Fasıklar Kimlerdir?
«Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit haline getirdikten sonra bozarlar. Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkilerini keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.»([39])
İşte bunlar, Allah'ın insanların anlayışına anlasınlar diye sunduğu fasıkların sıfatlarından birkaçıdır. İnsanlar fasıklığın insanın hayatına nasıl girdiğini ve toplumun temelini oluşturan ana ilkeleri nasıl yıktığını böylece öğrenmiş olmaktadırlar. Toplumun ana ilkelerini oluşturan üç önemli özellik vardır:
1- Sözleşmelere ve antlaşmalara bağlı kalmak. Çünkü bu, toplumun bireyleri arasındaki güveni pekiştirir ve onların sosyal dayanışmalarını daha ileri düzeye götürür.
2- Sosyal ve manevi bağları muhafaza etmek. Çünkü bu, toplumun kümelerini birbirine bağlar ve onu parçalanmaktan, dağılmaktan uzaklaştırarak, birbiriyle kenetlenmiş tek bir güç haline getirir.
3- İnsanların hayatında meydana gelen bozuklukları düzeltmeye çalışma gayreti ve toplumun akidesinde, ahlakında ve vicdanında meydana gelen bozukluğu engellemeye çalışmak ve onların yaygınlaşmasıyla mücadele etmek... İşte Mü'min hayatında imanın sırrı budur.
İman onların hayatlarını yönlendirdiğinde toplumun bu ana ilkeleri güç kazanır ve daha da sağlamlaşır. Onlar akidelerinde ve hayatlarında tüm görevlerinde ve antlaşmalarında Allah'ın ahdini korumaya çalışırlar. Allah'ın sürdürülmesini emrettiği iman, akrabalık, komşuluk ve diğer ilişkileri sürdürürler. Yeryüzündeki bozgunculuğu düzeltmeye çalışırlar. Bozguncuların karşısında dururlar. Böylece iman ve fasıklık toplumun yıkılması ve kurulmasında önemli rol oynayan etkin iki unsur haline dönüşür. Bunlar insanın bireysel hareketlerine hükmeden kişisel unsurlar olmaktan çıkar.
Tefsirciler, Allah'ın ahdinin ne olduğu konusunda yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki: Allah'ın ahdi, Allah'ın insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adalet ve Peygamberleri doğrulama delilleridir. Allah'ın ahdi, Allah'ın Peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve yapmamalarını istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuştur. Bazıları ise ayetin konusunu ehl-i kitap'la sınırlandırmaya yönelirler. Buna göre Allah'ın ahdi, Tevrat'ta Muhammed'e uyacaklarına dair aldığı sözdür. Kimileri de bu ayetin muhtevasını tüm bu yorumlardan uzak bibiçim ele alarak Allah'ın ahdini, Allah'ın onlar daha Âdem’in bünyesinde zerre halinde iken onlardan aldığı söz ile açıklamaya çalışırlar. «Elest bezmi» diye bilinen bu sözleşme ile ayeti açıklamayı bazıları reddetmişlerdir. Çünkü Yüce Allah'ın, kullarının bilmediği, hatırlamadığı bir sözleşme ile onları sorumlu tutması caiz değildir ve bu onlar aleyhine delil de olamaz.
Fakat biz bu konudaki detaylara girmenin gereksiz olduğuna inanıyoruz. Çünkü biz ayetin özünden rahatlıkla anlıyoruz ki burada söz konusu olan, fasıklığın insanın kişisel hayatında meydana getirdiği tahribat ve olumsuzluklardır. Detaylara inmeden de biz bu özü rahatlıkla yakalayabiliyoruz. Çünkü burada mesele imanın sonuçları ile küfrün sonuçları arasınraki farktır. Tabloyu uzaktan tasvir eden genel verileri ortaya koymaktır.
Her Şeyden Önce AIIah'a İman
«Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki sizleri ölü iken O diriltti, Sonra sizi öldürüp tekrar diriltecek. Sonra da yine O'na döneceksiniz.» ([40])
Surenin ana konusunu burada Allah inancı teşkil etmektedir. Mü'minlerden, kâfirlerden ve münafıklardan söz ederken surenin ana teması budur.
Küfür her çeşit kötlüğün, bozukluğun ve sapmanın temeli olduğundan Kur'an-ı Kerim küfür olayını hayret edilecek ve tiksinilecek bir olay olarak tasvir etmektedir. Burada düşünceye, muhakemeye bile hitap etmeye gerek yoktur. Mesele apaçıktır. Bu nedenle olumsuz bir soru ile konuyu ele alarak insana küfrü reddetmek için büyük bir çabaya gerek olmadığı imajını veren bir yöntem kullanmıştır. Sadece insanın yaradılış aşamalarını gözden geçirmek, hayatın hiçbir belirtisini üzerinde taşımayan ölü bir varlık iken hayatın ona parlak ve üstün bir eylemle nasıl geçtiğini düşünmek, onun gelişmesini, olgunlaşmasını ve kemale erişini gözlemlemek, nasıl öldüğünü ve daha geniş bir hayata nasıl geçiş yaptığını muhakeme etmek yeterlidir. Böylece insan yokluğun ta kendisi olan ölümün ötesinden tekrar bir hayata kavuşmaktadır. Çünkü o, daha önce yokluktan var edilmiş ve hayata kavuşturulmuştur. Sonra o tekrar ölüme yönelecektir. Çünkü ölüm insanın yok oluşu değildir. Aksine hayatın aşamalarından, köprülerinden birisidir. Ölümle hayat daha da güç kazanır. Hayat, her şeyin kendisine döndürüleceği Allah'ın izniyle ölüm sayesinde yenilenir ve sağlamlaşır.
İşte imanın insana bahşettiği kolay anlaşılacak düşünce budur. Bu düşünce felsefi problemlerden ve karmaşık meselelerden uzak insan vicdanı tarafından kolay anlaşılabilecek bir konudur. Kişi bizzat kendi kişiliğinden uzaklaşmadığı sürece bu düşünceyi anlamak için uzun tetkikIere, araştırmalara, keskin anlayışa bile ihtiyaç duymaz. İşte bu vicdana dayalı düşünceden gerçek akide doğup gelişir ve olgunlaşır.
İnsanın gönlünde bu tavır, yaradılış ve yoktan varediş üzerinde daha geniş boyutlara ulaşır, Yeryüzünün genişliğinde, göklerin ufuklarında üzerinde düşünületek daha pek çok gerçeklerle karşılaşır. Böylece o hayatı daha geniş boyutlardan tanıma imkânını elde eder. Böylece her şeyin yaratıcısı olan Allah'a iman konusunda daha engin bir tutum içine girer.
«O ki yeryüzünde bulunan bütün varlıkları, sizin için yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir.» ([41])
Ayet-i Kerime'de, yaradılışın büyüklüğünü insanın hayatından ve ihtiyaçlarından uzak tutmayap nimete dikkat çekilmektedir. Çünkü burada yaratmayla beraber «sizin için» kavramı kullanılmıştır. Yani yeryüzünü, içinde yer alan bütün görünen ve görünmeyen zenginlikleriyle onların hizmetine sunan Allah'tır. İnsan yaradılışın karakteri üzerinde düşündüğünde bu yaratılan varlıklara ne kadar ihtiyacı olduğunu daha fırsat hissedecektir. Ayet-i Kerime'de, insanı yaratılışa ve onun üzerinde düşünmeye çağırmaktadır. İnsan, böylece Allqh'a bağlanacak ve O' nun ne kadar büyük bir yaratıcı olduğunu idrak edebilecektir. Kur'an'ın bu parlak yöntemiyle, Allah'a iman konusuna Kur'an'i bir işarette bulunulmuştur. Bu yöntemle, Allah'a iman insanın hayatındaki tüm olaylarda ve ihtiyaçlarda varlığını hissettiren canlı bir hareket niteliğini kazanmaktadır. Böylece hayat kuru ve donuk akidevi araştırma yöntemlerinden uzaklaştırılmış, pratik hayatta değeri olmayan soyut inançlarla iman arasındaki fark netlik kazanmıştır.
Sıralama ve zaman ifade eden «sonra» kavramından yola çıkarak göğün yerden sonra yaratıldığını anlayabiliriz. Bu sıralamanın gerçek bir hatırlatma olması da mümkündür. Çünkü burada önemli olan zaman değil yaradılışın karakterini ortaya koymaktır.
Oturma anlamındaki «İstiva»ya gelince, bu, Allah'ın bir cisim olmaktan münezzeh olduğu düşüncesiyle bağdaşmaz. Dolayısıyla kelimeyi, göklerin yaratılışı ve Allah'ın dilernesi konusunda bir istiare olarak değerlendirmek gerekir. Yani Allah'ın iradesi yeryüzünün yaradılışından sonra başka hiçbir şeye yönelmeden göğün yaratılışına yönelmiştir. «Gök» ise, yüksek olan üst taraf demektir. Yedi gök kavramı ise pek çok Ayet-i Kerimeler'den edindiğimiz bilgilere rağmen mahiyeti bizce kapsamlı ve geniş şekilde anlaşılmayan bir olgudur. Bizim bu konudaki tüm bilgimiz dünya semasının yıldızlarla süslendirilmiş olmasıdır. Bu da fezada mevcut olan yığınlarca yıldızın dünya semasının ufuklarında yer aldıkları imajını vermektedir. Allah, Teâlâ buyurur ki: «biz yakın göğü bir zinetle, yıldızlarIa süsledik»([42]) Bazı ayetlerde yer alan işaretlere göre bu semada bulunan varlıkların elinde yeryüzünün durumları ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bunların da cin ve şeytan gibi bazı yaratıkları aldatmakta oldukları buradan birtakım bilgiler elde etmeye çalıştıkları dile getirilmektedir. Fakat Cenab-ı Allah onları ateş korlarıyla bu bilgilerden mahrum bırakmakta, onları ya yakmakta veya buradan uzaklaştırmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Ve biz en yakın göğü lambalarla donattık ve onu koruma altına aldık. İşte bu, üstün güç sahibi, herşeyi bilen Allah'ın takdiridir.» ([43])
Yine buyuruyor ki:
«Ve onu her kovulmuş şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar.» ([44])
Cin suresinde de bu konuya değinilmiş ve şöyle denilmiştir:
«Ve biz onu dinlemeye mahsus olan oturma yerlerinde oturur haberler almaya çalışırdık, artık şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir alev parçası bulur.» ([45])
Gökte meleklerin varlığını ve onların yeryüzüne inişlerini bildiren pek çok açıklama Kur'an'da yer alır. Fakat bu ayetlerin hiçbirinde olayın detaylarına inilmez.
Bazı Kur'an ayetleri açık anlamlarıyla Ay ve Güneş'in bu göklerden sayılmaması gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü bu ayetlere göre Gökler, bu iki yıldızın ve diğer yıldızların bulunduğu yerdir. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
«Görmediniz mi Allah nasıl yedi göğü birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve Ay'ı bunların içinde bir nur yaptı.Güneşi de bir lamba kıldı.» ([46])
Biz bu sahada detaylara girmeye cesaret edemiyoruz. Zira böyle bir giriş bizi düşünce karanlıklarına iter ve dolayısıyla bir bilgi ve zan bile ifade etmeyen zayıf pek çok hadislere basit şekilde teslim olmamıza neden olur. Hatta bu tür yaklaşımlar insanı, Kur'an bilgisini gerçek açlığı gerçek bilgiyle doyurmayan bilgilerle karşılamaya iter. Bu da, insanı uydurmacıların kurmuş olduğu temelsiz bilgilerin tuzağına düşürür. Öyleyse biz Allah'ın bilmemizi zorunlu kılınadığı, kapalı ve gizli taraflarını açıklamadığı ve bilgisine ulaşabilmemiz için gereken imkanları hazırlamadığı konulara yönelmeyi bırakmalıyız. İslam kültürünün, kabul etmesi ve red etmesi ge
reken konularda izlemesi gereken en sağlıklı yol da budur. Buna bağlı olarak bilmek zorunda almadığımız konuların bilgisini zorlanarak elde etmeye mecbur değiliz. Kur'an-ı Kerim'in öz olarak değindiği konularda, Peygamberin Sünnet-i seniyesinin açıklamadığı konularda kesin bilgiye ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü burada önemli olan Allah'ın geniş yaratıklarından yola çıkarak Allah' ın kudretini kavramaktır. Herhalde biz bu nedenle Kur' an'ın kapalı bıraktığı, Yüce Allah'ın bir hikmetten dolayı öz olarak açıkladığı konuları sömürmeye çalışan İsrailiyyat olaylarına girmekten sakınmalıyız. Çünkü İsrailiyyat insanların, Müslümanların fazla olan enerjilerini harcamalarına sebep olmaktan ve kendi arzularını tatmin etmekten öte bir işe yaramaz. Bu İsrailiyyat vasıtasıyla müslümanlar akide ve hukuk alanındaki ana ilkelerden uzaklaşmış, hikâyeye dayalı bir dünyanın içinde boğulmuşlardır. Zira insanın ruhu düşünce ve hukuk alanlarından daha çok kıssaların detaylarına ilgi duyar. Onlara eğilimlidir. Bu İsrailiyyat dolayısıyla İslam düşüncesinin tarih, evren ve hayatla ilgili yaklaşımları ana ilkelerinden saptırılmış, temel kavramlarda kargaşalar çıkarılmıştır.
Bu bölüm Allah'ın şu sözleriyle sona ermektedir: «Allah her şeyi bilendir». Böylece insana bütün bu nimetIerin, yaratıkların ve her şeyin idaresinin Allah'ın ilminden kaynaklandığı kavratılmıştır. Allah'ın, bu bilgisiyle takdirinde ve insanlara yüklediği yükümlülüklerde onların yararlarını gözettiği anlatılmıştır. Böylece insanlar hayatın her alanında kesin bir güvene ve gönül huzuruna kavuşmuş olurlar.
SEKİZİNCİ DERS
BAKARA SURESİ, 30. – 33. AYETLER
YARATILIŞIN BAŞLANGICI
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla…
«Hani Rabbin meleklere ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti de melekler, Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz dediler, Allah meleklere ben sizin bilmediklerinizi bilirim dedi
Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek, haydi eğer davanızda haklı iseniz bunların isimlerini bana söyleyin: dedi. Melekler YaRabbi, Sen yücesin, bizim Senin bize öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur; hiç şüphesiz Sen herşeyi bilirsin ve yaptığın yerindedir, dediler.
Allah Âdem’e ey Adem bunlara o nesnelerin adlarını bidir dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerint bildirince Allah, Onlara: ben size göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınızı ve içinizde sakladıklarınızı bilirim dememiş miydim? Dedi.» ([47])
Yüce Allah doğru söyler.
Bu ayetlerde insanın yaradılışı ele alınıyor. Bu yeni yaratık ve kendisine yüklenilen görev hakkında ve bütün yaratıkların değer sistemindeki konumuyla ilgili olarak Allah ve Melekler arasında cereyan eden bir diyaloğa yer veriliyor. Tabloyu ana hatlarıyla tasvir ettikten sonra bu kıssanın önemli noktalarına bu derste değineceğiz. Düşünülmesi gereken bazı yönleri üzerinde duracağız.
Bu diyaloğu rasyonel bir gerçek olarak nasıl anlıyoruz?
Biz bu ayetlerde Yüce Allah ile melekler arasında gerçekleşen bir diyalog okuyoruz. Allah meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağını bildiriyor. Melekler ise konunun ilginçliğinden kaynaklanan bir soruyla hemen karşılık veriyorlar. Zira onlar bu halifenin kendisine yüklenilen görevi yerine getiremeyeceğini anlıyorlar. Onun hayatta bozgunculuğa ve kanların dökülmesine neden olacağını ve yüklenmiş olduğu kutsal hilafet görevinin bu fonksiyon ile bağdaşmayacağını idrak ediyorlar. Çünkü hilafet, arındırılmış bir ruhu, Allah'a samimi ibadeti, O' nun emir ve yasaklarına bağlılığı ifade eder. Onlar bu sorularıyla beraber kendilerinin bu hilafet görevi için daha müsait olduklarını gündeme getiriyorlar. Kendi işlerinde bu görevi samimiyetle yerine getirdikleri düşüncesine kapılıyorlar. Onlar hiçbir kötülük ve bozgunculuğa karışmadan Yüce Allah'ı överek tesbih ediyor veya O'nu takdis ediyorlardı. Onları bu düşünceye sevkeden yaklaşım, Ayet-i Kerime'de de işaret edildiği gibi, bütün yaratıkların yaratılış amacının Allah'a kulluk olması ilkesine dayanmış olabilir. Onlar o görevi en güzel şekilde yerine getirdikleri için yeni bir yaratığa ihtiyaç olmadığı görüşündedirler. Yaratılışın amacıyla ilgili olarak Yüce Allah buyuruyor ki «Ben İnsanlan ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım» ([48]) Fakat Yüce Allah onlara tekrar bildiriyor ki, hilafet görevinin fonksiyonu hakkındaki bilgileri sınırlıdır. Hilafetin fonksiyonu sırf överek tesbih ve takdis etmek suretiyle ibadet etmekle sınırlı değildir. Hilafetin fonksiyonu bunların hepsini aşar. Allah'ın yasalarından ve nizamından kaynaklanan ustaca idare esasına göre evreni idare etmektir. İşte burada soru ile cevap arasındaki ilgi tesbit edilmiş olmaktadır. Daha sonra ilahi meydan okuyuş, onların düşüncesindeki hilafet anlayışını geniş boyutlara ulaştırıyor. Bu hilafete güçleri yetebilecek varlıklar, melekle değil bu görev için hazırlanan insan güçleridir. Çünkü Cenab-ı Allah her yaratığa fonksiyonunu yerine getirecek öİçüde enerji güç ve yetenek vermiştir. Bu yaklaşımla, hayvanların insanlara oranla daha güçlü şekilde yaratılışlarının nedenlerini kavrayabiliyoruz. Çünkü insanın fonksiyonu ve görevleri ayrı, hayvanınkiler daha ayrıdır.
Cenab-ı Allah, meleklerden, kendileri ile bu yeni yaratık arasında düşünce açısından bir karşılaştırma yapmalarını istemektedir. Ta ki onlar bu şekilde, Allah'ın yüklediği fonksiyonu yerine getirip getiremeyeceğini öğrenmiş olsunlar. Allah yeryüzündeki tüm varlıklara olaylara ve sırlara neler bahşettiğini ve onları nasıl değerlendireceğini insana öğretmiş bulunmaktadır. Fakat melekler bu konuda hiçbir şey bilmemektedirler. Çünkü sınırlı bir bilgi ile yaratılmışlardır. Bu bilgileri ile ancak Allah'ı överek tesbih edebilir, O'nu ibadetle kutsayabilir ve kendi özel şartlarında yaşayabilirler. Böylece Allah onlardan yeryüzündekileri tanımalarını istemekte ve önlerindeki cahilliği aydınlatmaya çalışmaktadır. Onlar ise bilgisizliklerini tam bir itaat ve kutsama ile itiraf ediyorlar. Allah onların bu düşüncelerini daha da pekiştirmek amacıyla Âdem’den bildiklerini onlara öğretmesini istiyor. Âdemde bunların hepsini onlara öğretiyor. Böylece imandan kaynaklanan bilgi tamamlanıyor, deney yolu ile de ispatlanmış oluyor ve bu bölüm, mutlak ilmi yalnız Allah'a ait olan, buna karşılık tüm yaratıklara da sınırlı bilgiyi veren sürekli, kapsamlı ilahi gerçekliği aşılamaya çalışan ayetle sona eriyor. Buna göre her yaratık bir görev için yaratılmıştır. Bu kez herkes kendi görevini bilmelidir. Bilmediği zaman Allah'ın işlerine burnunu sokmamalıdır. Allah'ın ona öğretmesini beklemelidir ya da hikmetini ve sırrını bilmese de her şeyin Allah'ın hikmetine göre meydana geldiğini kabul eden bir huşu içinde hareket etmelidir.
Kıssa
İşte Ayet-i Kerime'nin kıssa çevresindeki tam anlamının detaylı açıklaması budur. .
Bu ayetlerde yer alan bazı noktalar üzerinde durmamız gerekmektedir.
1- Bu diyaloğun anlamı nedir? Bu, Allah ile melekler arasında meydana gelen gerçek bir kıssa mıdır? Yoksa Kur'an'ın, bu düşünceyi diyalog yoluyla daha anlaşılır kılmak için başvurduğu yöntemlerden biri midir? Çünkü diyalog yoluyla duşünceyi ifade etmek onu düz bir şekilde ifade etmekten daha etkilidir. Ayrıca diyalog yöntemi daha canlı, daha hareketlidir. Soru cevap şeklinde düşüncenin detayları çeşitli şahıslara dağıtıldığında olayı kavramak daha kolay olmaktadır. Normal anlatım biçiminde ise düşünce düzenli bir sıralamaya göre seyretmekte, düşüncenin karakteri dışında normalin dışında bir harekete yer vermemektedir.
Bu yöntem Kur'an'ın ilk kullandığı yöntemlerden biri değildir. Pek çok Kur'an ayetlerinde Allah ile cansız varlıklar, düşünemeyen ve konuşamayan yaratıklar arasındaki birtakım diyaloglardan söz edilmektedir. Göklerin ve yerin yaratılışında Cenab-ı Allah'ın onlara yönelttiği hitap şu şekilde anlatılmaktadır: «Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne, isteyerek veya istemeyerek gelin dedi. Onlar da, isteyerek geldik dediler» ([49])Burada yer ve göklerin, yaratılış sırasında Allah'ın iradesine boyun eğdikleri, Allah'ın onlar için belirlediği ve onlara göre hareket edeceği doğal yasaları Allah'ın iradesine ve hikmetine uygun bir biçimde kabul ettikleri vurgulanmak istenmektedir.
Biz bu soruya cevap vermeden önce Kur'an'ın zahiri apaçık anlamları karşısındaki tavrımızı belirlemeliyiz. Biz böyle apaçık anlamlara karşı istediğimiz şekilde tavır alabilir miyiz? Onun gerçek anlamı ile bağdaşmayan yaklaşımlara sahiplenebilir miyiz?
Karşılıklı anlaşmanın en mantıklı yolu şudur: Sözün açık anlamları, onları olduğu gibi almamıza engel olan akli bir delil bulunmadığı müddetçe esas alınmak zorundadır. İşte Kur'an'ın kendi üslubunda kullandığı metot da budur. Kabul ettiğimiz ve reddettiğimiz konularda bu metoda bağlı kalmamız gerekir. Eğer bir kıssada bize bir diyalogdan söz ediliyor ve bu diyaloğu kabul etmemiz için, herhangi akli bir engel bulunmuyarsa onu kabul etmemiz ve onu, meydana gelen bir gerçek, olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Eğer sözün açık anlamını kabul etmemize engel olan akli bir neden varsa o zaman sözü mecaz, kinaye ve istiare kurallarına göre bir temele oturtmak ve onu diğer nasslarla bağdaşacak bir şekilde yorumlamak gerekir. Allah'ın «yüzü»nden ve «eli»nden sözeden ayetler gibi:
«O'nun yüzü 'nden başka herşey helak olocaktır.» ([50])
«Yahudiler Allah'ın eli bağlıdır dediler. Kendi elleri bağlandı ve söylediklerinden ötürü lanetlendiler. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. Dilediği gibi verir.» ([51])
«Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur.»([52])
Bu tür ayetler, olduğu gibi alındığında Allah'ın diğer cisimler gibi bir cisim olduğu imajını vermektedir. Allah'ın cisim olmayacağı konusunda kesin akli delil bulunduğundan o ayetlerin istiare türünden birer açıklama olduğunu kabul ediyoruz. Yani «yüz»den amaç Allah'ın kendisidir. Allah'ın «eli» dendiğinde ise, O'nun kudreti ve verdiği nimetler bu kavramların yer aldığı cümlelere uygun düşmektedir. Şimdi yeni bir soruya geliyoruz. Bu ilkelere göre, incelediğimiz kıssanın konumu nedir?
Bu soruyla problemin bir kısmı çözüme kavuşturulmuş olabilir.
Biz bu diyaloğu rasyonel bir hakikat olarak nasıl kabul edebiliriz? Yüce Allah bu halifeyi yaratarak istediğinde meleklere danışmak mı istiyordu yoksa onlara haber vermek mi?. Sorunun birinci şıkkını reddetmek gerekir. Çünkü danışmak, daha doğru bir görüşe varma çabasından kaynaklanır. Bu da beraberinde bir bilgi cahilliği getirir. Yüce Allah ise bu tür cahilliklerden tamamen münezzehtir. Eğer Yüce Allah bu diyalog vesilesiyle, yapmak istediğini meleklere haber vermek istiyorsa o zaman meleklerin buna itirazını nasıl açıklayacağız? Çünkü biz onların itiraz etmeyen kullar olduğunu Kur'an aracılığı ile öğrenmiş bulunuyoruz:
«Rahman çocuk edindi dediler; O bu tür şeylerden münezzehtir. Hayır, Onlar (melekler) ikram edilmiş kullardır, O'ndan önce söz söylemezler ve onlar O'nun emriyle hareket ederler.»([53])
Şimdi tekrar soruya dönüyor ve diyaloğu nasıl yorumlayacağız diyoruz. Burada diyebiliriz ki mesele, haber karşısında bir soru sormakla sınırlıdır. Bu soruyu ille de bir itiraz şeklinde yorumlamak gerekmez. Sonra konunun akışı da buradaki sorunun itiraz şeklinde değil hikmetin sırrını kavrama ile ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Yani onlar, böyle bir eylemi ilginç karşılamış ve korkuya kapılmışlardır. Nasıl olur da Allah yeryüzünde kendisine halife olacak birisini yaratır ve o da kalkar hayatında bozgunculuk ve kan dökerek Allah'a karşı gelir... Yani burada mesele, tabiatıyla bir bilmece niteliğindedir. Dolayısıyla meselenin, meleklerin konunun aydınlanması için ileri sürdükleri bir sorunun cevabı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Aynı şekilde meselenin yapısından kaynaklanan bir soruya cevap da olabilir ki bu durumda sorunun gerçek diyalog havasıyla hiçbir ilgisi kalmaz… Ayrıca biz ikinci şıkkı da esas alabiliriz. Çünkü ayetler bütünü ile meselenin meydan okuyuşla ilgili olduğu imajını vermektedir. Burada iki yönden meleklere meydan okunmaktadır. Bir taraftan bilgilerinin sınırlı oluşu dile getirilmekte, diğer taraftan da kendilerine yöneltilen soru ile acizlikleri ortaya çıkarılmaktadır. Âdem’in bu soruya cevap verişiyle onların cahilliği daha da açıklık kazanmaktadır. Bu yaklaşım daha doğru olabilir. Çünkü Allah'ın yaratıkları ile ilgili diyaloğu genellikle onların sorumlulukları ve yükümlülüklerine ilişkindir. Yaratma işlerinde böyle bir diyaloğa yer verilişine ise fazla bir anlam veremiyoruz. Tabii ki bu sözü açık anlamına göre yorumlamanın önünde akli bir engel bulunduğu anlamına gelmez. Özellikle fizik ötesi dünya ile ilgili fazla bir bilgiye de sahip değiliz. Onların nasıl söz söylediklerini kendilerinin nasıl olduğunu Allah'la nasıl bir ilişkileri bulunduğunu sonra onların böyle bir diyaloğu yaşayabilecekleri nasıl bir hayat içinde olduklarını da bilemiyoruz. Bu konuların hiçbirisinde kesin bir bilgiye ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü bu konular ancak bize anlatıldığı şekilde öğrenilebilir. Zira bizi bu konularda açık bir düşünceye ulaştıracak imkânlara ve vasıtalara sahip değiliz.
Biz bu konuyu, Kur'an'ın söz konusu düşünceyi açıklamak için başvurduğu bir yöntem şeklinde yorumlamayı uygun görüyoruz. Ancak bunu kesin iddia etmiyoruz. Çünkü bizim burada kaydettiğimiz yaklaşımlar kesinlik arzedebilecek veriler değildir. Hatta aktarılan birtakım hadisler birinci yaklaşımı desteklemektedir. Bize ulaşan hadisler bu niteliktedir.
Bu konuda işaret edilmesi gereken bir nokta da şudur. Burada mesele bir açıdan doğru söz ve yalanla da ilgilidir. Yani meydana gelmemiş bir diyalogla ilgili söylenmemiş bir sözle ilgili olaylar, sözler nasıl hikâye edilebilir, haber verilebilir. Fakat biz, doğru söz ve yalandan söz eden araştırmalardan olan kinaye konularında ve başka yerlerde öğreniyoruz ki, doğru söz ve yalan ilke olarak hikâye edilmek istenen olaya boyun eğmektedir. Eğer sözü söyleyen, bir realiteyi haber vermeyi amaçlamışsa, eğer bu söz realiteye uygunsa doğru demek, uygun değilse yalan demek doğru olur. Fakat sözü söyleyen, anlattığı hikâye ile bir realiteyi haber vermeyi amaçlamamışsa, aksine onu başka bir şeyden haber vermeye vasıta kılmayı amaçlamışsa o zaman önemli olan hikâye değil asıl ifade edilmek istenen diğer şeydir.
Dostları ilə paylaş: |