1- Bu işi emreden, o işin emredilen tarafından yapılmasını isteyebilir.
2- O emri veren, emredilenin samimiyetini ve itaatını sınamak için böyle bir emir verebilir ve ya imanının ve samimiyetinin gücünü ortaya çıkarmak isteyebilir. Burada eylemin gerçekleştirilmesi ile ilgili herhangi bir amaç yoktur. Nitekim Allah'ın Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesini emretmesi bu türden bir emirdir. Çünkü Allah O'nun oğlunu kurban etmesini istemiyordu. Bu nedenle eylem gerçekleşmeden bu emri geri aldı. Aksine İbrahim ve oğlunun baba oğul olarak Allah karşısındaki kesin teslimiyetini ortaya çıkarmak istiyordu. Onları insanlara örnek ve önder kılmayı diliyordu... Emrin nedeni başka birşey de olabilir. İnsanı eğitmek amacını gütmüş olabilir, ta ki insan birtakım deneyimlere sahip olsun, ilerdeki hayatında daha uyanık ve deneyimli olarak hareket etsin. İşte Âdem’in durumu da budur.
Biz bu yaklaşımda akli açıdan herhangi bir tutarsızlık olduğunu sanmıyoruz, aksine bu pek çok bilgelerin işlerinde, emir ve yasaklardaki yöntemlerinde bir realite olarak görünmektedir.
Burada Allah'ın, Âdem’i, imkânlarının ve reel şartlarının elvermediğini bile bile sorumlu tuttuğunu ileri sürerek itiraza kalkışmak doğru değildir. Şöyle ki:
1- Bir şeyin yerine getirilmeyeceğini bilme, ilke olarak yükümlülük getirmeye engel değildir. Çünkü bilgi bilen için bilinmektedir. Fakat bilmeyen için onu bildiği söylenemez.
2- Buradaki yükümlülük eylemin gerçekleşmesini hedef almamış, tam tersine şimdiki deneyimle ilerdeki deneyimleri sağlamayı hedeflemiştir.
Bu yaklaşım ışığında diyebiliriz ki: Hz. Âdem’in bu yükümlülüğü Hz. İbrahim'in kıssasındaki yükümlülüğe benzemektedir. Yalnız burada iki konuda ters hareket edilmiştir.
Tevbe ve insanın Hayatındaki Önemi
«Derken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu bağışladı. Hiç şüphesiz, tevbelerin kabul edendir ve merhametlidir.» ([76])
Herhalde bu ayet de Âdem’in bütün hareketlerinin eğitim ve uslandırma amacı taşıdığına işaret etmektedir ki, insan bunlarla ilerdeki hayatını nasıl yönlendireceğini öğrensin. Kendisinin nasıl yanlışlara düşeceğini ve Allah'tan uzağa düşeceğini bellesin. Bu ayet tevbe konusunu çözüme kavuşturmuş ve onu Allah'tan alınan şeyler çerçevesinde ele almıştır. Bu da Âdem’in fıtri -doğal- olarak onun hakkında hiçbir şey bilmediğini ele vermektedir. Allah'ın vahyi ve ilhamı onun hatadan, yanlıştan nasıl döneceğini ve onda ısrar etmemesi gerektiğini öğretmiştir. Kelimelerin tabiatına gelince, burada tefsirler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat akla en uygun olanı Kur'an'ın A'raf suresinde bize sözettiğidir:
«Dediler: Rabbimiz biz kendimize zulmettik eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.» ([77])
Bu, yanlışın karakterini derin biçimde anlama ve bu yanlışın insanın kendisi ve hayatı ile ilgili ilişkilerini ve bu hatanın insanın geleceği üzerindeki etkilerini ve yansımalarını derinden kavramayı ifade ediyor. Burada mesele Allah'ın otoritesine dokunan ve O’na kötülük yapan bir ilişki ile ilgili değildir. Aksine insanın Allah' a karşı tutumu ile ilgilidir. Kendisini düzeltmekle, Allah'la aralarındaki tutumu ve ilişkiyi düzelteceği ile ilgilidir. Buna göre günahın kendi yerinde kalması insan için hem dünyada, hem de ahirette büyük bir hüsrandır/ziyandır. İşte bağışlanmayı ve merhameti dilemek, bu hüsranı kesin şekilde reddetmektir. İnsanın, Allah ile yakın ilgiden yoksun olmasından daha büyük hüsran olamaz... Çünkü insan bu hüsranla, insani karakterini muhafaza ederek doğru yolda yürüme imkânından yoksun kalır.
Âdem’in Günahı - Feda Etme Akidesi Önünde
Bizim Âdem’in günahıyla ilgimiz nedir? İnsan onun günahını yüklenip bu günahı kanında ve canında sürekli yaşar mı? Bu anlayış şu anki hristiyanlıktan kaynaklanan bir anlayıştır. Buna göre Hz. Âdem’den beri bu günah onun neslinin kaçınılmaz bir kaderidir. Günah cezayı gerektirdiğine göre günahtan temizlenmiş bir kurtarıcıya ihtiyaç vardır. Bu kurtarıcı insanlığı kurtarmalı, onun adına acıları ve azabı çekmelidir: «Böylece Yüce Allah rahmetini ortaya çıkardı. Ezeli kelimesini somutlaştırdı ve bir bedene girdi. Bu kendini feda edenin temiz, kutsal ve eksikliklerden münezzeh olması gerekiyordu ki ilahi adaletin hakkını versin ve günahkârları kurtarsın. İşte Mesih Yesu' bu görevi yerine getirdi ve kendini bizi kurtarmak için feda etti. İlahi adalet cezalandırılmamızı ve ölümümüzii gerektiriyordu. Fedai bizim yerimize kendini feda etti ve ilahi adaletin hakkım ödedi.» ([78])
Biz Müslüman olarak bu düşünceyi kabul etmiyoruz. Çünkü biz Hz. Âdem’in günahı ile bizim günahlarımız arasında kişisel açıdan herhangi bir bağ olduğuna inanmıyoruz. Burada meselenin tamamı şundan ibarettir: İnsanın yapısı doğal olarak günah işlemeye ve kendini isyankârlıkla ifade etmeye elverişli niteliktedir. Adem kendi karakterinin gereği olarak yaptıklarını yapar, onun deneyimleri kendisi içindir. Bizim doğal şartlarımız da bizim içindir. Biz de bu şartlara göre yaptığımızı, yapacaklarımızı yaparız. Bizim onun günahıyla yakından veya uzaktan hiçbir ilgimiz yoktur.
İslam düşüncesi günahı insan hayatında geçici bir hal olarak kabul eder. Bu halin kişisel çaba, düşünce ve mücadele ile önlenebileceğini kabul eder. Bunun yanında ahiretteki etkileri, sonuçları, azab ve ilahi öfke; Allah'a dönüş yapma, pişmanlık ve tevbe ile giderilebilir. İşte Kur'an-ı Kerim'in şu ayette ifade ettiği de budur:
«De'ki ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o esirgeyen ve bağışlayandır.» ([79])
Bununla insan tertemiz, beyaz bir sayfaya dönüşür. Apaydınlık bir düzeye çıkar. Üzerinde herhangi bir karanlık ve siyah leke izi taşımaz. Kurtarıcının bizzat Allah olması bir tarafa, onun bundan sonra kurtarıcıya ne ihtiyacı olabilir. Artık onun ilahi adaletin hakkını vermesi için Yüce Allah'ın bir bedene girerek onun cezasını çekmesine asla gerek kalmaz. Bu söz bizim ilah anlayışımıza, O'nun yüceliğine aykırı düşmektedir. Bunun akıl ve mantık temeline dayalı sağlıklı bir izahı yoktur. Ayrıca Allah' ın bir bedene girmesi de mümkün değildir, böyle inanç olmaz. O'nun bağışlamasını, bağışlayıcı oluşunu da, kendi hakkını bizzat maddi bir şekilde ortaya çıkanp ödemesi şeklinde anlamak da yanlıştır. Çünkü O, bütün yaratıklarına karşı cömertliği ve keremiyle bol bol ikramda bulunan cömert ve kerimdir. Sonra herhangi bir kişinin cezayı ve işkenceyi yüklenmesi ile insanlığın az çok, büyük küçük tüm günahlarının bağışlanması ne demektir? Bu nasıl bir hakkı ödemektir. Böyle bir hak anlayışına akıl erdiremiyoruz. Çünkü akla ve mantığa uygun olan doğal düşünce, her insanın günahının sorumluluğunu kendisinin yüklenmesidir. Onun meyvesini kendisinin toplamasıdır. İşte Kur'an-ı Kerim'in ilke olarak benimsetmeye çalıştığı da budur:
«Kendi günah yükünü taşıyan hiç kimse bir başkasının günahını taşımaz.» ([80])
Buna bağlı olarak bu düşüncenin bir benzerine de değinmek yerinde olur. Başka insanların günahlarını büyük bir şahsiyetin üstlenerek bütün insanları cezadan kurtarması düşüncesi İmam Hüseyin'in inkılâbı ve şehid edilişi konusunda da değişik şekillerde gözlemlenmekte ve çeşitli şekillerde yaygınlık kazanmaktadır. Çünkü tarihi okuyan bazı insanları Hüseyin'in taraftarlarının günahını ve hatalarını kurtarmak için kendisini feda ettiği düşüncesine kapılmaktadır. Günahları için Hüseyin'in kendisini feda edişiyle ya da şehadetiyle onlara şefaat ederek dolaylı yoldan onları günahtan kurtaracağı anlayışına kapılmaktadırlar. Bu tür yaklaşımlar İslam düşüncesinden ve Hz. Hüseyin'in hak ve adaleti gerçekleştirmek, haksızlık ve zulümleri kaldırmak, iyiliği yaygınlaştırmak, kötülüğü engellemek ilkesinden hareketle gerçekleştirdiği Hüseyni inkılâbın İslami karakterinden tamamen uzaktır. Burada, başkasının günahı için kendini feda etme diye bir durum yoktur. Bu, kişinin kendisini Hakka ve Allah yoluna feda etmesi, kurban etmesidir.
Tefsirdeki Kavramlar
İşte Hz. Adem ve onun cennetten çıkarılışı ile ilgili olan genel konular bunlardır. Şimdi önümüzde tefsir kavramlarıyla ilgili birtakım işaretlere değinme işi kalmış bulunmaktadır.
«Cennet» Bu cennet, Allah'ın muttakileri müjdelediği Cennet midir, yoksa bu, vadedilen cennete benzeyen yeryüzü cennetlerinden biri midir? Biz, tefsircilerin giriştiği tartışmaya girmek istemiyoruz. Çünkü bu, tefsirin ana düşüncesiyle ilgili değildir. Yalnız, Kur'an ayetlerinin kendisinden söz ettiği cennetin muttakilere söz verilmiş cennet olma ihtimali daha kuvvet kazanmaktadır. İnsanın aklına şöyle bir yaklaşım gelebilir: Bu Cennet ahiret cennetinden başkadır. Çünkü Allah'ın cenneti bütünüyle temizliği ifade eder. Düşüncede, pratikte ve genel havasında temizlik vardır. Orada sapmaya orada günah işlemeye yer yoktur... Fakat bizce bu düşünce sağlıklı değildir ve Âdem’in girdiği cennetin ahiret cenneti olmasına aykırı değildir. Çünkü Hz. Âdem meselesi bir deneyim ve eğitim amacını taşıyordu. Kendisinin ve neslinin yaşaması gereken iyi işler bu yöntemle gösterilmek isteniyordu. Dolayısıyla onun hareketi cennetin genel yapısını ve. Allah'ın mükâfat ve sürekli nimet yurdu olarak belirlediği cennetin karakterini değiştirmez.
«İniniz» Bu iniş gökten yere, yüksekten alçak yere somut bir iniş midir yoksa derece, makam ve nimetle ilgili manevi bir iniş midir? Açık olan anlam bunun maddi bir iniş olduğudur. Ancak bunun tersi isbat edildiğinde onu kabul etmek gerekir. Yalnız şu ana kadar böyle bir isbatla karşılaşmış değiliz.
«Birbirinize düşman olarak» Bu deneyim, düşmanlığı kökleştirmiş, derinleştirmiş ve onun sınırlarını kesin biçimde aydınlığa kavuşturmuştur. Artık karıştırmaya, düzenbazlığa yer kalmamıştır. İnsanın yeryüzündeki yeni görevini kavraması gerekir. Kendisini cennetten çıkaran ve yeryüzüne indiren ve Allah'ın rahmetini ve bağışlamasını sembolize eden cennetten onu yeniden uzaklaştırmak isteyen, böylece Allah'ın Adem'e lütfuna ve ikramına duyduğu kin ve kıskançlığını açığa vuran yeni düşmanın tüm oyunlarına, tezgahlarına karşı uyanık bulunmalıdır.
«Yeryüzü belli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır» Yeryüzü, Hz. Âdem’in hayatında canlı deneyimler yaşadığı yeri, yurduydu. Bütün duygularını ve Allah'a karşı boyun eğiş ruhunu yeniden canlandıran bir sarsıntı geçirmesine neden olmuştu. Bu sarsıntı onun önüne parlak ufuklar açmış ve Allah'a itaattan ve bağlılıktan uzaklaştığında bu parlak ufuklardan mahrum kalacağını idrak ettirmişti. Âdem bu atmosferde AIlah'ın hidayetiyle daha sağlıklı bir uyuma girecekti. Bu durumda tevbe insanın ubudiyet ve kulluk atmosferinde uyanık ve itaatkâr bir uyanışa neden oluyordu. Böylece Âdem yeryüzünde üstlendiği Allah'ın hilafeti görevini daha bilinçli, daha sağlıklı ve daha derin bir sorumluluk anlayışı ile yerine getirecekti. İblis'in aldatmak ve yoldan çıkarmak için başvurduğu oyunlara, tezgâhlara karşı daha tedbirli hareket edebilecekti. Şeytanın insanı asıl görevinden saptırmak için günahları kendisine şirin gösterdiğini idrak edecekti. Tevbe Âdem’in ilk deneyiminde başvurduğu yalnız ona ait bir durum değildi. İnsanların yoldan saptığı, şeytanın oyununa geldiği her zaman kendini düzeltmek için başvuracağı genel bir yöntemdi. O ancak bununla tekrar temizlenme atmosferine kapı açabilir ve orada yaşayabilirdi. Ancak onunla temizlenmenin geçerli olduğunu her alanda hissedebilirdi. Cenab-ı Allah tevbeden söz eden bu Ayet-i Kerime'de kendisini tevbeleri kabul eden ve merhamet eden sıfatlarıyla nitelemektedir ki insan tevbe ilkesinin insan için ne kadar engin bir yol olduğunu ve Allah'la ilişkilerinde ne kadar önemli olduğunu bilebilsin. Çünkü bu Allah'ın rahmeti ile ilgili sıfatlarından biridir ve hiçbir insanın hayatından ayrılması mümkün değildir. Bu nedenle Cenab-ı Allah bu sıfatı çokluk ifade eden mübalağa sigasıyla vermektedir. Cenab-ı Allah insanı yaratmıştı ve onun arzularının zaman zaman kendisini Allah'ın razı olmadığı işlere götüreceğini biliyordu. Bu nedenle ona her zaman kendisine dönüş yapması için kapılar bırakmıştır ki Allah'ın yolunda kendilerini düzeltsinler ve O'nun yasasına şeriatına dönüş yapabilsinler.
«Dedik ki; hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımden size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa Onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler. » ([81])
«Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi alerak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler.» ([82])
Burada mesele bize indirgenmekte ve insanın takib edeceği yol Allah'ın gönderdiği hidayet ile başlamakta ve kullarına gösterdiği eylem esas alınmaktadır. Yani Allah insana görevini göstermekte ve gideceği yolu, varacağı hedefi belirlemektedir. Bu öyle bir hidayettir ki başlangıcı ve sonu seyir çizgisinde net olarak, görünmektedir. Düşüncede, eylemde, vasıtada, amaçta ve hayatın her alanında tam bir hidayet, tam bir doğru yol... Bunların hiçbirisinsle bir karışıklık, bir kapalılık yoktur. Bu, Allah'ın lütufları ve ayetleri ile insanın ruhuna ve düşüncesine bahşettiği bir nurdur ki görüş aydınığı ile eylemlerinde tam bir özgür iradeye dayanarak hareket etsin. Kuşku ve kapalılık etkenleri karşısında iradesi donuklaşmasını İnsanın ahirette varacağı son, yine insanın iradesine ve seçimine bağlı kalsın. Allah'ın apaçık delilinden sonra tercihlerine bırakılsın. İnsan eninde sonunda anlasın ki dünya hayatı, risaletler aracılığı ile sorumluluğu üstlenmek, yükümlülüğü yerine getirmektir. Ahiret yurdu ise yapılan işlerin, yerine getirilen sorumlulukların sonuçlarının alınacağı yerdir.
İşte Bakara suresinin detaylı olarak ele aldığı meselenin birkaç boyutu bunlardır. Bu kıssaya değinen diğer surelerde İnşallah tekrar bu konuya döneceğiz.
Bu Ayetlerden Çıkarılması Gereken Pratik Ders
Bu, ayetlerden pratik hayatımız için elde ettiğimiz ürünlere gelince: Allah'ın, İblis'in Adem'e düşmanlığını esas alarak konuyu işlemesi bize gösteriyor ki, biz hayatımızda İblis'e ve ordularına karşı sürekli bir uyanıklık içinde olmalıyız. Düşüncede, sözde ve pratik adımlarımızda şeytanın düşmanlığını derin bir şekilde kavramalıyız. Bu düşmanlığın hepsini arzularımızda ve onun arka planındaki etkilerinde derin biçimde idrak etmeliyiz. Çünkü kötü etkenler bazan kalın perdeler arkasına gizlenebilir.
İnsanın gönlünde yer alan gizli-saklı yüzeysel karakterlerin arkasına saklanabilir. Bizi harekete geçiren nesnelerin neler olduğuna bakmalıyız. Akide ve hayat açısından farklı olduğumuz insanlara karşı nasıl hareket edeceğimizi tesbit etmeliyiz. Yolun herhangi bir konağında veya çalışma planlarının herhangi birinde beraber olduğumuz muhalif insanlarla ilişkilerimizi tesbit etmeliyiz. Böylece düşünce ve eylemdeki bütün ilişkilerimizi zeki bir uyanıklık ruhu ile incelemeliyiz. Bu eylemle insan, hareket esnasında herhangi bir kuşkunun ağına düşmez. Donuklaşıp kalmaz. Aksine nesnelerin ve arzuların arkasında gizli olan her çeşit olumsuzlukları araştırır. Çünkü bunların hepsinin arkasında gizli olan birtakım kötülükler bulunabilir.
Biz düşmana karşı düşmanca tavır almayı, gerçek düşmanlığın bir realitesi olarak ele almalıyız. Kendi içimizde nefsimize hoş gelen gevşeklik hallerine teslim olmamalıyız. Onlarla ilişkilerimizi dost, samimi bir havaya sokmamalıyız. Çünkü düşünce, ruh ve eylem planında bizden ayrı olduğunu hisseden ve bu ayrılığı yaşayan düşmanın düşünce ve eylem planında gücümüzü kırmak ıçin harekete geçmesi beklenir, farkında olmadan, bilincine varmadan bizi saptırmaya uğraşacağı kesindir. Bizi, hoşumuza giden basitliğe, allı-pullu sözlere ve sıcak ilişkilerin havasına teslim olmaya çağıracağı doğaldır. Bu havada bizi iyi niyete yöneltmeye çalışacağı tabiidir. İşte biz bu duyarlığı, düşünce ve bilinç farklılığını gözönünde bulundurmalıyız. Düşünce ve eylem ilkelerinde değişmez, sabit bir yol izleyerek iman eylemimizde sebat etmeyi başarabiliriz. Atacağımız adımları hatalardan, duygularımızı çözülmeden, düşüncelerimizi sapmalardan koruyabiliriz. Özellikle İslam düşmanlarının çoğaldığı ve aldatma yöntemlerinin zenginleştiği dönemlerde, İslam'ın şurada burada hayattan koparıldığı zamanlarda bu ilkeleri korumaya daha fazla ihtiyaç vardır. İslami olmayan bir mesele için insanların bir araya gelip oyunlar tezgahladığı sıralarda, buna daha fazla önem vermek gerekir. Küfrün değişik maskelere bürünerek, çeşitli İslami kılıklara girerek tuzak kurduğu bir günde bu uyanıklığa, bu farklılığa hayli ihtiyaç vardır.
Yüce Allah insanın her adımda sürekli engin bir uyanıklık içinde hareket etmesini, etrafındaki nesnelere ve insanlara karşı bilinçli deneyimler elde etmesini istemektedir. Amaçlarına doğru yol alırken net bir görüşe, özgür bir iradeye dayanmasını dilernektedir. Sağlıklı, bilinçli dürüst bir bağlılık içinde Allah'ın rahmetine, himayesine varmasını talep etmektedir.
[1] Fussilet, 42
[2] Hicr, 9
[3] Ahzab- 21
[4] Maide, 32
[5] Bakara, 67
[6] Fussilet, 26
[7] Bakara, 3 - 5
[8] Ahzab, 38
[9] Ahzab, 92 Fatır, 43
[10] Bakara, 6-7
[11] Kaf- 29
[12] Zuhruf, 76
[13] A’raf, 28
[14] Bakara, 8-15
[15] Bakara, 194
[16] Bakara, 16 - 22
[17] Tevbe, 111
[18] Bakara, 207
[19] Saff, 10 - 12
[20] Zümer, 15
[21] Enfal, 36 - 37
[22] Al-i İmran, 185
[23] Tevbe, 72
[24] Bakara, 23 - 24
[25] İsra, 88
[26] Hud, 13 - 14
[27] Zariyat, 49
[28] Rum, 1 - 4
[29] Nahl, 103
[30] Ankebut, 48
[31] Furkan, 5
[32] Nisa, 82
[33] Şura, 52
[34] Yunus, 34
[35] Bakara, 25 - 29
[36] Tevbe, 72
[37] Bakara, 26
[38] Hacc, 73
[39] Bakara, 27
[40] Bakara, 28
[41] Bakara, 29
[42] Saffat, 6
[43] Fussilet, 12
[44] Hicr, 18
[45] Cin, 9
[46] Nuh, 15 - 16
[47] Bakara, 30-31-32-33
[48] Zariyat, 56
[49] Fussilet, 11
[50] Kasas, 88
[51] Maide, 64
[52] Fetih, 10
[53] Enbiya, 26 - 27
[54] Sad, 26
[55] Yunus, 14
[56] Ahzab, 72
[57] Hucurat, 13
[58] Nur, 55
[59] Nur, 45
[60] Bakara, 34
[61] Hud, 43
[62] A’raf, 12
[63] İsra, 62
[64] El-Mizan Fi Tefsiril Kur’an C.1, s.135-136
[65] Yusuf, 100
[66] El-Mizan Fi Tefsiril Kur’an C.1, s.135-136
[67] El-Mizan Fi Tefsiril Kur’an C.1, s.135-136
[68] El-Mizan Fi Tefsiril Kur’an C.1, s.135-136
[69] Bakara, 35 - 39
[70] Al-i İmran, 33
[71] Ta-Ha, 117 - 119
[72] Ta-Ha, 121
[73] Bakara, 37
[74] A’raf, 23
[75] Bakara, 35
[76] Bakara, 37
[77] A’raf, 23
[78] Şeyh Cevad Belaği, El-Hüda İla Dini’l Mustafa C.1, s. 313 (Bazı Hıristiyan yazarlardan naklen)
[79] Zümer, 53
[80] En’am, 164
[81] Bakara, 38
[82] Bakara,39
Dostları ilə paylaş: |