Kitapların tanrının sözü olması imkansız. Kitapların bire bir incelenmesi sonucunda görülecektir ki, kitaplar içlerinde belki milyonlarca çelişki barındırıyor; kitaplardaki emirlerin çoğu kötülüğü teşvik ediyor; evreni yaratan tanrının sözü olması gereken yazılar, basit ve içeriksiz. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, Allah zannedildiğinin aksine Müslümanlara şarabı yasaklamıyor; hatta şarap yapmalarını teşvik ediyor Kuran’ın ilk bölümünde. Kuran esasen iki bölüm gördüğüm kadarıyla. Bu bölümlerden ilki, henüz egemen olmadıkları dönemde yazılmış; ikincisi ise egemenlik sonrası. İçeriğinde kullanılan dil ve ifadeler çok farklı. İlk bölümde yasak olmayan, hatta Allah’ın üretin dediği şarap, ikinci bölümde pek çok yerde suçlanıyor ve yasaklanıyor ve kötülüğün kökeni olarak yorumlanıyor. Bu durumda evreni yaratan Allah’ın kararsız kaldığı, şaşırdığı, kafasının karıştığı anlaşılıyor. Şaka bir yana, gerçekte daha sonra yasaklanmasının nedeni, şarabı dozunda içmeyen bir takım Müslümanların problem yaratması ve bunun sonucu yeni ayetlerde şarabın yasaklanması. Bu kanıt bile, Kuran’ın evrensel olmadığını ve Muhammet ve/veya Ebubekir’in etkisi ile değişime tabi olduğunu gösteriyor.
Dinlerin oluşturduğu egemenliğin, “kitap, peygamber veya direkt olarak tanrıdan alınma olduğu” iddiasına karşın, aslında bu güç, her zaman ruhban sınıfının elinde bulunmuş. Tanrının evreni yaratmış olduğu varsayımı kabul edilse bile, bunların hepsi kitapların tanrının sözü olmadığını doğruluyor. Yahudi veya Hıristiyan dünyasında, kitapların bırakın tanrının sözü olmasını, peygamberlerin sözü olup olmadığına dair bile şüpheler var. İncil’in derlenmesi ve yazımı MS 4. yüzyılda, Tevrat’ın yazılması MÖ 2. yüzyılda tamamlanıyor. Oysa dinlerin iddia edilen çıkış tarihleri bunlardan yüzlerce yıl önce. Dolayısıyla aslında tüm kitaplar, bu kitaplar sayesinde insanlar üzerinde egemenlik kuran insanların sözü, aslında ve bu insanların ortak bir tarikatı var.
Buradaki temel çelişki, söz konusu dinlerin gerçekliğinin kanıtlanmasında, birinci ve ikinci sorunların kullanılması. Yani deniyor ki, bu evrenin bir yaratıcısı olmalı. Oysa evrenin var olduğu gerçek. Yaratıcısı olması ise mümkün değil. Yani bu dinlerin kanıtlanmasında dayanak olarak kullanılan temel hipotez yanlış, çünkü mantıken herhangi bir şeyin yoktan var edilmesi ve bir yaratıcının olması kanıtlanabilir iddialar değil. Ancak birinci ve ikinci sorun aşılsa bile, yani gerçekten tanrı olsa bile, bu yine de söz konusu dinleri gerçek kılmıyor. Yani hayali bir temel kurulup, o hayali temel üzerinde, bir başka hayali temel oluşturuluyor ve dinin gerçekliği böylece kanıtlandıktan sonra da, birebir insanların hayatlarıyla oynama özgürlüğüne ve insanları köleleştirme hakkına sahip oluyorlar. Bunun kanıtı, iki bin yıldır bu dünyanın ve insanoğlunun yaşadıkları. Dünyada neredeyse son iki bin yılda yaşanan her şey-her savaş-her kötülük bu dinlerle ilişkili. Ve buna bazı mason demagoglar inanç özgürlüğü diyorlar. Ama asıl adı mason diktatörlüğü.
"İnanç" kavramı ile "din" kavramını kasten ve bilerek karıştırıyorlar. İnanç özgürlüğünün olması demek, dinlerin olmaması demektir. Eğer bireyin istediği inanca sahip olması istenseydi, dinlerin ortadan kaldırılması gerekirdi. Zira dinler insanlara neye inanmaları gerektiğini, gerekli görülen hallerde insanları öldürerek, işkence ederek, baskı uygulayarak dayatıyorken, inanç özgürlüğünden bahsedilemez. Bir çocuk doğar doğmaz, dinlerin müdahalesine uğruyor. Din daha ailede beyin yıkamaya başlıyor. Okula gittiğinde, gerçek bir laik eğitim verilmiyorsa ki, ülkemizde bile laik eğitimden söz edilemez, çocuğun dinin baskısı altında, beyninin yıkanması devam edecektir. Aynı şekilde toplum, dinin ezici çoğunluğa sahip olması sonucu, insanların düşünce ve eylemlerini belirlerken, dinin baskısını bireylere yansıtmaktadır, doğumdan mezara kadar. Dinlerin varlığında, bırakın inanç özgürlüğünü, dinlerin yorumlanmasında, ibadette ve hatta günlük yaşamdaki bir takım kurallardan sapmalar bile mümkün değildir. Din bu denli kesin ve mutlak iken, özgürlükten bahsetmek, ciddi anlamda "demagoji" kelimesinin hakkını vermektir. Siz ibadetinizde en ufak bir değişiklik bile yapsanız veya dinin şeriat gereği, günlük yaşamınıza müdahale etmesine, en ufak bir tepki gösterseniz, dinden çıkmakla yargılanacaksınız ve hala bu ortamda inanç özgürlüğünün olduğu iddiasında bulunacaksınız. Hayatımda gördüğüm en büyük demagoji. Dolayısıyla inanç özgürlüğünün, yaşama hakkının, düşünce ve ifade özgürlüğünün olabilmesi için, bu üç dinin mutlak suretle ortadan kaldırılması veya en azından toplum ve bireyler üzerindeki etkisinin yok edilmesi ve bireylerin baskıcı bu üç dine karşı korunması gereklidir. Hala 21. yüzyılda insanlar farklı inançlara sahip oldukları için öldürülürken, inanç özgürlüğünden bahsetmek bana anlamlı gelmiyor.
Bu kadar şizofreniden sonra biraz da gerçekte var olana odaklanırsak, evren gerçektir ve tek başına bir güçtür. Ancak ilahi bir yapısı veya kendinden bağımsız bir yapısı yoktur. Biz de aynı evrenin bir parçasıyız. Her şeyin evrenin bir parçası olduğu gibi. Ancak evrenin ilahi olduğuna dair veya evrenin bizim gibi minnacık ve organik parçaları üzerinde egemenliği olduğuna dair, herhangi bir delil yok. Evren sonsuzdur ve hep vardır. Yani hiç bir zaman var edilmedi veya yok da olmuyor. Her zaman vardı ve var da olacak. Ancak evrende hiç bir şey kalıcı değil ve sürekli olarak şekil değiştiriyor. Evrende kalıcı olan tek şey evrenin varlığı; geri kalan her şey değişime tabi. Yaratıcı ve yaratılma düşüncesi, son derece insansı bir düşünce ve son derece ilkel. Yine yaratıcı gücün dünyayı ve insanları yönetme düşüncesi de, son derece ilkel ve mevcut insanların etik ve ahlaki değerlerinin bile altında. Yani ben bir insan olarak, kimseyi yönetme kaygısı duymazken, evrenin yaratıcısı bu güç, neden böyle bir kaygı taşısın. Ama tabi mason güçler, yapıları ve amaçları doğrultusunda, insanları yönetme ve köleleştirme gibi bir motivasyona sahipler. Yaratıcı gücün sözde iyiliği temsil etmesine karşın, böbürlenmesi, kendini insanlara kanıtlama ihtiyacı duyması, insanları cezalandırması, insanları tehdit etmesi, hatta insanları kötülüğe yönlendirmesi, ahlaki açıdan son derece ilkel. Bütün bu anlamsız çıkış, böbürlenme, tehdit, kendini kanıtlama, şiddetle eğitme, zorlama vs yaklaşımların temel nedeni, söz konusu dinlerin en eskisinin (Musevilik) 2100 yıllık ve en yenisinin (İslam) 1500 yıllık olması ve ilk olarak kullanıldıkları toplumların (Eski Suriye-Araplar) ilkellikleri. Bu toplumlar, modern toplumlar olsaydı ve din şu anda yapılandırılsaydı, çok daha ahlaki, çok daha mantıklı vs olurdu, ama çok eski olduğundan ve çok daha ilkel toplumlar için yapılandırıldığından, son derece ilkel. Dinlerin dogmasal yani tartışılmaz yapılarından dolayı, reformlara tabi tutulmaları da mümkün değil, ama hala hayatta olmaları ve toplumları hala yönetiyor olmalarının bir nedeni olmalı. Söz konusu dinlerin çıkış noktaları bile, ahlaki açıdan kabul edilemez gerçekler taşıyor. Hayali peygamberlerin yaşamları tabi ki kusursuz, ama ya gerçek olsalardı? Peki ya Muhammed’in hayatı? Muhammed’in yaşamını bugün bir insan taklit etse, tüm batılı kültürlerde ve söz konusu kültürlerin egemen olduğu toplumlarda o kişi aşağılanır, lanetlenir ve varsa ölüm cezasına yoksa müebbet cezasına çarptırılır. Sonuç olarak dinlerin çıkış noktaları bile ahlaki açıdan temiz değildir. Hatta tam aksine dinlerin çıkış noktaları gerçekten şeytanidir. Dinler, çıkış noktalarının gerçek amaçları gizlenerek, gerçek çıkış tarihleri saklanarak, bu üç şeytan tanrı tapınımı olan dinin gerçek azmettiricileri değiştirilerek, sahte bir ahlaki görüntüye bürünmektedirler. Her üç dinde de, gerçekte söz konusu dinde olmayan ahlaki öğeler, sonradan söz konusu dinin toplum üzerindeki etkisinin arttırılması amacıyla eklenmiştir. Yine dinler çıkış noktalarından uzaklaşırken, egemen ruhban sınıfının yorumlarına, çıkar ve eğilimlerine maruz kalmışlar ve iyi veya kötü değişiklikler geçirmişlerdir. Ruhban sınıfı Yahudilerde hahamlar, Hıristiyanlarda rahipler, Müslümanlarda imamlardır. Şeytan tanrıya tapan bu dinlerde egemenlik, esasen ve kesin olarak ruhban sınıfındadır ve asla ve asla kitaplarında, sözde tanrılarında veya sözde peygamberlerinde değildir. Dolayısıyla ruhban sınıfı üzerinde tahakküm kuran masonlar, Siyonizm veya sistem, din üzerinde, bunun sonucu olarak da, emperyalist veya ulusal devlet yapıları, toplumlar ve sonuç olarak tüm dünya bireyleri üzerinde egemenlik sahibi olmaktadır. Neredeyse dünyanın yaşadığı her şey bu egemenliğin bir sonucudur. Dünyadaki kötülüklerin tamamının temel kaynağı, insan doğası veya insanların bir kısmının güç arzusu değil, söz konusu dinler ve bu dinlere egemen olan güçlerdir. İşte dinin gerçek amacı budur: kötülük!
BÖLÜM 5
SAVAŞ VE BARIŞ
Küçüklüğümden beri düşünmüşümdür. Aklı başında hiç kimse savaş istemez. Herkes barış yanlısıdır. Savaşın sonuçlarının, tüm insanlık için, savaşın tarafları olan ülkeler, medeniyetler, ülkelerin halkları için ve hatta tüm dünya halkları için kötü olduğunu herkes bilir. Savaş kötüdür. Savaş demek ölüm demektir. Savaş demek toplu katliam demektir. Savaş demek savaş suçları demektir. Savaş demek işkence, tecavüz, yağma, cinayet, soykırım demektir.
Peki bütün bu eylemler, her toplumda suç iken, savaş nasıl legalite kazanıyor? Bana bir tek savaş suçunun işlenmediği, soykırım yapılmadığı, masum sivillerin ölmediği, öldürülmediği bir savaş gösterebilir misiniz? Hangi savaş sadece ordular arasında yaşanmıştır? Hangi savaş onurludur? Hangi savaş masumdur? Hangi savaştan siviller zarar görmeden kurtulmuştur? Her şey bir yana, zaten orduların büyük bir kısmı aslında profesyonel anlamda siviller değil midir? Hangi savaşta zayiat büyük ölçüde profesyonel askerlerden verilmiştir?
Savaşın kurbanı hep insanlardır. Savaş gerçekte sivilleri hedef alır, sivilleri kurban verir. Savaşta profesyonel savaşçılar pek nadir zayi olur. Savaş ekonomileri mahveder. Savaş medeniyetleri mahveder. Savaş değerli kaynakları anlamsız amaçlar için yok eder ve kullanır. Savaş insanlığın gelişimini durdurur. Savaşın kendisi, tek başına aslında gerçek bir suçtur. Savaş aslında milyonlarca cinayet, tecavüz, yağma ve işkencedir. Savaşı yöneten, işbirlikçi, hain, savaş profesyoneli askerlerdir. Savaşta ölsün diye öne sürülenler ise, gariban, kandırılmış veya zorla askere alınmış sivillerdir. Savaşta esas olarak öldürülenler ise, askere bile alınmamış, bombalanan, enkaz altında kalan, ölen siviller, çocuklar, kadınlar veya savaşmayan erkeklerdir.
Savaş kötülüğün doruk noktasıdır. Savaş suçun doruk noktasıdır. Bütün suçlar savaşın yanında masum, bütün suçlular, profesyonel askerlerin yanında melek gibi kalırlar. Ama bize ne öğretilir? Savaşın, ordunun, silahlanmanın onurlu, haklı, gerekli ve hatta kutsal olduğu. Niye? İşte yukarıda anlattığım gerçekleri görmezden gelelim diye. Niye? Mücadele etmeyelim; savaşa ve kötülüğe teslim olalım diye. Peki ama neden bu kötülüğe, şiddete, toplu kıyıma, kurbanlara tapma? Neden? Savaş, gereksiz şiddet, insanların kurban edilmesi neden kutsal? Bu kimin kitabına, inancına göre kutsal? Bunu kutsallaştıran nasıl bir ahlak anlayışı?
İnsanlar neden komşularını öldürüyorlar? Çıkarları için mi? Komşunun tavuğu için mi? Hikaye odur ki, savaşların çıkış nedeni budur. Evet doğrudur, Türkler gibi savaşçı ve göçebe kavimler, bu şekilde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ama bu argüman, medeni, yerleşik ve üretken kavimler için, geçerli bir argüman değildir. Ve tarih boyunca bu medeniyetler, emperyalizm düşüncesi oluşana kadar, esasen sadece savunma savaşları yapmışlardır.
Peki o zaman insanlar özellikle de 20 yüzyıldır ne için savaşıyorlar? Din için!!! Hangi din? Tek tanrılı dinler için!!! Hani şu insan öldürmenin yasak olduğu iddia edilen, üç sözde tek tanrılı din için, insanlar birbirlerini kıyıyorlar. İşte savaş bu kitaplara göre kutsal: Tevrat-İncil-Kuran. Bu kitapların temel düsturu şiddettir. Kendi dinlerini yayma ve kabul ettirme adına uygulanan şiddet. Kendilerinden olmayanları cezalandırma adına şiddet. İktidarda olan ruhban sınıfının çıkar, söylem ve politikalarına muhalefet edenleri susturma adına şiddet. Şiddet ama o denli kontrolden çıkmış bir şiddet ki, kendi kardeşlerini, kendi peygamberlerini, kendi halifelerini öldürtecek denli kudurmuş bir şiddet!!! Bakınız: Tevrat-Levililer.
Peki ilk üç paragrafta söylediklerime itiraz edebilecek pek nadir, aklı başında insan olduğuna göre, dünyayı kontrol eden ulusların büyük çoğunluğu da demokrasi ile idare edildiği, yani halkların kendi iradeleri ile yönetildikleri varsayıldığına göre, hala 21. yüzyılda tüm insanların ve insanlığın iradesine rağmen, savaşlar niye var? Neden? Neden hala ordular var? Neden hala dünyayı yok edebilecek güçte nükleer, kimyasal, biyolojik, elektromanyetik silahlar var? Neden hala tüm sözde medeni ve güçlü ülkeler, yeni kimyasal, biyolojik ve elektromanyetik silahlar üretiyorlar? Bu ülkeler kimin yönetimi ile, kimlerin iradesi ile, bu savaş yanlısı, silahlanma yanlısı politikaları izliyorlar?
Savaş lobisinin arkasında kim var? Savaşın görünürdeki tek kazançlısı olan silah üreticileri mi dünyanın hakimleri? Savaş sanayi ve ekonomisi, gerçekten çok güçlü olsa da, finans, enerji, ilaç, uyuşturucu ve diğer legal veya illegal ekonomik güçlerin toplam gücünün yanında, aslında önemli ve çok ayrıcalıklı bir pozisyona sahip değiller. Savaş ekonomisinin güçleri, aslında dünyanın kontrolü oyununda sadece önemli bir piyon. Sadece dünyayı yönetenlerin amaçlarına hizmet eden ve onlar tarafından kullanılan araçlar.
Savaşın profesyonellerinin yani askerlerin bir gücü veya iradesi var mı? Hayır! Onlar sadece sistemin oyuncakları. Beyinleri yıkanmış, programlanmış, şuursuz, iradesiz robotlar. Kime hizmet ediyorlar? Sözde vatana, millete!!! Duyduğum en komik yalan. Buna inanabilmek için ne kadar embesil olmak lazım? Hizmet ettikleri, ülkelerini kontrol eden güçler. Ülkeyi ve sistemi kim kontrol ediyorsa, sorgusuz sualsiz onlara hizmet ediyorlar. Ne ülke ne de halkın yararı onların umurları değil. İnsanlık, insan hakları, eşitlik, hümanizm, zaten öğretildiği üzere, onlara düşman kavramlar. Öğretilen zaten anlamsız, gereksiz şiddet. İnsanlık değerleri ve özgürlük onların kitabında yok. Onlar sadece itaat etmeyi biliyorlar ve aslında bu sistemin kutsal varlıkları. Yaptıkları iş? Kiralık kitlesel katillik. Peki bu beyinleri alınmış, gariban şiddet makineleri mi dünyayı kontrol ediyor? Tabi ki hayır. Onlar aldıkları eğitim sonucu kalıcı beyin hasarından dolayı, kendi özel yaşamlarını bile kontrol edemeyecek kadar zavallı tetikçiler. Ordu dediğimiz de, bunların oluşturduğu organize yapılanma sadece. Kaldı ki, ordu veya asker irade gösterir ve insanlık onuru ile, emredilenin ahlaken yanlışlığını, ülkeye, vatana, millete, halka, insanlığa ihaneti teşkil ettiğini ifade eder ve emri reddederse, ne olur? Orduda söz konusu kişinin yerini alacak hain, manyak veya embesil mi yok? Onurlu asker görevden alınır; sicili bozulur; terfisi durdurulur; gerekirse istifası alınır veya ordudan atılır ve yerine aynı iradeyi göstermeyecek başkası konur. Sonuç olarak ordu, evet çok önemli ve tehlikeli bir kurumsal yapılanma (dikta) olsa da, gerçek insanlık düşmanı değil, sadece bu sistem için çalışan ve kullanılan bir araçtır.
Peki dünyada barış neden yok? Neden insanlığın tarihi savaşlarla dolu? Bu tarihi kim yazdı? İnsanlığın kaderini kim böyle lanetledi? İnsanlığın kaderi, niye hala 21. yüzyılda insanların elinde değil? Niye insanları yönetenler, hala insanları yok etme amaçlı silahları, hem de insanların gözü önünde, üretmeye devam ediyorlar? İnsanlar hala 21. yüzyılda, bu anlamsız duruma karşı, kendi çıkarları için, kendi iradeleri ile, niye politikalar üretemiyorlar?
Aslında yukarıda sorduğum soruların hepsinin kısa bir cevabı var. Çok kısa!!! ONLAR!!!
Onların kim oldukları ayrı bir konu. Şimdilik insanlığın kontrolü dışındaki bir güç olarak ele alalım onları. Hayali bir kavram gibi. Ülkeleri ve dünyayı aslında insanlar yönetmiyor maalesef. Onlar yönetiyor. Ekonomik güçler yine onların elinde. Doğal olarak siyasi güçleri de onlar kontrol ediyor. Paralel bir şekilde devlet yapısı tamamen onların elinde. Kurumsal her tür yapıya sızmış durumdalar. Politikaları onlar belirliyor ve onlar uygulama emirlerini veriyorlar. Kendi muhaliflerini bile kendileri oluşturuyorlar. Her tür toplumsal oluşumda varlar ve toplumsal hareket ve düşünceleri onlar kontrol ediyor. Doğal olarak medya onların elinde. Bilim ve sanat insanları maalesef onlara hizmet etme veya işsiz kalma seçeneklerine sahipler. Dolayısıyla akademik çevreler de onlardan bağımsız değil. Zaten onlardan bağımsız hareket eden bireysel faaliyetleri, kendi amaçları ile paralellik izlemediği sürece veya kendi çıkarlarına ters düştüğü anda, yok ediyorlar acımasız bir şekilde. Sizin politikalarınız veya çalışmalarınız onların amaçlarına hizmet ettiği ölçüde destek alıyor. Ancak sizi kullandıktan sonra çöpe atıyorlar.
Ve gerçekten de onların gizemli yöntemleri var. Zira çoğu zaman gerçek amaçları ile ters düşen faaliyetler içine girebiliyor. “Hümanist-ilerici-demokrat-özgürlük yanlısı-liberal veya anarşist” gibi görünebiliyorlar. Fransız devrimi, Bolşevik devrimi, Aydınlanma, Reformizm ve Rönesans, Protestanlık; Amerikanın kuruluşu ve devrimi, hep onların ön ayak oldukları oluşumlar. Onlar için önemli olan tek şey, izledikleri yolda ilerlemeleri için ne gerekli ise, kendi amaçlarına veya düşünce ve inançlarına ters bile olsa, yapmaları veya insanların yapmalarına izin vermeleri. Onlar için önemli olan uzun vadede elde edecekleri şeyler ve onların planlarını bilmeyen biz insanlar için, bu yüzden yaptıkları şeyler gerçekten de çok gizemli görünüyor. Oysa hedefleri kısaca anti-hümanist bir dünya. Yüzde yüz kontrol edilen, onlar için çalışan, en ufak bir bireysel tehdidin bile olmayacağı, kendileri için cennet, biz insanlar için cehennem bir dünya ve bu dünyaya erişmelerine ramak kalmış durumda veya zaten erişmiş durumdalar.
Konumuza geri dönersek, dünyayı insanların yönetmediğini kabul edersek, hala neden 21. yüzyılda savaşın var olduğunu açıklamak kolaylaşır. Orduların varlığı da, devlet desteği altında üretilen kitle imha silahlarını da açıklayabiliriz. Zira dünyayı yöneten o çok büyük devletlerin, örneğin ABD’nin bağımsız bir ülke olmadığını; kendi iradesi ile ABD ve vatandaşlarının çıkarları yönünde politikalar izlemediğini ve sanki gizli bir el tarafından, ABD ve vatandaşlarının çıkarlarına rağmen ve tüm dünya halklarının zararına politikalar izlediğini fark etmemek mümkün mü?
20. yüzyılın başında dünyanın bilim ve teknoloji lideri ABD! 20. yüzyılda dünyanın en büyük ekonomik gücü ABD! Bir zamanlar özgürlüğün anayasası ile kutsallaştırıldığı ABD! 60’larda insan hakları ve özgürlükler konusunda dünya lideri ABD! 80’lere kadar bütün dünya halkları için çekim merkezi olan ABD!
Ve şimdi geldiği duruma bakın! Dünyanın en borçlu ülkesi; en faşist yönetimlere sahip ülkesi, en çok nefret edilen, dünyaya en çok zarar veren, en çok savaşan ülkesi. Resmen bir diktatörlük ülkesi. Hayali seçimleri, sözde başkanları, seçimlerde ayyuka çıkmış rezaletleri ile herkesin bildiği kesimlerce yönetilen ABD! Kendi vatanseverlerinin ülkeleri için bağımsızlık istediği ABD!
ABD gibi bir ülke bağımsız değilse, hangi ülke bağımsız olabilir? ABD gibi büyük bir ekonomik, siyasi, askeri, teknolojik gücü olan bir ülkede bile, her şey görünmeyen bir el tarafından kontrol edilebiliyorsa, dünyanın hangi ülkesinde bağımsızlıktan söz edilebilir?
Dolayısıyla savaşlar aslında onlar tarafından organize ediliyor. Bölgesel ve etnik farklılıklar onlar tarafından manipüle ediliyor ve düşmanlıklar yaratılıyor. Örnekler o kadar çok ki! 75-80 arası Türkiye, Güneydoğu Türkiye, Eski Yugoslavya, Kıbrıs, Pakistan-Bangladeş-Hindistan çatışması, İran-Irak-Körfez savaşları...Taraflar onlar tarafından silahlandırılıyor. Kullanılan ve kandırılan insanlar onların çıkarı için savaşıyorlar. Sonuçta bazıları ödüllendiriliyor: Humeyni-Arafat-Ecevit-Tayyip-Denktaş-Türkeş ve bazıları çöpe atılıyor: Apo-Saddam-Özal-Erbakan. Ama onların istediği sonuç elde ediliyor. Kan dökülüyor. Nefret ve acı hakim oluyor insanlara. Taraflar mahvoluyor. Halklar soykırıma maruz kalıyor. Travmaya maruz kalmış milyonlarca insan. Fiziki olarak olmasa da, zihnen sakat kalmış milyonlarca insan. Savaşın sonucu ve amacı işte bu. Savaş karşıtı politika üretmek isterseniz ve gerçekten de politik gücünüz varsa, suikast düzenleniyor: John Lennon-Olaf Palme-Kennedy'ler-Enver Sedat-Gandiler-Buttolar-İzak Rabin-Eşref Bitlis-Gaffar Okkan. Hatta önlem olarak bir ülkede operasyona girişmeden önce, potansiyel engelleri faili meçhuller ile ortadan kaldırıyorlar: Turan Dursun-Uğur Mumcu-Çetin Emeç-Bahriye Üçok. Bu denli organizeler. Eğer çok güçlü değilseniz ve ciddi bir tehdit oluşturamıyorsanız, gerçek muhaliflerini, ya satın almaya çalışıyorlar, ya da sizi yüzde yüz izole ediyorlar ve işsiz bırakıyorlar. Hala mücadele ederseniz, sizi yüz kızartıcı bir suçla suçluyor veya komplo kurup tuzağa düşürüyorlar. Clinton-Deniz Baykal-MHP-Strauss-Kahn-Wikileaks. Sonuç olarak kendilerine muhalif herkesi, o veya bu şekilde ortadan kaldırıyorlar. Sonra da herhangi bir muhalefet kalmadığı için, planlarını harfiyen uyguluyorlar.
Peki böyle bir dünyaya, yani bireysel özgürlüklerin olmadığı, insanların artık neredeyse robotlaştığı, düşünce üretemediği, muhalif olamadığı, insanların verilen her şeyi olduğu gibi aldığı, özgürlükleri için mücadele etmedikleri, baskının, zulmün, diktanın istisna değil kural olduğu böyle bir dünyaya nasıl ulaştı insanoğlu? İşte asıl soru bu? Biz bugünlere, cennet dünyadan bu cehenneme nasıl ulaştık? Bu cehennem bir günde yaratılmadı.
İşte bu çok çok uzun bir hikaye. Bu hikayenin sonunda, onların kim oldukları da ve bugünlere nasıl gelindiği de, açık seçik ortaya çıkacaktır. Yeter ki siz hikayeyi iyi analiz edin. Aslında bu hikaye, insanlığın son 20-25 yüzyılının hikayesi, yani tarih. Sorun şu ki tarih, bize anlatılandan çok farklı. Tarih dünyayı kontrol edenlerce değiştirilmiş. Fakat gerçek güçlüdür. Gerçeğin gücü sadece doğru olmasından kaynaklanır. Yalan, en zekice şekilde kurgulansa da, yalandır ve her zaman bir açık noktası vardır ve eninde sonunda ortaya çıkarılır. Ben de size bu yalanları bir bir ortaya çıkaracağım bu kitapta. Algılamak, sorgulamak, reddetmek veya kabul etmek size kalmış.
BÖLÜM 6
DÜNYANIN EN BÜYÜK YALANI: TEVRAT
Yahudilerin İncili Tanakh (Septuagint), üç ayrı grup kitaptan oluşmaktadır. İlk beş kitap Torah (Emirler) temel oluşturmakla beraber, diğer iki grup kitap Nevim (Peygamberler) ve Ketuvim (Yazılar) ile hepsi toplam 24 kitaptır. Torah, ya da Arapça olarak Tawrat (Tevrat), ya da Hıristiyanların yorumu ile Eski Anlaşma (Ahit), Müslümanlar, Hıristiyanlar ve tabi ki Museviler tarafından kabul edilmektedir. Tevrat, Musevilerin iddiasına göre, MÖ 1300 tarihinde Sina dağında, tanrıları Yahve tarafından peygamberleri Moses’a (Musa'ya) indirilen 5 kitaptan oluşmaktadır. Kitaplar, Genesis (Yaradılış-Köken), Exodus (Çıkış-Göç), Leviticus (Levililer), Numbers (Sayılar) ve Deuteuronomy (Yasa) kitaplarıdır. Bu kitapların tümünü, yukarıda adı geçen dinlerin üçü de gerçek olarak kabul etmektedir.
Burada çok ilginç olan nokta, Yahudi isyanları ile boğuşan Bizans ve Batı Roma’nın çok farklı, ancak paralel bir inanç sistemi olan Hıristiyanlığı, özellikle kısmen eski pagan dinlerin etkisi altında hazırlamalarına karşın, söz konusu metinleri, yani yukarıdaki beş kitabı kabul etmesi, ancak kabul ederken, kendi hazırladıkları İncil'i Yeni Anlaşma, bu eski metinleri Eski Anlaşma olarak nitelendirmiş olmaları;
oysa Müslümanların kitabı olması gereken Kuran'da, söz konusu kitapların (Tevrat) neredeyse İbrani'ce ismiyle (Torah) aynı şekilde anılması, bu masal kitaplarında bulunan hikayeleri, neredeyse yüzde doksan dokuz aynı şekliyle, kendi kitaplarına kopyalamaları, daha da önemlisi Kuran içinde bu kitaplara yapılan atıflarda, çoğu bölümde kitap dendiğinde kastedilenin Kuran değil, Tevrat olmasıdır.
Musevi iddialarına göre, İbraniler Mısır'da MÖ 3 binlere uzanan bir geçmişe sahipler. Yine Musevilerin iddiasına göre, İbrani kavmi MÖ 1300'lerde Mısır'dan çıkmış. İsrailoğulları daha sonraki yüzyıllarda bugünkü Lübnan-Suriye-Filistin bölgelerinde yaşamış. Hikaye odur ki, MÖ 11. yüzyılda kurulan büyük krallık, MÖ 10. yüzyılda kuzey ve güney krallıklarına ayrılmış ve Judah (güney) krallığı MÖ 586 yılına, Israel (kuzey) krallığı ise MÖ 722 yılına kadar bölgelerinde egemen olmuş. Yine Musevilerin iddiasına göre, Tevrat'ın yazımı MÖ 5. yüzyılda, yani bu krallıkların egemenliklerinin sona ermesinden sonra, Babil sürgünü sırasında tamamlanmış. Yani nedense Tevrat krallıklar döneminde yazılamamış. Yine iddiaya göre MÖ 586’da, Judah krallığı Babil tarafından işgal edilmiş ve Yahudiler Babil kentine sürülmüşler.
Şimdi bütün bu palavralardan sıyrılıp, gerçekte ne olduğuna bakalım. Birincisi hayali peygamber, mucizeler adamı Musa ile ilgili, Mısır kayıtlarında herhangi bir belge bulunmamaktadır. Yine Mısır'dan herhangi bir kavmin MÖ 1300 civarında göç ettiği ve önceleri Mısır'da bir İbrani kavminin olduğuna dair bilgi de, Mısır kayıtlarında bulunmamaktadır.
Yine bu kavmin Yakın Doğu bölgesinde kurmuş olduğu iddia edilen 3 Yahudi krallığı da, var olduklarını gösteren herhangi bir belge, bulgu, kalıntı vs olmadan yok olmuş. Aynen batık şehir Atlantis hesabı!!!
Yine MÖ 200-300 yıllarına kadar, böyle bir kitabın veya dinin varlığına dair de herhangi bir kanıt bulunmamaktadır.
Evet İbraniler bir krallık kurmuşlar. Ama adı Hasmonean (Maccabee) krallığı. Bu krallık, Büyük İskender'den sonra, bölünmüş olan emperyalist güçlerin zayıflığında, Roma'ya baş kaldırmış olan Yahudilerin isyanları sonucu, MÖ 164 yılında Filistin’de kurulmuş.
Yine Yahudilerin MÖ 586’da Babil'e sürgün hikayesi de tamamen uydurmadır. Zira Pers işgali gerçekleştiğinde Yakın Doğu Babil egemenliğindeki bir bölge değildi.
Yukarıdaki iddialarını kanıtlamak için Yahudilerin öne sürdüğü tek ama tek belge Yahudi İncilidir. Zaten ararsanız görürsünüz ki, bilimsel olduklarını iddia etmelerine karşı, Tevrat dışı bir kaynak kullanan herhangi bir yayın bulamazsınız. Bu şu demek oluyor: ya bütün bilimsel kaynaklar Siyonizm’e gebe hale gelmiş ve baskı altındadır, ya da sahte-bilim veya dinin emrindeki bilimsel kaynaklar o denli güçlenmiştir ki, hala mevcut bilimsel kaynaklar arada kaybolmuş gitmiştir.
Oysa en eski tarih kitabı olarak bilinen Heredot'un kitapları dikkate alınırsa, MÖ 5-6 yüzyıllara kadar, kendini peygamber ilan eden birileri bulunmamaktadır. Halbuki Musevi hikayesine göre, MÖ 5-6 yüzyıla kadar, geçerli olan pagan dinlerden tamamen farklı bir inanç sistemine ait olan sayısız peygamber gelmiştir. Aynı şekilde herhangi bir tek tanrılı dinin varlığından da bahsedilmemektedir. Oysa Mısır-Anadolu-Yunanistan-Finike-Babil-Yakın Doğu-Arabistan dahil olmak üzere, medeniyetin var olduğu bu bölgede, çok ve çeşitli tanrılardan oluşan pagan bir inanç sistemi egemen idi. Yine İbraniler veya İsrailoğulları gibi herhangi bir farklı kavimden bahsedilmektedir Heredot’un kitaplarında. Ne bir kavim, ne bir din, ne de bu dinin bir kitabı, ne de bu dinin peygamberleri var MÖ 5. yüzyılda. Kurulduğu iddia edilen krallıkların nasıl birden bire yok oldukları ise tam bir muamma.
Öte yandan MÖ 5. yüzyılda Yakın Doğu’da, Suriyeliler diye anılan ve Araplarla komşu, ancak bölgede egemenlik kuramamış bir halk bulunmaktadır. İşte bu halktan İbraniler ortaya çıkmıştır. İşte bu halkın içinde Yahudi dini ortaya çıkmıştır. İşte bu halkı yönlendiren birileri, Sümer-Akkad mitolojisini (Enuma Elis), kendilerininmiş gibi yorumlayıp, Tevrat'ı yazmıştır. Bu dinin amacı, Siyonist ideallerin gerçekleştirilmesi, yani bölgenin tamamının işgal edilmesi ve bölgedeki tehdit unsuru olan diğer güçlerin ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla da söz konusu zaman diliminde egemen gücün Roma olduğu dikkate alınırsa, Roma'nın yok edilmesidir. Roma’ya yönelik Yahudi isyanlarının temeli budur. Yani Tevrat’ın yazılma-yayılma amacı, Roma’nın egemenliğinin yok edilmesidir; zira o dönemde Roma Mısır-Yakın Doğu-Yunanistan-İtalya bölgesinin tek hakimidir.
İsrailoğulları denen bir kavim gerçekten var mıdır? Yahudiler gerçekten bir ırk mıdır? Kitaplara göre evet, ama biyoloji biliyorsanız zor. Bir ırk, hem beyaz tenli ve sarışın, hem siyah tenli, hem de Sami ırkından olabilir mi? Yani hem Avrupalı, hem Afrikalı, hem de Asyalı bir ırktan bahsediyoruz. Yani Yakın Doğu bölgesi ile iletişimi olabilecek her ırk var, bu tanrı soyundan geldiğini iddia eden ırkın içinde var. İddiaları aynen bu. Onların tanrı soyundan geldikleri ve dolayısıyla insanlardan üstün oldukları. Aslında ortada bir ırk yok. Hem sarışın, hem zenci, hem de Sami (yani Arap-Yahudi-Orta Doğu bölgesi halkları) olmak mümkün mü? Genetik yapı olarak, Sami ırkının genetiğini taşıyan bir Yahudi, bir Arap'ın genetiğine mi daha yakındır, yoksa zenci veya sarışın bir Yahudi'ye mi? Bunu cevaplamakta zorlanmayacağınızı düşünüyorum! Dolayısıyla aslında bir ırktan söz etmek imkansız. Bu sözde kavmin içinde sadece Kızılderililer, sarı ırktan insanlar ve Okyanusya bölgesinde bulunan yerlilerin ırk ve gen yapıları bulunmamaktadır. Bunların da neden bulunmadığını düşünmek zor değil. Söz konusu yerliler, ya Amerika kıtasında, ya Okyanusya'da, ya da en yakını Uzak Doğu bölgesinde yaşamaktadır. Oysa Yakın Doğu, Avrupa ve Afrika'ya komşudur ve bölgede bir insan trafiği söz konusudur. Dolayısıyla da ortada saf veya özel bir ırk değil, Suriye kökenli bir halkın, içinde yaratılan yeni bir dini kabul etmiş olan unsurları bulunmaktadır.
Gelelim bu Suriye kökenli, emperyalist dinin, yok etmeye çalıştığı din ve medeniyetlere!
Babil kesin olarak bu dinin en büyük düşmanıdır. Hem topraklarını ele geçirip zenginliklerini elde etme amacından dolayı, hem de düşman pagan dinleri barındırdığı için. Babil şehri ve medeniyetinin önem kazandığı dönem, MÖ 612-320 arasındaki Yeni Babil dönemidir. Dolayısıyla da kıskanç tanrının kıskanç evlatlarının topraklarını ele geçirmeyi hedefledikleri, bu ikinci Babil dönemidir. İlk dönem esas olarak Sümerlerin egemenliğindeki şehir devleti olan Babil'dir. Babil'in zenginliği, sadece Yahudilerin ilgilisi çekmemiş, ilk olarak MÖ 539’da Persler, daha sonra MÖ 331’de Makedonlar, Romalılar, tekrar Persler ve son olarak MS 7. yüzyılda Araplar tarafından işgal edilmiş ve bunun sonucunda Babil uygarlığı kesin olarak sona ermiştir.
Babil'de mevcut pagan inanç sistemine göre, baba tanrı Tammuz ve ana tanrıça Isthar tapınımı vardı. Marduk tapınımı, egemen inanç sistemi değildir ve kökeni Babil değil, Akkad’lardır. Zira bu inanışa dayanak teşkil eden Enuma Elis tabletleri, Akkad yani eski Sümer dilinde yazılmıştır.
Mısır bölgedeki ve belki dünyadaki en eski ve güçlü medeniyet idi. MÖ 3000'e dayanan bir geçmişleri var. Yeni Krallık, MÖ 1550 gibi kurulmuş ve Mısır'ın en zengin ve güçlü dönemi. MÖ 11. yüzyılda üçüncü geçiş dönemine giriyor ve daha sonra MÖ 525 Pers işgali ile başlayıp, MÖ 343 ikinci bir Pers işgali ile sona eren son dönemden sonra, Makedonlar ve Romalılar ülkeyi işgal ediyorlar.
Mısır'da inanç sistemi oldukça karışık. Çok farklı tanrı ve tanrıçalar bulunuyordu. Heredot'un kitabında anlattığına göre, temel olarak herkesin taptığı tanrılar, tanrıça İsis (Demeter) ve tanrı Osiris (Dionysos) idi. Ancak bize öğretilen Amon-Ra tapınımı, aslında ve kesin olarak egemen inanç sistemi değildi Mısır’da ve sadece Amon şehrinde egemendiler.
Eski Yunan uygarlığı, MÖ 9. yüzyılda başlayıp, esas olarak MÖ 5. ve 4. yüzyılda en güçlü dönemini yaşıyor. MÖ 3. yüzyılda egemen olan Helenistik dönem, MÖ 146'da Roma'nın Yunanistan'ı kendine dahil etmesi ile sona eriyor. Ancak Yunan medeniyeti, Hıristiyanlığın ortaya çıkışına kadar üstünlüğünü koruyor.
İnanç sistemi Mısır'da olduğu gibi oldukça karışık ve birçok değişik tapınım var. Egemen tapınım, muhtemelen çeşitli şehir devletleri üzerinde egemenlik kurmuş olan farklı Yunan kavimlerinin inanç sistemlerine göre değişiklik gösteriyordu. Yaklaşık 1000 yıllık bir zaman dilimi içinde tanrı ve tanrıçaların pozisyonlarında değişiklik yaşandığı açıkça görülüyor. Ana tanrıça Rhea ve baba tanrı Kronos'tan gelme on iki tanrı ve tanrıça (Zeus, Ares, Poseidon, Hera, Hermes, Hephaestus, Afrodit, Demeter, Athena, Apollo, Hades, Artemis) ve bunların dışında da tanrı ve tanrıçalar (Pan, Ouranos, Eros, Dionysos, Persephon, Herakles, Hebes, Hestia, Helios vs) olan pagan bir sistemleri varmış. Temel tapınım bazılarına göre Dionysos, bazılarına göre Zeus odaklı. Muhtemelen Dor istilası öncesindeki eski inanç sistemi Dionysos ve Afrodit tapınımı.
Roma şehri, MÖ 8. yüzyılda kurulsa da, Roma Cumhuriyeti esas olarak MÖ 509’da kuruluyor. MÖ 3. ve 2. yüzyılda egemenlik alanlarını genişletiyor ve İspanya ve Yunanistan'ı alarak Akdeniz'de hakimiyet kuruyor ve MÖ 1. yüzyılda İmparatorluk kurarak, Anadolu, Yakın Doğu ve Mısır'ı da ele geçiriyor. MS 395'te bölünmeye kadar egemenlik sürüyor ve bu tarihte Bizans kuruluyor. Batı Roma MS 455 Germenlerin istilası ile sona eriyor.
Doğu Roma ise 1204 tarihinde Haçlı işgaline kadar egemenliğini sürdürüyor ve 1453'te Osmanlıların İstanbul'u ele geçirmesi ile kesin olarak yok oluyor.
Roma’nın birleşik ve egemen olduğu dönemde, Yunanlılar ile etkileşimleri arttıkça, Yunan inanç sisteminin etkisi altında kalmışlar ve Yunanlıların tanrılarının benzerlerine tapmışlar. Yunanlılardaki Zeus (Jüpiter), Dionysos (Bacchus), Afrodit (Venüs), Demeter (Ceres), Apollo (Apollo), Eros (Cupid), Artemis (Diana), Hera (Juno), Ares (Mars), Hermes (Merkür), Athena (Minerva), Poseidon (Neptün), Hades (Plüton), Persephon (Proserpina), Kronos (Satürn), Ouranos (Uranüs), Hestia (Vesta), Hephaestus (Vulcan) ilaveten Fortuna, Maya, Janus gibi tanrı ve tanrıçalara tapıyorlar.
MS 4. yüzyılda Roma Katolik Kilisesi kuruluyor ve o dönemde ilk olarak egemen kuzey halklarını (Germenleri) Hıristiyanlaştırarak, kilise resmen tüm Avrupa'ya ve daha sonraki yüzyıllarda emperyalist İspanya, İngiltere, Fransa, Portekiz ve Hollanda sayesinde de, tüm dünyaya egemen hale geliyor.
Batı Anadolu’da ise MÖ 12- MÖ 6. yüzyılları arasında, yani MÖ 547 Pers işgaline kadar, Lidya medeniyeti egemendi. Yine Orta Anadolu’da MÖ 12.- MÖ 7. yüzyıllar arasında Frigya medeniyeti bulunuyordu. Daha sonra Persler, Makedonlar, Roma, Bizans ve en son Türkler bölgeyi işgal etmişler. Bu Anadolu medeniyetlerinde de, pagan ana tanrıça Kibele tapınımları vardı.
Bölge'de ilk önce Perslerin ve daha sonra kısa bir süreyle Makedonların egemenlikleri sonucu, dengeler bozuldu ve komşu Lidya, Babil ve Mısır’ın zayıf düşmesi ile güçlenen Suriyeliler, Lidya, Babil, Mısır ve Roma'ya karşı egemenlik kurabilecekleri hayaline kapıldılar. Bu hayal, yeni bir inanç sisteminin, yani Yahudiliğin yaratılması ve halkın bu yeni dini benimsemesi ile güçlendi. Perslerin savaşlarda başarılı olmalarını, kötülüğe ve şiddete tapmalarına (Zoroastrianizm-iyi tanrı kötü şeytan) bağlayan düşünce, Sümer-Akkad mitolojisine (Enuma Elis-MÖ 1100-Marduk tapınımı) dayalı bir inanç sistemini, bu şeytan tanrı tapınımı ile birleştirerek, savaşçı olmayan Suriyelileri yenilmez yapacağını zannediyor idi. Nitekim birbiri ardına yaşanan Yahudi isyanları, sonuç verdi ve gerçekten de bir Yahudi (Maccabee) krallığı kuruldu. Ama ne Babil'i ele geçirebildiler, ne de Roma'yı devirebildiler.
Ancak askeri yönden başarısızlıklarına rağmen, Yahudiler dini olarak ciddi bir yayılmacı başarı elde ettiler. O denli güç kazandılar ki, Batı ve Doğu Roma, Yahudileri kendilerine bağlayabilmek amacıyla, Yahudiliğin çıkış noktasında yapıldığı üzere, yeni bir yalan uydurdular. İsa yalanı. Hikaye odur ki, İsa yani tanrı, yeryüzüne tanrının oğlu olarak, Yahudilerin kralı olmak üzere iner. Taktik çok açık ve seçik. Yahudilerin kralı söylemi son derece önemlidir. Amaç Yahudileri Roma’nın dinine geçirmektir ve aslında oldukça da başarılı olmuştur. Yine söyleme göre, İsa Yahudilerce çarmıha gerilir. Suç onu ele veren Yahudilerdedir. Ve İsa Yahudilerin günahlarının temizlenmesi için ölmüştür. Dikkat ederseniz her iki söylem de, Yahudi toplumunda suçluluk yaratma amaçlıdır. Bu şekilde hem Batı Roma, hem de Bizans, neredeyse birbirlerine paralel bir şekilde, MS 4. yüzyılda yeni uydurma bir din yaratarak, bölgedeki egemenliklerini korumayı ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeyi hedeflediler. Gerçekten de izlenen politika, yani direkt dini olarak, dinin kullanılması yoluyla, egemenliğin korunması, Yahudi isyanlarının durdurulması ve hatta emperyalist hedeflerin gerçekleştirilmesi politikası, meyvelerini verdi ve son derece başarılı oldular. Bizans, egemenliğini MS 13. yüzyıla kadar korurken, Roma, dünyaya egemen hale geldi bu yeni din sayesinde. Üstelik hiç bir savaşa dahi katılmadan ve sadece Paganları Hıristiyanlaştırarak, gerçekleştirdiler bu hedeflerini.
Ancak Suriyeliler, Roma’nın bu oyununa karşı, kendilerinden daha savaşçı olan komşu Arapları Yahudileştirerek, büyük bir stratejik başarı elde ettiler. Araplar, Yahudileştikten sonra, yani İslam'ı kabul ettikten sonra, hızla yayılmacı bir politika izlediler ve hem Katolik dünyası için, hem de Ortodoks dünyası için çok ciddi bir tehdit oluşturdular. Dikkatinizi çekerim, Arap halkı her zaman savaşçı olmasına karşın, Yahudileşmeden önce veya diğer bir deyişle İslam öncesinde, emperyalist değildi ve kendi bölgesi dışında bir yayılma politikasına girmemişti. Bölgede egemen medeniyet ve halklar, esas olarak Mısır, Asurlar, Persler, Makedonlar ve Romalılar idi. Araplar her zaman ve sadece kendi bölgeleri olan Arap yarımadasında egemen idiler ve bunun temel nedeni, kimsenin çöle egemen olmak istememesi idi. Oysa İslam’la birlikte Araplar, ilk olarak Babil’i, sonra Pers topraklarını, sonra Mısır’ı, sonra Anadolu’yu ve sonra Kuzey Afrika ve İspanya’yı ele geçirdiler. Yani Yahudi emelleri gerçekleştirildi ama Araplar tarafından. Ancak Roma hala ayaktaydı.
Özellikle çok daha savaşçı Türklerin, İslam'ı kabul etmesi ile, tehdit daha da büyüdü. Osmanlının Türkler arasında desteklenmesi ve Siyonist amaçlara hizmet eder hale gelmesi ile, Bizans yıkıldı ve bu şekilde Siyonistler Balkanlara ve ardından Orta Avrupa'ya kadar ilerlemiş oldular. Yavuz Sultan Selim'in Büyük İskender'e özenip, gerçek hakimiyet istemesi ve halifeliği alarak, tüm Müslüman toplumlar üzerinde egemenlik elde etmesi üzerine, Osmanlı muhtemelen Siyonizm’in kontrolünden çıktı ve böylece duraklama dönemine girdi. Osmanlı Sultanlarının ne denli Siyonizm’in kontrolünde olduğunu bilmek zor. Osmanlı beyliğinde ciddi bir tuhaflık olduğu ise kesin. Osmanlının bu denli küçük bir beylik ile, bu denli geniş bir imparatorluğa ulaşmış olması, adil olduğu gibi hayali bir söylemle açıklanamaz. Osmanlı, en son döneminde bile, büyük ölçüde Türk değildi; üstelik İstanbul ve sarayda Türkler gerçek bir azınlıktı.
Tekrar bu yeni dinle yani Yahudilik ile amaçlanan neydi sorusunu sorarsak? Birincisi emperyalist yayılmacı politikanın uygulanması ve bölgenin, yani Yahve’nin vaat ettiği toprakların işgali. İkincisi bölgede mevcut pagan dinlerin ortadan kaldırılması ve Yahve inancının yayılması.
Burada ilginç olan konu, pagan dinlere sahip olan bölge halklarının (Yunan, Roma, Anadolu, Babil, Mısır, Suriye, Arabistan), Yahudileştirme politikasından çok, Yahudiliğe karşı yaratılan Hıristiyanlaştırma politikalarından zarar görmüş olmalarıdır.
Her iki din de temel olarak, şiddet yanlısı ve seks karşıtıdırlar.
Yahudilik de ve Hıristiyanlık da, esas olarak emperyalist motivasyonlarla yaratıldıkları ve halklar yani insanlar için değil, yönetenlere hizmet etme amacıyla kullanılmalarından dolayı, şiddet yanlısıdırlar.
Eski pagan dinin, insan doğasına aykırı olmaması ve seks tapınımı doğasından dolayı da, seks karşıtıdırlar.
Bu arada Müslümanlığı konu etmememin nedeni, Müslümanlığın yukarıda da ifade ettiğim üzere, esasen bir tür reform geçirmiş Yahudilik olmasıdır.
Sonuç olarak bu üç din, emperyalist çıkar çatışmalarından doğmuş ve medeni dünyada var olan pagan dinleri, o dinlerin ibadet şekillerini, insanı, insan doğasını, iyiliği, medeniyeti ve barışı ortadan kaldırmıştır.
Her üç din de kötülüğe ve şiddete tapar; öldürmeyi, yani din adına kan akıtmayı temel düstur edinmişlerdir.
Sümer-Akkad mitolojisini, şiddet yanlısı ve seks karşıtı, şeytan tanrı tapınımı ile birleştiren bu insanlar ve dinleri, dünyanın bundan sonraki 20 yüzyılda yaşayacağı ilerlemenin önünü kesmiş, insanlığı karanlık çağlara götürmüş, yüzyıllarca insanlara çeşitli işkenceler uygulamış, insanları baskı altında tutmuş, ezmiş ve öldürmüş; insanlara şiddeti öğretmiş ve insanların kanları ile beslenmiştir. Söz konusu 2000 yıl içinde neredeyse yapılan her savaş, din adına yapılmıştır. Dinler, masum insanlar kurban edildikçe, baskı, işkence ve cinayetler sonucu, daha da güçlenmiş ve daha da canavarlaşmışlardır.
Avrupa'da Hıristiyan dünyası için, 18. yüzyılda aydınlanma başlayana kadar, bu durum devam etmiştir. Artık dünyada mevcut olmayan Reformist Yahudi cemaati, kendi dininin bu ilkelliğine rağmen, esasen dinini reddederek, bu dönemde yani 18-19. yüzyıllarda Hıristiyan dünyasına liderlik etmiş ve bunun bedelini veya cezasını, soykırıma uğrayarak ödemiştir. Ve 20. yüzyıla girilip de, Siyonizm yeniden hortlayınca ve 1. ve 2. dünya savaşları sonucunda, Yahudi dünyası yeniden karanlık çağına girmiş ve Siyonistleşmiştir. Bu arada Müslüman dünyasında karanlık çağ hiç bir zaman aşılamamış, modernizasyon için atılan adımlar, mevcut bilim ve teknolojiye rağmen, Müslüman toplumların geri bırakılmalarına engel olamamıştır. İşte yaklaşık 2000 yıllık Yahudi (Suriyeli) insanların mücadelesi sonucu gelinen nokta budur. Hala Siyonist idealleri gerçekleştirme, dünyanın ve insanoğlunun sonunu (kıyamet) hazırlama çabası içindeler.
Bilincinde olmanız gereken gerçek, bu insanların kendilerini insan saymadıkları, insan hayatına ve hatta kendilerinden olanların hayatlarına bile değer vermedikleri, asla ve asla hümanist olamayacakları, inanılmaz bir sapkınlıkla ve şizofreni ile, tanrıları Yahve ve onun emirlerine bağlı oldukları, tanrılarının emrinin insanlığın sonunu istediği, bu amaca ulaşılması için de, Siyonist hedeflerin yerine getirilmesinin gerekli olduğu, bu hedeflerin vaat edilen toprakların işgali ve tapınağın inşası olduğudur.
BÖLÜM 7
SİYONİZM
Siyonizm aslında çok eski bir ideal. Yahudilerin, daha doğrusu MÖ 2-3 yüzyıllarda Suriyelilerin, vaat edilmiş topraklar üzerinde egemenlik kurma ve bu topraklar üzerinde kendilerine bir devlet yaratma projesidir Siyonizm. Vaat eden kim? Yahudi tanrısı Yahve. Kimin topraklarını vaat ediyor? Kendine tapmayan yani pagan dinlere tapan ulusların topraklarını. Neden? Birincisi kan döktürmeyi seven bir tanrı. İkincisi emperyalist ve gaspçı. Üçüncüsü bu kadar salak başka bir halk bulmanın zorluğunun farkında. Espriyi bir yana bırakırsak, bir halkın tanrının onlara başka uluslara ait toprakları söz verdiğine inanması, gerçekten çok tehlikeli, şizofrenik, ciddi hastalıklı, ırkçı, emperyalist, kesinlikle anti-hümanist ve insanlık adına tedavi gerektiren bir durum. Yahudiler bunu açık bir şekilde ifade ve talep ediyorlar. Ve bu dine mensup olmak, yine de suç kabul edilmiyor. Ülke ve ulusların egemenlik haklarına açık bir tecavüzü, savaş durumunu oluşturan bu inanç sistemi, mantıklı bir dünyada yaşasaydık doğal olarak yasaklanırdı. Düşünün örneğin yeni bir din çıksın ve desin ki, bizim inancımıza göre insan öldürmek ibadettir; biz öldürmek zorundayız. Medeni dünyanın reaksiyonu ne olurdu bu dine? “Bırakın öldürsünler; inanç özgürlüğü var” mı derlerdi. Yahudilerin de dediği aynen bu. “Biz istediğimizi öldürürüz; istediğimiz ülkeyi işgal ederiz; zira tanrı böyle emrediyor”. Sikerim ben böyle tanrıyı! İşte normal bir dünyada yaşasaydık, hepimizin tepkisi bu olurdu. Ama korkuyoruz; hatta vaat edilen toprakların ne anlama geldiğini algılamıyoruz veya algılamak istemiyoruz bile. Neden? Aşırı dozda uyuşturucudan olmasın? Ve hatta bu durumun yani Siyonizm’in insanlık için tehdit oluşturduğunu söyleyenlere de ırkçı veya komplo teorisyeni diyoruz. Ama bu gerçek. Adamların kitaplarında yazıyor. Komplo değil, tamamen gerçek ve üstelik onlar buna inanıyorlar. Yahudiler bunu reddetmiyor. Peki 2000 yıldır insanlık buna karşı ne yapıyor? Ezilen-sürülen-soy kırıma uğrayan Yahudiler için üzülüyor. Trajikomik bir durum. Kendilerinden olmayanları öldürmeye, yabancı ülkeleri işgal etmeye ant içmiş Yahudilere karşı insanlar önyargılıymış. Bu soykırıma karşı olan insanlar ırkçıymış. Anti-Yahudi olmak ırkçılıkmış. Bu demektir ki, Yahudilerin herkesi öldürmeye ve her ülkeyi işgal etmeye hakkı olduğunu kabul etmeye zorlanıyoruz. Hangi ülkelerde? AB üyesi ülkelerde ve ABD’de. Düşünce özgürlüğü yok. Yaşama özgürlüğü yok. Ulusların egemenlik hakları yok. Sonuç: ABD Siyonizm adına Irağı işgal etti bütün dünyanın gözü önünde ve hiç bir haklı dayanağı olmadan. Ve kimse sesini çıkaramadı.
Vaat edilen topraklar neresi açıklayayım. Fırat-Dicle, Akdeniz ve Kızıldeniz arasında kalan topraklar. Yani esas olarak Mısır'da Nil nehrinden başlayarak, Filistin, Lübnan, Ürdün, Suriye ve Irağı kapsıyor. Ve hatta Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunu da kapsamakta. Aslında bölge üzerinde hak iddia edenlerin, o zamanlarda zaten bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin üzerinde yaşamakta oldukları dikkate alınırsa, söz konusu tarihlerde yani MÖ 2-3 yüzyılda ve öncesinde ciddi bir zenginlik ve medeniyete ulaşmış olan Babil’i talep ediyorlar kendi yaşadıkları ama egemen olamadıkları bölge dışında. Bu aç gözlü, hayali kavmin gözünü diktiği verimli ve zengin topraklar da, Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı bugünkü Irak, o zamanki Babil toprakları. İşte ABD işgalinin gerçek nedeni.
Ancak Siyonistler bölgenin tümünü ilk denemelerinde tamamen Yahudileştiremedikleri için ve putperest diye yanlış bir şekilde tanımlanan, eski pagan dinlere mensup geri kalan Sami ırkları, ikinci denemede Müslümanlaştırıldığından, geri kalan topraklar da, daha savaşçı ve kalabalık oldukları için, Müslüman Arap ırklarının eline geçti. Ve Siyonizm ideali 1948 yılında İsrail kurularak yeniden gerçekleştirilene kadar, söz konusu toprakların tamamı Arapların elinde idi. Sigmund Freud, insanların içgüdüsel eğilimini “Future of an Illusion” adlı kitabında tanımlarken, yamyamlığa ve katliama eğilimli olarak niteliyor. Ben Sigmund Freud'un insanoğlu (muhtemelen aslında Yahudi toplumunu kastediyor) hakkındaki bu sapkın düşüncesini, onun Yahudi olmasına bağlıyorum. Tevrat'ı okursanız ve bu garip kavmin beyninin nasıl yıkandığını anlarsanız, ne demek istediğimi anlarsınız. Tevrat’ta Levililer kitabında, tanrıları onlara kardeşlerini, komşularını, çocuklarını öldürmeyi emrediyor örneğin.
Siyonizm esasen Yahudi dininin temel amacını oluşturmaktadır. Yahudi dininin kuruluş amacı kısaca, Siyonizm'in gerçekleştirilmesi, bölgedeki düşman Roma-Mısır-Babil-Lidya devletlerinin, medeniyet ve pagan dinlerin yok edilmesi olarak ifade edilebilir. Dinin çıkışı, iddia edilenin aksine MÖ 2-3 yüzyıla dayanmaktadır. Tam olarak Tevrat'ın ne zaman yazıldığını bilmek imkansız. Son şeklini aldığı zamanın MÖ 2-3 yüzyılda olduğu ise kesin.
Siyonist ideallerin gerçekleştirilip, tanrıları Yahve'nin İbrahim'e söz verdiği kutsal topraklara Yahudiler yerleştiğinde ve tapınak Kudüs'te inşa edildiğinde, Tevrat'a göre zamanın sonu gelecek ve tanrılarının istekleri yerine getirilmiş olacaktır. Bu hedeften de anlaşılacağı üzere, kitabın Yahudi toplumuna gösterdiği hedef, yani esasen dönemin Suriyelilerinin kendilerine seçtikleri kutsal hedef, söz konusu toprakları yani esas olarak Babil'i ele geçirmek idi. Bu arada aynı hanedan, söz konusu zaman dilimi için kendisine rakip olarak gördüğü iki büyük gücü de dağıtmak istemektedir. Bu iki güç, Mısır ve Roma uygarlıklarıdır. Yahudi dininin çıkış amacı, sadece ama sadece, bu iki hedefin yani Siyonizm idealinin ve Roma ve Mısır uygarlıklarının yıkımının gerçekleştirilmesidir. Tarihe bu gözle bakarsanız, bir çok gerçek ardı sıra ortaya çıkacaktır.
Ancak Mısır uygarlığı zaman içinde gücünü kaybetmekle beraber, Roma yüzyıllar süren Yahudi isyanlarına rağmen, esasen Hıristiyanlığı yaratması sayesinde, bölgede gücünü korumakla kalmamış ve dünyayı ele geçirmiştir. Dolayısıyla Siyonizm ideali de, Romanın yıkılması hedefi de gerçekleştirilememiştir.
Siyonizm düşüncesi, doğal olarak Tevrat'ta ve Yahudi toplumunda hep var olan, şizofrenik bir düşünce idi. Ülkücülük benzeri bir ideal. Türk ülküsü ne denli mantıksız ise, o denli saçma bir ideal! Siyonizm idealinin yaklaşık olarak 20 yüzyıl boyunca Yahudiler tarafından takip edilip edilmediğini bilmek mümkün değil. Siyonizm idealinin son yüzyıla kadar dünyaya ciddi anlamda egemen olduğunu düşünmek zor. Tabi bu ideal yönünde bu 20 yüzyıl boyunca atılmış bir çok adım var ancak gizli bir tarikatın bu hedefe varmak için 20 yüzyıllık bir mücadele izleyip izlemediğini bilmek mümkün değil.
Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde, Yahudi toplumunun Avrupa'ya yayılmış ve uzun zamandır yerleşmiş olması, ana vatanları olan bölgede Yahudileştirilmiş, ama Yahudileştirildiklerinden haberi olmayan Müslüman Arapların egemenliğinin olması, esasen düşman Roma imparatorluğunun düşman Katolik ve Ortodoks kiliselerine bölünmüş ve siyasi değil, daha çok dini diktatörlükler haline gelmiş olmaları, Babil'in o eski gücünü ve zenginliğini tamamen yitirmiş ve Arapların eline geçmiş olması, zaten bu Siyonizm idealinin olmayan mantıksallığını iyice ortadan kaldırmıştı.
Ancak 19. yüzyılda nereden çıktığı belli olmayan bir gücün desteği altında Siyonist Yahudi cemaatler, bu hayali gerçekleştirmek üzere bir araya gelmeye, organizasyonlar oluşturmaya başladılar. İlk Dünya Siyonist Kongresi, 1897 yılında İsviçre'de Basel’de toplandı. Theodor Herzl kongreye başkanlık etti ve kongreyi toplayan kişilerin başında gelmekteydi. Bu kongre esasen Siyonizm'in ilk kez açık bir şekilde kendini gösterdiği bir organizasyon idi. Yani yer altından çıkan buzdağının görünen kısmı.
Theodor Herzl kim? 1860’ta doğmuş, Avusturya-Macaristan imparatorluğunda bir Alman gibi eğitim almış, kendini Alman gibi gören, üniversitede hukuk okurken, Alman milliyetçi gruplarına üye olmuş, gazeteci olarak çalışmış, sık sık Osmanlı devletine ve İngiltere'ye yolculuklar yapmış (ajan), bir Fransız gazetesi için Paris’te çalışmış, hatta gazeteci olarak çalışırken Alman birliğinin (yani Alman ülküsü) sağlanması için sosyal çalışmalara katılmış, ancak bir Fransız Yahudi’si subay olan Dreyfus casusluğu davasında, 1895 yılında Avrupa’daki anti-Yahudi taraftarlığını fark ederek, birdenbire Yahudi olduğunu hatırlayıp Siyonist olmuş biri. 1895 yılında 35 yaşında Yahudi inancını geri kazanıp, Siyonizm idealini benimseyip, 2 yıl içinde bu Dünya Siyonist Kongresini toplamış. Buna inanırsanız her şeye inanırsınız. Bu arada 1904 yılında yani 7 yıl sonra kalp krizi sonucu ölmüş.
Peki bu olağanüstü başarıda ikinci adam kim? Max Simon Nordau. Bu adam Yahudi gibi yetişmiş, ama aynı zamanda Katolik okuluna da gitmiş. Tıp eğitimi almış ve önceki gibi gazeteci olmuş ve hatta Paris'te aynı gazetede çalışıyorlarmış. Kendi yazdıklarına göre 15 yaşından sonra kendini Alman gibi hissetmiş, hatta ismini değiştirmiş ve Protestan bir kadınla evlenmiş ki, bunu Siyonist tarikatlar yasaklıyor. Kesin olarak Siyonist olmayan, kendini Alman gibi gören bir Yahudi. Yine Dreyfus davası sonucu, 1895 yılında 46 yaşında Siyonist olmaya karar veriyor. İnanılır gibi değil. Yani Dreyfus davası olmasa, bugün İsrail diye bir devlet ve Siyonizm belası ve hatta Irak işgali olmayacak.
İkinci kongre sonunda başkanı Theodor Herzl der ki "Şimdi size çok hayali gibi görünebilir ama 50 yıl içinde dünyada büyük değişimler ve savaşlar olacak ve İsrail devleti kurulacak!" Bunu dediğinde gerçekten hiç inandırıcılığı yoktu, ama Nostradamus bu adamın yanında halt etmiş. Adam resmen geleceği bilmiş(???)!!! İşin gerçeği daha o günlerde yaşanacak iki dünya savaşını planlıyorlarmış.
Beşinci kongre sonucunda 1901 yılında Jewish National Fund isimli bir fon kurulur İngiltere'de. Bu fon Filistin'den toprak satın almak için bağış toplar. Başkanlığını İngiltere Başbakanı yapar son 110 yılda. Bu gerçek bile İngiltere’nin son 110 yılda Siyonistlerin kontrolü altında olduğunu açık bir şekilde göstermeye yeterlidir. Yani Siyonizm büyük İngiliz İmparatorluğunun resmi ideolojisi-devlet politikası olmuş daha bundan 110-??? yıl önce.
Yani anlaşılacağı üzere, gizli bir el kendini Yahudi olarak bile görmeyen bu adamları Siyonist yapıp, onlara kongre düzenletir ve İsrail'in kurulması planlanır. Hem de İsviçre’de. İsviçre o zamanlar Almanya’ya göre oldukça geri ve henüz finans merkezi değil. Tabi sonraki elli yıl içinde Yahudi finansı sayesinde dünyada bir numara oluyor. Nerden nereye!
Siyonist ideal esasen o yıllarda son derece anlamsızdır. Zira Avrupalı Yahudiler yüzlerce yıldır yaşadıkları toprakları, varlıklarını, hayatlarını, geçmişlerini bırakıp çöle göç etmeye hiç de istekli değildirler. Neden bunu yapsınlar ki? Belki 500 yıldır yaşadıkları ve vatan olarak bildikleri toprakları bırakıp, bilmedikleri, görmedikleri, kesin olarak çölden başka bir şey bulamayacakları bir ülkeye göç etmeye kim istekli olur. Peki bu insanların göç etmeleri nasıl teşvik edildi? Nasyonal Sosyalistler sayesinde!!! İlk olarak 1. dünya savaşı çıkar. Ardından Naziler ortaya çıkar. Ve Karl Marx'ın sosyalist bir devrim beklediği ülkede faşistler iş başına gelir. Hem de vasıfsız Yahudi kökenli bir Avusturyalı onbaşının liderliğinde. Olmayan bir ideoloji, Almanya gibi o dönemin en ileri ülkesinde popülarite kazandı. Nasıl mı? Tabi finansman ile. 1. dünya savaşından hırpalanmış, ekonomisi bozulmuş olarak çıkan Almanya’sında. Peki Nazileri kim finanse etti? Finans o zaman da Yahudilerin elinde idi. Nazilerin Almanları ajite ettiği konulardan biri zaten bu idi. Ve Yahudi varlıklarının büyük bir kısmı ülkeden nereye kaçtı? İsviçre’ye. Zaten İsviçre bu şekilde bir küresel finans ülkesi oldu. Ve o zamandan bu yana dünyanın her yerindeki zenginler ülkelerinden varlıklarını kaçırırken, bu ülkedeki finans kurumlarını kullandılar. Şimdilerde Kayman adaları, Liechtenstein, Luxemburg da moda merkezler. Bilin bakalım bu ülkelerde bulunan finansı küresel düzeyde kim yönlendiriyor? Rothschild ailesi. Siyonizm’in Avrupa ayağı olarak biliniyorlar. Yine bildiğiniz üzere bütün bu Siyonizm organizasyonları İsviçre'de gerçekleştirildi.
Peki İsviçre aslında yüzde elli Alman iken, kuzey ve doğusunda Almanya ve Avusturya varken, esasen coğrafi yapısı Bavyera'ya benzerken, Moskova yolunda Napolyon'dan ders almaz bir şekilde orduyu telef edene kadar, Hitler neden İsviçre'yi işgal etmedi? Kiminle yaptığı centilmenlik anlaşması yüzünden, Afrika'ya bile çıkarma yaparken, burnunun dibindeki İsviçre'yi işgal etmekten çekindi. Aynı şekilde İskoçların desteğini alabilecekken, bütün Avrupa'yı işgal ettikten sonra, tek mücadele eden İngiltere kalmışken, zaten İngiltere'nin de dayanacak gücü kalmamışken, neden İngiltere'ye çıkarma yapmadı?
Basit bir şekilde demek istediğim Naziler aslında başından beri Siyonizm’in askerleri idi. Naziler aslında ülkede, Tevrat’ta Levililerin yaptığı iddia edildiği gibi, Siyonist olmayan Yahudi kıyımı yaparken, reformist, kendini Yahudi olarak tanımlamayan, geleneklerden uzaklaşmış, dinler arası evlilikler yapan ve sözde Yahudi ırkını bozan, çoğunluğu sosyalist, komünist, liberal olan, laik sistem arayışında olan, aydınlanma (Illuminati) yanlısı Yahudi kökenli ve faşizme muhalif her kökenden insanı katletmişlerdir. Nazizm Siyonistler tarafından finanse edilmiş ve kurgulanmıştır. Nazizmin sonuçlarına bakarsak, en belirgin sonucu, Siyonist’lerin özlem duyduğu İsrail’in kurulmasıdır. Nazizm, Siyonizm’in global düzeyde uyguladığı projelerden sadece biridir. Siyonizm projesi, 100 yılı aşkın bir süredir, büyük dünya devletlerini de kontrol ederek, her tür mantıksızlığa ve vahşete rağmen gerçekleştirilmektedir. Bu projenin temelleri en az 110-120 yıl öncesine dayanmaktadır. Nazizm’deki Aryan düşüncesi, Siyonizm kökenli ve anti-hümanisttir. Büyük bir finanssal destek sayesinde Nazizm, dünya savaşından sonraki kötü ekonomik yapıda, parayı kullanarak popülarite kazanmış, militarist yaklaşımlar ve parasal yardımlar ile apolitize kitleleri kendisine bağlamış, böylelikle ve muhtemel seçim hileleri ile iktidara gelmişler; uyguladıkları terör politikası sayesinde de muhaliflerini ortadan kaldırmışlardır. Bütün bunlar olurken koskoca Alman halkı, faşizmin baskısı altında sessiz kalarak suça iştirak etmiştir. Aynen bugün Türkiye’de Fethullah Gülen Terör Örgütünün ve onun siyasi organı Ak partinin yaptığı şekilde. Bu arada Siyonist Yahudilerin, mal varlıkları ile birlikte, İsviçre’ye ve ABD’ye kaçmalarına Naziler tarafından izin verilmiştir.
Sonuç olarak Almanya'da Naziler, Sovyetlerde Stalin olmasaydı, İsrail göç edecek Yahudi bulamazdı. Ancak Yahudiler göç etmeye başlamadan bile önce, İsrail hem ekonomik, hem de siyasi olarak, kapalı kapılar ardında kurulmuş ve çok önceden bütün hazırlıklar yapılmıştı. Yani mantıken imkansız bir plan, her türlü zorluk aşılarak, topraklar Osmanlı mandası altındaki Filistinli Araplara aitken, çöle göç edecek denli geri zekalı Yahudi neredeyse yokken, ülkenin vatandaşı, toprağı, siyasi olarak söz konusu topraklarda hakkı yokken, hem de yaklaşık 50-60 yıl öncesinden planlar yapılarak, savaşlar çıkartılarak, ideolojiler yoktan var edilerek, savaşların sonuçları belirlenerek ve tabi milyonlarca insan katledilerek, gerçekleştirildi ve İsrail kuruldu.
Vaat edilen topraklar belli. Siyonizm hedefi belli. Plan belli. Dünyada bu bölgede yaşanan siyasi değişiklikler belli. İran'da molla devrimi. Mısır'da suikastlar-terör-en son rejim değişikliği. İsrail’in Filistin-Lübnan işgali. ABD’nin Afganistan-Irak işgalleri. Türkiye'de 12 Eylül-Fethullah ve PKK terör örgütlerinin organizasyonu ve ülkenin işgali. Suriye-Libya-Tunus'ta rejimi devirme çabaları. Yunanistan'da anormal bir ekonomik kriz. Bölgede şeriat yani Yahudi inanç sistemi ile yönetilmeyen tek bir Müslüman ülke kalmayacak. Kürdistan kurulacak. Irak zaten işgal edildi. Suriye'nin düşmesi an meselesi.
Fakat yukarıda da anlattığım gibi, her şey Siyonist idealin gerçekleştirildiği düşüncesini doğrularken, bu ideali gerçekleştirenlerin ortada görünmediği, Rothschild (Avrupa) ve Rockefeller (ABD) aileleri dışında deşifre olmadıkları ve kullanılan isimlerin gerçekte Siyonist bile olmadıkları görülüyor. Dolayısıyla farklı amaçlı bir planın uygulanıp, her şeyin Yahudilerin üzerine atılması olasılığı da mümkün. Veya daha doğrusu Siyonistlerin, daha önce örneğin Türkiye'de olduğu şekilde, Ermenilere ve şimdi Kürtlere yapıldığı gibi, kullanılıyor olmaları da mümkün. Veya bu işin arkasında göründüğü üzere gerçekten Siyonistlerin olması da mümkün. Siyonizm'in arkasında başka bir ideal olması bence pek muhtemel değil. Hangisinin doğru olduğunu maalesef zaman gösterecek. Ancak emin olduğum bir şey var ki, plan ne olursa olsun, her zaman olduğu gibi bedelini dünya ve insanlık ödeyecek!
BÖLÜM 8
DÜNYA BİR İLLÜZYON MU? 1
DEMOKRASİ veya diğer bir deyişle DEMAGOJİ
Demokrasi nedir? Demokrasiyi anlatmak için, herhalde ilk olarak cumhuriyet rejiminden bahsetmemiz lazım. Bize dendiğine göre cumhuriyet rejimi, halkın yani insanların, ülkenin idaresinde belirleyici aktör olmaları, yani halkın kendi kendisini idaresidir. ABD kökenli demokrasi tanımına göre demokrasi, insanların seçim yapma haklarının olması ve serbest piyasa ekonomisinin sistemde hakim olmasıdır. Ancak demokrasi ve sözde insan hakları tanımlarına, daha mantıklı bir çerçeveden bakarsak, demokrasi söz konusu cumhuriyet rejiminde, bir çoğunluk diktatörlüğünün yaşanmaması, azınlıkların haklarının ve her bir bireyin sahip olduğu hakların korunması anlamına gelmektedir. Aynı zamanda ülke vatandaşlarının, vatandaşlık hakları gereği, eşit haklara sahip olmalarını da gerektirir, demokrasi rejimi. Yine bireylerin özgürlükleri, sistem tarafından güvence altına alınır, demokrasi rejiminde. Sosyalist rejimleri eleştiren liberal siyaset bilimcilerine göre demokrasi, bireylerin veya vatandaşların, ülke ve sistem için var olmaları değil, rejimin ve devletin, bireyler için var olmasıdır. Gerçek bir demokratik yapıda kanunlar, bireylerin özgürlük ve haklarının korunması için yapılır; çünkü bireyler, toplumdan ve devlet organından korunmadığı takdirde, bireysel özgürlüklerden bahsedilemez. Adalet sistemi, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması için var olmalıdır ve bireyler yani vatandaşlar, adalet sisteminin karşısında eşit olmalıdırlar. Silahlı kuvvetler, yani polis ve ordu, bireylerin yani vatandaşların güvenliğinin sağlanması için, var olmalıdır. Egemen kapitalist liberal söyleme göre devlet, ekonomik yapıya müdahale etmez, ancak bireylere girişimlerde bulunma imkanını sağlar. Yine kapitalist sistemlerde uygulama bulduğu iddia edilen liberal ekonomi teorisine göre, ekonomik yapı, dışarıdan bir müdahale olmadan, kendi kanunları ile işler. Bu yapıda borsa, şirketlerin kamuya arzı ve bu şekilde direkt olarak, finans kurumlarına gerek olmaksızın, yatırımcı bireylerden finans bulabilmeleri ve aynı zamanda bu şekilde bireysel tasarrufların, direkt yatırımlar haline dönüştürülebilmesi amaçları ile oluşturulmuştur. Demokrasi rejimi ile yönetildiği iddia edilen devletin görevi, bu anayasal hak ve özgürlüklerin, vatandaşların kanunlar önünde eşitliğinin, reel ekonomiyi destekleyecek finanssal yapının, fırsat eşitliğinin, bireylerin güvenliklerinin sağlanması, korunması ve politik, bilimsel, ekonomik, sosyal hayatın ülkede korunması ve desteklenmesidir.
Yukarıda anlattığım demokrasi düşüncesi, Fransız devriminin, Avrupa merkezli aydınlanma döneminin, ABD’nin kuruluşunun, ABD modelli, sözde liberal, demokratik ülkelerin kuruluş felsefesinin temel dayanağını oluşturmaktadır. Yukarıdaki söylem, esasen son derece özgürlükçü, ilerici, hümanist ve haklı olmakla birlikte, dünyanın gerçekleri ile yakından veya uzaktan en ufak bir ilgisi olmayan bir söylemdir.
Demokrasi rejimi ile ilgili birinci sorun, halkın kendi kendini idaresinde kullanılan yöntemin, temsil yöntemi olmasıdır. Temsil yöntemi, işlemesi mümkün olmayan bir sistemdir. İddia odur ki, halk kendi temsilcilerini seçer ve o temsilciler de, ülke idaresinde alınacak kararlarda halkı temsil eder. Buna parlamenter rejim denir. Parlamenter rejimin çalışıp çalışmadığını, yani temsilcilerin halkı temsil edip etmediğini, kontrol eden herhangi bir mekanizma ise yoktur. Yani milletvekili olarak seçildiğinizde, size oy verenlerin siyasal tercihleri yönünde hareket etmediğiniz takdirde, alacağınız bir ceza yoktur. Bu durumda temsilcileri bağlayan bir yasal durum söz konusu değildir ve temsilciler istedikleri çıkar grubunun çıkar amaçlarına uygun hareket edebilirler. Sonuç olarak denebilir ki temsilciler, mevcut sistemin çarpıklığından dolayı, temsilcilik özelliğine sahip değildirler. Zira temsil eden sınıfın, yani seçilmişler sınıfının üzerinde halkın herhangi bir kontrolü yoktur. Temsilciler yani seçilmişler sınıfı, gerçekte kendilerini finanse eden ve seçilmelerini mümkün kılan, siyasi, dini veya çıkar gruplarını temsil etmektedirler, halkı değil. Bu sistem aslında yeni bir aristokrat sınıf yaratmıştır. Cumhuriyet rejimi, kendi varoluş ideallerine ters bir şekilde, aslında oligarşik bir yapı oluşturmuş; bir seçilmiş, temsilci sınıfı yaratmış, vatandaşlık ve eşitlik ideallerine aykırı elitist, seçilmiş bir üst sınıf oluşturmuştur. Sonuç olarak rejim, kendine ihanet etmiş ve ciddi bir sınıf ayrımı yaratmıştır. Aydınlanma düşüncesinin hümanist, halkçı, eşitlikçi ve özgürlükçü ideallerinden, uygulamada varılan bu son noktada görünürde ortaya çıkan, bu seçilmiş, elitist, üst sınıfın, halklar, insanlar yani bireyler üzerinde tahakküm elde etmiş olmasıdır. Demokrasi rejimi esasen, seçilmişler sınıfının, halk kitlelerine tahakküm rejimidir.
İkincisi, halkın kendi temsilcilerini seçtiği düşüncesi, gerçek bir illüzyondur. Halkın kendi temsilcilerini seçmesi için:
a-Seçim yapma yeterliliği olan herkesin (örneğin 10 yaşından itibaren), seçim yapma hakları olmalıdır.
b-Seçim yapma yeterliliği olan herkesin,
Dostları ilə paylaş: |