Gerçek dünya düzeni


Bu ayrıcalıklı, imtiyazlı masonlar ve Siyonistler içinse, kendi belirledikleri kural ve sınırlamalar geçerli olmamaktadır



Yüklə 0,72 Mb.
səhifə2/14
tarix29.10.2017
ölçüsü0,72 Mb.
#19567
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   14

Bu ayrıcalıklı, imtiyazlı masonlar ve Siyonistler içinse, kendi belirledikleri kural ve sınırlamalar geçerli olmamaktadır. En basit örnek, Müslümanların peygamberi Muhammet’tir. Muhammet, Kuran’da yazdığı üzere, arzuladığı ve Muhammed’e kendisini sunan, evli olmayan her kadınla birlikte olma hakkına sahiptir. Bununla da yetinmez Allah ve der ki, eski kölesinin eşiyle de seks yapabilir. Ve Muhammet o denli ayrıcalıklıdır ki, Ebubekir’in kızını da 7 yaşında eş olarak alır. Sayısız cariye ve eş! O denli çoktur ki, eşler sıraya konur ve eşler arası kavgalar çıkar. Oysa zina suçtur aynı İslam’da. Yani özgür seks suçtur. Yine Ebubekir’in kızı zina suçu işleyince, Allah devreye girer ve ortadan kaldırır suçu. Zira Ebubekir ayrıcalıklı kişidir ve kızı da öyledir; gerçeği çok iyi bildiği için, 5 yaşından beri peşkeş çekildiği Muhammet’ten dolayı. İşte bu gerçek bir çifte standarttır.
Öte yandan her zaman dediğim gibi, sınırları olan bir özgürlük, hapisteki bir mahkumun durumunda olduğu gibi, tamamen anlamsızdır. Bireyi belli sınırlar ile, söz gelişi bir odaya hapseder ve ona odanın içinde, yani belli sınırlar içinde, özgür olduğunu söylerseniz, bu kasıtlı olarak bir illüzyonun yaratılmasını sağlar. Sınırları olan bir özgürlük, aynen hapsedilen bir kişinin özgür olduğu illüzyonu gibidir. Sistem sizi hücrenize sokar ve yanlış bir özgürlük tanımı ve sahte bir algı ile, size özgür bir birey olduğunuzu söyler. Sistemin özgürlük tanımlaması sadece bir illüzyondur.
Siz, sistemsel yaşam sınırlamalarınız içinde, çocuk ve gençken yaşadığınız aile düzeninde, 20-25 yaşına kadar aldığınız eğitim sistemi içinde, mezun olduktan sonra başladığınız ve sözde ilerleme şansınız olan iş yaşamınızda, daha sonra size öğretildiği üzere, kurduğunuz sözde saadet yuvası olan evliliğinizde, hapis ama özgürsünüzdür. Bu hapislikten mutluluk yaratmanız gerekmektedir. Ama her nedense yaratamıyorsunuz. Aslında kimse yaratamıyor. Eskiden de, şimdi de, bu hapis ortamından mutluluk yaratabilen çıkmamış. Olsa olsa kendini kandırma uzmanı psikopatlar çıkmış, bu sözde mutluluk ortamlarından. Bunun sonucunda doğal olarak bağımlılıklar ortaya çıkıyor bireylerde. En ilkel insandaki televizyon-İnternet bağımlılığından, madde bağımlılığına, güç veya para takıntısına kadar, çeşit çeşit bağımlılıklar. Ve insan sağlıksız ve mutsuz olarak, bu hayata katlanıyor, sanki başka seçeneği yokmuş gibi. Sistemden çıkmaya cesaret edenler, iplerini koparıp kaçıp gidenler, maalesef pek küçük bir azınlık. Onların da pek çoğu, sistemle mücadele etmektense, tamamen kopup gitmeyi seçiyorlar, en kötüsü evsiz insanlar gibi. Sistemin size sağladığı özgürlük, zaten esasen bu: ya her şeyi gözden çıkarıp yok olup gideceksiniz, ya da sistem içinde sistemin kölesi olarak yaşamaya devam edeceksiniz. Sistemin size verdiği seçenekler bu: öl ya da köle ol!
Öte yandan insanlık tarihi boyunca, bu diktaları insanların kendilerinin kurduğu iddiası, tamamen asılsızdır. Herhangi bir komplo kurulmadan, diktaların veya örgütlü herhangi bir yapının, başarılı olması veya güç kazanması mümkün değildir ve maalesef tarih bu komplolar ile doludur. Devlet yapısı da, dinlerin çıkışı da bu komploların sonucudur. Ordu, toplum ve aile gibi kurumlar, zaten devlet-din diktalarının desteği altında oluşturulmuştur. Sosyologlar sistem adına yalan söylerken, Antik Yunan’dan bu yana, neden toplumların pek fazla ilerleme kaydetmediklerini açıklamazlar. Örneğin eski Yunan veya Mısır’da bile var olan inanç özgürlüğü, yaklaşık 1500-1600 yıldır yok medeni dünyada. Yine dinlerin çıkış nedenlerini ve nasıllarını açıklayamazlar. İnsanların korkularına dayalı olarak, kendini daha zeki gören kişilerin, salt var oldukları toplumlarda üstünlük kazanma amacıyla, insanları suiistimal ettiklerini açıklamazlar. Devletlerin benzer güç sapkınlığı olan bireylerin emelleri sonucu kurulduğunu açıklamazlar. Yine büyük imparatorlukların, emperyalizmin, bu gibi bireylerin kişisel tatminsizlikleri ve sapkınlıkları yüzünden ortaya çıktığını açıklamazlar. Ordu yapısının, bu gibi kişilerin özlem ve tatminleri ile, oluşturulduğunu açıklamazlar. Söylemlerine göre ilkel topluluklar, doğal kaynaklar ve alanlar için ortaya koydukları mücadelelerinde orduları oluşturmuşlardır. Oysa orduların oluştuğu kabileler, savaşçı ve göçebe, bunun sonucu üretken olmayan kabilelerdir. Ordular, tarımcı olmayan, medeniyet kurmayan, göç eden ve göç ettikleri toplulukları sömüren toplum yapıları içinde ortaya çıkmışlardır. Savaş bu tip savaşçı toplulukların eylemidir.
Devlet kurumu da, temel olarak bu savaşçı kabilelerin, üretken kabileler üzerinde kurdukları egemen yapıdır. Kurumsal dinler de, bu devlet yapıları içinde yaratılmış olan ve devlet yapılarına ve egemen savaşçı kabilelere hizmet eden, bir kurum olarak ortaya çıkmıştır.
Dinin ilk ortaya çıkışı dikkate alındığında, ilkel kabile toplumlarında ruhban sınıfı, biraz basit kimya ve/veya tıp bilen büyücüdür. Bu gerçeği, hala varlığını sürdüren çekinik, doğada yaşayan, kabile topluluklarında görebilirsiniz. Üç egemen dinden önceki pagan dinlerde ise, ruhban sınıfı kahinlerdir. Din ve devlet, pagan toplumlarda ayrı güçlerdir (laisizm) ve dinler arası, yani kahinler arası bir rekabet söz konusudur, aynı şehir devletleri arasında rekabetin olması gibi. Esasen şehir devletlerindeki kahinler ve kehanetler, devlet yapısı içindir ve temel hedefleri de gücü elinde tutanlardır. Oysa Yahudilik ile birlikte, din devletin emrine girmiştir. Amaç devletlerin egemenliklerinin yayılmasında, dinin toplum üzerindeki etkisinin kullanılmasıdır. Bu teknik çok başarılı olmuştur. Ancak Roma’nın Germenlerce yıkılması ve daha sonra Germenlerin Hıristiyanlaştırılmaları ile, bu sefer din devletin üstünde bir pozisyona ulaşmıştır. Ve bu yeni şekliyle din, dünyaya ve insanlara egemen olmuş, emperyalizmin temel motivasyonunu sağlamıştır. Dinin egemen olduğu devletlerin emperyalist idealleri ile birleştiğinde, sömürülecek kaynaklara sahip, sözde ilkel topluluklara medeniyet götürme bahanesiyle, dünyanın kanının emilmesini sağlamıştır din. Dinin sosyolojik evrimi bu şekilde gerçekleşmiştir.
Yine toplum ile topluluk farklı kavramlardır. Toplum, bireyin erkinden ve iradesinden bağımsız bir yapıdır. Oysa topluluk bireylerin iradeleri ile oluşturabilecekleri her tür birlikteliktir. Denir ki toplum olmadan yaşanamaz. Oysa bireyler topluma değil, kendileri gibi üretken diğer bireylere ihtiyaç duyarlar. Esas olarak, toplum da sadece üretken bireylere ihtiyaç duyar. Sorun, sadece ama sadece, üretken bireylerin varlığı veya yokluğudur. Yoksa toplum bireyler için asla bir ihtiyaç değildir.
Ayrıca tarih boyunca oluşturulan yapılar, kasti bir şekilde bozulmuş, çarpıtılmış ve sisteme alet edilmiştir. Örneğin para, işe yarar bir araç iken, amaç haline gelmiştir ve artık yaşadığımız yüzyılda, herhangi bir karşılığı bulunmayan, hayali bir metadır. Mevcut durumda paranın değeri, gerçekte insanlar üzerinde yaratılan illüzyondan başka bir şey değildir. Ekonomi bilimi bile o hale gelmiştir ki, reel ekonomik ölçütler, hayali beklentilere dayandırılmaktadır. Örneğin hayali enflasyon beklenti anketleri, gerçekleşen gerçek enflasyon rakamlarına egemendir. Yine direkt yatırım ve finansman aracı ideallerine dayalı olarak yaratılan borsa, bir takım güçlerin manipülasyonu ve kontrolü sayesinde, reel ekonomik değerlerden bağımsız bir şekilde hareket etmektedir. Dezenformasyon veya içerden elde edilen bir bilgiler sayesinde çöken hisse senetleri veya kasten ve gerçek ekonomik verilerden bağımsız bir şekilde, inanılmaz derecede şişirilen kağıtlar, ekonominin artık tamamen hayal ve illüzyon ile hareket ettiğini kanıtlıyor. Ve bütün dünya, bu ekonomik değerler, kısaca para üzerine döndürülüyor. Üretim, kalite, dayanıklılık, verimlilik, yatırım, araştırma ve geliştirme ... artık boş kelimeler. Demek istediğim sistem, mevcut yapıları da, kendi çıkarına göre suiistimal etmekte ve yoldan çıkarmaktadır.
Sistemin doğal ve kendiliğinden oluştuğu veya insanların kendi iradeleri ile oluşturulduğu söylemi, yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı tamamen asılsızdır. Sistem kasti, bilinçli, organize bir şekilde ayrıcalıklı bir azınlık tarafından kurulmuş ve yönetilmektedir. Sistem, bireylerin etkisi ile veya kendiliğinden değil, manipülasyon sonucu ortaya çıkmıştır. Hayatınızda herhangi bir ortamda sistem benzeri bir yapıyı kurmaya çalışın ve görün bunun ne denli zor olduğunu. Doğal olmayan bir yapının, organik bir canlı kitlesi üzerine monte edilmesi neredeyse imkansızdır. Evrimleşmemiş toplumlarda gerçekleşen devrimlerin başarısızlıklarının temel nedeni zaten budur. Yaşadığımız dünyadaki sistemin egemenliği ise, tek bir şekilde açıklanabilir: planlı, programlı, organize, acımasız, şiddete ve korku politikasına dayalı olması ile. Komplolar ve dayatmada süreklilik olmamış olsaydı, mevcut sistemin var olma şansı da olmazdı. Örnek vermem gerekirse, 2000 yıllık bir dayatmanın sonucudur İsrail’in kuruluşu ve Irağın işgali. Aynı dayatmanın insanlık yararına, insanlık için, Siyonizm değil hümanizm adına yapılmış olması halinde, insanlığın 2000 yılda gelmiş olacağı noktayı hayal bile edemiyorum. Muhtemelen şimdiye kadar diğer gezegenlerde kolonilerimiz, 200 yıllık bir insan ömrü, mükemmel bir eko sistem, bedava enerji, eğitim, sağlık hizmetleri........Dikkatinizi çekerim, bütün insanlığın ideolojisi olan “hümanizm” küçük harfle yazılırken, bir kısım ayrıcalıklı sınıfın ideolojisi olan “Siyonizm” büyük harfle yazılmakta Word programının Türkçe imla kurallarına göre. İşte 2000 yıllık dayatmanın sonucu, sistemin başarısı, gücü ve aynı zamanda sistemin ortaya çıkış nedeni.
Doğal topluluklara bakarsanız, her ne kadar ilkel olarak nitelendirilmekteyseler de, modern insanlığa göre çoğu açıdan, çok daha ileri düzeydedirler. En azından, gereksiz şiddete ve seks düşmanlığına dayalı bir yaşamları olmadığı için, çok şanslılar. Bırakın ilkel olarak nitelendirilen bu kabile topluluklarını, bizden son derece geri gördüğümüz hayvanlar bile, birçok açıdan biz medeni insanlardan üstünler. Birincisi kendi yaşam alanları olan doğal ortamlarına zarar vermiyorlar ve sürdürülebilir bir yaşamları vardı biz insanlar müdahale etmeden önce. İkincisi gereksiz ve sağlıksız yaşamlar sürdürmüyorlar. Doğal olarak yaşıyor ve hayatlarını mümkün olan en aktif şekilde sürdürüyorlar. Anlamsız bağımlıkları yok. Yaşadıklarının farkındalar. Yaşama içgüdüleri var ve yaşam için mücadele ediyorlar. Obez veya madde bağımlısı hayvanlar görmeniz pek olası değil. Üçüncüsü seks yapmak için, kendilerini sattıkları bir sistemleri yok; para veya başka bir şeyin karşılığında seks yapmıyorlar; doğal içgüdüleri ile yapıyorlar. Dünyalarında fuhuş yok; sadece seks. Dördüncüsü doğal sınırlar dışında özgürler. Birbirlerini yönetmeye çalışmıyorlar. Yönetme hırsı ile yaşamıyorlar. Beşincisi gereksiz yere öldürmüyorlar. Gereksiz tüketmiyorlar. Sadece saldırı altında iseler veya açsalar öldürüyorlar. Zevk için veya güç için değil. Ve biz insanlar, yazının bulunmasından bu yana, belki 5000 yıldır bu gezegendeyiz ve medeniyetimizin geldiği şu duruma bakın. Ne kadar ileri ve üstünüz, gerçekten inanamıyorum. Düşünemiyoruz. Kesin olarak özgür değiliz ve bizi sınırlandıran doğa değil, yine insanların dünyası. Seks yapamıyoruz ve tatminsiziz. Sadece fuhuş var dünyamızda! Saçma sapan bağımlılıklarımız var, örneğin televizyon. Aşırı, sağlıksız ve gereksiz tüketiyoruz. Savaşıyoruz; öldürüyoruz; kendi türümüze de, diğer türlere de soykırım yapıyoruz ve ne için, ne adına? Tanrı adına!!! Din adına!!! Millet ve vatan adına!!! Doğal çevremize zarar veriyor; üstelik insanlık için bile daha yaşanamaz bir hale getiriyoruz kendi dünyamızı. Yaşamayı bile bilmiyoruz; hayattan zevk almasını bilmiyoruz; zira yasak!!! Sadece ama sadece güç ve para; diğer insanları yönetme peşindeyiz. Ne muazzam medeniyet!!! Bu durum sadece ve sadece sistemin sonucudur. Sisteme yön veren ise, son iki bin yıldır her zaman egemen dinler olmuştur. Medeniyetimizin geldiği bu durumun sorumlusu, Tevrat, İncil ve Kuran kitapları ve bu kitapları, kendi kişisel ve cemaatsel amaçları için kullanan ruhban sınıfı ve masonlardır. Yoksa medeniyetimizin geldiği durumun sorumlusu, insanlık değil, insanlar değil, insanın doğal içgüdüsü değildir!!!
Yukarıda anlattıklarım dikkate alındığında, ortadan kaldırılması şart olan diktalar nedir? Diktalar, insanların yani bireylerin köleleştirilmesi amacı ile, insanlık tarihinde kurgulanmış komplolar sonucu, tamamen doğal olmayan bir şekilde oluşturulmuş güç odaklarıdır. Tek tek incelersek:
Devletin diktası: herhangi bir ülke veya devlet vatandaşı olmanız, otomatik olarak sizi söz konusu ülke veya devletin kölesi yapar. Birey, söz konusu devletin yargı, yasama, yürütme ve bunlara bağlı silahlı güçlerin egemenliğinde, sadece zavallı ve harcanabilir bir piyondur.
Dinin diktası: herhangi bir dine mensup olmanız, otomatik olarak sizi o dinin kölesi yapar. O dini ve uygulamalarını tartışmanız bile yasaktır. Dogmayı olduğu gibi kabul etmeniz zorunludur. Yöneten sınıfın dine getireceği yorumlara itiraz etmenizin cezası, en iyi ihtimalle aforoz, en kötü ihtimalle ölümdür. İçinde bulunduğunuz toplumun dinine, tarikatına, cemaatine veya mezhebine ait olmamanız ise, kesin olarak ayrımcılığa tabi tutulacağınız ve cezalandırılacağınız anlamına gelmektedir. İnançsız veya başka bir inanç sistemine bağlı iseniz, söz konusu dinlere göre şeytanla işbirliği yapmakla suçlanırsınız.
Toplumun diktası: herhangi bir toplumun üyesi olmanız, otomatik olarak sizi o toplumun kölesi yapar. Toplum normlarının dışında olmanız mümkün değildir. Normdan en ufak bir şekilde ayrılmanız, sizi lanetler. Siz artık anormalsinizdir. Bu giyim tarzınızdan, yediğiniz içtiğinize kadar, yaşam tarzınızın ve hayata bakışınızın her alanı için geçerlidir. Ya topluma uyarsınız, ya da dışlanırsınız. Farklı iseniz, kesin olarak toplum için düşmansınızdır ve yok edilmeniz gereklidir. ABD veya Avrupa ülkelerinde, sözde farklılıkların ve farklı kültürlerin desteklenmesi, bu ülkelerde mevcut ırkçılık dikkate alınırsa, tamamen sanal bir uygulamadır. Diğer ülke toplumlarında ise, zaten en ufak bir farklılık, sizi toplum düşmanı yapar.
Ordunun diktası: herhangi bir şekilde ordunun bir parçası olmanız, otomatik olarak sizi o ordunun kölesi yapar. Ordunun sistemi basittir. Emir komuta zinciri. En üstten en alta kadar. Hem de en ufak bir sorgulama olmadan. Ordu mensupları için doğruyu, en üst komuta belirler ve bu emir uygulanır. Kesin ve mutlak itaat. Siz, sadece ama sadece, harcanabilir bir köle/robot/askersinizdir. İnsan olmanın ve insan hayatının en ufak bir değeri yoktur. Tek ama tek bir şey önemlidir. O da ordunun kendisidir.
Ailenin diktası: herhangi bir ailenin çocuğu olmanız, otomatik olarak sizi o ailenin kölesi yapar. Çocuk hakları diye bir şey yoktur. Sizin doğumunuzdan sorumlu olanlar, size her istediklerini yapma hakkını kendilerinde görürler. Sizi koruyan hiç bir şey yoktur. Herhangi bir şekilde bu zincirlerin dışına çıkabilme şansınız yoktur. İlk şiddete çocuklar evlerinde maruz kalırlar genellikle; baskıyı ve sınırlandırmayı ilk evlerinde yaşarlar. Hayattan vazgeçmeyi evlerinde öğrenirler. Ve ilk olarak bireyler, aile yaşamlarında aldıkları deneyimler sonucu, yaşarlar kişilik bozulmasını.
Özgürlükten bahsettiğimde, devlet, din, toplum, ordu ve ailenin kölelik sisteminden özgürleşmeyi kastediyorum. İnsanların sağlıklı, doğal ve mantıklı bireyler olmaları, diğer özgür bireyler ve onların oluşturduğu topluluklar ile, kendi kurallarına dayalı sözleşmeler yapmaları ve kendi yaşamları üzerinde gerçek iradeye sahip olmalarıdır özgürleşme. Bireylerin sınırlandırılmamış bir özgürlüğe sahip olmaları için, devlet, din, toplum, ordu ve aile diktalarının yok edilmesi zorunludur.
Liberalizm teorisi de, bireyler ve bu tip bireylerin oluşturacağı özgür bir topluluk için, aynı hedeflere sahip olmakla birlikte, diktaların temelindeki gerçekliği görmezden gelmekte ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için, herhangi bir yöntem sağlamadığından, gerçekleştirilmesi imkansız görülmektedir. Öte yandan anarşizm teorisi, bireylerin düşmanlarının farkında olduğu için, bu tip hedeflerin gerçekleştirilmesi amacıyla, çok daha belirgin bir yol göstermekte ve ilk olarak mevcut sistem ve diktaların yıkılmasını gerekli görmektedir. Bu diktaların yıkılması halinde, sağlanacak kaos ortamı, doğal ve evrimsel olarak sağlıklı, normal koşulların ortaya çıkışını garanti altına alacaktır.
Sistem ikinci dünya savaşı sonrasında elde edilen bilimsel gelişmeler, eğitim düzeyi, felsefi düşüncelerdeki değişiklikler, seks, uyarıcı ve uyuşturucu ilaçlar ve müzik ile edinilen sosyo-psikolojik ilerleme ile güç kazanan bireylerin isyan etme riskinin farkındaydı. Dünya savaşları sayesinde sistem önemli ölçüde güç kaybetti ve bireyler de bir miktar özgürlük kazandılar. Buna reaksiyon olarak sistem 1980’lerden itibaren, evcil hayvan veya köle olarak gördüğü insanlar üzerinde, yeniden ve bu sefer mutlak bir kontrol kazanma amacıyla, tekrar saldırıya geçti. Savaş, 80’lerden bu yana, tek yönlü olarak, sistem tarafından insanlara karşı gerçekleştirilmektedir. İnsanlar bilinçlenip bu duruma dur demezlerse, insanlık sistemle bir şekilde mücadeleye başlamazsa ve teknoloji sayesinde giderek güçlenen sistem kısa bir süre içinde ortadan kaldırılmazsa, George Orwell’in 1984 romanından çok daha vahim ve kötü bir ortamda, sistem için yaşayan basit makinelere-robotlara dönüşeceğiz bu gidişle veya muhtemelen dönüştük çoktan. İşin daha da kötüsü, 90’lardan beri sistemin insanlar için uygulamaya koymayı düşündüğü bir kıyamet planı var. Bu plan uygulamaya konursa ki, uygulanacağından emin olmak mümkün değil, insanların çoğu bir şekilde ortadan kaldırılacak. Muhtemelen dünyadaki insanların yüzde doksan dokuzu soykırıma maruz kalacak. Bu nasıl olacak bilmek mümkün değil. Biyolojik silahlar da kullanılabilir, nükleer veya doğal afetler sonucu veya başka bir şekilde de olabilir. Planı sadece onlar biliyor. Bu yüzden bir an önce ve derhal insanlık olarak sistemle savaşmaya başlamalıyız. Yoksa insanlığın sonu çok uzak değil!

BÖLÜM 2
SEKS 1
SEKS VE DİN İLİŞKİSİ
Canlı organizmaların doğal içgüdüleri vardır. Bu içgüdülerin en önemlisi hayatta kalma içgüdüsüdür. İkinci en önemli içgüdü ise üremektir; yani insanlar için sekstir. İçgüdüler söz konusu türün devamı ve evrimleşmesi için şarttır. Bu doğanın kuralıdır. İçgüdüler doğaldır ve sorgulanmaları anlamsızdır; zira doğaya veya evrene hükmetmek, zannedildiğinin aksine mümkün değildir. Biz insanların, doğanın-evrenin bir parçası iken, doğa üzerinde egemenlik kurabileceğimizi düşünmemiz, aslında bir yanılsamadır. İnsan türünün, dünya üzerinde bulunan diğer canlı türlerin bir kısmının yok oluşunda önemli bir rol oynaması, insanın doğada kendi yararına olduğunu düşündüğü şekillerde geçici değişikliklere yol açması, hatalı bir şekilde, insan türünün doğa üzerinde egemenlik kurduğu gibi bir yanılsamaya neden oluyor, kimi çevrelerde. Oysa biz insanlar, olumlu veya olumsuz bir şekilde, doğada sadece kendi çapımızda, yani minimal düzeyde bir etkiye neden oluyoruz. Bu etkinin doğal olarak bir geri tepkisi olacaktır; ancak kesin olan bir şey var ki, doğa-evren değişmekle beraber, zaman içinde sürekliliğini ve egemenliğini koruyacaktır. Ancak insanoğlu bu süreçte varlığını koruyamayabilir ve mevcut durumda taptığı paranın, gerçek dünyada bir değerinin olmadığını anlamak zorunda kalabilir. Dünya ve doğa, insandan sonra da var olacaktır ve canlı hayat bu durumda muhtemelen başka şekillerde evrimleşecektir. Dolayısıyla doğa karşısında insan aslında acizdir ve doğanın diğer canlı türlere olduğu gibi, insana da egemen olması, son derece normaldir. İşte bu gerçeği, din adamlarına, psikologlara, sosyologlara, siyaset adamlarına, iş adamlarına ve nedense çevrecilere anlatmanız mümkün olmuyor. Tek tanrılı söylemleri olan din adamları, dünyanın insanın hizmetinde olduğunu iddia ederlerken, sosyal bilimciler doğanın üstünlüğünü görmezden geliyorlar; para ve güç odaklı, mevcut kapitalist sistemin oyuncuları, gücün parada olduğunu zannediyorlar ve akılları havada çevreciler, doğayı ve dünyayı insandan zayıf zannediyorlar. Oysa evren-dünya-doğa, var olan gerçek, tek güçtür ve insanoğlundan çok daha güçlüdür.
Doğa kurallarına göre, canlı organizmalar varlıklarını sürdürmek için tüketmek zorundadır. Zira canlı formlar, kararlı formlar değildirler. Sürekli olarak enerji ve yedek madde ihtiyacı içindedirler. Bu ihtiyaçlarını doğal çevrelerinden ve başka canlı formlarından elde etmek zorundadırlar. Bu doğal bir ihtiyaçtır ve aksi takdirde söz konusu canlı hayatını kaybedecektir. Hayatta kalmak, her canlı için doğal bir içgüdü olduğu için, canlılar sürekli ve zorunlu olarak tüketme eğilimindedirler. Dolayısıyla da çevreleri için, doğal olarak tüketici bir etki oluştururlar. Yani insanoğlu olarak hayatta kalmak için, yemek yemek; yani diğer canlıları öldürmek ve tüketmek zorundayız maalesef. Canlı olduğumuz için, yaşamak için, hayvanları ve bitkileri yemek zorundayız. Bu doğanın kuralı ve bunu değiştirmek maalesef mümkün değil. Bunu kolaysa, kendilerini doğadan üstün gören vejetaryenlere ve Budistlere anlatın bakalım.
İnsan türü, var olmak, hayatta kalmak için, diğer hayvanları ve bitkileri tüketmek zorunda, bu birincil içgüdüsüne göre. Ancak ikincil içgüdüsü için, yani seks için tüketmek zorunda değil. Seks için insanların başka canlı formlarını, hayvanları veya bitkileri öldürmesi; tüketmesi veya çevreye zarar verecek şekilde kaynak kullanmaları gerekmiyor. Seks için insanların herhangi bir şekilde çevresine zarar vermesi; herhangi bir canlıyı öldürmesi; herhangi bir şekilde tüketimde bulunması gerekmiyor. Seks için sadece iki ayrı cinsin (heteroseksüel varsayımla) bireylerinin, birbirlerine hormonsal bir ilgi duyması gerekiyor. Bu da zaten doğal ve kendiliğinden olan bir proses. Bu zaten insanların içgüdüsünde olan, baskılansa bile ortaya çıkan, doğal bir ihtiyaç. Seks işte bu. Zararsız, tüketmeyi, öldürmeyi gerektirmeyen, hormonsal, içgüdüsel, kendiliğinden var olan, ortaya çıkan, güçlü, son derece önemli, muhtemelen biz insanları hayatta tutan, yaşama sevinci veren, insanları gençleştiren, gayet insansı, tamamen doğal bir ihtiyaç. Seks muhtemelen kendi başına bir gençlik iksiri-ki bu iksiri emin olun onlar çok iyi biliyorlar ve spor yapmasalar bile, seksi kesin olarak kullanıyorlar, ilerleyen yaşlarına rağmen ve hatta özellikle ilerleyen yaşlarında.
Peki sözde medeni, gelişmiş ve diğer canlı formlardan ileri dünyamızda, sekse insanlık olarak bakış açımız ne? Seks kötü, tehlikeli, zararlı, iğrenç, ahlaksız, şeytani, hastalıklı bir durum, hatta psikolojik bir bozukluk. Seks bağımlılığı diye bir hastalık var, sözde psikiyatri alanında. Bu uydurulmuş psikiyatrik durum, aslında bunu uyduran beyinlerin hasta olduğunu kanıtlıyor, ama maalesef ipleri sistemin elinde olan bilim dünyasında kabul görüyor. Seks bağımlılığı varsa, yaşam bağımlılığı da var insanların. İnsanlar yaşamak istiyorlar ve hayatta kalmak için, örneğin yemek yiyorlar diye, insanlara yemek bağımlısı teşhisi koymak kadar gülünç ve anlamsız, seks bağımlısı teşhisi koymak. Tıp bilimi açısından herhangi bir bağımlılıktan bahsedebilmek için, söz konusu maddenin doğal olarak ihtiyaç oluşturmaması gerekli. Dolayısıyla insanlara hava, su, yemek, uyku bağımlılığı gibi bağımlılıklar uydurulamayacağına göre, seks bağımlılığı da uydurulamaz. Tıp bilimine göre, her bireyin farklı olduğu kabul edildiğine göre, kimine göre ihtiyaç olan düzey, kimine göre fazla, kimine göre azdır. Canlı formların bireysel örnekleri, aynı koşullar altında çok farklı reaksiyonlar verdiklerine göre, neyin ihtiyaç, neyin fazla olduğuna karar vermek mümkün değildir. Tamamen aynı tedavinin, aynı hastalıktan muzdarip iki benzer hastada, farklı gelişim gösterdiği dikkate alınırsa, zaten her bir insanın farklı olduğu; dolayısıyla herhangi bir normun insanlara dayatılmasının, mantıklı olmadığı açıktır. Buna karşın sözde tıp biliminde, seks bağımlılığı diye, psikolojik temelli olduğu iddia edilen bir durum var. Oysa onlar için seks bağımlılığı teşhisi konmuyor; sübyan bağımlılığı veya genç partner bağımlılığı teşhisleri de konmuyor. Veya ceza da almıyorlar gerçekleştirdikleri orji seanslarından dolayı.
Daha da kötüsü seks hastalık ve tehlike demek. Zira yine ipleri sistemin elinde olan tıp biliminin iddiasına göre, seks yoluyla bulaşan hastalıklar var. Aslında tabi ki var. Örneğin frengi. Yüzyıllardır var olan, çok iyi bilinen, seks yoluyla bulaşan, gerçek ve tamamen doğal bir hastalık. Hastalıkların seks yoluyla bulaşması son derece normal. Zira aynı türden iki canlının herhangi bir şekilde etkileşimi, hatta farklı iki türden iki canlının etkileşimi bile, hastalık yapan çeşitli mikroorganizmaların, iki canlı arasında transferine neden olabiliyor. Bu son derece normal bir durum. Türler arası birçok bulaşıcı hastalık var. Tür içi bulaşma riski de doğal olarak daha yüksek. Örneğin sadece aynı kapalı alanın paylaşılması bile, risk faktörü bazı hastalık yapan mikroorganizmaların bulaşması açısından. Peki o zaman ne yapacağız? Herkes kendini, Michael Jackson’ın bir zamanlar yaptığı gibi, diğer canlılardan, doğal çevreden ve doğal olarak yaşamdan, izole mi edecek? Tabi ki hayır ve zaten bu imkansız. Yani mutlak olarak bulaşma riskini yok etmek imkansız. Yaşıyorsanız, hayattaysanız, mikroorganizmaların bulaşma riski vardır ve bunun suçlusu yaşam değildir. Bu normal bir durumdur. Tabi eğer doğal, yani insan yapımı olmayan, laboratuarda üretilmemiş bir mikroorganizmadan bahsediyorsak. Yani örneğin frengiden bahsediyorsak, bu durum normal bir risktir. Yaşamın, yaşıyor olmanın, hala seks yapıyor olmanın getirdiği bir risk. Ama tabi ki bu risk, seksi, hastalıklı veya tehlikeli bir durum yapmaz. Yaşamın her alanında olduğu gibi, seks yapmanın da doğal riskleri olması normaldir. Araba kullanıyorsanız, kaza yapma riskiniz olduğu gibi. Uçağa biniyorsanız, uçağın düşmesi riskinin olduğu gibi. Spor yapıyorsanız sakatlanma riskinizin olduğu gibi. Mutlak güvenliğin olmadığını anlıyorsanız, yani kendinizi sanal ve mutlak bir güvence altında hissetmiyorsanız, seksin sizin için ilave bir hastalık veya tehlike oluşturmayacağı açıktır. Ancak sözde tıp bilimi ve tıp dünyası, seksi bir hastalık veya tehlike olarak gösteriyorlar insanlığa. Neden ve kimin etkisi altında acaba?
Ve AIDS nedir? Nereden çıktı? Acquired Immune System Deficiency Syndrome. Yani Edinilmiş Bağışıklık Yetersizliği Sendromu. İddia nedir AIDS ile ilgili? Kesin olarak ölümcül. İddia nedir? Kesin olarak bulaşıcı. Ama bu yüzde yüz ölümcül, çok bulaşıcı ve seks yolu ile bulaştığı iddia edilen hastalık, insanlık tarihinde 1980’den önce görülmemiş. Tam olarak çıkış tarihi 1978-1979 gibi. Daha öncesi yok. Örneğin 1960’larda tek bir vaka bile görülmemiş. Ama hiç! Demek ki insanlar, 1960’larda veya öncesinde, ne seks yapıyorlarmış, ne de madde kullanımı varmış. Mümkün mü? Hayır! Yani AIDS birden bire ortaya çıkmış. İki ortaya çıkış bölgesi var. ABD ve Afrika. Ortaya çıkış iddiası, maymundan insana geçtiği yolunda. AIDS de, aslında diğer biyolojik silahlar gibi, laboratuarlarda üretilen bir viral ajanın (HIV), 70’li yılların sonlarında insanlar üzerinde denenmesi sonucu ortaya çıktı. Etken mikroorganizma ne? HIV. Kim tespit etmiş? ...... HIV’in AIDS’e neden olduğu, hangi bilimsel makalede, hangi yayında, kim tarafından bulunmuş ve kanıtlanmış? Yüzyılın keşfi olduğu halde, cevabı yok!!! HIV’in AIDS’e neden olduğu, birden bire ve tüm tıp camiası tarafından ortaklaşa sahiplenilmiş bir iddia. HIV gerçek, ama öldürücü mü? Bilinmiyor. Peki HIV neden üretilmiş? Kim üretti diye sormak, herhalde salakça olur. Ama ben yine de yazayım. Tabi ki ABD. Ama ABD’de nerede ve kim derseniz, muhtemel ordu için çalışmalar gerçekleştiren ve bilimsel yayınlarda adı bu yüzden asla anılmayacak, isimsiz ve muhtemelen şu anda kaybolmuş bilim adamları.
Konu üzerinde ciddi anlaşmazlıklar olmasına rağmen, anladığım kadarıyla denilen odur ki, HIV gerçekten de bağışıklık sistemi üzerinde olumsuz bir etki yapmakla beraber, bağışıklık sisteminin tam olarak çökmesi ve AIDS hastalığının ortaya çıkması, tek başına HIV virüsünün bulaşması sonucu olmuyor. HIV esas olarak bağışıklık sistemini ciddi anlamda zayıflatıyor ve AIDS hastasında mevcut diğer bağışıklık sistemini baskılayıcı risk faktörlerinin (örneğin ilaç kullanımı, madde bağımlılığı, yetersiz beslenme ve aktivite ....) varlığında, sistemin tamamen çökmesine neden oluyor. Yani HIV olmadan, normalde bağışıklık sisteminin dayanabildiği ve çökmediği durumlarda, örneğin yetersiz beslenme veya ilaç kullanımında, HIV’in ilave varlığının bağışıklık sistemini iptal ettiği ve bu şekilde AIDS’in geliştiği görülüyor. Yani HIV aslında önemli bir bağışıklık sistemi zayıflatıcı ajan, ancak tek başına mutlak bir şekilde ölümcül değil.
Bulaşma durumu ise tamamen apayrı bir konu. Tüm vücut sıvıları, bulaşma için yeterli bir ortam sağlıyor. Yani sıtmada olduğu gibi, sivrisinekler bile aslında bulaşma açısından risk oluşturuyor. Ne oranda bulaşıcı olduğu hakkında bilgi yok. Yani kaç enjektör paylaşımı, kaç sivrisinek paylaşımı, kaç vücut sıvısı paylaşımının, bir HIV pozitif sonuç verdiği konusunda veri yok. Kan yoluyla bulaşma riski daha yüksek olduğundan, damar içi madde kullanıcılarında ve erkek homoseksüellerde bulaşma riski daha yüksek görülüyordu, ilk ortaya çıktığında.
Tedavisi ise son 30 yılda gerçekleştirilen çalışmalara rağmen bilinmiyor. Açıklanmıyor olması çok olası. Zira onların AIDS’ten korkuları yok. Bunun mantıklı bir nedeni olması lazım. Zira HIV bulaşır bulaşmaz, üçüncü bir taraf açısından bulaşma riski oluşturuyor. Ve HIV testleri yüzde yüz güvenilir değil. Zira testler negatif çıksa bile, pozitif olma ihtimaliniz var. Ayrıca bulaşmanın gerçekleştiği ilk dönemde, testler çoğunlukla negatif çıkıyor. HIV’in pozitif çıkacak düzeyde popülasyon artışının sağlanması için, gerekli olan süre açısından, bireyden bireye büyük farklılıklar görülüyor. Sonuç olarak testlerin negatif olması, testin yapıldığı anda bile, kişinin HIV negatif olduğunu garanti etmiyor ve HIV’e karşı yüzde yüz korunma sağlayacak, bir seks yöntemi de yokken, onların çok rahatlıkla sürekli partner değiştirerek, kalabalık grup seks partileri yapmaları, HIV’e karşı koruyucu bir önlemin bilindiğini kanıtlıyor.
Çıkış nedenine gelince, AIDS insanlık için gerçek bir tehdittir ve aslında terör amaçlı kullanılan biyolojik bir silahtır. Amaç insanların terörize edilmesi, seksten korkutulması, toplumların şekillendirilmesidir. AIDS aslında bir sosyal şekillendirme operasyonudur. Kullanılma amacı, seks devrimi sonucunda, seksüel hak ve özgürlüklerini kazanma eğiliminde olan insanlara karşı savaş açılması, bu şekilde karşı devrimin gerçekleştirilmesi ve insanların 60’lı-70’li yıllar öncesindeki ilkel-korku dolu hallerine geri döndürülmeleridir. AIDS biyolojik bir silahtır ve sistem bu silahı sosyal şekillendirme projesi için gerçekleştirdiği terör operasyonunda kullanmaktadır. Gerçek maalesef budur. Bu silahı üretenleri bulursanız, bu silahı kullanmaktan fayda sağlayanları, seks karşıtı terör operasyonu ile elde edecekleri sosyal değişimi, kendileri için yararlı görenleri bulabilirsiniz. Bu silahı üretenlerin arkasındakiler, seks karşıtı söylemlerin arkasındaki güçlerdir. Bakınız: Tevrat, Kuran, İncil, Siyonizm, Masonlar. Bu arada daha önce de ifade ettiğim üzere, seks sadece sizin için kötüdür. Ruhban sınıfı, istediği çocukla, istediği şekilde seks yapacak kadar özgürdür seks konusunda. Veya masonlar istedikleri kadar çeşitli seks oyunları oynayabilirler ve bu seks oyunlarında insanları kullanabilirler. Ama siz yaparsanız, kendi iradenizle ve kendi istediğinizle, hiç bir karşılık beklemeden, seks suçtur, günahtır, yasaktır, tehlikelidir ve hastalık kaynağıdır. Ama onların fuhuş oyuncağı olmanız son derece normaldir. Zaten istenen de budur. Onlara fuhuş malzemesi olmanız.
Seks zaten medeni dünyada genel olarak her zaman kötü bir kavram idi. Şeytani, iğrenç, ahlaksız, kötü bir şey. Peki niye kötü? Kime göre kötü? Neden şeytani? Bu dünyanın en zararsız, masum, doğal ihtiyacı, nasıl ve neden kötü? İnsanlığın kafası bu denli nasıl karıştı? Seks nasıl kötü ilan edildi? Gerçekte şeytani olan gereksiz şiddet niye kutsal? Kurban etme düşüncesi neden kutsal? Kimde kutsal? Ve seks kimde kötü ve neden kötü? İşte bu da işin dini ve ahlaki boyutu. Tevrat-İncil-Kuran kitaplarına göre, seks özgürlüğü ve seks kötüdür. Musa ve İsa hayali karakterler olduklarından, seks yaşamları da olmamıştır. Muhammet tam aksine gerçektir ve seks konusunda aşırı derecede talepleri olmuştur ve Allah da Muhammet’e ayrıcalık tanımış ve seks özgürlüğü vermiştir. Ancak ideal olan bu üç dine göre farklıdır. Bu dinlerde insanlara dayatılan şey, seksin sadece kendi dininden olan insanların üremesi için yapılmasının gerektiğidir. Yani seks sadece, söz konusu dinin yeni köleler elde etmesi için, üreme ve çoğalma amacıyla yapılmalıdır ve asla ama asla zevk için yapılmamalıdır. Zevk için yapılması suçtur. Seksin bu üç tek tanrılı dindeki yeri budur. Yani çoğalma. Çoğalmanın amacı, bu üç dinin temelini oluşturan zorbalığın ve şiddetin, dünyaya hakim kılınması için, yeni savaşçı kölelerin yaratılmasıdır. Amaç dünyada şiddetin, kan gölünün, kötülüğün egemen olmasıdır. Bu üç dine göre şeytani olan sekstir, din adına şiddet, işkence, cinayet veya savaş şeytani değildir. Bu kadar masum ve zararsız ve insana zevk veren, insan psikolojisinde en ufak bir olumsuzluğa neden olmayan, insanı kötülüğe ve şiddete sevk etmeyen, insanı sakinleştiren ve mutlu eden, insanı gençleştiren ve canlandıran seks neden kötü sorusuna cevap vermek son derece kolay. İyiliğin gücü olan tanrının yerine şeytanı, iyiliğe ve tanrıya hizmet ettiğini iddia eden dinlerin yerine, kötülüğe ve şeytana hizmet eden dinleri koyarsanız, bilmecenin cevabı açıktır. Seks kötü ve din adına insan öldürmek iyi ise dine göre, yanlış olan dindir. Bu kadar basit. Bu dinler kötülüğe hizmet ederler. Taptıkları da şeytandır. Gereksiz yere şiddet kullanmak veya öldürmek, din adına olsa bile, kötüdür. Seks ise doğal ve tarafların onayı olduğu sürece, mutlak olarak iyidir. Eğer bir din, hangi din olduğuna bakılmaksızın, seksi lanetliyor ve din adına şiddeti hatta kurban vermeyi onaylıyor ise, o din kötülüğün veya başka bir deyişle şeytanın dinidir, iyiliğin değil.
Kısaca özetlemek gerekirse, şiddetin, tanrı ve din adına insan öldürmenin, tanrı için kurban vermenin kutsallaştırıldığı, seksin, doğanın, insanın özünün lanetlendiği dinler hangi dinlerdir? Yahudilik-Hıristiyanlık-Müslümanlık. Bilinçli veya değil, kötülüğe tapınan, yani şeytana tapan hangi dinlerdir? Bu üç din. İnsanın özde kötü olduğunu söyleyen, seksin ve içgüdülerin kötü olduğunu iddia eden, doğayı ve doğallığı lanetleyen, ama öte yandan din adına, tanrı adına insan öldürmeyi kutsallaştıran işte bu dinlerdir. Gerçek bence çok açık. Yeter ki sorgulayın. Sorgulamadan kabul etmemeniz halinde, bu üç dinin seks, tanrı adına insan öldürme, tanrı için kurban verme ve şiddet konularındaki yaklaşımlarını görmezden gelmek mümkün değil. Çok basit bir örnekle, Yahve ki, aslında hem Musevilerin, hem de Müslümanların tanrısıdır Tevrat ve Kuran’a göre, açıkça emretmiştir, kardeşin kardeşi öldürmesini, Levililer adlı kitapta. Ve bu kitaba göre, Levililer bu katliamı gerçekleştirdikleri için, 12 kavim arasında en üstün pozisyonu kapmışlardır, tanrılarının gözünde. İddia budur; kitap yazmaktadır; Kuran bu kitabı aynen kabul etmektedir. Kuran’a göre Tevrat bozulmamıştır; sadece Museviler günahkardır ve tanrının kitabına harfiyen uymamaktadır. Kuran’a göre Tevrat’ı indiren Allah’tır. Yani Musevilerin Yahve’si Allah’tır. İşte insanların körü körüne taptıkları tanrı budur. Emir ortadadır. Öldürmeyeceksin diye bir emir yoktur. Hiçbir kitapta da böyle bir emir olamaz. Olsaydı öldürmeyeceksin diye bir emir, hiç bir Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi, askerlik yapamazdı, terörist olamazdı ve hepsi kesin olarak pasifist olurlardı. Oysa 20 yüzyıldır insanlar bu dinler için birbirlerini boğazlıyorlar, sözde iyilik adına, sözde tanrı adına. Birazcık beyninizi kullanır ve sorgularsanız, gerçek açıktır. Tanrı dediğimiz, aslında kötülüğün bizzat kendisi ve gerçek şeytandır. Bu ilaha ben şeytan tanrı diyorum. Şeytan tanrı, bu üç dinin üçünde de egemendir. Bu üç dinin yayılmacı politikasının ve bu yönde sağladıkları başarının nedeni, kendi dinlerinin üyelerini, diğer inanç sistemlerinden olan insanları katletmeye sevk etmesidir. Bu prensip sayesinde, kutsal imparatorluklar kurulmuş, haçlı seferleri gerçekleştirilmiş, kimyagerler ve tıpçılar büyücü diye katledilmiş, bilim ve siyaset adamları hatta krallar aforoz edilmiş ve öldürülmüş, soykırımlar gerçekleştirilmiş, eski dinler ortadan kaldırılmış, farklı düşünen, inanan, ibadet edenler yok edilmiş, dinden çıkanların kafaları kesilmiştir. Bu üç şeytan tanrı tapınımı olan din de, aynı şeyleri yapmıştır. Egemenlik için şiddeti kullanmışlardır. Hem de ayrım gözetmeksizin, kendi dinlerinden olanlara bile kullanmışlardır. Sorarım İslam tarihi biliyorsanız, Muhammet sonrası dönemde 4 halifeden kaçı, Müslüman kılıcı dışında kendiliğinden ölmüştür? Sadece Ebubekir. Ya da Katolik haçlı seferlerinde Ortodoks olanlar öldürülmedi mi; tecavüze uğramadı mı? Bizans’ı bitiren esas olarak haçlı seferleridir. Ya da bu kitabın sonraki sayfalarında anlatacağım üzere, 2. dünya savaşında Siyonist olmayan (dinden çıkan) Yahudilerin soykırımından, Siyonizm (Levililer) sorumlu değil mi? Yani yukarıda anlattığım şekilde her üç din de, kendi dininden olanları bile öldürmekte tereddüt etmemiştir, hem de din ve tanrı adına. Her üç din de, tanrı adına öldürmeyi bu denli kutsallaştırırken, insanların kendi irade ve istekleri ile, kimseye zarar vermeden seks yapmalarını şeytani bulmaktadır. Bu durumda sizce şeytan nerede? Yahudilerin-Hıristiyanların-Müslümanların beyinlerinde mi? Yoksa onların iddialarına göre, bu üç dine ait olmayanların içinde mi?

Yüklə 0,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   14




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin