Alparslan Türkeş
Kıbrıs Adası hepimiz biliyoruz ki, 1571 yılında Türkler'in idaresine geçmiş ve 1914 yılına kadar, hukuken de 1923 lozan Antlaşması yürürlüğe girdiği tarihe kadar Türkler'e ait bulunmuştur. 1879'da Kıbrıs'ta İngilizler tarafından yapılmış olan nüfus sayımına ait istatistikler elimizdedir. Bu sayıma göre o zaman Kıbrıs'da Türk nüfusu çoğunluktadır. Rum nüfusu azınlıktır. Kıbrıs, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde İngilizler'e "geçici olarak işgal etme" müsaadesi ile işgal altına verilmiş bir adadır. İşgal müsaademizin de dayandığı mucip sebep Ruslar, İskenderun istikametinde Osmanlı topraklarına bir taarruz yapacak olurlarsa, yakın mesafeden, yakın bir üsten Osmanlılar'a yardım etmelerini mümkün kılmak için bu ada geçici olarak İngiltere'ye işgale verilmiş, müsaade edilmiştir. Veriliş sebebi de budur. İngilizler oradan hemen İskenderun'a; bize yardım edecekler. Bundan sonra adaya her iki yılda, üç yılda yeni İngiliz valisi tayin olup geldiği zaman adanın Rum ruhani reisi, yahut işte o Arşbişop dedikleri metropoliti gider, valiyi karşılar ve valiye bir dilekçe, bir arzını sunardı. 1878'den itibaren bu dilekçede papaz, Kıbrıs'ın Yunan olduğunu, ve Kıbrıs Adası'nın Yunanistan'a verilmesini rica ederdi. Yunan hükümeti, Yunan devleti de bu istikamette devamlı olarak ada Rumları ile irtibatta bulunur, Yunanistan'dan öğretmen yardımcı her şey gönderilirdi.
Kültür münasebetleri, kültür birliği temin edilmiş bir durumda, bir şekilde işler yürütülürdü. Osmanlı Devleti çeşitli gailelerle yuvarlanırken tabii bunlarla uğraşma imkanını bulamamıştır. Fakat Lozan Antlaşması'ndan sonra da biz, tamamıyla kabuğumuza çekilmiş durumda bulunduk ve oradaki Türkler'le ve adanın durumu ile de faal bir şekilde ilgilenemedik. Lozan Antlaşması gereğince adadaki Türkler'e üç yıl müsaade tanındı. Bu müsaade gereğince; Türkiye'ye gitmek ve Türk vatandaşı olarak yaşamak isteyenlerin malını mülkünü satıp, göç etmesi gerektiği, gitmek istemeyenlerin de İngiliz teb'alı olacağı bildirildi ve Lozan Antlaşması gereğince Türkiye'den çıkarılan Rum göçmenler Kıbrıs'a sevk edildi.
Anadolu'dan çıkarılan Rumlar Kıbrıs'a sevk edildi. Ve Kıbrıs'a getirilerek yerleştirildi. Bunlar Anadolu'dan hınçla Kıbrıs'a gelmişler ve orada yerli Rumlar'ı da azdırarak Türkler'e karşı her fırsatta çeşit çeşit taşkınlıklar, çeşit çeşit tazyiklere, tecavüzlere de girişmişlerdir. Zaten hassas olan ve yabancı boyunduruğundan hoşlanmayan Türkler, kendilerine tanınmış olan bu üç yılı kullanmak için adeta birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Rum muhacir akını karşısında da adada oturmak arzusunu iyice kaybetmişler ve adaya Rum muhacirleri gelirken, adadan Türk muhacirleri çıkmış, Türkiye'ye göç etmiştir. Bugün yakın kabul edeceğimiz bir tahmine göre Mersin'den Mersin dahil İzmir'e kadar olan kıyı bölgemizde, Kıbrıs'tan gelmiş göçmenlerden en az, 250 - 300 bin insan bulunmaktadır. Bundan sonra zaman akmış, Rumlar ve Yunanlılar bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Nihayet İkinci Cihan Savaşı'ndan çıkılmış ve Yunanlılar on iki adaya talip olmuşlardır.
Harp esnasında bize işgal teklif edilmiş fakat buna yanaşmamışızdır. "Ne bir karış toprak veririz, ne bir karış toprak alırız". "Aman etmeyin, gitmeyin, alın şunu işgal edin". "Yok, hayır efendim, ne olur ne olmaz". Yunanlılar buna talip çıkmışlar.
Yunanistan'a bu on iki ada 1947 Paris Antlaşması'yla verilmiştir ve Türk hükümetinden bir söz dahi çıkmamıştır. Ey Allah'ın kulu, ağzını aç, de ki : "Efendiler, kimin malını kime veriyorsunuz, bunlar bize aittir. Şimdi bizi dinlemezsiniz, ama bu antlaşmayı kabul etmem, saymam, söz hakkımı mahfuz tutuyorum", de... On iki ada gitti, bundan sonra artık bütün faaliyetler Kıbrıs'a doğru döndü. Şimdi, Kıbrıs'la birlikte bütün adaların durumunu kısaca gözden geçirmemiz icab etmektedir.
Yunanistan istiklal alıp bir mikrobik devlet halinde yeryüzüne doğduğu andan itibaren kendinden çok çok büyük hülyalar, davalarla uğraşmıştır. Çok büyük... Ama böyle yapması, acaba kendisi için zararlı mı olmuş? Böyle hareket etmesi acaba hatalı mı olmuş?
Şunu söylemek isterim ki, her hakikat evvela beyinlerde, kafalarda bir nazlı hayal olarak doğar ve yaşar.
Osman Gazi, Osmanlı Beyliği'nin başına geçtiğinde İstanbul'u, Rumeli'yi, Suriye'yi, Irak'ı düşündüğü zaman bunlar onun kafasında birer hayaldi.
Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçmeğe hazırlanır. Kendisine sorarlar : "Devlet mağlup, ordu dağılmış, para yok, halk; Anadolu halkı bitmiş, yorgun sen neden bahsediyorsun?" O der ki : "Misak-ı Milli hudutları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti". "Bu nasıl olur?" O gün için kendisiyle konuşan meşhur bir gazeteci var. Pera Palas otelinde, yanından ayrıldıktan sonra "Bu bir deli" der. "Bu bir çılgın" der. Çünkü o gün, o anda Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti sadece bir hayaldir. Amma, bu güzel, bu nazlı hayal, ona gönül verenlerin azmi, can fedası ve iradesi sayesinde bugün bir hakikattir.
İşte Yunan mikrobik devleti meydana geldiği andan itibaren büyük Bizans İmparatorluğu'nun varisi ve onu ihya etmek davacısıdır. Bu faaliyetlerin de kaynadığı kazan, sevk-ü İdare edildiği yer, Yunan Kilisesi'dir. Yunanistan'da Yunan Kilisesi'ni, Yunan politikasından ayıramazsınız. Bütün ihtilallerini, bütün isyanlarını Yunan Kilisesi hazırlamış, o sevk-ü idare etmiştir. Hatta, o kadar ki, Mora isyanı başladığı zaman, işte ilk defa bağımsızlık almak için ayaklandıkları zaman, Sultan Mahmut zamanı, bu zamanı biliyoruz, Etnik-i Eterya denen, cemiyet idare ediyor. Bu cemiyeti sevk-ü idare eden de patriktir. İstanbul'daki patrik. Öyle de bir suikast hazırlıyor ki, Türk askeri üniformalı Rum kuvvetleri, Yunan kuvvetleri hazırlanıyor. Bir taraftan Mora kıyımı olacak, bir taraftan da bunlar İstanbul'da ayaklanacaklar. Ve İstanbul'u işgal edecekler. Bizans ihya edilecekti. Tabii bu durum zamanında haber alınıyordu. Bunlar bastırılıyor ve patriği, işte o orta kapı dediğimiz ki, ördüler onu, bugün hala örülü, açmıyorlar, orada asıyorlar. Asılması gayet tabiidir. Bana bir devlet gösterin ki, o devlette, o devletin bir vatandaşı, bir teb'ası kendi devletine karşı hiyanet eder, isyana kalkışır ve buna mukabil o devlet ona "aferin, iyi ettin" der. Böyle bir devlet var mı yeryüzünde? Eeee, bundan dolayı niye Osmanlı Devleti'ni suçluyorlar? Onun yerinde kim olsa yapması icab eden hareket buydu.
Bundan sonra daima bu devlet, bu fikri, bu hayali takib etmiştir. Ve üzülerek ifade etmek lazımdır ki, bu hayalin Rumeli tarafından kısmını büyük ölçüde ve Ege Denizi'ndeki adalar kısmını baştan aşağı gerçekleştirmişlerdir. Bizim tedbirsizliğimizden, başımızdaki devlet adamlarımızın idaresizliğinden ve liyakatsizliğinden dolayı, bunlardan faydalanmışlar, zaman zaman, safha safha bunu gerçekleştirmişler, hatta İstiklal Savaşımız sırasında Anadolu'nun da bir parçasına sahiplenmeğe çalışarak iyice bunu kurmak durumuna girmişlerdir. Şimdi haritaya baktığımız zaman, dedik ya dış politikaya tesir eden, güven veren önemli esaslardan birisi de, o memleketin coğrafyasıdır. Jeopolitik durumudur. Evet, haritaya baktığımız zaman Çanakkale boğazının ağzında Midilli adası, diğer Yunan işgalindeki adalar, aşağıya doğru Ayvalık'ın karşısı, Burhaniye'nin karşısı, daha aşağı Foça, İzmir, İzmir'in karşısı, Kuşadası, daha aşağısı Bodrum, Küllük v.s. ... böyle. Bütün Türk kıyıları Yunanlılar'ın ele geçirdikleri adalarla tıkanmış vaziyette. Türkiye'nin neresi var? Akdeniz kıyıları var, Akdeniz bölgesi var ki orada nisbeten serbest. Kıbrıs? Kıbrıs İngilizler'in elinde, başka bir devletin elinde, Şimdi bunlar uzun zamandan beri bu adayı hedef almışlar. Ve diyorlar ki:
"Burasını alacağız ve Yunanistan üç kıt'a üzerinde bir devlet haline gelecektir. Aynı zamanda hem Balkan memleketi, hem Orta Doğu memleketi olacağız" diyorlar. Ne ile? Kıbrıs'la. Kıbrıs'ın öneminin çok kimseler henüz tam farkında değil. Memleketimizde onu, sadece orada bulunan 150.000 Türk'ün durumuna bağlıyoruz. Hayır beyler, orada hiçbir Türk bulunmasa da Kıbrıs davası vardır. Türkiye için. Bunu coğrafya zorunlu kılıyor. Türkiye'nin kendi varlığını korumak, kendi güvenliği bunu zorunlu kılıyor. Kaldı ki, orada 150.000 Türk'ün bulunuşu bu durumu bir kat daha önemli hale getiriyor. Şimdi Yunanistan bu mes'elede de diğer mes'elelerinde olduğu gibi bize kıyasla çok ustaca, planlı ve uzağı görerek hareket etmiştir. Dünyanın her tarafına serilmiş olan Yunan propaganda ağı, Yunan diplomatik faaliyetleriyle elele beraber olarak işlemiştir. Bunlar olurken biz ne yaptık acaba? Cevap tek kelime, bir ? Hiç! Onlar İngilizler'e karşı evvela bir mücadele açmışlardır. İngilizler'le bu mücadeleleri onların, işte şöyle bir danışıklı doğuş gibi bir şeydir. Çünkü zaten onu besleyen, onu himaye eden, onu pohpohlayan İngilizler olmuştur. Bugüne kadar tarihi bir olaya göz atarsak Kıbrıs mes'elesini daha iyi canlandırmak, anlamak mümkün olur. Bu olay Girit olayıdır. Girit de bundan 100 yıl önce bir Türk adaşıydı. Ve adada en az Rumlar'a denk sayıda Türk nüfusu vardı. Fakat böyle bir böceğin yaprağı kemirmesi gibi, kemirmeye başlamış oraya da el atmıştır. Girit'te de aynı Kıbrıs'ta olduğu gibi faaliyetlere girişmişlerdir. Orada da evvela çeteler faaliyete geçmiş, çeteleri bastırmak için nizamı, asayişi, kanunu korumak için, biz oraya kuvvet gönderince de "Eyvah! Türkler bize zulmediyor, Türkler Rumlar'ı katliam ediyor, kesiyor, yetişin!" diye yaygarayı basmışlardır. Hemen o zamanın büyük devletleri dediğimiz İngiltere, Fransa v.s. gelmişler, Ruslar, Rusya da beraber, adaya asker çıkarmışlar ,adayı işgal etmişler ve işi, pek benzeyiş var arada, onun için söylüyorum evirmişler, çevirmişler, demişler ki : "Burası muhtariyet olsun..." "Yani gene sizin olsun ama, Rum halkı kendi toplum işlerinde, kendi cemaat işlerinde, bağımsız olsunlar. Bir de Yunanlı bir vali bulunsun adada, sizin valiniz, size rapor versin..." Sizin valiniz Yunanlı. Kim olacak bu? Yunan krallık ailesinden olsun, bir prens... Böylece Girit Adası muhtariyetle idare edilen bir ada oldu. Yani Kıbrıs'ın bağımsız cumhuriyet olması gibi. Bunlar adımlardır. Yunanistan'a doğru gidiş adımları. Şimdi bunları ortaya koyunca Türk devlet adamlarını daha iyi tartabileceğiz. Eh, olan oldu. Girit adası muhtar oldu. Yunan krallık ailesinden bir prens de Osmanlı valisi oldu. Kime hizmet ediyor?!... Osmanlılar'a değil mi?! Osmanlılar'a hizmet ediyor ! ... Ve, Girit günün birinde gitti. Ne zaman gitti? Bizim muzaffer olduğumuz; galibiyetle muzafferiyetle bitirdiğimiz bir harbin sonunda. O da 1897 Türk-Yunan Harbi'nin sonunda. Biliyorsunuz, 1897 Türk-Yunan Harbi Yunanlılar'ın taşkınlığı ile, münasebetsizliği ile patlak vermişti. Onlar ve Avrupalılar zannetmişlerdi ki, Yunanlılar muvaffak olacaklar ve Osmanlı ordusunu yenecekler; Selaniği melaniği alacaklar... Fakat müthiş bir bozguna uğramışlardır. Ve Türk ordusunun Atina'ya girmesine ramak kalmıştır. Hemen araya yine büyük devletler girdi : "Aman barışı koruyacağız, barış elden gitmesin, falan" diye bizi durdurdular. Yunanlılar'la aramıza girdiler. Ondan sonra da o zamana kadar sözde bizim olan Girit adası, temelli olarak Yunanistan'ın oldu ve bu güne gelindiğinde ise Türkiye, Yunanistan'a gayet iyi tesir edecek kozlara, tedbirlere sahiptir. Geç kalmış olmakla beraber, planlı bir propaganda faaliyetine girişmek ve yine planlı bir diplomatik faaliyete girişmek lazımdır. Uyuşukluk, durgunluk çıkar yol değildir. Türk milleti, Türkiye'nin gelecekteki evlatları bunu bir an akıldan çıkarmamalıdırlar. Yunanlılar aleyhimizde faaliyetler gösterdikçe, okul kitaplarında topraklarımız üzerinde hak iddia eden fikirler, yazılar bulunup, çocuklarına bunları telkin etmeğe devam ettikleri müddetçe, basınında daima aleyhimizde ve kendi vatanımız üzerinde iştiha ve hak belirten davranışlarda bulunmağa devam ettiği müddetçe Türk milletinin hedefi; Selanik, Batı Trakya ve Anadolu'nun parçaları olan adalardır.
http://www.geocities.com/alpertungam/kibrisvegirit.htm
4- Girit'i Yunanistan'a Bağlama Girişimleri
Türk-Yunan savaşı, Girit meselesi yüzünden çıkmış, buna rağmen barış antlaşmasının hiçbir yerinde Girit anlaşmazlığından ve hal şeklinden bahsedilmemişti. Barışın imzalanmasından iki hafta sonra da 18 Aralık 1897 tarihinde büyük devletler, Girit'in özerkliğini ilan ettiler. Buna göre Girit adası Osmanlı Devleti'nin hakimiyetinde tarafsız ve muhtariyete sahip bir eyalet oluyordu. Adaya, ilgili devletlerin de onayı ile Sultan tarafından beş yıl için Hıristiyan bir vali tayin edilecekti. Türklerin de temsil edildiği seçilmiş bir yasama meclisi bulunacak, onun kararları Osmanlı Devleti'nin müdahalesi olmadan valinin onayıyla yürürlüğe girecekti. Türklerin can güvenliği ve mal emniyeti temin olunduktan sonra Türk askeri adadan çekilecekti. Girit idaresi, Osmanlı Devleti hazinesine yıllık maktu bir vergi ödeyecekti[1].
18 Aralık 1897'de büyük devletler Girit'in Osmanlı hakimiyetinde özerk hale getirildiğini açıkladıkları sırada adanın dağlık bölgelerinde Türk ve Rum halkları arasında çatışmalar devam ediyordu. Osmanlı Hükûmeti adaya eski sadrazamlardan Cevat Paşa'yı göndererek duruma hakim olmaya çalıştı. Cevat Paşa'nın varlığı Türklerin moralini yükselttiğinden kırsal bölgelerde Rum baskısına dayanamayarak Kandiye'ye sığınan Türklerle şehrin Türk unsuru birleşerek Rumlara karşı koydular. Çıkan olaylarda İngiliz konsolosu da öldürüldü. İngiliz amirali şehrin Osmanlı komutanından, silah kullananların kendisine teslimini istedi. Evler aranarak birçok kişi tevkif edilip İngiliz gemilerinde hapsedildi.
4 Ekim 1898'de adayı işgal eden büyük devletlerin Girit'teki karışıklıklardan, Osmanlı yönetimini sorumlu tutan ortak notası, Fransız elçisi tarafından Babıâli'ye verildi. Bu notaya göre:
1- Dört devlet Girit adasında sultanın hukukunu koruyacak,
2- Osmanlı Hükûmeti adadaki kuvvetlerini bir ay içinde çekecek,
3- Ada'da çoğunluğun arzusuna uygun yönetim kurulacaktır.
Osmanlı Devleti egemenlik haklarına ters düştüğü gerekçesiyle notayı reddettiyse de dört büyük devletin isteklerini zorla yerine getirmek mecburiyetinde kaldı. 19 Ekim'den itibaren Osmanlı askerleri Ada'dan çıkarılmaya başlandı. İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan birliklerinin Osmanlı askerlerinin boşalttığı stratejik noktaları işgaliyle, Girit fiilen dört büyük devletin hakimiyetine geçti.
Ada'da sözde Osmanlı egemenliğinde özerk bir yönetim kurularak başına da vali olarak Yunan Prensi Yorgi'nin getirilmesine karar verildi. Çar ortak kararı II. Abdülhamit'e bildirdi. Avusturya, Almanya ve Osmanlı Devleti'nin karşı çıkmasına rağmen savaşta yenilen Yunanlılar, Yunan Prensi Yorgi'nin adaya vali yapılması suretiyle mükâfatlandırılmış oldu. Babıâli, işgalci dört büyük devletin baskısı üzerine, Prens Yorgi'yi Girit Genel Valiliği'ne atamak zorunda kalmıştı. Yorgi'nin 21 Aralık 1898'de Girit'e giderek adanın yönetimini eline almasından sonra büyük devletlerin askeri birliklerinin ve donanmalarının büyük kısmı Girit'i terketti.
1899'da Giritli hukukçu Elefterios Venizelos tarafından hazırlanan anayasa Girit Kurucu Meclisi tarafından kabul edildi. Prense yardımcı olmak üzere dört Rumla bir Türkten meydana gelen danışma kurulu ile bir meclis kuruldu[2]. Bu suretle Girit'in, Osmanlı Devleti ile bağları kopartılarak, adada Yunanistan'ın etkisi altında adeta bağımsız bir devlet kuruldu.
1901 yılında Prens Yorgi, Girit'i resmen Yunanistan'a bağlamak istedi, fakat Avrupa devletleri buna engel oldular. 1905'de ise Yorgi, yönetiminden memnun olmayan halkın baskısı üzerine, valilikten çekilmek zorunda kaldı. Büyük devletlerin, Yunan kralından, Girit için yeni bir vali seçmesini istemeleri üzerine, eski başbakanlardan Zaimis bu göreve atandı. Böylece, tamamen bir Yunan adası haline gelmiş bulunan Girit, görünüşte de olsa bir müddet daha Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmakta devam etti[3].
5 Ekim 1908'de Girit Meclisi, adanın Yunanistan'a bağlandığını ilan etti. Osmanlı Devleti bu ilhâka karşı çıktığı gibi büyük devletler de Bosna-Hersek ve Bulgaristan bunalımlarının sürmekte olduğu sırada yeni bir meselenin daha çıkmasını istemediklerinden bu oldu-bittiyi tanımadılar. Bununla beraber İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, Girit adasında bulunan askerlerini geri çekmeye karar verdiler. Osmanlı Devleti ise 30 Mart ve 27 Haziran 1909'da İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'ya başvurarak, askerlerinin tahliyesini geri bırakmalarını istedi. Bu istek kabul edilmedi[4].
Girit'in tahliyesi demek, Yunanistan'a bırakılması demekti. Bu tahliye nihayet 27 Temmuz 1909 Salı günü tamamlanmış ve sadece Suda limanında hâtıra kabilinden bir Türk bayrağı ile muhafız olarak birkaç büyük savaş gemisi bırakılmıştır[5].
Devletler askerlerini tamamen çektikleri gün Hanya kalesine Yunan bayrağı çekildi[6]. Osmanlı Devleti'nde Girit'teki gelişmelere karşı büyük bir tepki doğmuş ve mesele bir Osmanlı-Yunan anlaşmazlığı halini almıştı. Büyük devletlerin baskısıyla olayların daha fazla büyümesi önlendi. Osmanlı Devleti, 3 Kasım 1909'da büyük devletlere bir defa daha başvurarak, Girit meselesinin kesin olarak çözümlenmesini istedi, fakat bu konuda zamanın daha gelmediği cevabını aldı. Bundan sonra Girit, 1912 yılına kadar, hukuk yönünden Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmaya devam etti[7].
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/yunan/III-4-GiritiYunanistanaBaglamaGirismleri.htm
1- Girit Meselesi
Doğu Akdeniz'in Kıbrıs'tan sonraki en büyük adası olan Girit, XVII. yüzyılın ortalarında Osmanlı hakimiyeti altına girmiştir. Osmanlı Devleti yönettiği her bölgede uyguladığı adâletli ve hoşgörülü idâre tarzını Girit'te de icrâ etmiştir.
Kandiye'nin fethinden Mora ihtilalinin başlangıcına kadar Osmanlı hakimiyeti altında geçen zaman zarfında Girit'te gözlenen sükûnet devresi, Osmanlı idâresinin özenli iç politika uygulamalarına rağmen devam edememiştir. Mora ve adalarda Rumlar tarafından çıkarılan isyanlar Girit adasına da sıçradı. 1821 yılında başlayan bu ilk isyanın bastırılması için II. Mahmut, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'yı görevlendirmiş ve isyanı bastırmıştır[1].
1830 yılında Yunanistan devleti kurulduğunda, Girit Rumları adanın bu devlete bağlanmasını sağlamak için yeniden isyan ettiler. Bu isyan da Mehmet Ali Paşa tarafından 1831 yılında bastırıldı. Ancak kendisine Girit valiliği de verilmiş olan ve kuvvetleri de adada bulunan Mehmet Ali Paşa Girit'i, buradan bir çıkarı olmayacağını anladığı için, 15 Temmuz 1840 tarihli Londra Antlaşması'ndan sonra boşaltmıştır[2]. Girit'in Mehmet Ali Paşa'nın çekilmesinden sonra yeniden doğrudan Osmanlı idaresine geçmesinden az bir zaman sonra, Rumlar buraya tekrar dönmüş olan Yunan mültecileri tarafından isyana teşvik edildiler. Bu ayaklanma da, Osmanlı Devleti tarafından 1841 yılının ilk aylarında bastırıldı[3].
Bu arada, yeni kurulmuş olan Yunan Devleti de Girit'teki Rumları isyana teşvik etmekte ve asilere her çeşit yardımı yapmaktaydı. Yunanistan, Mısır bunalımı sırasında Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu zor durumdan yararlanmak için, 10 Ağustos 1839'da koruyucusu olan üç büyük devlete bir muhtıra göndererek, Girit'in kendisine verilmesini istemiştir. Diğer taraftan da Teselya'ya çeteler göndererek, Makedonya ve Epir'de karışıklıklar çıkartmıştır. Ancak İngiltere, Yunanistan üzerinde Rusya'nın nüfûz kazanacağı endişesi ile Yunanistan'ın bu genişleme politikasını önlemiştir. Kırım Savaşı sırasında da, Yunanistan'ın Osmanlı Devleti'ne savaş açmak istemesi, İngiltere ve Fransa tarafından engellenmiştir[4].
Yunanlıların ümit ve arzuları, 1864 yılında Yedi Ada'nın kendilerine verilmesi üzerine tekrar uyanmıştır. Rumların bulunduğu Ege'deki bütün adaları ele geçirerek büyük bir Yunanistan kurmak isteyen Yunanlılar, Girit'i de Osmanlı Devleti'nden kopartmak için tekrar harekete geçmişlerdir. Adaya gönderilen papaz ve öğretmenlerle Rum halkını isyana teşvik edilmiş ve 1866 Ağustos ayında Girit ilk defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne olmuştur. Rumlar kendi kendilerine geçici bir hükûmet kurarak, Girit'in Yunanistan'a ilhâk edildiğini ilân ettiler.
Osmanlı Devleti, isyanı bastırmak üzere harekete geçti. Fakat Avrupa devletleri bu defa da işe karıştı. Fransa ve Rusya'nın Girit'in Yunanistan'a terki veya özerklik verilmesi önerisi Babıâli tarafından reddedildi. Asilere, Yunanistan ve diğer ülkelerden gönüllü ve yardım gelmekteydi.
1867 Mayıs'ında Rusya'nın da onayını alan Fransa, Girit halkının şikâyet ve isteklerini belirlemek üzere, adaya milletlerarası bir komisyon gönderilmesini teklif etti. Fakat, Osmanlı Devleti ile İngiltere ve Avusturya bu teklife karşı çıktılar. Bunun üzerine Fransa, tasarıda, gönderilecek komisyona Osmanlı Devleti'nin de bir heyet ile dahil edilmesi şeklinde değişiklik yaptı. Buna mütareke talebini de ilave ederek Rusya, İtalya ve Prusya ile müştereken, Osmanlı Devleti nezdinde yeni bir teşebbüste bulundu. Ancak Osmanlı Devleti bu teklifi de içişlerine karışma sayarak reddetti[5].
İngiltere ise Girit meselesinin, Osmanlı Devleti'nin yerel bir problemi olarak kalmasını istiyordu. Bu arada yapımı sürdürülen Süveyş Kanalı açılınca, Hindistan yolu üzerinde bulunan Girit'in önemi bir kat daha artacaktı. Bu bakımdan da adanın statükosunun devamında yarar görüyordu[6].
Avrupa devletlerinin devam eden baskısı sonucunda Babıâli 12 Eylül 1867'de Girit'te genel af ilan etmeye razı oldu. 28 Ekim'de Fuat Paşa, Sadrazam Âli Paşa'nın Girit'te tatbik edeceği tafsilatlı ıslahat programını ilgili devletlere gönderdi. Ancak tatbike konulması düşünülen program Fransa'yı memnun etmedi. Bunun üzerine Fransa, Rusya, Prusya ve İtalya, Babıâli'ye verdikleri notada, Osmanlı Devleti'nin İngiltere'nin tutumundan cesaret alıp, diğer devletlerin fikirlerini gözönünde tutmadığını, kendi teklif ettikleri ıslahat programlarını uygulamadığını ve bundan meydana gelebilecek hiçbir şeyin sorumluluğunu kabul etmediklerini bildirmişlerdir. Londra Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarından Kenneth Bourne nota hakkında; "Bu nota vaziyeti olduğu gibi bırakmak şöyle dursun adeta bir afetin kapısını açıyordu". yorumunu yapmıştır[7].
Bu şartlar altında Sadrazam Âli Paşa 6 Ekim 1867'de Girit'e vardı ve hazırlanan ıslahat programını açıkladı. Buna göre: "Vergiler önemli ölçüde azaltılacak; valinin yanında biri Müslüman, diğeri Hıristiyan olmak üzere iki danışman bulunacak; yerel ve genel meclisler kurulacak, bunların üyeleri Müslüman ve Hıristiyanlardan seçilecek; ada gerektiği kadar sancaklara ayrılacak ve bunların başına getirileceklerin yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan olacak; adada resmî yazışmalar Türkçe ve Rumca olmak üzere iki dilde yapılacaktı".
Böylece Girit'e özerklik veren bir yönetim şekli getirilmiş ve Girit isyanı da yatışmaya başlamıştı. Girit'teki durumun sâkinleşmesinden hoşlanmayan Yunanistan bu kez de Yunanistan'a gelen Girit göçmenlerinin adaya dönmesini devletlerarası bir mesele haline getirmeye çalıştı. Ancak, göçmenlerin Yunanistan'da karşılaştıkları kötü şartlar, Yunanistan'ın aleyhinde bir durum oluşturdu. Göçmenler Girit'e dönmek istiyor, fakat anlaşmazlık çıkartacak bir kozdan yoksun kalmak istemeyen Yunanistan buna izin vermiyordu. Babıâli, 1868 Kasım ayı sonlarına doğru göçmenlerin Girit'e serbestçe dönmesini istedi. Osmanlı Devleti, 11 Aralık 1868'de Yunanistan'a verdiği notanın reddedilmesi üzerine de Yunanistan ile ilişkilerini kesti. Ortaya çıkan savaş durumunu gidermek için harekete geçen büyük devletler, 9 Ocak 1869'da Paris'te bir konferans topladılar[8].
Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya, Prusya, Avusturya ve Osmanlı Devleti'nin katılımıyla gerçekleşen konferansa Yunanistan katılmadı. Uzun süren müzâkerelerden sonra, Paris Konferansı'nın resmi bildirisi 20 Ocak 1869'da kabul edildi. Bu bildiri Yunanistan Hükûmeti'nin Osmanlı Devleti'ne karşı çeteler toplamasını ve Yunanistan limanlarından Giritli âsîlere malzeme taşıyan gemilerin donatımını yasak edip mültecilerin de Girit'e dönmelerine mani olunmamasını talep ediyordu[9].
Büyük devletler bu bildiri ile Yunanistan'ı hareketlerinden dolayı suçladıklarını açıkça belli etmişlerdir. Yunanistan'a bildiriye ek olarak verilen notada da bildiride ifade edilen maddelerin en geç bir hafta içinde kabul edilmemesi halinde, Yunanistan'ın hareketlerinden doğacak sonuçlar karşısında yalnız bırakılacağını ihtar etmişlerdi. Yunanistan hükûmeti, konferansa katılan devletlerin bu baskısı karşısında, 6 Şubat 1869'da bildiriyi kabul etmek zorunda kaldı. Böylece, İngiltere'nin isteği doğrultusunda statükonun korunması esas alınarak Doğu Akdeniz bunalımı önlenmiş ve Osmanlı-Yunan anlaşmazlığı ile Girit meselesi geçici de olsa sona ermiştir[10].
Girit Rumları, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında, Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü zor durumdan yararlanmak amacıyla, Yunanistan'ın da teşviki sonucu yeniden isyan etmişlerdir. Rusya da, Ayastefanos Antlaşması'na, Girit adasında ıslahat yapılmasını ve uygulanmasını isteyen bir madde koyarak, konunun devletlerarası bir nitelik almasına sebep olmuştur. İngiltere ise Rusya'nın adaya tek taraflı olarak müdahalesini önlemek üzere, Girit meselesini Berlin Konferansı'na getirdi. Kongre, Berlin Antlaşması'nın 23. maddesine; Girit'te 1868 nizamnâmesi esaslarına göre ıslahat yapılmasını ve Osmanlı Devleti'nin bu konuda Avrupa devletlerine bilgi vermesi kaydını koydu[11].
Bu madde Osmanlı Devleti'nin Girit üzerindeki hâkimiyetini biraz daha kaybetmesine yol açtı. Nitekim sonradan büyük devletler, Osmanlı Devleti tarafından verilen bu vaadin yerine getirilmesini istediler. Bu vazife ile Girit'e gönderilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa ile âsîler arasında, konsolosların kontrolü altında, Hanya'ya yakın Halepa mevkiinde müzakereler yapılarak, 23 Ekim 1878'de bir mukavelenâme imzalandı[12]. "Halepa Mukavelenamesi"'nin başlıca hükümleri şunlardır:
1- Girit genel valisi, beş yıl müddetle tayin edilecektir; genel vali, Müslüman veya Hıristiyan olabilecektir. Müslüman olduğu takdirde Hıristiyan, Hıristiyan olduğu takdirde, Müslüman bir yardımcısı bulunacaktır.
2- Vilâyet Genel Meclisi 80 üyeden oluşacak; bunlardan 49'u Hıristiyan, 31'i Müslüman olacaktır. Meclis yılda bir defa toplanacak, mahallî ihtiyaçlar hakkında karar verecektir.
3- Memurlar öncelikli olarak yerliler arasından seçilecektir.
4- Rumca, Türkçe gibi resmî dil olarak kabul edilecektir.
5- Vergi gelirlerinin fazlası adanın amme hizmetleri için kullanılacaktır.
6- Kâğıt paranın tedavülü yasak olacak, basın hürriyeti sağlanacaktır[13].
Böylece, Halepa Mukavelenamesi ile verilen yeni haklar ve getirilen düzenle, Rum halkın Girit'in yönetiminde daha etkili olması sağlanmıştır.
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/yunan/III-1-GiritMeselesi.htm
Osmanlının Girit'i Türkiye'nin Kıbrıs'ı
Gazeteci Tahsin, İngilizlerin 1931'de Kıbrıs Meclis'ini kapatmasını, Özel Harp Dairesi'nin provokasyonlarını, Kıbrıs'ta ilk eylemi yapan TMT'yi ve bugün gelinen süreci değerlendirdi. Türkiye mi Denktaş'ı, Denktaş mı Türkiye'yi sürükledi?
Bia Haber Merkezi
16/04/2003 Nuh KÖKLÜ
BİA (Lefkoşa) - Gazeteci Arif Hasan Tahsin gelinen süreci "Biz de, Türkiye'de yenildi" diye özetliyor. Tahsin'e göre Türk askerinin sorunu Osmanlı kılıcıyla çözmeye çalışması sorunun çıkmaza girmesine neden oldu.
Bütün yaşananlardan sonra Denktaş'ın mı Türkiye'yi, Türkiye'nin mi Denktaş'ı sürüklediğini soruyor Tahsin...
"İngilizlerin 1931'de provokasyon yarattı"
"Bir Kıbrıs Sorunu"ndan bahsedebilir miyiz? Böyle bir "sorun" nasıl ortaya çıktı?
Bir Kıbrıs sorunu var aslında. 1821'den beri, Yunanistan'ın bağımsızlığını ilanından bu yana gelen bir sorundur bu.
Yunanistan kendi topraklarını belirlerken Kıbrıs'ı da dahil etti.Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması, Türkiye'nin Osmanlı topraklarındaki haklarından feragat etmesi süreci geldi arkasından.
İngilizler o yıllarda bir denge kurmuştu, İngiliz ve Türk oyları Rum oylarından fazlaydı 1930 seçiminde seçilen bir Türk Rumlarla birlikte oy kullanınca denge bozuldu. 1931 isyanı bahanesiyle İngilizler meclisi kapattı ve bir daha açmadı. Bu isyanlar hakkındaki belgeler 100 yıl ambargoludur, onlar açılınca meselenin özü de ortaya çıkar.
Türk hükümeti, Kıbrıslı Türklerin Anadolu'ya göç etmesini istiyordu, gönderdikleri Konsolos Asaf bu işi başaramayınca, Türk milliyetçiliğini yaymaya başladı. O tarihten sonra Kıbrıslı Türklerin liderleri Ankara'dan tayin edilmeye başladı. Birincisi Necati Özkan, ikincisi Fazıl Küçük, üçüncüsü de Raif Rauf Denktaş'tır...
2. Dünya savaşından sonra Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) bastırmasıyla sömürgeciliğin lağv edilmesi söz konusu olunca, İngilizler 1947’de Kıbrıs'a bir anayasa önerdiler. Buna göre, Mecliste büyük çoğunluk Rumlardan oluşacak, Kıbrıslı Türklere azınlık hakkı verilecek, savunma ve dış işleri bir süre İngilizlerin elinde olacaktı.
"Türkiye 1955'de Kıbrıs kavgasına girdi"
Aslında o dönemki sorun, İngiliz nüfuz bölgelerinin ABD denetimine geçmesiyle ilgilidir. Ortadoğu'daki bütün politik değişimlerin altında da bu nüfuz sorunu yatar.
O dönem Kıbrıslı Türklerin temsilcisi olarak atanan Rauf Denktaş azınlık hakkını savunuyordu. Rum solcular bunu kabul etmek meylindeydi ama, kilisenin önderliğindeki sağcı hareket bunu engellemek istiyordu.
Rumlar 1950 Ocak ayında bir plebisit yaptılar orada Rumlar Yunanistan'a bağlanmak istediklerini belirtti. Yunanistan 1954'de Birleşmiş Milletler'e (BM) başvurarak self determinasyon hakkını tanınmasını istedi.
Türkiye daha önce "Bizim Kıbrıs davamız yok" derken birden “Kıbrıs eski sahibine iade edilmeli" demeye başladı. 1955'le birlikte yer altı faaliyetleri başladı.
Yeni araştırmalarla ABD'nin teşvikiyle Yunan Özel Harp Dairesi'ne bağlı EOKA'nın 1957'de de Türk Özel Harp Dairesi'ne bağlı TMT'nin kurulduğu belgelendi.
Celal Bayar Atina ziyaretinde Yunanlılara "Bu sorun sizinle İngilizler arasında” dedi ve asıl olarak İngilizlerin Kıbrıs’ta kalmasını istiyordu.
Türkiye açısından sorunun başlangıcı olarak 1929 tarihini verirsek, esas olarak kavgaya girişi 1954-55 yıllarıdır. Londra'ya taraf olarak Türkiye gitti. Enteresandır, Türkiye Kıbrıs için kavgaya girdi, ardından 6-7 Eylül olayları gündeme geldi...
Şunu söylemek lazım; ilk kez biz Rumlara saldırdık. 7 Haziran 1958'de Türkiye Haberler Bürosu'na bomba koyduk ve ondan sonra Rumlar katliam yapıyor dedik. 1.5 ay süren olaylarda 110 sivil öldü. Olayların ardından İngiltere ile ABD uzlaşmaya varınca Eisonhover, Yunanistan ve Türkiye'ye Kıbrıs'ın bağımsız devlet olacağını söyledi.
Türkiye Taksim'den yana değildi
Türkiye Taksim'den yana değildi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yanaydı ama Denktaş buna direndi, İsmet İnönü'yü de dinlemedi. Şunu not etmek lazım; İsmet Paşa Özel Harp Dairesi'ne meramını anlatamadı. Gerçek şu ki; Yunanistan da Kıbrıs Cumhuriyetinden yanaydı, iki tarafın özel harp daireleri bu sürecin sorumlularıdır. Kıbrıs'ta kavgayı onlar çıkardı.
Bizim devlet adamı diyebileceğimiz kimsemiz olmadı, İsmet İnönü dışında Kıbrıslı Türkleri kimse savunmadı, O zamanlar Kıbrıslı Türk yargıçlar İnönü'nün ricasıyla Rumlarla birlikte çalışırdı.
1974'de bozulan anayasal düzeni yeniden kurmak için Türkiye Kıbrıs'a müdahale etti, 30 Temmuz'da Cenevre'de bozulan anayasal nizamı kurmak için taraflar anlaştılar Ecevit ve Kissinger'in desteğiyle bugünkü sınırları çizdi 29 sene bu işi böyle götürdük ne kanun, ne nizam hiçbir şey dinlemedik. Kıbrıs Cumhuriyeti bütün adanın temsilcisi. Sonuç biz yenildik. Türkiye de yenildi.
Bundan sonra neler olabilir?
Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşıydık, Avrupa Birliği (AB) vatandaşı da olacağız. Kuzey için BM, Türkiye ve AB pazarlık yapıp meseleyi çözmeye çalışacak. Türkiye Kıbrıs'ı kendi malı saydı, kullanamadığımız Kıbrıs Cumhuriyeti haklarımızı da kaybettik. Türkiye Cumhuriyeti derken askerlerden bahsediyorum. Türkiye'de sivillere hak tanınmamıştır. Bugün Kıbrıs Türkü üzgün, toplum öldürüldü.
Türk hükümeti başlangıçta statükonun karşısında tavır koyuyordu...
Hükümetten hiçbir zaman umutlanmamıştık ki. Yaşayarak şunu öğrendik; siviller Türkiye de söz sahibi olamadı 1963'de İsmet İnönü adaya özel bir gazeteci bile gönderdi. Bugün 500 bin Rum AB’de oy hakkına sahip oldular. Böyle bir durumda memleketin bir kısmı da işgal altında...
Ne olmalıydı sizce?
Bizim hatamız başından belliydi, İsmet İnönü yasal zemini terk etmeyin demişti. Biz sorunu Osmanlı kılıcıyla halletmeye çalıştık. Hele Irak'dan sonra başımıza ne gelecek bilmiyorum ...
ABD Türkiye'yi destekliyor, Annan Planı ABD, İngliz planıdır... Denktaş'ın önerilerine de çok yakındır. 29 yıllık yasadışı durumun yasallaştırılmasıydı Annan Planı, Zaman içerisinde özel çıkarlar bir yana bir de milliyetçilerin provokasyonlarıyla çözümsüzlük oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bir takım laflar etti, ama ciddiye alınacak sözler değildi bunlar.
16 Nisan'da Ortaklık Belgesi imzalanıyor ama 2004 Mayıs'ına kadar da bir sürecin olduğu söyleniyor...
Aslında o süreç Kıbrıs'ın kendine ilişkin değil. Diğer üye devletler yeni devletleri oylamasıyla ilişkili bu tarih. Bu süre içerisinde çözümden yanayız diyecekler ama Rumların ne mecburiyeti var ki. Eğer biz bu süreci kabul etseydik Rumların birşeyler düşünmesi gerekecekti.
Bir bölgeyi işgal edip ondan da yetinmeyip sivil insanlar getirip nüfus yaratmak savaş suçudur, bir de üzerine Rumların tapulu mallarına sahip çıkılmış. Çok acıdır ama defaaten bu konuda yazılarla uyardım., neyle karşılaştık Osmanlının Girit olayıyla. Kimin hatırına; Denktaş mı Türkiye yi Türkiye mi Denktaş'ı sürükledi? (NK/BB)
Konu ile bağlantılı önceki yazılar:
/2003/04/16/18258.htmİ stanbul: "Kıbrıslı Türk ve Rumların Ortak Vatanı"
http://www.bianet.org/2003/04/24/18249.htm
Girit'i Yunanistan'a Baglama Girisimleri
Türk-Yunan savasi, Girit meselesi yüzünden çikmis, buna ragmen baris antlasmasinin hiçbir yerinde Girit anlasmazligindan ve hal seklinden bahsedilmemisti. Barisin imzalanmasindan iki hafta sonra da 18 Aralik 1897 tarihinde büyük devletler, Girit'in özerkligini ilan ettiler. Buna göre Girit adasi Osmanli Devleti'nin hakimiyetinde tarafsiz ve muhtariyete sahip bir eyalet oluyordu. Adaya, ilgili devletlerin de onayi ile Sultan tarafindan bes yil için Hiristiyan bir vali tayin edilecekti. Türklerin de temsil edildigi seçilmis bir yasama meclisi bulunacak, onun kararlari Osmanli Devleti'nin müdahalesi olmadan valinin onayiyla yürürlüge girecekti. Türklerin can güvenligi ve mal emniyeti temin olunduktan sonra Türk askeri adadan çekilecekti. Girit idaresi, Osmanli Devleti hazinesine yillik maktu bir vergi ödeyecekti.
18 Aralik 1897'de büyük devletler Girit'in Osmanli hakimiyetinde özerk hale getirildigini açikladiklari sirada adanin daglik bölgelerinde Türk ve Rum halklari arasinda çatismalar devam ediyordu. Osmanli Hükûmeti adaya eski sadrazamlardan Cevat Pasa'yi göndererek duruma hakim olmaya çalisti. Cevat Pasa'nin varligi Türklerin moralini yükselttiginden kirsal bölgelerde Rum baskisina dayanamayarak Kandiye'ye siginan Türklerle sehrin Türk unsuru birleserek Rumlara karsi koydular. Çikan olaylarda Ingiliz konsolosu da öldürüldü. Ingiliz amirali sehrin Osmanli komutanindan, silah kullananlarin kendisine teslimini istedi. Evler aranarak birçok kisi tevkif edilip Ingiliz gemilerinde hapsedildi.
4 Ekim 1898'de adayi isgal eden büyük devletlerin Girit'teki karisikliklardan, Osmanli yönetimini sorumlu tutan ortak notasi, Fransiz elçisi tarafindan Babiâli'ye verildi. Bu notaya göre:
1 Dört devlet Girit adasinda sultanin hukukunu koruyacak,
2 Osmanli Hükûmeti adadaki kuvvetlerini bir ay içinde çekecek,
3 Ada'da çogunlugun arzusuna uygun yönetim kurulacaktir.
Osmanli Devleti egemenlik haklarina ters düstügü gerekçesiyle notayi reddettiyse de dört büyük devletin isteklerini zorla yerine getirmek mecburiyetinde kaldi. 19 Ekim'den itibaren Osmanli askerleri Ada'dan çikarilmaya baslandi. Ingiliz, Fransiz, Rus ve Italyan birliklerinin Osmanli askerlerinin bosalttigi stratejik noktalari isgaliyle, Girit fiilen dört büyük devletin hakimiyetine geçti.
Ada'da sözde Osmanli egemenliginde özerk bir yönetim kurularak basina da vali olarak Yunan Prensi Yorgi'nin getirilmesine karar verildi. Çar ortak karari II. Abdülhamit'e bildirdi. Avusturya, Almanya ve Osmanli Devleti'nin karsi çikmasina ragmen savasta yenilen Yunanlilar, Yunan Prensi Yorgi'nin adaya vali yapilmasi suretiyle mükâfatlandirilmis oldu. Babiâli, isgalci dört büyük devletin baskisi üzerine, Prens Yorgi'yi Girit Genel Valiligi'ne atamak zorunda kalmisti. Yorgi'nin 21 Aralik 1898'de Girit'e giderek adanin yönetimini eline almasindan sonra büyük devletlerin askeri birliklerinin ve donanmalarinin büyük kismi Girit'i terketti.
1899'da Giritli hukukçu Elefterios Venizelos tarafindan hazirlanan anayasa Girit Kurucu Meclisi tarafindan kabul edildi. Prense yardimci olmak üzere dört Rumla bir Türkten meydana gelen danisma kurulu ile bir meclis kuruldu. Bu suretle Girit'in, Osmanli Devleti ile baglari kopartilarak, adada Yunanistan'in etkisi altinda adeta bagimsiz bir devlet kuruldu.
1901 yilinda Prens Yorgi, Girit'i resmen Yunanistan'a baglamak istedi, fakat Avrupa devletleri buna engel oldular. 1905'de ise Yorgi, yönetiminden memnun olmayan halkin baskisi üzerine, valilikten çekilmek zorunda kaldi. Büyük devletlerin, Yunan kralindan, Girit için yeni bir vali seçmesini istemeleri üzerine, eski basbakanlardan Zaimis bu göreve atandi. Böylece, tamamen bir Yunan adasi haline gelmis bulunan Girit, görünüste de olsa bir müddet daha Osmanli Devleti'ne bagli kalmakta devam etti.
5 Ekim 1908'de Girit Meclisi, adanin Yunanistan'a baglandigini ilan etti. Osmanli Devleti bu ilhâka karsi çiktigi gibi büyük devletler de BosnaHersek ve Bulgaristan bunalimlarinin sürmekte oldugu sirada yeni bir meselenin daha çikmasini istemediklerinden bu oldubittiyi tanimadilar. Bununla beraber Ingiltere, Fransa, Rusya ve Italya, Girit adasinda bulunan askerlerini geri çekmeye karar verdiler. Osmanli Devleti ise 30 Mart ve 27 Haziran 1909'da Ingiltere, Fransa, Rusya ve Italya'ya basvurarak, askerlerinin tahliyesini geri birakmalarini istedi. Bu istek kabul edilmedi.
Girit'in tahliyesi demek, Yunanistan'a birakilmasi demekti. Bu tahliye nihayet 27 Temmuz 1909 Sali günü tamamlanmis ve sadece Suda limaninda hâtira kabilinden bir Türk bayragi ile muhafiz olarak birkaç büyük savas gemisi birakilmistir.
Devletler askerlerini tamamen çektikleri gün Hanya kalesine Yunan bayragi çekildi. Osmanli Devleti'nde Girit'teki gelismelere karsi büyük bir tepki dogmus ve mesele bir Osmanli-Yunan anlasmazligi halini almisti. Büyük devletlerin baskisiyla olaylarin daha fazla büyümesi önlendi. Osmanli Devleti, 3 Kasim 1909'da büyük devletlere bir defa daha basvurarak, Girit meselesinin kesin olarak çözümlenmesini istedi, fakat bu konuda zamanin daha gelmedigi cevabini aldi. Bundan sonra Girit, 1912 yilina kadar, hukuk yönünden Osmanli Devleti'ne bagli kalmaya devam etti.
http://www.mfa.gov.tr/turkce/gruph/hg/hgb/19.htm
GİRİT’TE HANYA’YI KONYA’YI ANLAMAK…
8 Mayıs 2003
*Ta çoçukluk çağlarımızdan başlayarak Girit; hep bir “Türklüğün mahvolması” ve “Rum-Yunan oyunu” olarak öğretildi bizlere… Yüreklerimize “Girit gibi, biz de yokoluruz ha” korkuları salındı... Hele son günlerde, Rauf Bey’e destek veren büyük medyada bazı isimler Girit’in adını sık sık kullanmaya başladılar. Gerçekten Girit’teki Türk varlığının yok oluşu bizim varoluş öykümüze benziyor mu? Orada yaşananlar, Kıbrıs’taki gerçeklerle ne kadar örtüşüyor? Hanya’da en çok bu “soru”lara yanıt aradım.
Girit adasının, “Hanya” limanında bir akşamüstü...
Ne kadar da Girne’ye benziyor...
Deniz; pırıl pırıl ve dalgasız...
Kıyıda yürüyenler, taştan yapılmış sıra sıra hanların, kocaman “kubbe”lerinden, hangi kültüre ait olduklarını çıkarmaya çalışıyorlar....
Adanın yerlileri “Hanya”nın Rumcada “hanlar” anlamına geldiğini, bu taştan binaların Osmanlı döneminden kaldığını anlatıyor..
Karşıda; Venedikliler döneminde yapılmış deniz feneri, onun hemen ötesinde “Küçük Hasan Paşa Camisi” yer alıyor...
Ta uzaklarda, üst tarafı tamamen yıkılmış, şerefeleri yerinde bir minare, adeta “ben buralarda neler gördüm neler” der gibi, yaşamın içinde dimdik duruyor....
Her biri dev bir konser salonuna dönüştürülmüş “han”ların ötesinde “Türk hamamları” uzanıyor...
Daracık sokakların limana uzanan kıvrımlarında ise balkon keyfi yapanların masalarında “uzo” ile “rakı” yan yana duruyor...
Biraz ötede, folklor müzesinin yanındaki Sinagog, bu kültür mozayiği Akdeniz kasabasında diğer kültürlerle yan yana yaşayan “Yahudi” kimliğini temsil ediyor..
Kaleler, kuleler, manastırlar, hanlar, hamamlar, Girit adasının tarih boyunca ev sahipliği yaptığı farklı kültürlerin bu insanlara birer hediyesi…
Savaşların, isyanların, kanlı çatışmaların, hiç rahat yüzü görmemiş bu adası, şimdi tarih ve kültürünün zenginliklerinin sefasını sürüyor...
Turistler, Osmanlı’nın mirası çok kubbeli, taştan “han”ların akustik ortamında Mısır müziği dinliyor, camide batılı sanatçıların sergisini izliyor, hamamda pandomim gösterisinde kahkahalar atıyor...
Bizler de; Avrupa-Akdeniz-Afrika üçgenindeki otuz kadar ülkeden gelenler; bu kültürel mozayiğin büyüsünden sıyrılmadan kenti tanımaya çalışıyoruz. Ancak galiba benimki, Türk resmi tarihinin yalanlarını anlamaya yönelik farklı bir tarihsel merağı da içeriyor...
Sadece “Hanya’yı Konya’yı anlamak” bana yetmiyor...
Ta çoçukluk çağlarımızdan başlayarak Girit; hep bir “Türklüğün mahvolması” ve “Rum-Yunan oyunu” olarak öğretildi bizlere…
Yüreklerimize “Girit gibi, biz de yokoluruz ha” korkuları salındı...
Hele son günlerde, Rauf Bey’e destek veren büyük medyada bazı isimler Girit’in adını sık sık kullanmaya başladılar.
Gerçekten Girit’teki Türk varlığının yok oluşu bizim varoluş öykümüze benziyor mu?
Orada yaşananlar, Kıbrıs’taki gerçeklerle ne kadar örtüşüyor?
Hanya’da en çok bu “soru”lara yanıt aradım.
Altmış bin nüfuslu bu küçücük Akdeniz kasabasında, çok iyi düzenlenmiş müzeleri adım adım gezerken 2. dünya savaşı sonrasına kadar uzanan çok kanlı bir “tarih”ten etkilenmemek olanaksız...
Arapların, Bizanslıların, Venediklilerin ardından Osmanlılar 1645 – 1897 yılları arasında adayı yönetmişler. Bu dönemde Girit adasında 233 Osmanlı paşası görev yapmış.
1898’de Girit devleti ilan edilmiş. Hanya da bu devletin başkenti olmuş. 1 Aralık 1913’te ise “Enosis” gerçekleştirilmiş ve Girit adası “Anavatan” Yunanistan ile birleşmiş.
Hanya limanında, ilk Yunan bayrağının çekildiği yerde şimdi kocaman bir plaket var. Üzerinde enosis törenine Kral Konstantin’in ve Başbakan Venizelos’un da katıldığı anlatılıyor.
Peki bu “yakın tarih öyküsü”nden “korku” üretmek olası mı?
Korku üretmek yerine “dersler” çıkarmak galiba daha gerçekçi..
1912-1922 yılları arasında Balkanlar, Ege adaları ve Anadolu’da yaşanan acılar, büyük nüfus hareketlerine, göçmen sorunlarına yol açmiş…
Osmanlı savaşta yenik düşünce, yüzbinlerce Müslüman, korku ve panik içinde doğduğu mekanları terkedip Anadolu’ya sığınmış…
Yunanlılar, Anadolu’da yenilince, Ortodoks Rumlar Yunanistan’a kaçmışlar...
Müthiş bir nüfus ve göç hareketi yaşanmış.
Sonuçta; 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında “Türk ve Yunan halklarının zorunlu mübadelesi” anlaşması yapılmış.
Buna göre; Türk topraklarında yerleşmiş Rumlar ile Yunan topraklarında yerleşmiş Türkler zorunlu olarak “anavatan”larına gönderilmişler…
Bu anlaşma ile 1,5 milyon Yunanlı Türkiye’den atılırken, 500 bin Türk de Yunanistan’dan ve Girit’ten atılmış...
Ancak anlaşmada “Türk ve Yunan göçmenlerin mülkiyet haklarına hiçbir zarar verilmeyeceği” güvence altına alınmış…
Mübadele anlaşması ile “etnik” temelde yaratılan bu düzenleme ile göçmen durumuna düşenlere “mübadil” deniyor...
Resmi tarihimiz bu “mubadil” olayını bizlerden pek de güzel gizlemiş…
Ancak günümüzde; mübadiller sivil insiyatif olarak örgütlenmişler ve kafileler halinde doğdukları toprakları gezerek, çekilen eski “acı”ların bir daha tekrarlanmaması için Türk ve Yunan yetkililere çağrılar yapıyorlar.
Girit tarihinde, Osmanlı dönemi “Türk işgali” olarak yer alıyor…
Orada “Mübadele anlaşması”na kadar yaşamış Türkler ise, Osmanlının “nüfus” politikası gereği oraya yerleştirilen göçmenler olarak nitelendiriliyor.
Onlara göre “bağımsızlık savaşı” sonunda “işgal” ortadan kaldırılmış ve “Enosis” gerçekleştirilmiştir.
Girit’e taşınan “nufüs” da, Atatürk döneminde imzalanan Lozan anlaşması ile geri gönderilmiştir.
Hanya limanında yürürken, caddenin adını taşıyan tabelaya bakıyorum:
-Enosis meydanı...
Hemen dönüp, yanımdaki Rumlara takılıyorum...
-Aşkolsun, bizi Enosis meydanında yürütüyorsunuz...
Yanıt hiç gecikmeden geliyor:
-Siz de bizi Taksim Meydanında yürütmüştünüz...
Taksimler, enosisler, göçmenler, mülteciler, mübadiller...
Türk-Yunan kavgalarının bitmez tükenmez sonuçları...
Daha “barış”ın zamanı gelmedi mi?
http://www.north-cyprus.net/basin/yazarlarimiz/serbest/hkahveci/arsiv/8_mayis_2003.htm
Girit Meselesi
a Girit Isyanlari (1821-1877)
Dogu Akdeniz'in Kibris'tan sonraki en büyük adasi olan Girit, XVII. yüzyilin ortalarinda Osmanli hakimiyeti altina girmistir. Osmanli Devleti yönettigi her bölgede uyguladigi adâletli ve hosgörülü idâre tarzini Girit'te de icrâ etmistir.
Kandiye'nin fethinden Mora ihtilalinin baslangicina kadar Osmanli hakimiyeti altinda geçen zaman zarfinda Girit'te gözlenen sükûnet devresi, Osmanli idâresinin özenli iç politika uygulamalarina ragmen devam edememistir. Mora ve adalarda Rumlar tarafindan çikarilan isyanlar Girit adasina da siçradi. 1821 yilinda baslayan bu ilk isyanin bastirilmasi için II. Mahmut, Misir Valisi Mehmet Ali Pasa'yi görevlendirmis ve isyani bastirmistir.
1830 yilinda Yunanistan devleti kuruldugunda, Girit Rumlari adanin bu devlete baglanmasini saglamak için yeniden isyan ettiler. Bu isyan da Mehmet Ali Pasa tarafindan 1831 yilinda bastirildi. Ancak kendisine Girit valiligi de verilmis olan ve kuvvetleri de adada bulunan Mehmet Ali Pasa Girit'i, buradan bir çikari olmayacagini anladigi için, 15 Temmuz 1840 tarihli Londra Antlasmasi'ndan sonra bosaltmistir. Girit'in Mehmet Ali Pasa'nin çekilmesinden sonra yeniden dogrudan Osmanli idaresine geçmesinden az bir zaman sonra, Rumlar buraya tekrar dönmüs olan Yunan mültecileri tarafindan isyana tesvik edildiler. Bu ayaklanma da, Osmanli Devleti tarafindan 1841 yilinin ilk aylarinda bastirildi.
Bu arada, yeni kurulmus olan Yunan Devleti de Girit'teki Rumlari isyana tesvik etmekte ve asilere her çesit yardimi yapmaktaydi. Yunanistan, Misir bunalimi sirasinda Osmanli Devleti'nin içinde bulundugu zor durumdan yararlanmak için, 10 Agustos 1839'da koruyucusu olan üç büyük devlete bir muhtira göndererek, Girit'in kendisine verilmesini istemistir. Diger taraftan da Teselya'ya çeteler göndererek, Makedonya ve Epir'de karisikliklar çikartmistir. Ancak Ingiltere, Yunanistan üzerinde Rusya'nin nüfûz kazanacagi endisesi ile Yunanistan'in bu genisleme politikasini önlemistir. Kirim Savasi sirasinda da, Yunanistan'in Osmanli Devleti'ne savas açmak istemesi, Ingiltere ve Fransa tarafindan engellenmistir.
Yunanlilarin ümit ve arzulari, 1864 yilinda Yedi Ada'nin kendilerine verilmesi üzerine tekrar uyanmistir. Rumlarin bulundugu Ege'deki bütün adalari ele geçirerek büyük bir Yunanistan kurmak isteyen Yunanlilar, Girit'i de Osmanli Devleti'nden kopartmak için tekrar harekete geçmislerdir. Adaya gönderilen papaz ve ögretmenlerle Rum halkini isyana tesvik edilmis ve 1866 Agustos ayinda Girit ilk defa genis ölçüde bir ayaklanmaya sahne olmustur. Rumlar kendi kendilerine geçici bir hükûmet kurarak, Girit'in Yunanistan'a ilhâk edildigini ilân ettiler.
Osmanli Devleti, isyani bastirmak üzere harekete geçti. Fakat Avrupa devletleri bu defa da ise karisti. Fransa ve Rusya'nin Girit'in Yunanistan'a terki veya özerklik verilmesi önerisi Babiâli tarafindan reddedildi. Asilere, Yunanistan ve diger ülkelerden gönüllü ve yardim gelmekteydi.
1867 Mayis'inda Rusya'nin da onayini alan Fransa, Girit halkinin sikâyet ve isteklerini belirlemek üzere, adaya milletlerarasi bir komisyon gönderilmesini teklif etti. Fakat, Osmanli Devleti ile Ingiltere ve Avusturya bu teklife karsi çiktilar. Bunun üzerine Fransa, tasarida, gönderilecek komisyona Osmanli Devleti'nin de bir heyet ile dahil edilmesi seklinde degisiklik yapti. Buna mütareke talebini de ilave ederek Rusya, Italya ve Prusya ile müstereken, Osmanli Devleti nezdinde yeni bir tesebbüste bulundu. Ancak Osmanli Devleti bu teklifi de içislerine karisma sayarak reddetti.
Ingiltere ise Girit meselesinin, Osmanli Devleti'nin yerel bir problemi olarak kalmasini istiyordu. Bu arada yapimi sürdürülen Süveys Kanali açilinca, Hindistan yolu üzerinde bulunan Girit'in önemi bir kat daha artacakti. Bu bakimdan da adanin statükosunun devaminda yarar görüyordu.
Avrupa devletlerinin devam eden baskisi sonucunda Babiâli 12 Eylül 1867'de Girit'te genel af ilan etmeye razi oldu. 28 Ekim'de Fuat Pasa, Sadrazam Âli Pasa'nin Girit'te tatbik edecegi tafsilatli islahat programini ilgili devletlere gönderdi. Ancak tatbike konulmasi düsünülen program Fransa'yi memnun etmedi. Bunun üzerine Fransa, Rusya, Prusya ve Italya, Babiâli'ye verdikleri notada, Osmanli Devleti'nin Ingiltere'nin tutumundan cesaret alip, diger devletlerin fikirlerini gözönünde tutmadigini, kendi teklif ettikleri islahat programlarini uygulamadigini ve bundan meydana gelebilecek hiçbir seyin sorumlulugunu kabul etmediklerini bildirmislerdir. Londra Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarindan Kenneth Bourne nota hakkinda; "Bu nota vaziyeti oldugu gibi birakmak söyle dursun adeta bir afetin kapisini açiyordu". yorumunu yapmistir.
Bu sartlar altinda Sadrazam Âli Pasa 6 Ekim 1867'de Girit'e vardi ve hazirlanan islahat programini açikladi. Buna göre: "Vergiler önemli ölçüde azaltilacak; valinin yaninda biri Müslüman, digeri Hiristiyan olmak üzere iki danisman bulunacak; yerel ve genel meclisler kurulacak, bunlarin üyeleri Müslüman ve Hiristiyanlardan seçilecek; ada gerektigi kadar sancaklara ayrilacak ve bunlarin basina getirileceklerin yarisi Müslüman, yarisi Hiristiyan olacak; adada resmî yazismalar Türkçe ve Rumca olmak üzere iki dilde yapilacakti".
Böylece Girit'e özerklik veren bir yönetim sekli getirilmis ve Girit isyani da yatismaya baslamisti. Girit'teki durumun sâkinlesmesinden hoslanmayan Yunanistan bu kez de Yunanistan'a gelen Girit göçmenlerinin adaya dönmesini devletlerarasi bir mesele haline getirmeye çalisti. Ancak, göçmenlerin Yunanistan'da karsilastiklari kötü sartlar, Yunanistan'in aleyhinde bir durum olusturdu. Göçmenler Girit'e dönmek istiyor, fakat anlasmazlik çikartacak bir kozdan yoksun kalmak istemeyen Yunanistan buna izin vermiyordu. Babiâli, 1868 Kasim ayi sonlarina dogru göçmenlerin Girit'e serbestçe dönmesini istedi. Osmanli Devleti, 11 Aralik 1868'de Yunanistan'a verdigi notanin reddedilmesi üzerine de Yunanistan ile iliskilerini kesti. Ortaya çikan savas durumunu gidermek için harekete geçen büyük devletler, 9 Ocak 1869'da Paris'te bir konferans topladilar.
Fransa, Ingiltere, Rusya, Italya, Prusya, Avusturya ve Osmanli Devleti'nin katilimiyla gerçeklesen konferansa Yunanistan katilmadi. Uzun süren müzâkerelerden sonra, Paris Konferansi'nin resmi bildirisi 20 Ocak 1869'da kabul edildi. Bu bildiri Yunanistan Hükûmeti'nin Osmanli Devleti'ne karsi çeteler toplamasini ve Yunanistan limanlarindan Giritli âsîlere malzeme tasiyan gemilerin donatimini yasak edip mültecilerin de Girit'e dönmelerine mani olunmamasini talep ediyordu.
Büyük devletler bu bildiri ile Yunanistan'i hareketlerinden dolayi suçladiklarini açikça belli etmislerdir. Yunanistan'a bildiriye ek olarak verilen notada da bildiride ifade edilen maddelerin en geç bir hafta içinde kabul edilmemesi halinde, Yunanistan'in hareketlerinden dogacak sonuçlar karsisinda yalniz birakilacagini ihtar etmislerdi. Yunanistan hükûmeti, konferansa katilan devletlerin bu baskisi karsisinda, 6 Subat 1869'da bildiriyi kabul etmek zorunda kaldi. Böylece, Ingiltere'nin istegi dogrultusunda statükonun korunmasi esas alinarak Dogu Akdeniz bunalimi önlenmis ve Osmanli-Yunan anlasmazligi ile Girit meselesi geçici de olsa sona ermistir.
http://www.mfa.gov.tr/turkce/gruph/hg/hgb/13.htm
Atina'nın Girit ayıbı
Adada başlayan Avrupa-Akdeniz süreci toplantısı nedeniyle hazırlanan Girit tarihini anlatan broşürde 'Türk tehdidi, Türk işgali' gibi ifadeler hayal kırıklığı yarattı
Yunanistan, Girit'te başlayan Avrupa-Akdeniz süreci toplantısında Türkiye'yi, AB'ye katılacak ülkeler değil, Filistin, Suriye, Lübnan gibi Akdeniz'e komşu Ortadoğu ülkeleri arasında gösterdi. Katılımcılar için hazırlanan, Girit ve tarihini tanıtan broşürlerde de ''Türk tehdidi, Türk işgali'' gibi dostluğu gölgede bırakan ifadelerin kullanılması hayal kırıklığı yarattı. Girit'te Türkiye ile Yunanistan arasında 3 maddelik bir anlaşma imzalandı.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 'ün Türkiye'yi temsil ettiği, Avrupa Birliği (AB) ile Akdeniz ülkelerini bir araya getiren Girit toplantısı programı, şaşkınlığa neden oldu.
Türkiye Ortadoğu ülkeleri arasında gösterildi
Türkiye'nin AB üyeliği için sürekli desteğini açıklayan Yunanistan, Girit Zirvesi'ne yönelik hazırladığı programda Türkiye'ye, aralarında Cezayir, Mısır, İsrail, Filistin yönetimi, Lübnan, Fas, Suriye, Tunus gibi Akdeniz'e komşu Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin olduğu grupta yer verdi. 15 AB üyesi ülke ile 10 ''katılımcı ülke'' ise ayrı grupta sıralandı.Benzer AB platformlarında Türkiye, ''AB adayı ülkeler'' başlığı altında yer alıyordu.
Yunanistan'ın katılımcılar için hazırladığı Girit'i tanıtıcı broşürler de sıkıntı yarattı. Adanın tarihi anlatılırken ''Türk tehdidi, Türk işgali'' gibi ifadeler kullanıldı. Toplantıya katılan Abdullah Gül ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ikili görüşme yaptı.
Yunanistan'la anlaşma
Bakanlar, görüşme çerçevesinde 3 maddelik bir güven arttırıcı önlemler paketi üzerinde uzlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Uzlaşmaya göre, iki ülke üst düzey kara, deniz ve hava kuvvetleri kurmay subayları arasında düzenli karşılıklı ziyaretler, iki ülke harp akademileri arasında karşılıklı ve düzenli olarak öğrenci değişimi ve iki ülke askeri hastaneleri arasında uzaktan teşhis ve tedavi konularında işbirliği yapılacak.
Temaslarını değerlendiren Gül, Papandreu'yla görüşmesinde KKTC'ye yönelik ambargonun kalkması gerektiğini aktardığını belirtti. Gül, bu gelişmeden sonra Türkiye'nin olumlu adımlar atmayı sürdüreceğini söyledi.
KAYNAK: Cumhuriyet
http://haber.superonline.com/haber/arsiv/haberler/0,1106,86259_6_9306,00.html
Dostları ilə paylaş: |