde destek bulmasının sağlanması, sözde terörizm bahanesiyle, Yakın ve Orta Doğu’nun Siyonist politikaların emrine girmesine, Türk halkının destek vermesi idi. Terör eylemini, kimin gerçekleştirdiğine bakılmaksızın, sonuçlarına bakılarak, terör eylemini kimin organize ettiğini bulmak güç değil. İsrail ve ABD!
Ve tabi çok daha önemli bir örnek: 11 Eylül! 9/11 aslında yeni dünya düzeni olan terörizmin amaçları, sonuçları ve geleceği için mükemmel bir örnek. Hatta kıyas götürmeyecek ve bariz bir terörizm dersi. Terörizm nedir? Kimin emrindedir? Kime hizmet eder? Ne amaçlanır? Ne olur? Neden, niçin ve nasıl? Ve gelecekte ne olması beklenebilir? Bütün bu sorular için cevaplar içeren bir örnek. Hem de herkesin gözü önünde gerçekleştiği düşünülen bir örnek. Ama ders alabilenler için! Televizyon, medya ve İnternet beyin yıkama tekniklerinin sonucunda, hala kafasında bir miktar beyin kalmış olanlar için.
Ne oldu 11 Eylül 2001 tarihinde peki? Dört adet yolcu uçağı kaçırıldı. Uçaklardan ikisi, Dünya Ticaret Merkezi kulelerini ve birisi Pentagon’u vurdu. Dördüncüsü ise düştü. Gerçekte bilinen ve olduğu gözlemlenen tek şey bu. İki kule, vurulduktan bir süre sonra, adeta kontrollü bir şekilde gerçekleştirilen yıkımlarda görüldüğü şekilde, yerle bir oldu. Doğal olarak birçok insan öldü ve tabi bu ulusal ve global medyanın gözü önünde gerçekleşti. Gerek kurtarma operasyonlarını gerçekleştiren, gerek binada çalışan, gerekse uçaklarda bulunan insanlar, inanılmaz derecede canice öldürüldüler. Resmen tüm dünyanın gözü önünde naklen katliam gerçekleştirildi. Olan şey bu! Gerçek olduğunu bildiğimiz ve gözlemlediğimiz şey bu! Bunun ötesinde gerçek olduğunu bildiğimiz bir şey yok. Bunun ötesi ABD istihbaratı ve hükümeti tarafından söylenenlerden ibarettir. Bunun ötesinde söylenen her şey, aslında ABD istihbaratı ve hükümetinin söylediği yalanlardır.
Birincisi ABD’nin kendi ülkesinde kurmayı düşündüğü, Yıldız Savaşları diye adlandırılan savunma sistemine benzer, füze, saldırı uçakları ve tehdit algılama sistemlerinden oluşan, bir askeri hava savunma sistemi bulunuyor. Yani siz ABD’nin hava sahasına elinizi kolunuzu sallayarak, füze bile gönderemezsiniz. Herhangi bir füze saldırısını bile tespit edebilecek ve buna karşı savunma oluşturacak, bir hava sahası savunma sistemleri var. Yine yeryüzünde sizi tespit edip, robot uçaklarla vurabilecekleri bir uydu sistemleri var. Ayrıca sivil havacılık denetim sistemi var. Yani uçaklar sürekli olarak izleniyor doğal olarak. Bu deliller sadece, uçakların basit bir şekilde, havada kaybolamayacaklarını gösteren, ABD’nin sahip olduğu teknolojik imkanlar.
Yine tabi ABD’nin, hem NSA, hem de CIA, hem de bilinmeyen bir sürü istihbarat teşkilatı var. Hava korsanlığı ise, bildiğiniz üzere esasen, Avrupa’da 1970’lerde güvenlik zafiyetinden kaynaklanan bir durum. Aradan 30 yıl geçmiş ve biz ABD’deyiz, Avrupa’da değil. Bu durum da istihbarat zafiyeti açısından inandırıcılığın olmadığını kanıtlıyor.
Kulelerin, uçaklarla gerçekleşen çarpışma yüzünden yıkılmadığını, herkes açıkça gördü. Uçaklarda bulunan yakıtın patlamasının, bu kuleleri yıkamayacağı da açıklandı. Yıkımın, yukardan aşağı bir dizi patlamayla yapılmış olması, söz konusu yıkımın, adeta kulenin olduğu yere çökmesine, getirilebilecek tek açıklama olduğu da neredeyse kesin. Her iki kule de tamamen aynı şekilde, sanki planlı bir yıkımda olduğu gibi gerçekleşti.
Resmi açıklamaya göre, eylemin arkasındaki kişi ve örgüt, Bin Ladin ve El Kaide idi.
Peki Bin Ladin kim? İşte en önemli soru. Yani bu operasyonu üstlenen ve bu katliamın suçunun üstüne atıldığı Bin Ladin kim? Petrol zengini bir Arap ailenin, CIA adına çalışan, cihat yani tanrı adına insan katletme amacıyla yanıp tutuşan bir terörist. Afganistan’da Taliban ile birlikte çalışmış ve asli görevi Taliban’ın, ABD’nin yeşil kuşak projesi gereğince, Afganistan’ı işgal etmesinde, ülkede seçilmiş olan iktidarın, ülkeye yardıma çağırdığı Sovyet güçlerini, ülkeden çıkarmak amacıyla, CIA adına görev yapmış, hayali bir özgürlük savaşçısı. Afganistan’ın durumunu izah etmek için bir örnek vereyim. Tabi Türkiye’nin durumu aynı derecede vahim olmamakla beraber, eğer Ahmet Necdet Sezer, yaklaşan Fethullah Gülen Terör Örgütü (Taliban) tehdidini algılayıp, TSK’den de umudunu kesip ve Rusya’yı yardıma çağırsaydı, Rus birlikleri, yeşil kuşak projesi sonucu, Türkiye’nin ABD’nin egemenliğine girmesine engel olmak üzere ülkeye girselerdi, cemaat Rus birlikleri ile savaşmak üzere, Avrupa’ya ihraç edilen uyuşturucu karşılığında sağlanan paralar ile finansman sağlayıp, Arap ülkelerinden mücahit ithal etseydi, durumumuz aynı Afganistan olurdu. Sonuç olarak demek istediğim şey, Bin Ladin bir ABD-Siyonizm ajanıdır. O kadar! Ama iddia odur ki, adam kontrolden çıkmış. Ve bir ABD savaş gemisine, botla ve roketatar ile Aden körfezinde saldırmış. ABD karşıtı olarak, organize ettiği iddia edilen, en kapsamlı ve son eylem budur. Bu iddianın doğru olduğu varsayılsa bile, bu çaptaki bir gerillanın, bu denli zor bir terör eylemini gerçekleştirebileceğine kim inanır? Maalesef ABD halkı! Zeka ortalamasını siz düşünün. Aynı hesapla, müteahhitlerin gökdelen inşasında, gecekondu inşa eden köylüleri kullanması gerekirdi. Veya bisiklete binenlere, F1 pilotluğu verilebilirdi. Veya pamuk içinde fasulye çimlendiren çocuklara profesörlük verilirdi. Ama inandılar. Uzaylılar denseydi de inanırlardı. Rusya denseydi daha çok inanan çıkardı. Küresel ısınma denseydi de, ben yüzde 50’ye yakın inanan çıkardı diye düşünüyorum. Ve karşı cihat başladı. Yani ABD postuna bürünmüş Siyonizm’in cihadı başladı.
Genel olarak, bir terör saldırısının ardında kim var diye öğrenmek isterseniz, bu terör saldırısı için teoriler kurmadan önce, bu eylemin nedenlerini bulmak zorundasınız. Nedenleri bulmak içinse, o an için yapabileceğiniz bir şey yoktur, ama sonrasında gerçekleşen sonuçlarına bakarsanız, eylemin nedenlerini de, eylemin sonuçlarından analiz edebilirsiniz. Bu durumda sonuçlara bakacağımıza göre, nedir 9/11 sonuçları?
Birincisi global düzeyde bir savaş ve terör dönemine girdi, hem ABD, hem de dünya, bu terör eylemi sonucunda. Ne oldu? İlk olarak Afganistan fiili olarak ABD tarafından işgal edildi. İkinci olarak da Irak işgal edildi. Görünen odur ki, asıl hedef Babil idi, yani Irak. Afganistan işgalinde bahane Bin Ladin idi. Bulundu mu? Hayır. Irak işgalinde bahane kitle imha silahları idi. Bulundu mu? Hayır. Yani iki geçersiz bahane ile, ABD yani ABD’yi yönetmekte olan Siyonist güçler, BM’den destek alamadıkları halde, dünya çapında etki alanlarını kullanıp, hayali bir Koalisyon Gücü oluşturdular ve aslında ABD ordusu, bizzat ülkelerin egemenliklerini hiçe sayarak ve soykırım yaparak, iki ülkeyi, hem de dünyanın gözü önünde işgal etti. Kimse de itiraz edemedi. Bu eylemlerin siyasal suçluları olan Bush ve Blair, savaş suçları mahkemesinde yargılanmadı ve tabi en ufak bir ceza bile almadılar. Bu arada Koalisyon Gücü için istenen destek amacıyla, Avrupa’da Türkiye, İspanya ve İngiltere’de terör eylemleri gerçekleştirildi aynı güçlerce.
İkincisi ABD’de Vatan Güvenliği (Homeland Security) adı altında, anayasal hak ve özgürlüklere aykırı bir şekilde, faşizan bir dizi kanun, terör bahanesi ile, ülkenin sistemine monte edildi. Tepki oluştu ve bu politikalara muhalif bir isim Obama seçildi sekiz sene sonra, ama Obama söz verdiği değişikleri gerçekleştirmedi. Yine aynı dönemde, yani oğul Bush’un Florida eyaletinde yaşanan seçim rezaletleri sonucu eyaleti kazanarak ve Yüksek Mahkeme’de siyasi olarak yapılan oylama sonucu, bir kaç oy farkla seçimleri kazandığının onaylanması unutuldu ve kokainman, alkolik, geri zekalı Bush, saklandığı Teksas’tan gelip Başkanlığı resmen devraldı. Ve iki dönem ki, ikinci dönemde de seçim rezaleti tekrarlandı, boyunca ABD’ye Siyonist işbirlikçilerle birlikte hükümet etti ve ABD’nin son 10 yılda geldiği durumun sorumlusu oldu. ABD ekonomisi, iki büyük savaşla artı finans sektöründe yaşanan kriz, komplo ve rezaletler sonucu, mevcut duruma ulaştı, üstelik Clinton döneminde neredeyse rekor bir şekilde ilk defa bütçe açığı kapatılmışken.
Bu arada tabi özellikle Irak savaşının ekonomik boyutu da unutulmamalı. Petrol fiyatları o denli arttı ki, karlılık neredeyse %1000 ve belki daha yüksek oranlarda arttı. Aynı petrol karları sayesinde global finans ülkemizi ve örneğin Yunanistan ve İzlanda gibi dünyanın birçok ülkesini resmen satın aldı. Siyonist tarikatlar, cemaatin organizasyonunu ve ülkenin işgalini finanse ettiler, bu kara ve kaçak paralar ile. Ülke ekonomisindeki açıklanamayan döviz bolluğunun kaynağı da bu petrol-dolarları idi.
İşte 11 Eylülün sonuçları bunlar. Dolayısıyla nedenleri de aslında bunlar idi. Irağın işgali, belki daha önemlisi ABD’nin yüzde yüz Siyonizm’in eline geçmesi, global düzeyde finans devlerinin egemenliklerinin sağlamlaştırılması. Avrupa da, ABD de fakirleşti. Türkiye fakirleşti. Türk ekonomisi dibe vurdu. Ve yükselen cemaat ekonomisi her şeyi satın aldı. Sermaye el değiştirdi diyorlar ki, aslında kurulan paravan şirketlere, sadece kaçak Siyonist paraları aktarıldı. Bu şekilde ülkedeki her sektör, her kurum işgal edildi. Atatürk’ün dediği oldu. İşte sonuçları bu. Amaç da bu idi. Şimdi sizce kim yaptı? Bin Ladin mi? Yoksa dünyayı dolayısıyla ABD’yi yöneten güçler mi? Ne diyecekti Bush? Ben yaptım mı? CIA çıkıp biz izin verdik mi diyecekti? Ya da ABD ordusu biz Pentagon’un vurulmasına, oluşan ihanet nedeniyle, verilen zafiyet sonucu, seyirci kaldık mı diyecekti? Suçlarsınız eski ve çoktan ölmüş bir CIA ajanını olur biter. Ne olacak mezardan çıkıp ben yapmadım mı diyecek? Ne oldu geçenlerde? Komandolar Bin Ladin’i bulmuş ve denize atmışlar cesedini. Böylelikle Bin Ladin efsanesi de sona ermiş. Ondan sonra herkes ermiş muradına. İşte 9/11 gerçeği bu!
BÖLÜM 15
SANAL GERÇEKLİKLER
Şu anda dünyanın her yerinde ve sürekli olarak aynı problem yaşanıyor. Gerçeklik ve sanal gerçeklik çatışması. Sistemin söylediği yalanlar, gerçekliğin yerini almış durumda maalesef.
Sorunun kaynağı, aslında mutlak veya evrensel bir gerçekliğin olmaması. Zafiyet buradan kaynaklanıyor. Sistem son 30-40 yıla kadar, bunun tam aksini iddia ederek, tamamen muhafazakar bir bakış ile, gerçeklerin sabit ve dünyanın oluşumundan bu yana ve yer ve zaman farklılıklarına rağmen, değişmez olduğunu savunuyordu.
Bilim bir zamanlar gerçekleri araştırmanın bir yöntemi idi. Sonuç olarak elde edilen bilimsel gerçeklikler, o zamana kadar bilimsel olarak doğruluğu kanıtlanmış olan teorilerden oluşmaktaydı; yani sabit veya değişmez değildiler. İnsanlar da, doğal olarak bu gerçeklikleri baz alarak, dünyayı anlamaya çalışıyorlardı. Buradaki tek açık nokta, bunların değişmez olmaması; yani yanılma payının bulunması idi.
Şu anda gelinen noktada ise, bilimsel gerçeklikler önemini tamamen yitirmiş durumda; bilim dünyası bile bilimsel gerçeklikler ile ilgilenmiyor. Bunun yerine yeni bir tür gerçeklik ortaya çıkmış durumda; sanal gerçeklik. Örnek vermem gerekirse sahte bilim, bilimin önüne geçmiş durumda. Aslında teorik fizik olarak adlandırılması gerekli olan kuantum fiziği, gerçek bir bilim dalıymış gibi, yani sanki deneyler ile test edilmesi ve tekrarlanması mümkünmüş gibi, hem akademik çevrelerde destek görüyor ve eğitimi veriliyor, hem de bol bol magazin konusu oluyor ve dinsel-felsefi, yani pozitif olmayan alanların etkisi ile, sahte bilimsel yargılar ve sonuçlar yaratılıyor. Örneğin tanrı parçacığı saçmalığı. Yaradılış iddiasının doğrulanmaya çalışılması. Fizik ve kimya kurallarının desteksiz bir şekilde reddi. Yine hayali küresel-çevresel tehditler, sözde bilim adamlarının gözlenmemiş ama tahmini olarak elde edilmiş atmasyon verileri ile, olmayan verilerin sözde bilim adamları tarafından yaratılması ile, aynı kişiler müneccimliğe soyunuyorlar ve kıyamet teorileri üretiyorlar. Sahte arkeolojik bulgular, mevcut bulguların çarpıtılması, uygarlıkların şişirilmesi veya tarihten silinmesi, dinlerin hayali çıkış noktaları, gerçekten var olmuş dinlerin dünya üzerinden silinmesi ile, neredeyse yüzde yüze yakın sahte bir bilim dalı: arkeoloji. Tıp biliminin kullanılarak, insanlara saçma sapan sahte ve sözde bilimsel bilgilerin yutturulması. Bu örnekler uzayıp gider.
Tabi ki tüm gerçeklikler, eninde sonunda sübjektiftir; bilimsel gerçeklik ise, bilim adamlarının ve bilim çevrelerinin ortak sübjektif gerçekliğidir. Ama eğer bilim dünyası değil de, bunun yerine ideolojik, dogmatik, dinsel, siyasi veya çeşitli çıkar gruplarının ortak sübjektif gerçekliği, evrensel gerçeklik olarak ortaya konur ve ciddi bir dezenformasyon operasyonu gerçekleştirilirse, bu durumda yeni bir tür gerçeklik, yani sanal gerçeklik ortaya çıkar.
Sanal gerçeklik, sistemin çok işine gelmektedir, çünkü istenildiği gibi değiştirilebilir ve kullanılabilir. Problem çıkarma olasılığı yoktur. Sadece amaca hizmet eder; kullanım süresi dolduğunda, yenisi ile değiştirilebilir. Muhafazakar gerçekliklerin doğuracağı problemleri doğurmaz; her şeyden önce idealist olma zorunluluğu yoktur, yani dün söylenen ile bugün söylenen arasında çelişki olması önemli değildir. Herhangi bir standarda uyum söz konusu değildir; çifte standart için idealdir. Örneğin 1980 öncesinde Buzul Çağı geliyordu. 1980-2005 arasında Küresel Isınma. 2005’ten bu yana ısınmayı bıraktılar, Küresel İklim Değişikliği. Üstelik hepsini savunan insanlar aynı kişiler. İtiraz edenler ve bu kişileri deşifre etmeye çalışanlar ise aşağılanıyor.
Sistem için buradaki en büyük problem, reel sübjektif gerçeklikler bütünü ile, sanal gerçeklik arasındaki büyük çelişkidir. Reel sübjektif gerçeklikler, bireylerin yaşadıkları ve gözlemledikleridir. Oysa sanal gerçeklik, toplumun bütününe ve doğal olarak bunun sonucunda bireylerin tümüne sunulan ve sözde herkesçe kabul gören gerçeklerdir.
Burada püf noktası, herkesçe kabul görme söylemidir. İletişimin sıfıra indiği bir toplumda, bu yalan çok kolay söylenilebilecek bir yalandır. Eğer iletişim kanalları, iletişime engel olmak üzere tasarlanmış ise, tüm bireylere “sizin yaşadıklarınız ve gözlemledikleriniz kişisel ve sübjektif, sanal gerçeklik herkesin kabul ettiği gerçekliktir” yalanını yutturmak mümkün olmaktadır. Örneğin herkes “bütün dünya ısınıyor ama bizim ülkemiz soğuyor” dedi son 5-6 yılda. Kendi gözlemlerinden çok medyanın, İnternet’in dediğini gerçek olarak kabul ettiler.
Ayrıca işin daha komik boyutu, insanları sanal gerçekliklere inandırmak zor bir şey de değildir. Nitekim insanların var olmasından bu yana, toplumlarda biraz daha zeki konumda bulunan ahlaksız insanlar, toplumları kandırmak için dinleri yaratmışlardır. Yani bir sanal gerçeklik yaratıp, insanlara bunu dogma olarak yutturmak gayet kolaydır. Yutmayanlara da “herkesin kabul ettiği gerçekliklere sen nasıl itiraz edersin, sen komplo teorisyenisin veya hayal dünyasında yaşıyorsun” denebilir. Dinlerin hepsinin bir arada gerçek olmasının mümkün olmadığı dikkate alınırsa, en iyi ihtimalle sadece biri gerçek olabilir ve en gerçekçi yaklaşımla hiç biri gerçek değildir. Ancak dünyada ateist/inançsız olanlar dışında, herkesin bu dinlere inandığı dikkate alınırsa, inançlıların şizofren ve hayali bir düşünce/inanç sistemine bağlı oldukları açıktır. İnsanlar yüzyıllardır aynı şizofreniyi yaşamaktalar. Şizofreninin temeli, “herkesin doğru bildiğinin doğru olması” iddiasıdır. Ben buna “bok yeme teorisi” diyorum. Basitçe “milyarlarca sinek bok yediğine göre bok yememiz lazım” mantığı ile hareket edilerek, insanlar çeşitli dinlere inanıyorlar. Aynı şekilde bu yalana inananlar, sistemin yarattığı her tür yalana da kolayca inanabiliyorlar, aynı bok yeme teorisinden dolayı.
Bu durumda reel gerçeklikleri beyan edenler lanetlenecektir. Kim herkesin doğru bildiğine itiraz etme cesaretine sahip olabilir ki? Pek azımız. Bu durum da, bu reel gerçekliklerin daha az ifade edilmesine ve insanların tamamen sanal gerçekliklerin eline bırakılmasına neden olacaktır.
Burada sistemin kullandığı en büyük silahlardan biri, reel gerçeklikleri sulandırmaktır; yani eğer bir birey reel bir gerçekliği ortaya koyuyorsa, üç sahte birey dezenformasyon yöntemi ile, üç sahte bireysel sübjektif gerçeklik ortaya koyarak, sahte olmayan reel gerçekliği kendi düzeylerine indirirler. Dolayısıyla seyirci konumundaki bireyler, kendilerine yutturulmaya çalışılan sanal gerçeklik konusunda şüpheye düştüklerinde, 1 adet reel gerçeklik ve 3 adet sahte ama reel gerçeklik olarak ortaya konan muhalif gerçeklik ile karşılaşacaklardır.
Sahte ama reel gerçeklik gibi ortaya konan muhalif gerçeklik, reel gerçeklik ile benzerlikler taşımakla beraber, aslında sadece konuyu saptırmak için ortaya konan bir dezenformasyondur. Seyirci konumundaki birey, dezenformasyon ile enformasyon ayrımı yapamadığından, her şeyden önce kafa karışıklığı yaşayacak ve çoğu zaman dezenformasyonun ardındaki sistemsel güçten, dezenformasyonun gerçekliğe dayanması gerekmediğinden ve bunun sonucu olarak fanteziler içermesinden dolayı sahip olduğu çekiciliğinden ve özellikle de daha yaygın olarak iletilmesinden vs. dolayı dezenformasyona inanacaktır.
Bunun sonucunda oluşacak tablo, sözde herkesin üzerinde anlaşmaya varmış olduğu bir adet sanal gerçeklik, sözde sisteme ve bu sanal gerçekliğe muhalif olan, bir sürü sahte reel gerçeklik; yani gerçek komplo teorileri olan dezenformasyonlar ve çok cılız bir reel gerçeklikten oluşacaktır.
Burada önemli nokta, iletişim kanallarının, yani telefon, İnternet, televizyon, yazılı basın ve araçların kontrolüdür. Eğer iletişim insanlara sınırsız ve özgür olarak lanse edilip, aslında tam aksine yüzde yüz kontrol edilir hale getirilmiş ise, yani sözde basın ve medya hiç bir şekilde kontrol dışı hareket edemiyorsa, bireylerin gerçekleri kamuoyu önünde beyan etmesi imkansız hale gelmişse, sanal gerçeklik ve dezenformasyon, artık reel gerçekliklerin ve muhalefetin yerini alacaktır kolaylıkla.
Konu sübjektif reel gerçekliğin, ne kadar kolay tekrarlanabilir, sık tekrarlanan veya güvenilir olması veya olmaması değildir; muhaliflerin ne kadar samimi muhalif olması veya olmaması da değildir. Bunlar yani sübjektif reel gerçekliğin evrensellik düzeyi veya muhalifin samimiyeti, önemli değildir. Çünkü bunları bertaraf etmenin çok kolay yöntemleri vardır: sanal gerçeklik ve dezenformasyon yöntemleri.
Bireyin bunları analiz etmesi için bir yöntem geliştirilene kadar, dezenformasyon ile enformasyon, sanal gerçeklik ile reel gerçeklik ayrımı yapılamayacaktır. Bilgiye ulaşmak artık imkansızlaşmıştır. Gerçek bilgi, reel gerçeklikler, gerçek muhalifler artık görünmez hale gelmiştir. Ne İnternet’te ne de herhangi bir medya organında, gerçek muhalifler yer bulamamaktadır. Reel gerçeklikleri bireyler birebir her gün yaşasalar bile, insanlar onlara verilen sanal gerçekliğe inanmaktalar. Mevcut yalanlar konusunda şüpheye düşecek kadar sorgulama yeteneği olanlar da, sahte muhaliflerin demagojileri, sahte muhaliflikleri, kasten yarattıkları dezenformasyonlar ile karşılaşıyorlar ve reel gerçeklikler, mevcut dezenformasyon ve sanal gerçeklik ormanında kayboluyor. Her gün değişebilen sanal gerçeklikler ile, insanlar bilgi sahibi olmak bir yana, tamamen kafası karışmış robotlar haline geliyorlar. Zaten amaçlanan da aynen bu! Bir sonraki bölümde sanal gerçekliğin çok güzel bir örneğini, ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz: küresel ısınma!
BÖLÜM 16
KÜRESEL ISINMA
ÇEVRECİ TERÖRÜ
KÜRESEL YALANLAR=DEZENFORMASYON
Küresel ısınma konusunda söylenen yalanlar üç ayrı bölümde incelenebilir. Bilimsel, politik ve ekonomik yalanlar. Bilimsel yalanlar incelendiğinde, lise düzeyinde fen bilimleri bilgisine sahip insanların bile anlayabileceği, ancak sanki bilim dünyası tarafından genel kabul görüyormuş gibi dile getirildiği için, kimsenin itiraz etmeye cesaret edemediği, çok basit ve komik yalanlar söylenmektedir. Matematik ile ilgilenen herkesin iyi bileceği şekilde, bir teoremde ufak bir hata yapmanız sonucunda, yanlış bir teoremin doğru veya doğru bir teoremin yanlış olduğu, örneğin “2 + 2 = 4” eşitliğinin yanlış olduğu çok kolay bir şekilde kanıtlanabilir. Bu bilimsel yalanlarda da izlenen taktik, bir takım doğru bilgilerden yola çıkılarak yanlış sonuçlara varılmasıdır; bunu yaparken sözde küçük hatalar yapmaktalar ve bir takım gerçekleri ihmal ederek görmezden gelmekteler. Yine IPCC raporunda bilimsel gerçekmiş gibi dile getirilen sonuçların tümü, gerçeklere değil birçoğu bilimsel dayanak içermeyen ve salt politik nedenlerle öne sürülen varsayımlara dayalıdır. Bu varsayımlardan herhangi birinin yanlış olması halinde, teori de, teoriden çıkarılan hipotetik sonuçlar da tamamen yanlış olacaktır.
KÜRESEL YALAN 1- FOSİL YAKITLAR KÜRESEL ISINMAYA NEDEN OLMAKTALAR
İnsan yapımı CO2-CH4-N2O-CFC gibi sera gazlarının küresel düzeyde bir ısınmaya ve dolayısıyla iklim değişikliklerine neden olduğu yalanı. Bu yalan, zaten esas olarak söylenen temel yalan ve diğer bütün yalanların da dayanak noktası. İşin doğru olan kısmı, evet bu gazların emisyonları, insanların dünya üzerinde medeniyet kurmaları ve özellikle de fosil yakıt tüketimi sonucunda ve özellikle de 1950 sonrasında artmıştır ve bu gazlar gerçekten de bir sera etkisi yaratmaktadır.
Ancak burada çok önemli bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim: aslında dünya tarihinde insanın ortaya çıkışından önce de var olan, doğal sera etkisi sayesinde, mevcut habitat var olabilmektedir; yani bu sera etkisi insan kaynaklı bir fenomen değildir; zaten var olan ve canlıların yeryüzünde yaşamı için faydalı doğal bir fenomendir. Ve eğer sera etkisi olmasaydı, muhtemelen ve en azından mevcut formlarda bir canlı yaşam, dünya üzerinde bulunmayacaktı.
Buraya kadar olan kısmı, gerçekten de bilimseldir ve bir takım felaket kuramcıları ve geri zekalı çevreciler tarafından bu durum, 1980’lerden bu yana bir küresel tehdit olarak algılanmaktadır; ancak bu sadece uçuk bir teoridir. Bu teoriye göre, biz daha fazla fosil yakıt tükettikçe, dünya kaçınılmaz, hızlı ve geri dönüşü olmayacak bir şekilde ısınacaktır. Yine dikkatinizi çekmek isterim: aynı kaçık çevreci ve sözde bilim adamları, 1980 yılına kadar da, buzul çağına girileceğini savunmuşlardı.
Teorinin bilimsel ciddiyetinin olmama nedeni ise, aslında son derece basittir. Evet, insan yapımı sera gazları da, küresel düzeydeki ısınmaya katkıda bulunacak ajanlardır. Ama katkıları hangi düzeydedir? Asıl soru budur. İnsan yapımı sera gazlarının, dünyada bizden önce de mevcut olan ve doğal döngüleri ve değişimleri konusunda kısmen bilgi sahibi olmamıza karşın, tam anlamamış olduğumuz ve dolayısıyla kontrol edemediğimiz DOĞAL sera gazları içindeki yeri nedir? İnsan yapımı sera gazlarının mevcut sera gazları içindeki yüzdesi kaçtır?
Bunun cevabı, bu çevreci olduğunu iddia eden manyaklar açısından maalesef üzücüdür; zira teorileri bu noktada çökmektedir. İnsan yapımı sera gazlarının dünyadaki sera gazları içindeki yeri BİNDE BİRLER düzeyindedir. Neden bu kadar az? Çok basit bir cevabı var, ama sanki bütün bilim dünyası birden bire geri zekalılaşmış gibi susuyor. Cevabı şu: dünyadaki sera gazlarının % 95’i su buharıdır. Kimse örneğin insan yapımı su buharı miktarı konusunu konuşmak bile istemiyor. Neden? Çünkü o zaman gerçek küresel ısınma ajanının su buharı olduğu ortaya çıkacak ve su buharı ile ilgili olarak yapılabilecek hiç bir şey yok. Oysa insan yapımı su buharı, miktar olarak insan yapımı CO2 göre çok daha fazla. Örneğin basit bir fosil yakıt olan doğal gazın yakılması sonucunda elde edilen 1 molekül CO2 için 1 ile 2 molekül arası H2O gazı üretilmektedir. Örneğin metan için: CH4 + 2 O2 à CO2 + 2 H2O.
Bu arada hem su buharı hem de karbondioksit için birçok çevresel dönüşüm ve değişim söz konusu. Ancak önemli olan konu, sonuçta global düzeyde mevcut olan sera gazlarının bileşimi ki, bunların % 95’i su buharı. IPCC veya sözde çevreciler eğer mümkünse bunun aksini iddia etsinler.
Yani burada esas konu şu: dünyadaki sera gazları incelendiğinde, en etkili ve en büyük miktarda bulunan sera gazı su buharı, ama her nedense bu hiç bir ortamda dile getirilmiyor. Su buharı ihmal edildiğinde, fosil yakıt tüketimi sonucu ortaya çıkan ve en büyük problem olarak görülen CO2, önemli bir sera gazı olarak ortaya çıkıyor ve bunun insan yapımı olarak artışı, küresel ısınma için teorik bir anlam taşıyabiliyor. Ama hangi varsayımla? Su buharının varlığının tamamen (sera gazlarının % 95’ini teşkil eden) ihmal edilmesiyle. Yani bu teorinin bilimsel olarak anlam taşıması için, su buharının sera gazı etkisine sahip olmaması gerekmektedir ki, bu mümkün değil. İstediğiniz bilimsel veya yarı bilimsel kaynağı açın bakın: dünyadaki en önemli sera gazı % 95 oranında su buharıdır.
Atmosferdeki karbondioksit miktarı ise, sadece % 0.038 yani on binde 4 civarındadır ve sera gazları içindeki oranı ise % 3 civarındadır ve 1750-2000 yılları arası için iddia edilen atmosferik karbondioksit artış miktarı sadece 90 ppm’dir ve bu artış yüzde olarak 250 yılda sadece % 30’dur. Yani toplam sera gazları içinde son 250 yıldaki CO2 artışının etkisi % 0.9’dur. Endüstrileşme sonucu oluşan insan kaynaklı CO2 artışının bu toplam artışın yüzde kaçını temsil ettiği belirsiz, ancak en fazla binde birler düzeyinde olduğu ise kesin. Zira insan dışı canlıların emisyonları, okyanus emisyonları ve volkan emisyonları kalem kalem hesaplanabilecek emisyonlar değil, ama önemli bir rol oynadıkları kesin.
Sonuç: İnsan kaynaklı CO2 emisyonlarının toplamının, toplam sera gazları içindeki oranı son 250 yılda binde birler düzeyindedir. Yani insanoğlu olarak dünyada bulunan sera gazlarına bütün endüstrileşmeye rağmen yapabildiğimiz katkı binde birler düzeyindedir.
KÜRESEL YALAN 2- KÜRESEL ISINMA KURAKLIĞA NEDEN OLUR
İnsanları korkutmak için kullanılan en temel yalan, küresel ısınmanın kuraklığa neden olacağıdır. Gene aynı temel taktik izleniyor ve gerçeğin büyük bir kısmı ihmal edilip, bir parçasına odaklanılıyor. Teoriye göre yeryüzündeki tatlı su kaynakları küresel ısınma sonucu azalacak. Neden? Çünkü ısınma sonucu buharlaşma artacak ve göl, baraj ve akarsu gibi yeryüzü suları hacimsel olarak azalacak. Yanlış mı? Evet yanlış, ama kurulan mantık doğru ve insanları maalesef ikna ediyor. Niye yanlış? Çünkü buharlaşma sadece tatlı su kaynaklarını değil, bütün su kaynaklarını ve esas olarak okyanusları etkileyecek ve buharlaşma tek yönlü gerçekleşemez; yani su buharlaşıp dünya dışına taşınamaz ve yok olamaz. Dolayısıyla buharlaşmanın doğal sonucu yoğunlaşma yani yağıştır.
İlkokul mezunu herkesin bildiği üzere dünyanın yaklaşık dörtte üçü su ile kaplıdır. Karalar sadece dünyanın dörtte birini kaplar. Dünyadaki su kütlesinin de yine çok büyük bir kısmı (% 97) tuzlu sudur. Dünyadaki yeraltı (% 1) ve yerüstü (% 0.025) tatlı su, havadaki su buharı (% 0.001) ve buzullar (% 2) dünyadaki su kütlesinin % 4’ ünü bile oluşturmazlar. Dolayısıyla buharlaşma en çok okyanusları ve denizleri, yani tuzlu su kaynaklarını etkileyecektir. Gene küresel ısınmanın doğal sonucu olarak denizlerdeki ve okyanuslardaki suda azalma ve buharlaşmada artış ve su buharı yani havadaki nem miktarında büyük oranlarda artış olacaktır. Bu da tabi ki kaçınılmaz bir şekilde bulutlanmaya, yoğunlaşmaya ve yağışlarda artışa neden olacaktır. Tabi ki yağışların tümü karalara düşmeyecektir, ama büyük bir kısmı karalara düşmektedir. Dolayısıyla küresel ısınmanın en basit sonucu, tuzlu su kaynaklarında azalma ve tatlı su kaynaklarında ve özellikle de yeraltı su kaynaklarında artış olacaktır.
Burada yine ihmal edilen gerçek, global su kaynaklarımızın % 95’inden fazlasının tuzlu su kaynağı olduğu ve okyanuslarda bulunduğudur. Eğer okyanuslar olmasa idi ve tatlı su kaynakları, toplam su kaynaklarının büyük bir kısmını oluştursaydı, buharlaşma da doğal olarak en çok gölleri, barajları ve akarsuları etkilerdi ve bunun sonucu olarak tatlı su miktarında azalma ve tuzlu su miktarında artış yaşanabilirdi. Ama okyanuslar var ve dünyadaki su kaynaklarının yüzde 97’sini oluşturuyorlar. İşte burada da ihmal edilen gerçek dünyada bulunan suyun büyük bir kısmının tuzlu su içeren okyanuslarda bulunduğudur.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin kuraklığa mahkum kalacağı iddiası ne kadar mantıklı acaba? Yüzey alanı neredeyse Türkiye’nin yüzölçümüne yakın bir deniz kütlesi ile çevrili olan Türkiye’ye bu denizlerden buharlaşan kütleler yağış olarak düşmeyecek bu durumda. Peki o zaman yağışları Türkiye almayacaksa kim alacak ve nasıl alacak?
Burada yine önemli bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: dünyanın geçirdiği düşünülen birçok buzul çağı döneminde kuraklık olduğu varsayıldığına göre, bunun tam tersi bir döneme girilmesi halinde kuraklık olması nasıl beklenebilir?
Sonuç: Kuraklığın olması için yağış miktarlarında azalma olması gerekli; bunun için de sırasıyla yoğunlaşmanın, bulutlanmanın, havadaki nemin ve buharlaşmanın azalması gerekli. Oysa teorik küresel ısınmanın sonucu doğal olarak daha çok buharlaşmadır.
KÜRESEL YALAN 3-KÜRESEL ISINMA SU DÜZEYLERİNDE YÜKSELMEYE NEDEN OLUR
Yine aynı taktik. Buzullar eriyecek ve deniz yükseklikleri artacak ve şehirler su altında kalacak palavrası. Evet küresel ısınma olsa, bunun sonucu olarak dünyada bulunan buzullarda bir azalma görülecektir. Bu da doğal olarak en son buzul devrinin sonunda görüldüğü düşünülen şekilde, büyük bir su artışına ve deniz yükselmelerine neden olabilirdi ama olmuyor. Neden?
Birçok nedeni olmakla birlikte, her şeyden önce biz buzul devrinde değiliz; buzulların miktarı (% 2) ihmal edilebilecek düzeyde az. Dünyanın yarısı buzullar ile kaplı olsaydı, tabi ki bu tip bir etki görülebilirdi, ama buzullar kütlesel olarak sadece güney ve kuzey kutup bölgeleri ve yüksek dağlarla sınırlı.
İkinci en önemli neden, küresel ısınma sonucu denizlerde ve okyanuslarda buharlaşmada büyük miktarda artış olacağıdır ve bunun sonucu olarak karalara düşecek ve yeraltı ve yeryüzü su kaynakları olarak kalacak suyun miktarının artması ve havadaki su buharının artışı, denizlerdeki su miktarının azalmasına yok açacaktır.
Yani esas olarak muhtemel bir küresel ısınmanın sonucu, deniz yüksekliklerinde artma değil, azalmadır. Yine burada ihmal edilen konu, okyanuslardaki buharlaşmanın etkileridir. Biz su kütlesinin yüzde ikisini teşkil eden buzullara ne olduğu ile ilgilenirken, yüzde doksan yedisini oluşturan okyanuslarda ne olduğu ile ilgilenmiyoruz ve bu konuyu ihmal ediyoruz.
Evet kuzey kutup bölgesinde son senelerde buzul erimesi görülüyor (ama bu zaten binlerce yıldır var olan normal doğal bir proses) ama öte yandan güney kutup bölgesinde ise giderek artan bir buzullaşma rapor ediliyor. Burada küresel bir ısınmadan bahsedilirken, sadece kuzey kutup bölgesine odaklanılıyor ve güney kutup bölgesi ihmal ediliyor. Bu yetmezmiş gibi sanki dünyadaki global su kütlesinin çok büyük bir kısmını teşkil ediyormuş gibi sadece buzullara odaklanılıyor ve %97’yi oluşturan okyanuslar ihmal ediliyor.
Sonuç: Madem küresel ısınma artık neredeyse geri dönüşü olmaz bir şekilde dünyayı etkiliyor ve en büyük sonuçlarından biri de deniz düzeylerinde yükselme, size soruyorum Türkiye’deki Ege-Marmara-Karadeniz gibi denizlerdeki çekilmeyi nasıl açıklıyorsunuz? Veya Hollanda niye su altında kalmadı hala. Zira bu geri zekalıların iddiasına göre İngiltere ve Fransa bile 2012 yılına kadar su yükselmesinden etkilenecekti.
KÜRESEL YALAN 4-FOSİL YAKITLAR TÜKENİYOR
Fosil yakıtlar maalesef tükenmiyor (maalesef dememi açıklayayım: şahsen fosil yakıtı çevreyle dost bir enerji kaynağı olarak görmüyorum ve aslında tek gerçek enerji kaynağı olan güneş enerjisi kökenli enerji sistemlerinin geliştirilmesi için kaynak ayrılması taraftarıyım). Fosil yakıtlar kullanılmaya başlandığında ve öncesinde, bunu öngören derin güçler (özellikle İngiltere ve ABD), en kolay fosil yakıt çıkarılabilen ve sömürge şeklinde kullanılabilecek olan Orta Doğu bölgesine, askeri-siyasi-ekonomik olarak saldırıya geçmişler ve 1980’lere kadar da hiç bir rekabet, problem veya engelle karşılaşmadan enerji tekellerini korumuşlar. Ancak teknolojinin ilerlemesi, fosil yakıt üretmeyen ülkelerin uyanması, Orta Doğu bölgesinde hakimiyetin zorlaşması, fosil yakıt ve enerji sektöründe rekabetin artması, dünyanın her yerinde fosil yakıt bulunduğunun artık halklar tarafından bile bilinmesi sonucu, mevcut enerji tekelleri pozisyonlarını koruyamaz hale geldiler. Artık dört kıtada ve okyanuslarda petrol çıkıyor. Petrol üreten ülke sayısında büyük bir artış var. Petrol rezervleri giderek artıyor. Enerji tekellerinin karlılıkları düşüyordu ve önlem almaları gerekiyordu. Ne yaptılar?
1999 yılında varil fiyatı 10 USD olan petrol fiyatları 2008 yılında 110 USD’a çıktı. Nasıl?
1-Ham petrol üretimini sınırlandıramazsanız, ne yapıyorsunuz? Yeni rafineri kurmazsınız, mevcut rafinerileri kapatır veya düşük kapasite ile çalıştırırsınız ve piyasaya daha az petrol ürünü verirsiniz, yani hammaddeyi kısamadığınıza göre, işlenmiş ürün arzını azaltırsınız ki fiyat artsın.
2-Talebi arttırmanız lazım, ama dünya ekonomisi büyümüyor. Ne yaparsınız? Nüfus planlamasına global düzey engel olmak üzere, son 30-40 yılda geri kalmış ve nüfus artışı sorunu yaşanan ülkelere gerici politikalar izleyecek hükümetler kurarsınız. Bakınız: Türkiye 1970’lerde 40 milyon idi bugün 75 milyon. Hatırlayın 1970’lerde dünyanın en büyük problemlerinden biri nüfus artışı idi ve çözümlenmesi zorunlu idi. Çevresel problemlerin asıl kaynağı da, aslında basit bir şekilde insan türünün sınırsız bir şekilde üremesidir, çünkü diğer türlerin üremesi çok çeşitli doğal mekanizmalar ile sınırlandırılmıştır, ama insan türü, hem tıp sayesinde hem de dünya kaynaklarını istediği gibi kullanabildiği için, herhangi bir sınır değere bağlı olmadan artmaktadır. Peki 1980 sonrasında nüfus planlaması kelimelerini duydunuz mu? Hayır.
3-Madem talep yeterince artmıyor. Ülkelerin elinde bulunan stokları arttırmaya çalışırsınız. Nasıl?
A-Fosil yakıtlar tükeniyor söylentisi ile, sanal bir kriz yaratarak ve enerji piyasasını manipüle ederek
B-Fosil yakıt tüketiminin sınırlandırılması için baskılar yaratarak ve yine kriz yaratarak, ülkelerin fosil yakıt taleplerini ve stoklarını arttırarak.
Dikkat ederseniz, fosil yakıtların tükendiği söylentilerini yayanlarla, fosil yakıtların küresel ısınmaya yol açtığı propagandasını yapanlar aynı çevreler ve dikkatinizi çekmek istediğim ikinci nokta da şu: bu çevreler sözüm ona çevreci gruplar ve büyük petrol şirketlerinden bağımsızlar ve hatta petrol şirketleri ile politik kavgaları var. Ama her nedense bu çevrelerin palazlanmaları, petrol şirketlerinin karlılıklarının artması ile paralelliğe sahip. Ve gene her nasılsa bu çevreler propagandalarını güçlendirdikçe, petrol şirketleri daha da güçleniyor ve petrol fiyatları daha da artıyor. 1970’li yıllardaki OPEC kaynaklı petrol krizini düşünün ve bugünün fiyatları ile kıyaslayın. İnsanlar olarak, nasıl bir politik ve ekonomik saldırı ile karşı karşıya kaldığımızı anlıyor musunuz?
4-Savaş çıkarırsınız. En büyük petrol üreticilerini, petrol üretemez hale getirir ve Irak’ı Türkiye’den petrol alır hale getirirsiniz.
Ayrıca fosil yakıt tüketimine karşı olanların, fosil yakıtların tükenmesi endişesi taşıması ne kadar mantıklı olabilir. Gerçekten de fosil yakıtlar tükeniyorsa, küresel ısınma eylemcileri bu durumdan mutluluk duymalı idiler. Oysa tam aksine “fosil yakıtlar tükeniyor” diye, panik yaratmaya çalışıyorlar? Niye? Amaç suni bir enerji krizinin yaratılması.
KÜRESEL YALAN 5-BM İLE ABD ARASINDA KÜRESEL ISINMA KONUSUNDA ANLAŞMAZLIKLAR VAR VE ABD HÜKÜMETİ KÜRESEL ISINMA KURAMCILARINA KARŞI POLİTİKA YAPIYOR
BM Filistin’de bombalanıyor ve çalışanları ölüyor; BM’den İsrail’i kınama kararı bile çıkamıyor. ABD BM’den bağımsız bir şekilde Afganistan’a ve Irak’a giriyor ve BM ABD’ye karşı kesinlikle en ufak bir yaptırımda bulunmuyor ve bunca zaman geçmesine ve bunca insan ölmesine ve Irak’ın bağımsızlığının tamamen ortadan kalkmasına ve İsrail ve ABD’nin savaş suçu işleyerek soykırım gerçekleştirmelerine rağmen, hala BM hiçbir şey yapmıyor. Ama aynı BM, ABD yönetimine rağmen ve ABD yönetiminden bağımsız bir şekilde, küresel ısınma karşıtı politikalar üretiyor, kararlar alıyor ve hatta ABD’ye dahi dayatmalarda bulunuyor. Ne garip bir çelişki? İnsanların bunu yutmasını ve IPCC komisyonunun ABD’den bağımsız bir organ olduğuna inanmamızı bekliyorlar. IPCC’ye destek verenlere bakın: hepsi İngiltere ve ABD kökenli kuruluşlar. ABD, BM’ye yüzde yüz hakim olmasına rağmen, hiç istemediği küresel ısınma kararlarının çıkmasına engel olamıyor. Acze bakın. Öte yandan BM’nin kuruluş nedeni olan dünya genelinde barışın sağlanması ve ülkelerin II. Dünya Savaşı sonrasında diğer ülkelere tecavüz etmemesi konusunda, BM hiç bir şey yapamıyor İsrail ve ABD’ye karşı.
KÜRESEL YALAN 6-KÜRESEL ISINMA VAR
Küresel düzeyde bir ısınmanın olup olmadığı belli değil. Neden?
1-Verilerin en azından binlerce yıllık olması lazım. Eldeki veriler en fazla 50-100 yıllık ve çoğu global değil. Projeksiyonlarla tahmini olarak elde edilen veriler, sanki ölçülmüş verilermiş gibi veriliyor. Oysa bu verilerin güvenilirliği söz konusu değil. Yine global olmayan veriler, salt bölgesel hikayeler ile doğrulanıyor ki, bu son derece komik bir yöntem ve bilimsel olarak kabul edilmesi imkansız. Gene buzullardan elde edilen veriler, global veriler gibi sunuluyor ki, tabi ki bunlar da bilimsel olarak anlamlı değil.
2-Dünya iklimi asla dengeli değil ve hiç bir zaman da değildi. Bu değişkenliğin kökeni veya nedeni insanoğlu değil; zira insanoğlunun gücü, doğanın ve evrenin yanında ihmal edilecek düzeylerde. Bilindiği veya bilimsel olarak kabul edildiği kadarıyla, dünyanın ısınma ve soğuma periyotları var. Ayrıca küresel toptan bir ısınma veya soğuma söz konusu değil. Bir bölgede ısınma olurken, diğer bölgelerde soğuma oluyor.
3-İklim değişikliği bir anomali değil tam aksine norm. Zira son yüzyıl gibi kısa bir zaman dilimi incelendiğinde bile, tek tek her bölgede 10-20 yıllık sürelerle iklim değişiklikleri olduğu çok bariz bir şekilde görülebiliyor. Bu iklim değişiklikleri arasında paralellikler yok, genel bir gidişat yok. Kendiliğinden gerçekleşen iklim değişiklikleri son derece normal.
4-Küresel iklim, büyük oranda solar değişikliklere bağlı ve hem bilgi düzeyinde, hem de kontrol düzeyinde, bu konuda insanoğlu olarak pek ileri değiliz. Son dönemdeki ısınma sadece dünyada değil, tüm güneş sistemi gezegenlerinde görülüyor. Dünyanın küresel sıcaklığında en önemli ve aslında tek etken doğal olarak güneş, ama biz güneşi görmezden gelip, insanoğlunu evrenin hakimi yapıyoruz. Şizofren bir yaklaşım bu, ama evreni yaratan tanrıların çocukları olduğumuz iddiasında olan tek tanrılı dinler açısından (bakınız: Tevrat-yaratılış=genesis) sorun teşkil etmiyor ve doğal olarak onlara inananlar bu saçmalığa da inanıyorlar.
KÜRESEL YALAN 7-KÜRESEL ISINMA İNSAN KAYNAKLI
Sözde tarafsız IPCC komisyonunun elde ettiği verilere dayanılarak, bu konuda söylenecek hiçbir şey yok. Zira 1940’lara kadar görülen 100-150 yıllık küresel ısınma da, 1940’lardan sonraki 40 yıllık küresel soğuma da, bu teori ile çatışıyor. Fosil yakıt tüketiminin çok sınırlı olduğu 1850-1940 arası küresel ısınmanın insan etkisi ile olduğunu iddia etmek mümkün değil. Bu durumda başka bir neden olmalı. Yine 1940-1975 döneminde küresel soğuma olması da, nedenin insan kaynaklı sera gazı emisyonu olmadığını doğruluyor. Bunun dışında da geçmişe dönük endüstrileşme öncesi tahmini CO2 değerleri incelendiğinde, bu değerlerin belirgin bir eğilim olmaksızın değişmekte olduğu görülüyor. 1980-2000 yılları arasında ise dünyada ekonomik durgunluk olmasına karşın son yüzyılın en sıcak değerleri elde edilmiş.
Sonuç: Herhangi bir dönem için küresel sıcaklık değişiklikleri ile endüstrileşme arasında herhangi bir korelasyon yok.
PEKİ KÜRESEL ISINMA YALANI NE İŞE YARIYOR?
1-TERÖR SALDIRISI-İnsanlar sürekli olarak ve global düzeyde bir teröre maruz bırakılıyor. Bombalama eylemlerini gerçekleştirenler, bu eylemleri ne amaçla gerçekleştiriyorlarsa, aynı nedenlerden dolayı, çevreci adı altındaki istihbarat operasyonları, bu çevreci terörünü insanların üzerine salıyorlar. Terör bahanesi ile insanların bireysel özgürlükleri kısıtlanıyor. İnsanlar politika üretemiyor ve haklarını savunamıyorlar. Sistem insanları köleleştiriyor. Terör, ister bombalama eylemi olsun, ister çevreci terör olsun, aynı amaca hizmet ediyor. İnsanların düşünme, ifade, yaşama, politika yapma, çözüm üretme vs. özgürlüklerini sınırlandırıyor.
2-YENİ BİR PAZAR-Kapitalist, tekelci, anti-liberal ekonomik sistem, mevcut haliyle çökmeye mahkum ve çöküşünü geciktirmeye çalışıyor. Sorun, herkesin pazarlamacı olduğu ve herkesin yavaş yavaş sömürülen değil, sömüren olmaya çalıştığı, bir sömürü sisteminin devamının sağlanması ve bu aslında imkansız; zira herkesin sömürdüğü bir sistemde sömürülen kalmaz. Bunun devamı için gereksiz tüketimin pompalanması lazım ki, küresel ısınma yalanı kendi başına inanılmaz bir tüketim pazarı oluşturuyor. Daha iyi, daha kaliteli, daha dayanıklı tüketim maddeleri yerine, sözde daha çevreci tüketim maddeleri piyasaya sürülüyor ve bu şekilde sistem sömürecek yeni bir pazar buluyor: çevreciler ve ÇEVRECİ ÜRÜNLER PAZARI.
Aslında çevreye verdiğimiz zararın iki nedeni var.
A-NÜFUS ARTIŞI
B-KİŞİ BAŞINA DÜŞEN KAYNAK KULLANIM MİKTARININ ARTMASI.
Ama sistem ikisini de teşvik ediyor. Daha kaliteli ve uzun ömürlü ürünler yerine, daha kalitesiz ve dayanıksız ürünlerin üretilmesi, yani daha çevreci ürünlerin üretilmesi ve hatta bireylere dayatılması, sadece gereksiz tüketimi teşvik ediyor. Bu durum çevreye daha çok zarar veriyor, ama sistemin devamını sağlıyor.
3-REKABETİ YOK EDİYOR-Çevreci terörünün bir başka etkisi, üçüncü dünya ülkelerinden, yani fakir güney ülkelerinden gelecek rekabeti dizginlemeye yarıyor. Sistem hali hazırda, egemen olan tekeller arası kaynak paylaşımı mücadelesini bile kaldıramazken, G8 dışı ülkelerden gelecek rekabeti asla kabul etmek istemiyor ve bu ülkelere hem enerjiyi çok daha yüksek fiyata pazarlıyor, hem de onların üretimini ve ihracatını sınırlandırıyor. Bu şekilde üçüncü dünya ülkelerinin global kaynak tüketiminin azaltılması planlanıyor. Zaten 21. yüzyılda öngörülen kuzey güney savaşı; yani zengin kuzey ülkeleri (G8) ile fakir güney ülkeleri arasındaki kaynak kullanım savaşı aslında halihazırda sürüyor. Ekonomik düzeyde; yani tarım ve sanayi ürünleri üretimi ve ihracatı konusunda, ÇEVRECİ VE KÜRESELCİ TİCARET DAYATMALARI ile, zengin ülkelerdeki tekellerin yararına politikalar izleniyor.
4-ENERJİ FİYATLARI VURGUNU-En basitinden enerji krizi yaratarak, enerji fiyatlarını istedikleri gibi ve rekabet ortamından etkilenmeden ve rekabeti büyük oranda sınırlandırarak, arttırıyorlar. Dünya piyasalarının giderek artan oranda tekelleşmesi, Türkiye gibi üçüncü dünya ülkelerinin her şeylerinin ellerinden alınması, Rusya’nın tamamen tükenmiş olmasına karşın, salt enerji piyasasındaki vurgundan yararlanıp, enerji tekeli kurarak yeniden dirilişi, enerji piyasalarında gerçekleşen inanılmaz kar oranları sonucunda, elde edilen vurgun karının global düzeydeki sonuçlarıdır. Irak’tan sonra İran’ın da işgalinin hedeflenmesinin asıl nedeni, yarı bağımsız en büyük petrol üreticilerinin enerji piyasası açısından rekabet oluşturmasının engellenmesidir. Zaten son 30-40 yıla bakarsanız, bu ülkeler yıllardır ya savaşıyorlar, ya da ambargo altındalar. Dolayısıyla da global ekonomiden soyutlanmış durumdalar.
PEKİ YAŞADIĞIMIZ LOKAL-BÖLGESEL KURAKLIK VE İKLİM DEĞİŞİKLİKLERİ NEDEN OLUYOR?
Çok basit: Artık ve son 30-40 senedir sistem ve en azından G8, dünya iklimi ile oynama lüksüne sahip. Dolayısıyla istediği yere yağmur yağdırıp, istediği yerde kasırga oluşturabiliyor. Örneğin zengin Florida’yı vuracak Katrina kasırgası fakir New Orleans’ı vuruyor. Ve istediği yerde kuraklık olmasını sağlayabiliyor ve bunun doğal sonucu olarak da, doğal iklim ile bu kadar oynandığında, bölgesel iklim değişiklikleri kaçınılmaz oluyor. ÖNEMLİ OLAN KONU, İKLİMİN İNSAN ELİYLE KONTROL EDİLMESİNE ENGEL OLACAK BİR MEKANİZMA OLMAMASI, çünkü her şeyden önce bu konu bilimsel bir platformda tartışılmıyor; bilimsel yayınlarda yer almıyor; bilim adamları konu ile ilgili çalışmaların olduğunu bile açıklamıyorlar. Konu zaten yok varsayıldığından, politik platformlarda hiç yer bulmuyor ve bunun sonucu olarak biz de salak salak daha az su ve elektrik kullanarak iklim değişikliklerinin önlenebileceğine inanıyoruz. Bu konuda düşünmek, araştırma yapmak, düşüncelerini ifade etmek, politika üretmek yasaklanıyor. Avrupa’da şu anda bireylere büyük vergiler getiriliyor. İnsanlara hatta küçücük çocuklara çevreci terörü işkencesi yapılıyor. Bu sübyancılıktan çok daha büyük bir tehdit çocuklar için-öcülerle büyüyen anne ve babalarınızın ve onların büyüklerinin psikolojik analizini yaparsanız daha iyi anlarsınız. Ve medeni dünya bunu teşvik ediyor. İnsanlara çevreci diye yeni ürünler pazarlanıyor ve bunların tüketimi teşvik ediliyor. Bu arada çevre tabi ki daha da kirleniyor ama kime ne?
Kimseye yeni bir çevresel yapılanma, türlerin üremelerinin desteklenmesi, dünyanın global düzeyde yeniden ormanlaştırılması, ciddi bir şekilde özellikle fakir ülkelerde, nüfus planlaması yapılması için eğitim ve teşvik amacıyla kaynakların ayrılması, bireylerin refahı, sağlığı, çevrenin korunması için bilimsel araştırılmalara kaynak ayrılması, gerçek çevre dostu enerji sistemlerinin geliştirilmesi gibi önlemler önerilmiyor.
Aksine bireylere yeni vergiler, yeni yaptırım ve cezalar, nükleer enerji gibi ekonomik ve çevresel açıdan tehlikeli alternatifler, tarımsal ve sanayi üretiminin sınırlandırılması, daha fazla işsizlik ve daha az kaynak kullanımı öneriliyor.
Size önerilen, ÇEVRE için ÇEVRE adına ÇEVREYİ daha çok kirletecek ve sizin özgürlüklerinizi daha da sınırlandıracak bir ekonomik-siyasi sistemi desteklemeniz.
BEN BUNA ÇEVRECİ TERÖRÜ DİYORUM. Bu politikaların aktörü olan herkes, yani bu sözde çevreciler, bilinçli veya bilinçsiz olarak teröristtir (insanların bilinçsiz olmaları onları suçsuz yapmaz; zira bomba eylemcilerinin çoğu da aynı şekilde bilinçsiz idi) ve insanlık adına durdurulmaları gereklidir, çünkü yaptıkları fiilen terördür. Ancak maalesef insanlığın veya insanların (yani bireylerin) politika oluşturma konusunda herhangi bir erkleri yok. Yapılabilecek tek şey, bireylerin yaşadıkları dünyayı ve sözde gerçekleri sorgulamasının sağlanması ve uyandırılmalarıdır. Ben de yazdıklarımla elimden geldiğince bunu yapmaya çalışıyorum. Herkese günaydın!
DİPNOT: Çok önemli olduğu için bilgi sahibi olmayanlar açısından, TERÖRİZMİN amacı, insan öldürmek, bombalama eylemi yapmak veya binaları yıkmak vs değil, toplumlarda korku uyandırmak, insanları bu şekilde etkilemek ve baskı altına almaktır. Yine lanse edildiği şekilde terör, bireysel veya siyasi grupların kullandığı bir araç değil, devletlerin ve onların istihbarat kuruluşlarının kullandığı bir araçtır. Terörün hedef kitlesi, insanlardır ve genel olarak toplumlardır. Terörü uygulayan bilinçli (istihbaratçılar) veya bilinçsiz (idealist, dogmalara inanan ve kullanılan) bireylerdir. Ama terörü kullanan, devletleri ve asıl olarak sistemi yöneten güçlerdir. Gerçek savaş, insanlar ile insanları besi hayvanı gibi gören sistem arasındadır.
BÖLÜM 17
ANTİ-SİYONİZM: SAHTE MUHALİFLER
Irkçılık nedir? Bir ırkın, diğer ırklardan üstün olduğu ve bu yüzden diğer ırklara göre, daha üstün haklara sahip olması gerektiği iddialarının savunulması ve kabul edilmesidir. Doğru mu? Hayır diyebilecek olan var mı? Örneğin Aryan ırkının üstünlüğü ve bu yüzden dünyaya egemen olma hakkının olduğu iddiası. Doğru mu? Doğru!!!
Peki Siyonizm nedir? Yahudilerin (ve işin tuhafı Hıristiyanların ve Müslümanların da kabul ettiği üzere) inanç sistemine göre, İsrailoğullarının seçilmiş oldukları, vaat edilen toprakların onların hakkı olduğu, İsrailoğullarının insanoğlundan üstün olduğu iddialarının savunulması ve kabul edilmesidir. Yanlış mı? ...........................................
Bu durumda Siyonizm, tanımı gereği zaten ırkçılıktır. Bu durumda Anti-Siyonizm nasıl ırkçılık olabilir? Lütfen biri bana açıklasın demagoji yapmadan.
Üstün olduğu iddia edilen ırk İbraniler. Dolayısıyla İbranilerin (ki tanrı soyundan gelme oldukları iddiası var) üstünlüklerinden dolayı, insanoğluna göre daha üstün hakları olduğu iddia ediliyor. Bu argümana itiraz edenler de, ırkçılık ile suçlanıyor. Yani söylemi yüzde yüz ırkçı olan bir din, mensupları ve onların manyakça idealleri değil, bunlara karşı olanlar ırkçılık ile suçlanıyor. Yanlış mı?
Yukarıda kullanılan argümana göre, Nazizm değil, Nazizm karşıtı olmak ırkçılık olmalı. Veya beyaz ırkın üstünlüğünü savunmak değil, ırkların eşitliğini savunmak ırkçılık olmalı. Veya erkeklerin üstünlüğünü değil, erkek-kadın eşitliğini savunmak şovenizm olmalı. Yanlış mı?
Yukarıdaki örnekleri uzatmak mümkün ve bu örneklerin savunulabilir bir mantığı olmadığı da açık. Ve bunları dünyada savunabilecek aklı başında bir kişi bile çıkamazken, yani Nazi karşıtı olmanın ırkçılık olduğunu iddia edecek mantıklı tek bir kişi bile çıkamazken, Anti-Siyonizm’in ırkçılık olduğu demagojisi nereden çıkıyor? Yani köken olarak yüzde yüz ırkçı olan bir söyleme karşı çıkış, nasıl ırkçı olarak nitelendiriliyor? Basit! Açıklayayım.
Siyonizm’in karşıt ideolojisi hümanizmdir. Hümanizm, 18. yüzyıllarda ortaya çıkan bir düşüncedir ve temeli, ırkı, dini, dili, milleti ne olursa olsun, insanların doğuştan eşit olduğu düşüncesidir. Bu temel düşünceden sağ ve sol düşünceler, liberalizm ve sosyalizm doğmuştur. Her ne kadar liberalizm uygulamada gerçekleştirilememişse de, kapitalizmin uygulamalarında bireyler sermayeleri ölçüsünde eşittir. Yani sermaye sahibinin, Yahudi veya Katolik veya Müslüman olması, Anglosakson veya İtalyan veya Arap olması, beyaz veya sarı veya siyah ırktan olması, bir durum değişikliği yapmaz. Kapitalizmde para paradır ve kimin parası olduğunun önemi yoktur. Sosyalizmde ise,
Dostları ilə paylaş: |