Gerçek dünya düzeni



Yüklə 0,72 Mb.
səhifə3/14
tarix29.10.2017
ölçüsü0,72 Mb.
#19567
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   14

BÖLÜM 3
SEKS 2
SEKS DEVRİMİ VE SİSTEMİN REAKSİYONU
Seks devrimi esasen, 1. ve 2. dünya savaşlarının belki kasıtlı, belki de istenmeyen bir sonucudur. İnsanlar ölümle karşılaştıklarında, psikolojide yeri olduğu üzere, bir nevi şok tedavisi geçirir ve yaşadıkları hayatı sorgular, içgüdülerinin uyanmasına engel olamazlar. Bu psikolojik durumun, 20. yüzyılda yaşanan bilimsel ilerlemeler ile birleşmesi sonucu, oluşan toplumsal devrimlerden en önemlisi, seks devrimidir. Evet belki insanlarda siyasal bir bilinç oluşmamıştır bu dönemde. Evet belki sınıfsal bir bilinç de oluşmamıştır. Veya insanlar ahlaki açıdan mevcut dinleri de yeterince sorgulamadılar, bu dönemde. Zaten esas olarak 60’lı yıllarda yaşanan sosyal devrimin temel eksikliği, alt yapısında tutarlı ideolojik bir temelin olmamasıdır. Ama gerçek olan bir konu var ki, halk kitleleri bu seks devriminden gerçekten de etkilendiler. Seks, kadın ve erkek üzerine yeni söylemler gelişti. İnsanların davranış biçimleri değişti. Kadınlar değişti. Erkekler değişti. Aynı dönemlerde kadın hareketi de gelişti ve feminizm ortaya çıktı. Aslında kadınların erkeklerle artık eşit olma talebi, seks konusunda da eşit olma istemine ve bunun sonucunda bir takım seksüel talepleri olmasına neden oldu. Yani seks devrimi, gerçek bir toplumsal hareket olarak, bütün dünyayı etkiledi. Peki sonra ne oldu da, dünya eskisinden de beter bir hale geldi, seks açısından? Sistem, seks devrimine karşı, hangi reaksiyonları gerçekleştirdi ve seks devrimi nasıl yolundan çıktı ve duvara tosladı?
Feminizm hareketinin çıkış noktası, son derece doğru ve haklı idi. Kadınların da, erkekler kadar, insan olduğu ve dolayısıyla hak sahibi oldukları, iddiası ile yola çıkılmıştı. Kadınlar hak talebinde bulunurken, kadın olmadıklarını iddia etmiyor; cinselliklerini reddetmiyor; hatta tam aksine cinselliklerini de, bu hareketin bir parçası olarak görüyorlardı. Kadın seksi idi ve seks onun bir parçası idi. Kadının erkeğe eşitliği, toplumsal hayatın cinsel anlamda renk kazanması anlamına geliyordu. Ama tabi organize yapı, kısa sürede bu toplumsal hareketin de içine sızdı ve hareketi yolundan saptırdı. Bir süre sonra feminizm, kadının erkekten üstün olduğu iddiasını benimseyen ve bu yüzden daha üstün haklara sahip olmasını talep eden, anlamsız bir söyleme kavuştu. Bir süre sonra da, tamamen erkek düşmanı, lezbiyen bir söylem içine girdi. Artık kadının insan olarak değer görmesi için, erkekleşmesi ve kadınlığını terk etmesi, kısaca bir nevi transseksüel olmasının gerektiği düşünülüyordu. Daha da ileri gidilerek kadın, toplumda insan olarak değer görmek için, cinselliğini reddetmeye itildi. Bu 30-40 yıllık süreç içinde, feminizm hareketinin 180 derece yön değiştirmesi, tabi ki yukarıda bahsettiğim güçlerin etkisi ile ve onların yararına oldu. Kadınlar ekonomik bağımsızlıklarını, tam anlamıyla olmasa da, büyük ölçüde elde ettiler. Eğitim ve iş hakları elde ettiler. Ancak kadınlık ve cinsellik açısından, çok şey kaybettiler. Evet, artık kadınlar evde, sosyal ve iş yaşamında eşitmiş gibi (zira aslında sistem ve çoğu zaman erkekler, hatta bazen kadınlar, bu düşünceyi samimi olarak paylaşmıyor) muamele görüyorlar, ama bunun karşılığında çoğu kadın, kadın olmayı, cinselliğini unuttu ve aseksüelliği benimsedi. Bu da zaten sistemin hedeflediği esas amaçtı.
Feminizm hareketinde yapılan temel hata, insan hakları hareketinden bağımsız, salt kadına odaklı düşünülmesidir. Ayrımcılık temelli bir hareketin hümanist olması düşünülemez. Eğer baştan beri temel ideoloji, feminizm yerine hümanizm olsaydı, yapılan hataların hiç biri yapılmazdı. Önemli olan insan olandır. Kadın da, erkek de, doğal olarak insandır. Çocuk veya yaşlı, herkes sonuçta insandır. İnsan olan değerlidir, haklıdır ve doğal olarak özgürdür. Bu söylemden yola çıkılmış olsaydı, feminizm hareketi yolundan çıkarılamazdı. Erkeğin cinselliği gibi, kadının cinselliği de, onun bir parçası ve doğal hakkıdır. Erkeğin de, kadının da, cinselliklerini yaşamaları doğal haklarıdır. Bu hakkın baskı altına alınması veya gasp edilmesi ise, insanlık suçudur ve cezalandırılmalıdır.
Feminizm ve seks devriminin yoldan çıkarılması, sadece kadınlara cinselliklerini reddettirme yönünde yapılan baskılarla sağlanmadı. Kullanılan başka teknikler de vardı. Bunun en temel örneği, o zamanlar geçerli olan muhafazakar söylemin değiştirilmesi ile, kadınların mal konumlarının korunması sayesinde gerçekleştirildi. Bu söyleme göre, kadının insan olarak değeri, erkeğin kullanımı için, bir seks aracı olması idi. Bu söylemin iki ayrı avantajı olmuştur sistem açısından. Sistem açısından birinci avantaj, erkek-kadın ilişkisini, yani seksi bu şekilde aşağılayarak, erkeğin talep ettiği ve kadının arz ettiği bir hizmet gibi göstererek, seksi fuhuş ile eşdeğer göstermektir. İkinci olarak, bu söyleme paralel şekilde, eskiden anne-hizmetçi mal konumunda olan geleneksel kadını, yeni fahişe-mal konumunda olan modern kadın şekline sokarak, kadının toplumdaki yerinde, yani mal konumunda, herhangi bir değişiklik olmamasını sağlıyordu sistem. Eski toplumda anne olarak görülen ve bir nevi erkeğin malı durumunda olan kadın, yeni toplumda erkeğin seks materyali olan modern kadına dönüştürülmüştü.
Muhafazakar düşünce sistemi, zaten her zaman kadını erkeğin malı olarak görmüştü ve seks devrimi, bu düşünce sistemi ve toplumun geneli için, yukarıda bahsettiğim rol değişikliği dışında, kadının toplumsal pozisyonunda bir değişikliğe neden olmamıştı. Bu yeni düşünceye göre, toplumda kadına aşılanan şey, kadının cinsel obje olduğu, erkeklere vereceği seksin karşılığında, toplumda istediği yere gelebileceği idi. Bu aslında kadınlara orospuluğun öğretilmesi idi. Kadın doğar doğmaz bu yeni öğreti ile karşılaşıyor ve çoğunlukla da uygulanan baskıya dayanamayıp, gerçek bir mal-orospu oluyordu. Bu şekilde sistem, kadını sistemin orospusu yaparak, kadının gerçek cinselliğine gem vuruyor ve özgür seksi imkansız hale getiriyordu. Kadın kendini mal olarak gördüğünden, seksi menfaat karşılığı kullanıyor ve hem kendi cinselliğini pazarlıyor, hem de seksi aşağılıyordu. Orospuluk, yani seksin özellikle kadınlar tarafından maddi karşılık beklenerek yapılması, bu sayede toplumda bir norm haline getirildi. Sistemsel bir şekilde orospuluk desteklendi. Orospuluk ile kastettiğim, fuhuşun bir meslek olarak icra edilmesi değil, bunu bir yaşam biçimi olarak görülmesidir. Sistem bu sayede hem kendi kontrolü dışında gerçekleşecek olan seksüel eylemleri minimal düzeyde tutabilmekte, hem de seksi fuhuş ile aynılaştırabilmektedir. Bu sayede seks sadece sistem çocuğu olup, sisteme kölelik yapacak veya maddi ayrıcalıkları olan erkeklere verilecek bir hizmet haline getirilmişti. Bunun sonucunda eğer bir miktar seksüel tatmin, özgürlük ve yaşam hakkı istiyorsanız, sisteme köle olmak ve kendinizi sistemin çarklarına teslim etmek zorundaydınız. Orospuluk sisteminin temel amacı da, bireylerin basit ihtiyaçlarını tatminsiz bırakma yoluyla, bireyleri sistemin kölesi yapmak idi.
Buna paralel bir şekilde kadınlık veya ev kadınlığı artık bir meslek oldu. Feminizm hareketi de, son derece kendine ihanet eder bir şekilde, bu hareketin arkasını analiz etmeden, ev kadınlığının bir meslek olarak görülmesini destekledi. Sistem kadına bu yeni rolü uygun gördüğünde, kadının aslında toplumdaki yerinde çok büyük bir değişiklik yaşanmadı. Yeni orospu rolü, kadını tam anlamıyla erkeğin malı yaptı ki, bu aslında yüzyıllardır kadına, erkeğe ve insanoğluna dayatılan idi. Seks devrimi işe yaramamış; sadece eskiden anne olarak görülen malı, seks objesi olarak görülen mal haline dönüştürmüştü; erkek de, kadın da, insanlık da zarar gördü, ama sistem bu şekilde seks karşıtı söylemini sürdürdü ve cinsler arası çatışmayı, belki daha da sertleştirerek, kadın-erkek yabancılaşmasını daha da güçlendirdi. Seks artık fuhuş, kadın da mal olarak görülmekteydi. Erkek de sürekli talep eden, hafif geri zekalı, aynı zamanda kötü niyetli, yarı şeytani bir varlık. Sistem bu düşünceleri 20 yıl gibi kısa bir süre içinde topluma yerleştirdi. Sonuç cinslerin savaşı idi. Sistem her zamanki gibi düşmanlığı destekledi ve gerçek bir düşmanlaşma oluştu cinsler arasında.
Sistemin seks devrimine bir başka yanıtı da, yine bu kadın-erkek yabancılaşmasının doğal sonucudur. Homoseksüellik doğada var olan, dolayısıyla normal, ama daha az görülen bir cinsel tercih idi. Konu şu ki, toplumlarda homoseksüellik, seksüel anlamda yaşandığından, çok daha yaygın idi yüzyıllardır. Yukarıda bahsettiğim üç tek tanrılı dinin hepsinde de, toplumsal yapı homoseksüeldir. Kadın-kadına ve erkek-erkeğe toplumsal yaşamlar onaylanmış ve kadın-erkek ilişkisi dışlanmıştır, bu üç dinde de. Bunun doğal sonucu olarak, sistem kadın-erkek yabancılaşmasını her zaman desteklemiştir. Sistemin, gerçekleşen seks devrimine ve sözde eşitlik hareketine rağmen, kadına ve erkeğe verdiği roller çok farklı idi. Seksüel olarak erkeğin cinselliği azdırılmış ve kadının cinselliği bastırılmıştı. Kadın erkekten korkar; erkek kadından çekinir hale geldi. Kadın ve erkek, cinselliğin ortak çıkar ve eylem olduğunu unuttular. Seks, artık kadının verdiği ve erkeğin talep ettiği bir şeydi. Erkek ve kadının en ortak noktası olan seks, artık onların çıkarlarının en büyük çatışma noktası haline gelmişti. Erkek kadını istiyorsa, sistemin kölesi ve maddi güç sahibi olmalı idi. Kadın da sistem ve topluma göre, başarılı ve akıllı olarak değer görmek istiyorsa, maddi gücü olan erkeğin hizmetine vermeliydi cinselliğini. Bu şekilde birbiri ile düşman iki cins oluşturuldu. Birisinin gözü diğerinin parasında. Diğerinin gözü ötekinin bacak arasında. Evet 20. yüzyıl öncesinde de, cinsler arası yabancılaşma vardı ve bu yabancılaşma da, zaten sistemin ve dinlerin, yüzyıllardır sürdürdükleri politika sonucu idi, ama bu denli bir yabancılaşma, hatta yabancılaşmadan da öte, düşmanlaşma yoktu. Orospu çocuğu erkeklerden kazık yiyen kadınlar orospulaşıyor; orospulardan kazık yiyen erkekler de orospu çocuğu gibi davranmaya başlıyorlardı. Yumurta tavuk hikayesi. Bunun sonucunda bir sürü yaşam savaşını kaybetmiş kadın ve erkek ve belki daha da fazla sayıda orospu ve orospu çocuğu ortaya çıktı. Sonuç olarak toplumun bireylerinin neredeyse tümü, psikolojik ve seksüel olarak sağlıksız hale geldiler. Birbirine düşman iki cins, bu şekilde yaratıldı, seks devrimi sonrası toplumda.
Cinsellik, özde duygusal kaynaklıdır ve duygular da cinsel. Sonuçta karşı cinse düşman cinsler, kadın olsun, erkek olsun, sevgi ve seks ihtiyacı ile, kendi cinsine yönelmeye başladı, bu toplumsal değişim sonucunda. Ve homoseksüellik doğal boyutundan çok daha farklı bir boyuta ulaştı. Artık homoseksüel tercihte motivasyon nedeni, kendi cinsine duyulan ilgi ve arzu değil, karşı cinse duyulan düşmanlık, korku, öfke, yabancılık idi. Yine insanlık-kadın ve erkek, sistemden çok kötü bir gol yemişti. Kadın-erkek ilişkisi, seks devrimi öncesinden de kötü bir noktaya gelmişti. Sistem doğal olarak bu yeni homoseksüelliği destekliyor ve heteroseksüelliği aşağılıyordu. Bu yeni durumda homoseksüel haklarını savunabilirsiniz. Heteroseksüel haklarını savunamazsınız. Homoseksüel olmak normal, iyi, modern, sofistike, düzeylidir. Heteroseksüel olmak kötü, banal, kroluk, sapıklıktır, modern topluma göre. Her sosyal ortamda, her piyasa ortamında, toplumsal ve seksüel hayatın canlı olduğu her ortamda, homoseksüellerin egemenliği, resmen oluşturuldu sistem tarafından. Bu şekilde eski kadın-kadına ve erkek-erkeğe ortamlar, seks uygulamaları ile birlikte, kabul görür hale getirildi. Ve kadın-erkek ortamlar aşağılanır hale geldi. Erkek arayan kadın kadar, kadın arayan erkekler de aşağılanmakta artık. Heteroseksüel seks ve cinsel tercih aşağılanıyor artık. Asıl amaç tabi ki, homoseksüel cinsel yaşamın desteklenmesi veya farklı cinsel tercihlerin yaşama haklarına duyulan saygı değil. Tam aksine kadın-erkek cinselliğinin baskılanması ve yok edilmesi. Homoseksüellerde şovenizmin desteklenmesi ve geliştirilmesi, kadın-erkek yabancılaşması, orospu ve orospu çocuğu kimliklerinin aşılanması ile, seks devrimine en önemli darbe vurulmuştur bu şekilde.
Sonuç olarak sistem, 60-70’li yılların seks devrimi ve feminizm hareketlerine rağmen, 80’li yıllardan itibaren karşı saldırıya geçti ve feminizmin, erkek düşmanlığı ve kadın cinselliğinin reddi noktasına getirilmesi, seksin fuhuş ile aynılaştırılması, kadının mal konumunda kalması amacıyla, kadının toplumdaki rolünün orospuluk olarak belirlenmesi, bu misyonun küçük yaştan itibaren kızlara aşılanması, bunun sonucu olarak erkek-kadın yabancılaşmasının güçlenmesi, kadının orospulaşmasının yanında, erkeğin orospu çocuğu kimliğine bürünmesinin sağlanması ve tüm bunların sonucunda ve toplumda homoseksüelliğin egemen hale getirilmesi sayesinde, sistem toplumu seksüel olarak eskisinden de kötü bir hale getirdi. Böylece sistem, seks düşmanlığı motivasyonu ile, istediği ideal toplumu elde etti. Seks devrimine, karşı devrim gerçekleştirildi ve kadın da, erkek de, eskisinden daha beter bir hale geldi. Tatminsiz, sevgisiz, kendine güvensiz, korku ve öfke dolu, acımasız, çıkarcı, sadece para ve güç odaklı, çok kolay kullanılabilen, seksüel ve psikolojik anlamda ağır travmatik bir sürü insan.
İşin bir de başka yüzü var tabi sistem açısından. İnsanların, kadın veya erkek, doğal içgüdüleri ve ihtiyaçları olan seks, tabi ki hala insanlar için gerçek bir ihtiyaç idi ve karşılanması gerekiyordu. Erkek-kadın yabancılaşması ve orospuluğun dünyaya hükmetmesi ile, artık seks sadece para ile alınıp satılan bir şey olmuştu. Seksi kontrol edebilirse, yani kendi bakışı ve gelinen nokta itibarıyla, fuhuşu kontrol edebilirse sistem, tüm bireyleri dolayısıyla da, dünyayı kontrol edebilirdi. Zira kimsenin özgür seks yapamadığı bir dünyada, gerçekleştirilen her seks eylemi, sadece sistemin kontrolü ve izni ile gerçekleşecekti. Bu da fuhuş demekti. Sistemin iradesi altında, sistemin izin verdiği ölçü ve kişilerle, sistemin sağlayacağı menfaat karşılığında yapılan seksin, sadece ve sadece tek bir anlamı olabilir. Fuhuş! Sistemin istediği şey de, kendine hizmet eden seks kölelerinden oluşan, bir seks-fuhuş-şantaj cemaati ve bunlar sayesinde, dilediği gibi kullanacağı, özgür seksten mahrum bırakılmış, seks yapmak için sisteme ihtiyaç duyan, her an emre amade, köle bireyler. Sistem, bu şekilde hem kendine hizmet eden seks köleleri, hem de bu seks kölelerinin sağladığı hizmetler sayesinde, gerçekleştireceği fuhuş-şantaj operasyonları vasıtasıyla, dünyada güçlü olan ve seks satın alan insanlar üzerinde egemenlik elde etti. Sistem öncesi (örneğin 2000 yıl önce) doğanın egemen olduğu cennet dünyadan, gelinen bugünün sistem egemen cehennemi işte bu dünya.

BÖLÜM 4
EVREN VE DİN
İslam-Hıristiyanlık-Musevilik gibi tek tanrılı oldukları iddiasını taşıyan dinlerin temel dogması, “bir yaratıcı gücün var olduğu ve bu yaratıcı gücün kainatı ve dünyayı yaratmış olduğu” iddiasıdır.
Bu iddia ile ilgi ilk sorun, bu gücün-adı ne olursa olsun veya nasıl bir güç olursa olsun-“yoktan var etme yeteneği olduğu ve yok olandan enerjiyi veya maddeyi var edebileceği” iddiasıdır.

Herhangi bir iddianın bilimsel olarak ciddiye alınması için, ondan önce kabul edilmiş ve kanıtlanmış olan bilimsel teorileri çürütebilmesi ve ortaya konan yeni teorinin, bir şekilde kanıtlanabilmesi gereklidir. Dolayısıyla da şu anda bilim dünyasında kabul gören ve kanıtlanmış olan “enerjinin ve maddenin korunumu” yasalarının yıkılması ve “yaradılış” iddiasını doğrulayacak kanıtların bulunması gereklidir.

Peki bu yasaları çürüten veya yaradılış iddiasını doğrulayan herhangi yeni bir kanıt, bulgu var mıdır?

Hayır! Yani mevcut durumda “enerjinin ve maddenin korunduğu ve maddenin ve enerjinin şekil değiştirmekle beraber, asla yoktan var edilemeyeceği ve vardan da yok edilemeyeceği” kesin olarak ve milyonlarca kez kanıtlanmış ve aksini gösteren en ufak bir kanıt bile yok.

Yani yoktan hiçbir şey var olmuyor ve hiç bir şey de yok edilemiyor, ancak şekil değiştiriyor veya madde enerjiye dönüşebiliyor. Öte yandan yaradılışı, yani “yoktan var edilmeyi” kanıtlayan minnacık bir delil yok.

Bu durumda bu iddia, tamamen temelsiz ve uydurma.

Burada ilginç olan konu şu: İnsanlığın bu iddiayı tartışması, sorgulaması bile yasak ve dikkatinizi çekerim, bir teori bile olmayan bu iddia, tartışılmadan ve sorgulanmadan kabul ediliyor. Neden?

Nedeni aşağıda da anlatacağım üzere, yüzyıllarca bu şizofreninin reddini gerçekleştirmiş olan onurlu insanların-yani başka inançlara sahip veya inançsız olan insanların-işkenceler sonucu öldürülmeleridir. Bu dinler, insanlar üzerindeki hakimiyetlerini, yıllarca uyguladıkları cinayet, işkence ve zulüm politikaları sayesinde, elde etmişlerdir ve maalesef yarattıkları bu şizofreni, artık sorgulanamıyor.


Varsayalım ki, ilk sorunu aştık ve diyelim ki “yoktan var edilme” mümkün; o zaman problem şu: Gerçekten böyle bir güç var mı? Yani yoktan var olma mümkün olsa bile, böyle bir gücün varlığını nasıl kanıtlarsınız? Ve bu gücün, nasıl bir güç olduğunu, nasıl tanımlarsınız? Ve yine bu gücün, evreni veya dünyayı yarattığını nasıl kanıtlarsınız?

Yine burada sorun kanıt. Böyle bir gücün mevcudiyeti ile ilgili olarak, hiç bir bilimsel kanıt yok. Sadece dikkatinizi çekerim, sadece geçmişte yaşamış olduğu düşünülen veya yaşadığı iddia edilen insanların iddiaları var. İnsanların iddiaları tek başına kanıt teşkil etseydi, bu durumda insanların hayal ettiği her şeyin gerçek olması gerekirdi ve mahkemelerde tanıklık yeterli kanıt teşkil ederdi. Oysa insanlar maalesef doğruyu söylemediklerinden, yani yalan söylediklerinden ve çoğu zaman da gerçeği bilmediklerinden (yani gerçeği göremediklerinden veya çok kolaylıkla kandırılabildikleri için), tanıklıkları belirleyici bir anlam taşımıyor, basit hukuk mahkemelerinde bile.



Bu üç dinin çıkış noktası yalandır. Kuruluşlarının, mevcudiyetlerinin, yayılmalarının, her şeyin temeli yalandır. Daha sonraki kitaplarda ayrıntılı olarak inceleyeceğim, her üç dinin çıkışı da, kitapları da, peygamberleri de, yayılmaları da, din içi entrikaları da, yalana dayanmaktadır. Dinler arası çatışmalar da, dinlerin toplumlar üzerindeki sözde iyi etkileri de, esasen yalana dayalıdır.
Diyelim ki, ikinci sorunu da aştık ve gerçekten de bu tip evrensel bir güç var. Ve bu güç gerçekten de evreni yarattı. Peki bu durumda bu gücü kim veya ne yarattı?

Burada da temel çelişki, “insanın doğayı, evreni ve yaratıcısını, kendi doğasından esinlenerek ve hayal gücünün eseri olarak, kendi kafasının içinde yaratması” durumundan ortaya çıkmaktadır. Yaratma düşüncesi, tamamen insanın doğasına özgü bir düşünce ve aslında evrende böyle bir düşüncenin egemen olması mümkün değil. Zira insanoğlu evrenden bakarsanız bir hiç. Ama insan kendini gereksiz yere fazla önemsediği için, kendi tanrısını da, aynen kendisi gibi hayal ediyor. Bunun en iyi kanıtı, pagan dinlerindeki tanrı tasvirleri. Sözde hak dinlerde belki fiziksel tasvirler yok, ama sözlü ve yazılı tasvirler, aynı temel düşüncelere dayanıyor.



Ve o en büyük problem ortaya çıkıyor. Eğer her şeyin bir yaratıcısı olması gerekiyorsa, o büyük gücün yaratıcısı kimdir? Ve bu soru böyle uzayıp gider. “Yaratma ve yaratılma” düşüncesi, aynen “yumurta tavuk” hikayesinde olduğu gibi, bir çıkmaz ve kendi kendisi ile çelişen bir durum yaratmaktadır maalesef.
Gerçekte insanı veya doğayı yaratan tanrı değil! Zaten insan da, doğa da yaratılmadı. Ama tanrıyı yaratan, gerçekten de insan. Bugüne kadar insanoğlu, bir çok tanrı yarattı kendisi için ve kafasının içinde. Özellikle de bu üç dinin çıkışından önce. Pagan dinlerde bir çok tanrı vardı insanoğlunun hizmetinde. Dikkatinizi çekerim hiç şeytan yoktu pagan dinlerde. Yani "şeytan" kavramı yoktu insanların akıllarında. Kötülük muhakkak ki vardı, bu üç tek tanrılı dinden önce de, ama bu denli miydi? Asla. İnsanlar o zamanlarda, çok daha az "kötülük odaklı" idiler. Ve bu da inanç sistemlerine yansımaktaydı. "Şeytan" kavramının dünyaya hakim olması, esasen Persler ile başlıyor. Perslerden esinlenen Suriyelilerin yeni dini, güçlü, zalim, acımasız bir tanrı (şeytan) yarattı ve bu "kötülüklerin tanrısı", daha sonra bütün dünyaya egemen hale geldi. Kısaca "şeytan tanrı" tapınımı, Musevilik ile başladı. Daha sonra Romalılarca uyarlanarak, Hıristiyanlık ile ve Museviliğin Araplar için dönüştürülmüş şekli İslam ile, söz konusu şeytan tanrı tapınımı daha da yayıldı. Pagan dinler, hem aralarındaki uyum, hem inanç özgürlüğü, hem insanlara karşı vericiliği ve doğallığı ile, bu üç sözde hak dine göre çok daha ileri dinler idi. Pagan dinlere ve bu dinlerin sahiplerine uygulanan kıyım, bu üç şeytan dininin ne denli "iyiliğin gücü" ile yönetildiğinin en belirgin kanıtıdır. Tanrının iyi veya kötü olması, esasen o tanrıyı yaratan kavmin veya insanların iyi veya kötü niyeti ile ilgilidir. Dolayısıyla son 20 yüzyılda, bu dünyanın başına ne geldiyse, söz konusu şizofreniyi kullanan toplumların entrikalarının sonucu gerçekleşmiştir.
Yine diyelim ki, bir şekilde ilk üç problemi aştık ve geldik bir başka probleme: Evreni yaratan bu büyük gücün, “insanlarla ilgilenmesi ve insanların hayatlarına müdahale etmesi” mantıklı mı? Tabi ki değil. Yine üçüncü sorunda ortaya çıkan problem, yani insanların kendilerini aşırı derecede önemsemeleri yüzünden, insanlar “evrenin hakimi söz konusu gücün insanların hayatları ile uğraşacağı” iddiasında bulunuyorlar. Oysa bu düşünce son derece anlamsız. İnsan dediğin tür, evrende belki milyonlarca zeki türden biri ve dünyaya gelmiş olan milyonlarca türden sadece biri. Ne dünyada yaşamış ve hala yaşamakta olan türlere göre inanılmaz, korkunç veya apayrı üstünlüklerimiz var, ne de muhtemelen evrende bulunan diğer zeki türler arasında üstün bir konumumuz var. Yine de biz evren açısından önemli bir yere sahip olsak bile, evreni yaratmış olan tanrı “biz insanları niye önemsesin ve bizi kontrol etmeye çalışsın?" Ayrıca evreni bile yaratmış olan bir tanrı, zaten isteseydi dünyayı, insanları ve kendine göre her şeyi mükemmel yapardı ve dünyada kötülük de olmazdı. Oysa var. Kötülük zaten tanrının insanlara emrettiği şey-yani din. Tabi aslında kötülük söz konusu hayali tanrıdan kaynaklanmıyor. Direkt olarak bu dinleri kullanan insanların içinde olan kötülükten kaynaklanıyor.
Diyelim ki “yoktan var edilmek mümkün” ve “bunu yapan bir güç var” ve “bu güç hep vardı ve yaratılmadı” ve “bu güç, mantıklı veya değil, insanoğlu ile bir nedenle ilgileniyor”.

Peki bu yüce güç yani tanrı, gerçekten de, insanlara elçiler veya kitaplar gönderdi mi? Yoksa bu elçiler ve kitaplar sahte mi? Yani peygamberler, gerçekten tanrının elçileri mi? Ve kitaplar, gerçekten tanrının sözleri mi?


Muhammet dışında yaşadığı bilinen veya tarihsel, bilimsel, arkeolojik olarak kanıtlanabilen herhangi bir peygamber yok. Yani İsa ve Musa aslında hayali karakterler. Belki İsa karakterine esin kaynağı olmuş, gerçekten yaşamış insanlar olabilir. Söz konusu peygamberlerin sözü dışında ki, bu peygamberlerden sadece Muhammed’in yaşadığı biliniyor, bu kişilerin tanrının elçisi olduğunu doğrulayacak, hiç bir kanıt yok. Yani peygamberler dışında, bunu doğrulayacak hiç bir delil yok. Bu durumda her insan, iddia ettiği takdirde, peygamber olarak kabul edilmeli; zira geçmişte edilmiş.

Tabi aslında gerçek durum farklı. Yani Muhammet dışındakilerin hepsi hayali ve Muhammet de masonlar tarafından desteklenmiş. Tarihi yazanlar da, mason olduklarından ve mason tarihçilerin tümü de, sadece ve sadece Tevrat’ı kanıt olarak gösterdiklerinden, bütün gerçekler gizlenmiş durumda. Yahudi kaynaklarının iddiasına göre, Tevrat MÖ 5. yüzyılda, gerçekte ise MÖ 2. veya 3. yüzyılda yazıldı. Oysa hayali peygamber Musa’nın yaşadığı iddia edilen zaman, MÖ 13. yüzyıl. Yine İncil, MS 4. yüzyılda yazıldı ve hayali peygamber İsa’nın yaşadığı iddia edilen zaman, MS 1. yüzyıl. MÖ 13. yüzyılda da, MS 1. yüzyılda da, yazı vardı. Üstelik her iki dinin de çıktığı iddia edilen bölge, dünyanın ücra bir köşesi değil, o zamanın Suriye’si. Yazı da var, az çok medeniyet de var, vergi de veriyorlar, onlara egemen olan devletlere. MÖ 13. yüzyılda Mısır ve MS 1. yüzyılda Roma egemen bölgede. Ama İsa hakkında da, Musa hakkında da, bilimsel hiç bir kanıt, belge, bulgu, veri, bilgi, arkeolojik kalıntı yok ve kitaplar, onların yaşadığı iddia edilen tarihlerden, 1000 ve 300 yıl sonra yazılmış. Öte yandan bu konu ile ilgili, Tevrat’ı kaynak olarak görmeyen, herhangi bir çalışma bulmak mümkün değil. Arkeoloji, tarih, sosyal bilimciler, sanki ağız birliği etmiş gibi ve sanki Tevrat’ın bilimsel bir değeri olabilirmiş gibi, Tevrat’ı kaynak gösteriyorlar, hangi dine mensup olduklarından bağımsız olarak. Biz eğer Tevrat’ı bilimsel kaynak olarak kabul edeceksek, Sümerlerdeki Kral Listesini de kabul etmeliyiz. Zira Sümerlerdeki Kral Listesinin bir benzeri, Tevrat’ta aynen var. Aynı abartılı hükümdarlık süreleri (binlerce yıllık), İbrani soy ağacında (yüzlerce yıllık) aynen kullanılmış. Ve bunun gibi tek başına bir kitaba konu olacak, bir sürü saçmalığa rağmen, sistemin bilim adamları Tevrat’ı kaynak olarak kullanmakta ısrarlılar.


Yüklə 0,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   14




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin