Göktürkler


Eski Türklerde Devlet Başkanlığı-Hakanlık / Yrd. Doç. Dr. Osman Kaşıkçı [s.888-893]



Yüklə 12,37 Mb.
səhifə94/98
tarix03.01.2019
ölçüsü12,37 Mb.
#89182
1   ...   90   91   92   93   94   95   96   97   98

Eski Türklerde Devlet Başkanlığı-Hakanlık / Yrd. Doç. Dr. Osman Kaşıkçı [s.888-893]

Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi / Türkiye

I. Genel Olarak

Türklerin yaklaşık dört bin yıllık bir tarihi olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli tarihi, siyasi ve hukukî sebeplerle birden fazla devlet kurmuş olan Türklerin anayurdunun Orta Asya olduğu bilinmektedir. Bilinen ilk Türk devleti veya Türklerin egemen olduğu devlet Hunlardır. Daha sonra Türkler küçüklü büyüklü birçok devlet kurmuşlardır.1 Güçlü, kuvvetli anlamına gelen Türk kelimesine devlet ismi olarak ilk defa Göktürklerde rastlanmaktaysa da günümüzde Türk soyundan gelen bütün toplulukları ifade etmek için kullanılan genel bir kavram halini almıştır.2

Türk tarihi ile ilgili araştırmalarda Müslüman olmadan önce ve sonra olmak üzere ikili bir ayrıma gidilmesi klasik hale gelmiştir. Çünkü Müslümanlık Türk tarihinde gerçekten önemli bir yere sahip olmuştur. Şüphesiz Türkler daha önce de din değiştirmişlerdir. Bu husus Türklerin dini açıdan sıkı bir taassuba sahip olmadıklarını göstermek açısından ilgi çekicidir. Ancak daha önceki din değiştirmeler sistem değişikliğini gerektirmemiştir. İslâm, hukukî hükümleri de kapsayan bir din olduğu için Müslüman olan Türkler İslâm’ın hukuk sistemini de benimsemişlerdir.

Bu incelemede sadece Türklerde Müslüman olmadan önceki devlet başkanlığı kurumu üzerinde durulacaktır. Şüphesiz burada ilk belirtilmesi gereken husus bu konudaki kaynak kıtlığıdır. Muhtemelen bu eserin ilgili kısımlarında eski Türklerle ilgili kaynak sıkıntısının sebep ve sonuçları üzerinde durulacağından burada bu konuya temas etmeyi düşünmüyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki, eski Türklerde devlet başkanlığı gibi en önemli kurum hakkında birkaç etnoğrafik, Çin kaynaklarından Batı dillerine aktarılmış güvenilirliği tartışmalı birkaç eser ile tarih amaçlı araştırmalara dayanarak kesin değer yargılarına varmak bizi hatalı sonuçlara götürebilir. Bununla birlikte “bir şey tamamen elde edilmezse onu tamamen terk etmek de doğru olmaz” prensibinden hareketle bu konuda ulaşabildiğimiz kaynaklardaki bilgileri değerlendirmeye çalışacağız. Yine belirtmemiz gerekir ki bu incelemede her bir Türk devletinde devlet başkanlığının incelenmesi gereksiz tekrarlara sebep olacağından mümkün olduğu kadar genelleştirerek Türk geleneğinde devlet başkanlığının öne çıkan özellikleri üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

II. Eski Türklerde Devlet Anlayışı

A. Devlet (İl)

Türklerin yönetim yapısının en üstünde, devlet veya bir hükümdar tarafından idare edilen siyasi birlik anlamında İl kavramı kullanılmaktaydı.3 İl, iyi dostluk, sevgi, sulh, barışseverlik anlamlarına gelen bir kavramın devlet anlamında kullanılması gerçekten dikkate değer bir husustur.

Devlet deyince akla devleti oluşturan hakimiyet, ülke ve halk olmak üzere üç unsur gelmektedir. Eski Türklerde hakimiyete oksızlık, ülkeye ülüş, halka da kün veya budun dendiğini görüyoruz.4 Eski Türk anlayışına göre İl’in varlığı hakimiyete bağlıydı. Hakimiyet yoksa halkın ve kara parçasının bir anlamı yoktu. Türklerin her gittikleri yerlerde küçüklü büyüklü devlet kurmuş olmaları onların bağımsızlığa ve hakimiyete düşkün olduklarını göstermektedir. Hakimiyet halkı temsilen belirli bir

zümreye aitti. Bu elit zümre Han, Kağan, Hakan, Yabgu gibi unvanlarla kendisine hitap edilen devlet başkanını seçiyordu.5 Ancak hakan adayı olabilmek için kut verilmiş aileye mensup olmak gerekiyordu. Hakan hakimiyeti elinde bulunduruyor, kanun (töre) koyabiliyordu. Bununla birlikte bütün monarşilerde olduğu gibi hakana bağlı olarak bu hakimiyetin beyler ve halk (budun) ile paylaşıldığı, onlara danışıldığı da oluyordu.6

Türklerde devlet anlayışının daha çok konfederasyon şeklinde olduğunu görüyoruz. Bunun sebebinin, hakimiyet anlayışı ve ülkenin yönetim hakkına sahip olan sülalenin fertleri arasında paylaştırılmasından kaynaklandığı söylenebilir.

B. Kut Kavramı

Kut, Türkçenin en eski kelimelerinden birisidir. Tarih boyunca birçok anlam kazanmıştır. Kut her şeye girebilen ve kutsal nitelik kazandıran sihir gibi bir şeydi. Şamanizm’de ruh veya can anlamında kullanılmaktaydı.7 Eski Türk ve Moğollarda Kut’un semadan inen bir nur olduğuna inanılıyordu. Kut’un, bilgisiz, iyi ahlakını yitiren kimselerden uzaklaştığı kabul ediliyordu. Ayrıca Orhun Yazıtları’nda “Kut”, tanrı anlamında da kullanıldığı da görülmektedir.8

Kut’un en yaygın ve belirgin anlamı, şüphesiz devlet veya siyasi hakimiyettir.9 Orhun Yazıtları’nda “Tanrı yarlıgadığı için kut’ım” şeklinde yani Hakan anlamında geçmektedir.10 Eski Türk hukuku ile ilgili en önemli kaynaklardan birisini teşkil eden Yusuf Has Hacib’in ünlü eserinin ismi “Kutadgu Bilig”in de buradan geldiği bilinmektedir. Eserin içerisinde de Kut kelimesi devlet ve siyasi hakimiyet anlamında sık sık kullanılmıştır. Netice olarak Kut, eski Türk kamu hukukunda temel bir yer tutmaktadır.

C. Hakimiyetin Kaynağı

Yukarıda da ifade edildiği üzere eski Türklerde hakan olabilmek için Gök Tanrı tarafından kut verilmiş aileye mensup olmak gerekiyordu.11 Gök Tanrı tarafından Kut verilmiş aile belliydi. Yani her zaman değişmezdi. Bu, Hunlarda Tu-ku, Göktürklerde Açina, Uygurlarda Yağlakâr ailesiydi. Hunlarda Kut, yere inen bir nur olarak bilindiğinden, Han soyunun kuttan meydana geldiğine inanılırdı.12 Dolayısıyla hakanın kutun gözle görülür sembolleşmiş bir hali olduğu kabul edilmekteydi.13

Hakan olabilmek için tanrının kut vermesi gereğinden hareketle, devlet başkanını Tanrının belirlediği ileri sürülmüştür.14 Ancak uygulamaya bakıldığında bu fikre katılmak mümkün görünmemektedir. Çünkü Gök Tanrı tarafından kut doğrudan kişilere değil bir aileye verilmekte, başka bir ifade ile bu soydan gelen insanların hakan olmaya layık oldukları anlamına gelmekteydi.15 Neticede kimin hakan olacağına beyler ve diğer devlet memurları ile halk karar vermekteydi. Muhtemelen insanların sonucu takdirle karşılayarak kabullenmeleri ve herhangi bir siyasi kargaşaya sebep olmadan halkın itaatını sağlamak için böyle bir anlayış sergilenmekteydi. Nitekim hakan, kutsal bir varlık olmayıp, kendisine hükümdarlık tacı giydirilmiş talihli bir kişidir.16 Dolayısıyla eski Türklerde teokrasiden söz etmek mümkün görünmemektedir. Çünkü Tanrı adına mutlak doğruları halka dayatan bir hakan söz konusu değildir. Töreler genellikle halka veya temsilcilerine danışılarak çıkarılmaktadır. Değer yargısı ve törelerin kaynağında referans olarak tanrının iradesi gösterilmemektedir. Tanrının ortaya koyduğu az veya çok bir prensip de mevcut değildir. Bütün bu sebeplerle eski Türklerde laik bir devlet anlayışının hakim olduğu söylenebilir.

D. Devletin Şekli

Eski Türklerde hakimiyetin Hakan, beyler ve halk arasında paylaşıldığını, fakat çoğunluğunun Hakan’a ait olduğunu yukarıda belirtmiştik. Buradan hareketle eski Türklerdeki devlet şeklinin, birbirinden kısmî farklılıklar arz etmekle birlikte, genelde monarşi olduğu ileri sürülmüştür.17 Bu monarşi seçimli ve irsî bir monarşidir. Hakan, devletin ileri gelen memurları, devleti oluşturan Boy’ların Bey’leri ile halk tarafından seçilmektedir. Bu nedenle Eski Türklerdeki devlet şekli, seçimli monarşidir. Fakat Hakan mutlaka kendisine kut verilmiş aile içerisindeki erkeklerden olmak zorunda olduğu için irsî bir nitelik arz etmektedir.18 Bu monarşinin kayıtsız, şartsız bir mutlak monarşi olmadığı söylenebilirse de meşruti monarşi olduğu da ileri sürülemez. Gerçekten Hakan’ın iradesini sınırlayan unsurlar bulunmaktadır. Her şeyden önce Eski Türklerde halkın her şeye itaat etmediğini biliyoruz. Halkın devlet işleri ile yakından ilgili olduklarını Kurultay’a katıldıklarına ve görüşlerini serbestçe ifade ettiklerine şahit oluyoruz.

Hakanların da halkın görüşlerini saygı ile karşıladıklarını tarihi kayıtlar bize göstermektedir. Hakan’ın iktidarını kısıtlayan ikinci unsurun Beyler olduğunu görüyoruz. Hakan, bütün devlet işlerini Kurultaya danışmak zorundaydı.19 Töre, yani geleneksel kanunlar ise, Han’ın yetkilerini sınırlandıran üçüncü unsurdu.20 Ne var ki bütün bu sayılanlar kesin bağlayıcı ve denetim mekanizmaları olmadığından eski Türklerde meşrutî bir monarşinin olduğu söylenemez.

Eski Türklerde devlet, hükümdar ailesinin malı kabul edilmekteydi.21 Dolayısıyla ülke toprakları Hakan’ın ölümünde oğulları ve kardeşleri arasında paylaşılıyordu.22 Bunlardan birisi Hakan seçiliyor diğerleri de Bey olarak kendilerine düşen kısımları idare ediyorlardı. Buradan hareketle bir kısım müsteşrikler, eski Türklerde çifte Krallık (Hakanlık) olduğunu ileri sürmüşlerdir.23 Ancak bu tespitin isabetli olduğu söylenemez. Çünkü bu yönetim tarzının kendi içerisinde bir mantığı, bir işleyiş şekli vardı.24 Örneğin Göktürklerde batıdaki İstemi Han’ın doğudaki Bumin’e ve daha sonra da oğullarına tâbi olduklarını görüyoruz. Yani doğudaki Han, Hakan kabul ediliyor, batıdaki Han ise ona bağlı bir Bey durumundaydı.25 Yoksa ikisi de Hakan değillerdi. Bağımsızlığını ilan ederek ayrı devlet kuranlar ise müstakil bir devlet olarak varlıklarını az veya çok sürdürüyorlardı. Ancak bunun çifte krallıkla bir ilgisi yoktu.

III. Hakan

A. Seçimi

Eski Türklerde Hakanlık, irsî olarak Hakan’ın sülalesinden birisine geçiyordu. Hakan olabilmek için mutlaka kut verilmiş sülaleye mensup olmak gerekiyordu.26 Bununla birlikte kutun verileceği sülaleye mensup olmak Hakan olmak için yeterli değildi. Çünkü aile içerisinde kime kut verileceği hususunda kesin bir ölçü yoktu. “Primogenitus” (ekberiyet) ya da “senioratus” (Hanedanın en yaşlı üyesi) gibi kurallar belirlenmemişti. Başka bir ifade ile, bütün hanedan üyeleri Hakan olma hak ve yetkisine sahiplerdi.27 Veliaht olma dışında, adil, yetenekli, ilim sahibi, asil, cesur ve seçimi yapacak olan beylerle iyi ilişkilerde bulunmak Hakan olmak için önemli özelliklerdi.28

Kısaca eski Türklerde Hakanlık irsen intikal etmekteydi. Ancak Hakan olma belirli bir kişiye değil hanedan içerisinde en layık (idoneitas) olana nasip oluyordu. Genelde Hakan’ın çocukları arasından seçilmekle birlikte Hakan’ın çocuklarının olmaması veya küçük olmaları durumunda Hakan’ın kardeşlerinden de seçilenler oluyordu.29 Böylece Tanrının hanedan içerisinde en liyakatli olana Kut’u nasip ettiğine inanılıyordu.30

B. Veliahtlık

Eski Türk Hakanlarının veliaht atadıklarını da görüyoruz. Veliaht olabilmek için hanedan içerisinden olmak da yeterli olmayıp, Hakan’ın kendi milletinden olan karılarından (Melike) dünyaya gelmiş olmak gerekiyordu. Bununla birlikte Uygurlarda ve Göktürklerin son dönemlerinde yabancı karılarından olan çocukların da veliaht ve dolayısıyla Hakan oldukları görülmektedir.31

Hakan’ın birisini veliaht ataması, onun mutlaka Hakan olmasını gerektirmezdi. Beyler ve Halk başka birisini Hakan seçebilirlerdi. Ayrıca bazen de veliaht olduğu halde tahta çıkmayıp sülalenin başka bir ferdinin çıkmasını isteyenler de oluyordu.32 Demek ki tahta çıkmak için veliaht olmak yeterli olmayıp birçok meziyeti üzerinde barındırmayı da gerektiriyordu. Bununla birlikte veliaht olmanın ve nüfuzlu beylerin desteğini almanın Hakan olmak için önemli bir avantaj sağladığını belirtmek gerekir.33 Veliaht, Hakandan sonra en büyük amir durumundaydı. Orduya genelde o kumandanlık ederdi. Böylece devlet işlerinde tecrübe sahibi olurdu.

C. Seçimin Şekli

Eski Türklerde Hakan’ın, Kut’u Gök Tanrı’dan aldığına inanılmaktaydı. Ancak bu Kut verilme nasıl olmaktaydı?

Yukarıda da ifade edildiği üzere, kut verilme takdir anlamındaydı. Çünkü seçim tamamen o devirde olabilecek demokratik usullerle yapılıyordu. Hakan seçmek için Kurultay toplanıyordu. Kurultaya Beyler ve ileri gelen kişilerden başka halk da katılabiliyordu.34

Kurultayda Hakan seçilen kişi, artık ülkenin meşru Hakan’ı oluyordu. Tanrı Kut’u ona nasip etmişti. Hakan seçildikten sonra cülus merasimi düzenleniyordu. Göğe çıkar gibi tahta çıkma töreni denilen bu tören şu şekilde cereyan ediyordu: Hakan, keçe üzerine oturtuluyor ve dokuz defa döndürülüyor, her dönüşte halkı selamlıyor, sonuçta dokuzuncu semadaki tanrının yanına ulaştığına inanılıyordu.35 Muhtemelen bu törenin devamı olarak beyler, vezirlerle bir araya gelip saray ortasına bir siyah keçe döşeyip Hakan’ı getirip keçenin üzerine oturtuyorlardı. Beyaz elbise içindeki beyler, yeni Hakan’a bağlılıklarını “Yukarıda güneşe bak, bâki olan tanrıyı itiraf eyle. Sen onun gölgesisin. Kendi tedbirini onun muradına uydur. Aksi halde sana sadece bu siyah keçe kalır” şeklinde bildiriyorlardı. Sonra kırmızı elbiseler giyip başlarına birer sorguç (kotuz) takıyor ve Hakan’a taç giydiriyorlardı.36

Bunun ardından Hakan’a yemin ettirildiğini görüyoruz. Buna göre, seçilen Hakan’ın boynu ipek bir kaytanla sıkılıyor ve kaç yıl kağan olarak kalacağı soruluyordu. Bu bir nevi hizmet isteme andı olarak değerlendirilmektedir.37

D. Zorla Ele Geçirme

Eski Türklerde Hakanlığın zorla ele geçirilmesine de rastlanırdı. Bazen Hakanlar, zayıf düşmeleri, memleketi iyi yönetememeleri sonucunda azlediliyor ve yerlerine aynı hanedandan başka birisi seçiliyordu. Fakat azledilen Hakanlar, kendi taraftarları ile isyan edip, tekrar Hakanlığ’ı elde etmeye çalıştıkları da oluyordu. Bu karışıklığı fırsat bilen Beylerden bazıları her iki Hakanı ve sülalelerini ortadan kaldırarak, kutun kendi sülalelerine verildiğini belirtip Hakanlığı zorla ele geçiriyorlardı. Fakat Hakanlığ’ı bu şekilde elde etmiş olanlara gâsıp gözüyle bakıldığından bu saltanat uzun ömürlü olmuyordu.38

E. Hakanın Görev ve Yetkileri

1. Yasama

Eski Türklerde hukuk kurallarına yasağ veya daha yaygın ifadesi ile töre dendiğini görüyoruz.39 Göktürk kitabelerinde Bumin ve İstemi Kağanların halkın töresini kanunlaştırdıkları anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Kutadgu Bilig’de de Hakan’ın koyduğu kurallara töre dendiğine şahit oluyoruz.40

Özellikle de devletler kurulduğu zaman Kurultay toplanıp töreyi (burada anayasayı) tespit ediyordu.41 Daha sonra ise Hakan, kurultaylara kanun teklif edebildiği gibi kendisi de kanun koyabilirdi.42

2. Yürütme

“Tanrı irade ettiği ve kendi talihim olduğu için hakan mevkiine oturdum. Yoksul, fakir milleti hep toplattım. Fakir kavmi zengin kıldım. Az kavmi çok kıldım”.43 “İnsanoğulları üzerine ecdadım Bumin Hakan, İstemi Hakan tahta oturmuş, oturarak Türk milletinin ülkesini, türesini idare ve tanzim edivermiş… Asker sevk edip dört taraftaki kavmi hep itaat altına almış, hep muti kılmış…”.44 Kül Tegin (Köl-tigin) ve Bilge Han yazıtlarından alınan bu ifadelerden şu hükümleri çıkarmak mümkündür: Eski Türklerde Hakan, devletin ve yürütmenin başıydı. Özellikle yürütmeye ilişkin büyük yetkilere sahipti. Han, devletin başı ve hakimiyetin temsilcisiydi. Hakan, devleti millî törelere göre idare ederdi. Halkın güvenliğini, sağlığını, iktisadi durumunu, açlığını, tokluğunu düşünmek durumundaydı. Hakan, savaş esnasında ordunun baş kumandanıydı. Devletin sınırlarını korumak, halkın rahatını sağlamak ve devletin ününü korumak sorumluluğu altındaydı.45 Ayrıca Türk Hakanı, halkın kalbini kazanmak, halkı Türk devlet felsefesine göre korumak, eğitmek, kaçmış, dağılmış beylikleri toplamak durumundaydı.46

3. Yargı

Hakan, devletin başı olmakla yargının da başkanı idi.47 “Yargu” denen yüksek devlet mahkemesine Hakan başkanlık yapmaktaydı. Özellikle kendisine karşı girişilen isyan ve süikast teşebbüslerinde Hakan’ın bizzat yargılama yaptığını gösteren bilgiler vardır. Mesela Atilla kendisine süikast hazırlayan suçlulardan Bigila’yı bir kurul önünde sorgulamıştır.48 Devlet başkanına isyanın cezası ölümdü. Cezalar, Hakan tarafından infaz edilmekteydi. Merkezden uzak yerleşim alanlarında ve daha sonraları merkezde de yargılama yapmak üzere görevliler atandığını görüyoruz.49

F. Hakan’a Yardımcı Olan Kurumlar

1. Kurultay

Kurultay, Türkçe kurul ile Moğolca tay ekinin birleşmesinden oluşmuş bir kavram olup danışma meclisi anlamına gelmekteydi. Aynı anlamı ifade etmek üzere Toy kavramı da kullanılırdı.50 Eski Türklerde devlet işlerinin yürütülmesinde devlet başkanına her açıdan yardımcı olan kurumların başında Kurultay veya Toy gelirdi. Bu durumda Kurultay, devlet yönetiminin temelini oluşturan bir kurumdu.51 Bütün devlet işleri orada bilen kişilere danışılarak halledilirdi. Dolayısıyla eski Türklerin “Geniş elbise parçalanmaz, danışmakla gelişen bilgi bozuk ve kötü çıkmaz”52 prensibini kendilerine rehber edindiklerini görüyoruz.

Eski Türklerdeki Kurultayları Küçük ve Büyük Kurultay olarak ikiye ayırarak incelemek gerekecektir. Küçük Kurultay halkın katılımı ile Beylerin seçildiği kurultaydı. Boy’un ileri gelenleri zaman zaman toplanarak Boy’a ilişkin hususları görüşürler, bazen bunlara halk da katılırdı. Başka bir ifade ile bu kurultaylar dini ve milli bayramlar şeklinde geçer sonra da devlet işleri görüşülürdü.53 Büyük Kurultaylar ise, beyler, yüksek dereceli devlet memurları ile halkın ileri gelenleri katılır ve Hakan seçiminden savaş ve barış ilanına kadar bütün devlet meseleleri burada görüşülürdü.54 Bu törene katılmamak itaatsizlik anlamı taşıyordu.55

Kurultaylarda Hakan’ın sağ tarafında vezirler (genellikle dokuz vezir vardır), beyler ve komutanlar yer alır; sol tarafında ise memleketin ileri gelenleri ve memurlar otururdu.56 Basit bir devlet meselesi için dahi kurultay toplanırdı ve alınan karar halka duyurulurdu.57

Sonuç olarak, eski Türklerde Hakan’ın devlet işlerini görürken danıştığı bir Kurultay vardı. Böylece halk

yönetime katılmış oluyordu. Hakan’ın seçimi veya görevini yapamadığı durumlarda azli, Kurultay’ın göreviydi. Kararların nasıl alındığına ilişkin elimizde bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte Hakan’ın Kurultay kararı ile bağlı olmadığı, Kurultay’ın kararının aksini yapabileceği, fakat bu durumda sonuca da kendisinin katlanacağını söylemek gerekir.58

2. Vezaret (Ayuki)

Eski Türklerde Ayuki hükümet anlamına gelen bir kavramdı. Bu kurum Hakan’ın devlet yönetiminde en önemli yardımcısı idi. Üyelerine “buyruk” denirdi. Ayukiye, Ayguçi başkanlık ederdi.59 Ayguçi, zaman zaman Kurultay’ı da yönetirdi. Bu durumda son söz yine Hakanındı. Tonyukuk ve Kutlug tarihte ün kazanmış Ayguçilerdi.60

G. Hakanın Sorumluluğu ve

Görevden Alınması

Yukarıda da belirtildiği üzere Hakanlar, sınırsız bir yetkiye sahip olmadıkları gibi sorumsuz da değillerdi. Yetkileri sınırlı ve kendilerine düşen görevi yerine getirmeleri gerekirdi. Aksi takdirde tahttan indirilirlerdi. Nitekim İkinci Göktürk Devleti’nde İnal Hakan (716-?) iç karışıklıkları önleyemediği gerekçesi ile tahttan indirilmişti.61 Eski Türklerde tahttan indirilmeyi gerektiren günah, töreyi terk etmekti.62

H. Hakanlık Süresi

Eski Türklerde Hakanlık için belirli bir süre öngörülmezdi. Genelde saltanat usulünün uygulandığı ülkelerde olduğu gibi liyakat devam ettiği sürece Hakanlık tahtında oturulurdu. Dolayısıyla Hakanlık, ölüm ya da bir önceki başlıkta incelendiği üzere, azl ile sona ererdi.

Değerlendirme

Tarih boyunca Türkler küçüklü büyüklü yüzlerce devlet kurmuşlardır. Dirayetli devlet başkanlarına sahip oldukları zamanlarda bu devletlerin ömürleri uzun sürmüştür. Ne kadar layık olursa olsun herkesin devlet başkanı olma hakkı yoktu. Bunun için eski Türklerde büyük anlam ifade eden kut verilmiş aileyi mensup olmak gerekirdi. Kut, devlet ve siyasi hakimiyet anlamına gelen eski Türkçe bir kavramdı.

Eski Türk inanışına göre Gök-Tanrı belirli ailelere devlet başkanı olma hakkını veriyordu. Bununla birlikte devlet başkanı Tanrı tarafından atanmıyor, halkın ileri gelenleri tarafından seçiliyordu. Bu seçimlere halk da katılabiliyordu.

Eski Türklerde devlet şekli Monarşi, Hakan da ömür boyu görev yapan bir Monarktı. Hakan töre koyabilir, ülkeyi idare eder, gerektiğinde yargılama da yapabilirdi.

Sonuç olarak şunu ifade etmek isteriz ki, eski Türklerle ilgili elimizde doğrudan yararlanacak kaynakların sınırlı oluşu, mevcutlar da genelde tarihçiler tarafından yazıldığı için devlet başkanlığı gibi hukuki bir kurum için burada yer verilenlerden başka bilgilere sahip olmadığımızı bu sebeple konunun beklenilen derinlikte olmadığını belirtmemiz gerekir. Zamanla bu konuların tatminkar araştırmalara konu yapılması gelecek nesillere için daha sağlıklı değerlendirmeler yapma imkanı sunacaktır.

1 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Kafesoğlu, İbrahim: Türkler, İA, C. XII/II, s. 147 vd.

2 Kafesoğlu, Türkler, 143; Öztuna, Yılmaz: Osmanlı Devleti Tarihi, C. I, İstanbul 1986, s. 20.

3 Orkun, H. Namık: Eski Türk Yazıtları, Ankara 1994, I C 4; Arsal, S. Maksudi: Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 263 vd.

4 Kafesoğlu, Türkler, 222.

5 Orkun, II D 17; Arsal, 264 vd; Öztuna, I/20.

6 Arsal, 266.

7 Gökalp, Ziya: Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1976, s. 7 vd.

8 Orkun, I D 29.

9 Kaşgarlı Mahmud: Divân-ı Lügati’t-Türk (Çev. Besim Atalay), C. I, Ankara 1985, s. 320; Arsal, 88 vd.

10 Orkun, 1 C 9.

11 Ögel, Bahaddin: Türklerde Devlet Anlayışı, (13. Yüzyıl Sonlarına Kadar) Ankara 1982, s. 196.

12 İnalcık, Halil: Eski Türklerde Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisi İle İlgisi, AÜSBFD, C. XIV, S. 1, 1959, s. 74.

13 Alföldi, A.: Türklerde Çift Krallık, İkinci Türk Tarih Kongresi Zabıtları, İstanbul 1943, s. 507.

14 İnalcık, Veraset, 76 vd.

15 Ögel, 50.

16 Ögel, 49.

17 Arsal, 268.

18 Arsal, 270.

19 Ögel, 73-74.

20 Arsal, 269.

21 Uzunçarşılı, İ. Hakkı: Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara 1988, s. 50. Ancak bunun normal mülkiyetten farklı olduğu izahtan varestedir. Nitekim Türk tarihinde geçen bir olay bu hususa net bir şekilde açıklık getirmektedir. Mete, han olduğu zaman diğer Proto-

Moğol Devleti’nden bir elçi gelir ve Mete’nin ünlü atını ister. Gaye, Mete henüz tecrübesiz iken onu bastırmaktır. Mete, kurultayı toplar ve onlara durumu haber verir. Kurultay üyeleri karşı çıkmasına rağmen komşudan bir at esirgenmez diyerek atını verir. Daha sonra elçi tekrar gelir ve bu defa Mete’nin hanımını ister. Kurultayın muhalefetine rağmen Mete hanımını da verir. Daha sonra elçi tekrar gelir ülkenin verimsiz bir arazisini ister. Kurultayda bir kısım üyeler bunu da verelim demelerine rağmen Mete “öncekiler kendi malımdı verdim. Toprak ise devletindir, devletin malı başkasına verilmez” diyerek karşı çıkar (Ögel, 73-74).

22 Togan, Z. Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş, C. I, İstanbul 1946, s. 60.

23 Alföldi, 507.

24 Kafesoğlu, Türkler, 233.

25 Arslan, Mahmut: Kutadgu Bilig’deki Toplum ve Devlet Anlayışı, İstanbul 1987, s. 50.

26 Öztuna, I/20.

27 Laszlo, F.: Kağan ve Ailesi, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, S. 1, Ankara 1944, s. 42.

28 Ögel, 66.

29 Orkun, I D 31.

30 Ögel, 66.

31 Kafesoğlu, İbrahin: Türk Milli Kültürü, İstanbul 1984, s. 267.

32 Ögel, 67-68.

33 İnalcık, Veraset, 72.

34 Ögel, 63; Arsal, 270.

35 Ögel, 65.

36 Hezarfen, Hüsüyen Efendi: Tenkih-i Tevarihü’l-Mülük, Sül. Kütp. Fâtih Böl., No: 4303, Vrk. 174/8.

37 Ögel, 66.

38 Arslan, 63.

39 Pakalın, M. Zeki: Tarih Deyimleri ve Terimleri, C. III, İstanbul 1993, s. 539-540; İnan, Abdülkadir: Yasa, Töre ve Şeriat, Türk Kültürü Araştırmaları, S. I, C. I, Ankara 1964, s. 10.

40 Tanyu, Hikmet: Türk Töresi, AÜİFD, C. XXIII, Ankara 1978, s. 103.

41 Ögel, 80.

42 Kafesoğlu, İbrahim: Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihindeki Yeri, Türk Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1970, S. 1, 1970, s. 23; Arsal, 288.

43 Orkun, I C 10.

44 Orkun, I D 1.

45 Arsal, 269-270.

46 Ögel, 114 vd.

47 Kafesoğlu, Milli, 253; Sevinç, Necdet: İslâm Öncesi Türk Hukuku, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Haziran 1980, s. 166.

48 Kafesoğlu, Türkler, 236.

49 Arslan, 52.

50 Kafesoğlu, Milli, 247.

51 Ögel, 73.

52 Ögel, 74.

53 Kafesoğlu, İbrahim: Türk Bozkır Kültürü, Ankara 1987, s. 19.

54 Arsal, 204.

55 Kafesoğlu, Milli, 246.

56 Hezarfen, Vrk. 175/B.

57 Hezarfen, Vrk. 177.

58 Ögel, 74.

59 Turan, R.: Türkiye Selçuklularında Hükümet Mekanizması, İstanbul 1995, s. 21.

60 Kafesoğlu, Milli, 251.

61 Ögel, 191.

62 Hezarfen, Vrk. 174.



İlk Türk Devletlerinde Bürokrasi / Necati Gültepe [s.894-906]

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı / Türkiye

Bürokrasi terimi etimolojik olarak bugünkü kavram ve anlamı hatta kaynakları itibariyle tamamen Batı yönetiminin bir kurumu şeklinde yapılanmıştır.

İlk Türklerde sevk idare ve yönetim kurumlarında bu kavramın karşılıklarını yani Bürokratik işleyişi anlayabilmek için Batı normlarında bürokrasinin analitik bir tahliline ihtiyaç vardır.

“Bürokrasi” umumiyetle teknik terim olarak bu tâbiri kullananların zihninde kırtasiyecilik, sorumluluk yüklenmekten kaçınma, işlerin yavaş yürütülmesi, keyfi kararlar hattâ idari yoldan baskı yapma nevinden tasavvurlar uyandırmaktadır. Devlet olan her yerde bürokrasi vardır. Bu açıdan bürokrasinin tarihi devlet ile aynıdır denebilir.

Geniş halk kitleleri tarafından benimsenen bu menfî fikri tavır ve davranışların yanı başında “bürokrasi” terimini devlet teşkilâtı veya memurlar topluluğu mânasında kullananlar da çoktur.

Bugünkü ilmî yayınların çoğunluğunda ise bu terim kamu sektöründe veya özel sektörde bulunan büyük cesamette teşkilât ve idareyi ifade eden tamamen tarafsız (neutre) bir tabir olarak geçmektedir.

Bürokrasi teriminin karşılığı olarak Türkçede “kırtasiyecilik” deyiminin kökeni, kağıt manasına gelen “kırtas”tan gelmedir. Çok eski Arapça metinlerde de bu kelimeye rastlanır. Şemseddin Sami’ye göre menşei Yunancadır. Arapçadan Arapçaya “Larausse” (Fransa’da basılmıştır) lügatine göre Latincedir. Bugünkü Arapça’da Divaniye, Devavinin (Divan’ın çoğulu) tasallutu, yani haksız egemenliği şeklinde ifade edilmektedir.

“Bureaucratie” ya da Bürokrasi Osmanlıcaya ilk defa1 “memurin-i aklamın galebe-i nüfuzu” şeklinde, “bureaucrat” kelimesi de “kelime-i aklam” şeklinde çevrilmiştir.

Bürokratik Sistemin Geçirdiği Mâna Değişiklikleri

Devlet İdaresinde Bürokrasi idari hiyerarşiye mensup bir memurlar tabakasının bütünü ile memurların hâkimiyetini ifade eder. Buna göre kamu, idaresi faaliyetlerine hâkim olan teşkilâtla, Kamu idaresini yürüten personelin bütününe bürokrasi adı verilmektedir. Şu halde bürokratik devletten kast, idarî karar verme yetkisini meslekten yetiştirme memurlar topluluğunca yerine getirilmesini tanıyan sistemdir.2

Bürokrasi terimini sadece Kamu sektöründe faaliyet gösteren devlet teşkilatına has özellik olarak görme eğilimi hâlâ gücünü sürdürmektedir.

Bürokrasi olgusu yirmi birinci yüzyılda da güncelliğini korumaktadır. Bugün, mesela, “toplumun bürokratlaşmasından” söz edilmektedir. Bununla anlatılan, kişinin “beşikten mezara” yaşamını büyük örgütlerle ilişki içinde ve çoğunlukla bu örgütlerin önemsiz bir üyesi olarak sürdürmek zorunda kaldığıdır. Dört bir tarafından formalite ve kurallar ile sarılan bireyin yaratıcılık gücünü kaybedeceğinden, kendi kişiliğini doyurucu bir biçimde geliştirme olanağından yoksun kalacağından korkulmaktadır.

Bürokrasiden yakınma Türk toplumuna özel bir olgu değildir. Ancak ülkemizde konu diğer bazı konularda olduğu gibi “ifrat-tefrit yaklaşımı” ile ele alınmaktadır. Bir tarafta bazı önemsiz sayılabilecek yanlarını eleştirmekle birlikte, bürokrasiyi temelde “körü körüne” savunanlar da bulunmaktadır; diğer bir grup ise ortadan kaldırılmasa bile bürokrasinin büyük ölçüde etkisiz kılınması gerektiği düşüncesindedirler.

Eski Mısır’da Bürokrasi

Bu konudaki ilk belirgin unsurların tamamlandığı ülke eski Mısır’dır.

Eski Mısır’ın çok gelişmiş sayılan idarî bünyesi, bir yandan hükümdarlara izafe edilen ilâhî menşe ve kudretten, öte yandan memlekette hüküm süren tabiî veya aynî ekonomiden kaynaklanmaktadır.3

Ancak Mısır bürokrasisinin gelişmesini asıl hızlandıran saik, bu devirde iktisadî şartların tesiri ile uygulanan plânlı ekonomi sistemidir. “Mısır’daki Ptolemeler, Firavunlardan hayli gelişmiş bir idari ve ekonomik teşkilât devraldılar. Eski Mısır Devleti’nde topluluğun her üyesine ve bütününe mümkün olan en yüksek refah derecesini sağlamak maksadı ile halkın iktisadi gayretleri sıkı bir şekilde koordine ediliyordu.

Şahsî hâkimiyete dayanan ve bürokratik bir ‘mahiyet taşıyan Mısır’ın bu idari sistemi, âdeta kanunlaşmış, gibi rijid bir hale gelmiştir. Bir dereceye kadar zorlama ve sert kuvvet yardımı ile yürütülen bu sistem, devlet ajanlarının istedikleri gibi hareket etmelerine müsamaha etmiyordu.4

Eski Mısır’ı ilk patrimonyal bürokratik devlet tipi olarak vasıflandıran Max Weber de, merkeziyetçiliğe dayanan bu bürokratik sistemi ortaya çıkaran âmillerin başında; ekonomik ve teknik şartları göstermektedir. Nitekim Nil’in tabii bir ticaret yolu vasfını muhafaza etmesi ve memleketin açlık tehlikesi ile karşılaşmaması için nehrin belli aralıklarla taşmasını sulama tesisleri ile gidermek zarureti, kâtipler adı verilen bir memurlar ordusunun meydana gelmesine yol açmıştır. Bu zaruret, sadece bir yazıcı sınıfın türemesine sebep olmakla kalmamış, aynı zamanda bu memurların geri kalan halk kütlesinin mutlak bir itaatle yerine getirme mükellefiyetinde oldukları mecburi çalışmadan da muaf kalmaları imkânını sağlamıştır.

Aslında köle olan bu memurlara tanınan imtiyazlar sadece iş mükellefiyetinden kurtulmadan ibaret değildir, Bunlara aynı zamanda maaş yerine kaim olmak üzere vergi borçlarını erzak ve eşya şeklinde aynî olarak toplama yetkisi de tanınmakta idi. Papirüslerdeki öğütlerin mânası açıkça anlaşılmaktadır:

“Yüksek devlet kâtibi olmayı aklına koy, böylece kendini her türlü ağır işten koruyabilir ve ünlü bir memur olabilirsin”5

Eski Çin’de Bürokrasi

Kuruluştan yüzyılımıza kadar değişmeden ayakta kalmış olan Çin devlet idaresi ise patrimonyal bürokrasilerin en saf örneklerinden biri sayılmaktadır6 Bu gelişimine tesir eden belli başlı âmiller Çin’in eskiden beri büyük bir devlet olması, bu sebeple meselâ Çin seddi gibi muazzam savunma ve bayındırlık işlerine girişmesi, sık sık baş gösteren dış tehlikeler sebebi ile büyük bir ordu teşkil etme zorunda kalması, bütün bunlara ilâveten mütecanis bir kültüre dayanmasıdır.

Eski Çin bürokrasisi, ahlâk düsturlarından mürekkep sanılan Konfüçyüs felsefesini devlet idaresi alanına teşmil etmekle idari metotlar hakkındaki ilk denemelerin meydana getirilmesine ön ayak olmuştur. Nitekim eski Çin’de idarenin bağımsız bir bilim olduğu tarzındaki kanaati çeşitli bilginlerin yazılarında yer almış bulunuyor.

Çin hükümdarları veraset yolu ile intikal eden ve mahalli bir şeref unvanı ile beliren bir otoritenin kurulmasına yol açan idari derebeyliklerin kök salmasına engel olmak gayesiyle bazı tedbirler almışlardır. Bunlar kısa vâdeli hizmet süreleri, memuru mensup olduğu bölgede hizmet etmekten alıkoyan yasaklar, bir nevi sansür teşkilatı ve nihayet dünyada ilk defa Çin’de uygulanan devlet memurluğu giriş imtihanı sistemidir.

Mandarin adını taşıyan Çin devlet memurları idarî ve askerî olmak üzere iki büyük kategoriye ayrılıyordu. Her kategori dokuz kademe ve her kademe iki sınıftan ibaretti.

İslamiyet’ten Önceki Türk Devletlerinde BürokrasiHun İmparatorluğu

M.Ö. 220 yılında kurulan Hun Devleti’nde merkezde çok kuvvetli, nüfuzlu bir hükûmdar, Tengri Kut vardı ve devlet merkezi bir monarşi olarak nitelenebilirdi.7 Ülke on iki kısma ayrılmıştı ve her birinin başında birtakım imtiyazlara sahip olan beyler bulunuyordu. Ancak Tengri Kut’un beyler üzerindeki hakimiyeti tamdı. Tûm beyler doğrudan doğruya Tengri Kut’a tâbi olup, itaatle yükümlüydüler.

Çâğdaş devletlere oranla daha ileri ve düzenli bir devlet teşkilâtına sahip olan Hunlarda8 uluslararası hukuk kurallarıda gelişmişti. Mevcut şartların baskısı da çok etkili olmuştu. Hun Devleti Çin İmparatorluğu ile sınır komşusuydu. Bu sebeple iki devlet arasında kimi zaman barış kimi zaman da savaş şeklinde ortaya çıkan yoğun bir siyasi ilişki alışverişi yaşanmıştır. Hun anlayışına göre iki devlet arasındaki normal ilişki şekli barıştır. Uluslararası ilişkileri düzenleyen anlaşmalardır ve sâvaşlar anlaşmaları ihlâlden doğar. Devletler birbirlerine talep ve ricalarını, şikayetlerini elçiler aracılığıyla bildirirler. Elçilerinse dokunulmazlığı vardır.9

Açıklamalarımızdan da görüleceği üzere devletler arası siyasî ilişkiler Hun Devleti’nde hayati öneme sahiptir ve dönemine göre ileri seviyede nitelenebilecek uluslararası hukuk kuralları geliştirmişlerdir. Diğer devletlerle ilişkileri yöneten, tüm yetkileri bünyesinde toplamış olan Tengri Kut’dur. Tengri Kut, savaş ilân eder, barış akdeder. Yabancı devletlere giden elçiler Tengri Kut namına, onun vekili sıfatıyla iş görürler. Yabancı memleket krallarına yazılan mektuplar onun imzasıyla gider. Anlaşmaları onaylayan da Tengri Kut’dur. Kısacası dış ilişkilerde birinci derecede yetkili olan kişi hükümdardır. Fakat hakanın bu konuda zaman zaman bir danışma meclisi niteliğine sahip olan “Kurultay”ın görüşünü aldığı da görülmüştür. Mesela, M.Ö. 68’de Hun Hakanı, Çinlilerle barış yapma konusunda plan yapıp, düşünmek amacıyla devletin ileri gelenlerini toplantıya çağırmıştır.10

Hun Devleti’nde çok gelişmemiş olsa da kâtip ya da bir başka deyimle “yazıcı” zümresi vardı. Sarayda ve kurultaylarda yazışmalara bakan özel kişiler mevcuttu ki bunlar aynı zamanda hukuk işleriyle de ilgilenirlerdi. Genellikle yazışmaları idare edip, hukuk işlerine bakanlar vezirlerdi. Büyük ihtimalle yazışmalardan sorumlu olan vezirler, sadece, Tengri Kut’un yabancı hükümdarlara göndereceği mektupları, yapılan antlaşmaları ve bunun dışındaki her türlü yazışmayı kaleme almakla yükümlüydüler.

Bunun dışında dış ilişkilerde belirleyici bir rolleri yoktu. Elimizde mevcut olan bilgilere göre Hun Devleti’nde dış ilişkileri yönetecek bir görevli, ya da müessese teşekkül etmediği için uluslararası ilişkileri idare eden kişi Tengri Kut’du ve zaman zaman önemli konularda görüşlerini almak için Kurultayı topluyordu. Dış ilişkilerde hakandan sonra en önemli şahsiyet elçilerdi. Hunlar hem yabancı elçileri kabul ediyorlar hem de kendileri elçiler gönderiyorlardı ki bu elçiler günümüzde olduğu gibi diplomatik dokunulmazlığa sahiptiler.

Göktürk Devleti

Orta Asya’da Büyük Hun Devleti’nin yıkılışından sonra A1tay Dağlarında yaşayan bir kısım Türkler 552 tarihinde Bumin Kağan ve İstemi Kağan’ın gayretleriyle Göktürk Devleti’ni kurmuşlardır. Göktürk Devleti,11 büyük bir şef etrafında bir araya toplanmış kabileler konfederasyonundan oluşan büyük bir bozkır imparatorluğuydu.

Göktürkler başta Çinliler ve Doğu Roma İmparatorluğu olmak üzere çevrelerindeki devletlerle her zaman siyasi ilişkilere girmişlerdir. Yoğun dış ilişkilerin ise kısmen de olsa örgütlenmiş bir yapı gerektireceği kuşkusuzdur. Göktürk Devleti’nin idari yapısı ile ilgili en önemli kaynak muhakkak ki Orhun Kitabeleridir. “Biti” yani bugünkü Türkçeyle “yazmak” fiilinden gelen “bitig” kelimesi ilk kez Orhun Kitabelerinde yer almıştır. Yazı, nâme, mektup, vesika anlamlarını karşılayan bitig kelimesi Uygurlar, Karahanlılar, İlhanlılar gibi çeşitli Türk ve Müslüman devletlerde “Bitigçi” yani “yazıcı, kâtip” biçimine dönüşmüştür. Daha sonra üzerinde duracağımız gibi “Bitigçi” bu devletlerde yazı işlerinin dışında dış işlerinin idaresinden de sorumlu olmuş, yani bir çeşit dış işleri bakanı fonksiyonunu üstlenmiştir.

Göktürk Devleti’nden sonra, bütün Türk lehçelerinde sık sık rastlanan “bitig” kelimesinin.12 Göktürkler zamanında “Bitigçi” şeklini alıp, “dış işlerini yürüten kâtip” anlamını kazanıp kazanmadığı tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Bazı kaynaklarda, Göktürklerde yabancı ülkelerle siyasi temasları yürüten dairenin reisinin bitigci olduğu kaydedilirken, bazı kaynaklarda ise “bitigci” adının ilk kez Kutadgu Bilig de yer aldığı iddia edilmektedir.13

Göktürklerde Bürokratik Unvanlar

Çin kaynaklarında Göktürklerdeki yüksek memuriyetler hakkında şu bilgiler veriliyor: “Türklerin büyük vazifelileri şunlardır: Yabgu (ye-hu), şad (sche), tigin (te-le), ilteber (Hie-li-fa) ve tudun (t’u-t’un-fa). Bunlardan başka bir çok küçük memuriyetler vardır. Bütün bu memuriyetlerin sayısı 28’dir. Bu memuriyetlerin hepsi de irsîdir.14

Görüldüğü üzere Çin kaynaklarında ancak beş unvan zikredilmiştir. Aşağıda kitâbelerde geçen memuriyet unvanları ile şeref unvanları hakkında kısaca bilgiler verilmiştir.

Apa: Kitâbelerde büyük baba ve atalar manasında kullanıldığı gibi, sayın veya büyük anlamına gelen bir unvan olarak da taşınmıştır. Apa Tarkan gibi. Bu, Türklerde aile teşkilatı ile ilgili kelimelerin (atabeg, ağa, dayı gibi), devlet hayatında unvan olarak kullanılması ile ilgili en eski misâldir. Yenisey Kitâbelerinde apa’nın, yine unvan olarak, yaygın bir şekilde kullanılmış olduğu görülür.

Baga Büyük unvanlardan olup daha çok Tarkan unvanı ile birlikte taşınıyor.

Beg: Kitâbelerde asiller manasında kullanılmıştır. “Dokuz Oğuz bodunu ve beyleri bu sözümü iyice işit sağlamca dinle.”

Bilge: Bilgili, akıllı demek olup en büyük unvan veya en büyük unvanlardan biridir. Bilge, kağanlar ve hatunlarca en çok tanınmış unvanların başında gelir.

Boyla: Eski bir unvan olduğu ve Proto-Bulgarca kullanıldığı söyleniyor. Tonyukuk’un unvanları arasında boyla’da görülüyor. Bilindiği gibi Boyla Slav dillerine de girmiştir. 15

Buyruk: Kağanın daima yanında bulunan devlet adamlarının taşıdıkları bir unvandır. Hatta bundan dolayı Bilge Kağan Türk devletinin yıkılmasında “bilgisiz” ve “yablak” (=fena huylu) kağanların yanında “bilgisiz” ve “yablak buyrukları da mes’ul tutmuştur. XI. yüzyılda Karahanlılarda biruk şeklinde telâffuz edilen bu unvan, saray teşrifatçıları tarafından:

Işbara: Bu unvan Sanskritçe bey demek olan Işvara’dan geliyor olmalı şeref unvanlarından biridir.

İl Bilge: Bunun da kağanların eşleri tarafından taşınan büyük bir unvan olduğu anlaşılıyor. Bilge Kağan’ın eşi de aynı unvanı taşıyordu.

İl Teber: Çin kaynaklarında Türklerin başlıca mevki unvanları arasında zikredilmektedir

Göktürk Devleti’ne tâbi boyların başındaki başbuğların bu unvanı taşıdıkları görülür. Bu başbuğlar başlıca Karluk, Uygur, Az, Edizlerin başında bulunanlar idiler.

Kağan: En büyük hükümdar yani imparator demektir. Bu unvanın16 Göktürklere Juan-Juanlardan geçtiği bildiriliyor. Sonra bu unvan yabancı bir dilin tesiri ile Hakan şeklini almış ve Osmanlı sultanları da unvanın bu şeklini kullanmışlardır.

Katun: Kağanların eşlerinin unvanıdır.

Sü Başı: Ordu kumandanı. Sü, ordu demektir. Sü-başı İnel Kagan, Kapkan Kağan’ın oğlu olup 711 yılındaki Batı seferinde Göktürk ordusunun başkumandanı idi. Sü başının bu manasının uzun müddet sürdüğü görülür. Sü başı Anadolu’ya gelmiş ve vilâyetlerin askeri vâlilerini ifâde etmiştir. Osmanlı devrinde ise sü başı su başı şeklinde söylenmiş ve zabıta müdür manasını taşımıştır.

Şad: En büyük unvanlardan olup hânedan mensupları tarafından taşınmıştır

Tarkan: En büyük unvanlardan olup hânedan azasına mensup şehzadelerin taşıdıkları unvanlardan biri de bu unvandır. Tarkan’ın Uygurlar devrinde de ehemmiyetini koruduğu biliniyor. X. yüzyılın birinci yarısında Oğuz büyükleri arasında tarhan şeklinde bu unvanın kullanıldığı görülür.

Moğollarda unvan geleneği pek yaygın olmamakla beraber tarhan, darhan devlete büyük hizmetlerde bulunmuş kimselere veriliyordu. Moğollar devrindeki darhanlar izin olmadan kağanların katına çıkmak, vergi vermemek, ele geçirdiği ganimetin hepsine konmak, dokuz suçtan bağışlanmak imtiyazına sahip idiler.

Tamgacı: Kağanın damgasını taşıyarak onun yarlığ ve buyruklarını hazırlayan yüksek devlet memurunun unvanı Tamgacı da mühim bir memuriyetin unvanı idi. Nitekim Batı Göktürk Hükümdarı Su-lu Kağan Köl Tigin’in cenaze törenine Makaraç Tamgaçı ile Oğuz Bilge Tamgaçı’yı kendi temsilcileri olarak göndermişti. “On Ok oğlum Türgiş Kağanda Makaraç Tamgaçı Oğuz Bilge Tamgaçı Kelti”.

Tigin: Çin kaynaklarında tê-lê olarak geçen Tigin’in yabgu (=ye-hu) ile birlikte sadece kağanın oğulları, küçük kardeşleri ve diğer akrabaları tarafından taşındığı belirttiler. Karahanlı Hânedanı mensuplarının da bu unvanı taşıdıklarını biliyoruz.17

Tudun: Büyük memuriyetlerden biri olup Batı Göktürkleri Devleti’nde iki tudun vardı. Bunlardan biri devletin batı ucunda, diğeri de doğu sınırında oturuyordu. Tudunların başlıca vazifeleri kağana bağlı şehir devletleri hükümdarlarının tutumlarını gözlemek ve kağana her yıl verecekleri vergilerin zamanında ödenmesini sağlamaktı.

Yabgu: Kağandan sonra hânedan mensupları tarafından taşınan en büyük unvandır.

Yargın: ve ya Yargan: Büyük unvanlardandır.

Göktürklerin kullandıkları bu unvanların hepsi de Uygurlara geçmiştir. Bu unvan geleneğini Müslüman Karahanlılar’da yaygın bir şekilde sürdürmüşlerdir.

Apa Tarkan: Göktürklerde nerede ise kağan yetkisinde ki devlet görevlisi.

Işbara Tarkan: Bir nevi asker vali.

Uygur Devleti

Göktürk Devleti zamanında bu devletin tabâsı olarak yaşayan Uygurlar,18 Bilge Kağan’ın ölümünden sonra çıkan karışıklıklardan yararlanarak 745 yılında Uygur Devleti’ni kurmuşlardır. Halkının büyük bir kısmı şehirlerde yaşayan Uygur Devleti kısa sürede yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşmış, gerek özel hukuk gerekse kamu hukuku alanında son derece önemli gelişmeler kaydetmişlerdir.

Uygur kamu hukuku ve devlet teşkilâtı ile ilgili en önemli kaynağımız 1070 yılında Karahanlıların başkenti Balasagun’da Yusuf Has Hacib tarafından kaleme alınan Kutadgu Bilig’dir. Didaktik bir nitelik taşıyan eser adalet, devlet, akıl ve kanaat esasları üzerine kurulmuş ve bu dört kavram kişileştirilerek konuşturulmuştur. Uygur devlet teşkilâtı hakkında önemli bilgiler veren Kutadgu Bilig’de, Orhun Kitâbelerinde yer alan “Bitig” kelimesi, “Bitigci” şeklini almış ve hanın başkâtibi ve dışişleri ile ilgilenen görevli anlamında kullanılmıştır.19

Yazıcı, kâtip anlamına gelen bitigci kelimesinin aslının Çince piet>pi’den geldiği düşünülmektedir, ki piet>pi Çincede yazı fırçası demektir.20 Şiratori’de zikredilen Çince kaynaklara göre T’o-pa Wei Sûlâlesi devrinde (M.S. 388-588) piten sözû (bitig olabilir) ve pi-teh-çen unvanını taşıyan bir memur (bu da bitigçi olabilir) vardı. Göktürk Devleti’nde “Biti~~ “yazmak” fiilinden türeyen “Bitig” kelimesi ‘,’yazı, mektup, nâme, vesika” anlamına geliyordu. Bitigçi sonradan Türklerden Moğollara da geçmiştir. Moğolca da “yazmak” fiili “bici-biçigü” Türkçedeki “biti” yi karşılar görünmektedir. “Bicig” “yazılı belge, mektup” anlamındadır ve “Moğolların Gizli Tarihinden” beri bilinmektedir. “Biçigeci” ya da “biçikçi” “kâtip, sekreter” manasında Moğol hakanlarının idarî belgelerinde bulunmaktadır Yine Moğol Devleti’nde “biçigüntûşimel” olarak bilinen memurlar da vardır. Ancak Moğol Devleti’ndeki “biçikçiler” dış işlerinden ziyade mali işlerle ilgilenmişlerdir ve dış işleriyle “lencun” adı verilen görevliler meşgul olmuşlardır.

Uygurlarda “bitig” kelimesi “mektup, belge, nâme” anlamında yaygın olarak kullanılmıştır. Hatta özel hukuk alanında herhangi bir satış veya borç verme vesikasına da genel olarak “bitig” denmiştir. “Baş bitig” kelimesi ise “asıl ve esas vesika” anlamında kullanılmıştır. Uygurlarda “bitkeçi”, “sitigüçi”, “bitikçi” denilen bir kâtip21 zümresinin olduğu bilinmektedir. Fakat vesikalardan anlaşıldığı üzere bu şahıslar hiçbir zaman özel hukuk alanında düzenlenen belgelerde yazıcılık yapmamışlardır. Büyük ihtimalle sadece devlet dairelerinde görevlerini sürdürmüşlerdir.22

Kutadgu Bilig’de hanın kâtibi için “bitigci” “ılımga bitigci” unvanları kullanılmıştır. Bitikçi hem hanın yazışmalarını düzenler hem de devletler arası ilişkileri idare ederdi. Emri altında çalışan bir kâtipler zümresi vardı. Görüldüğü üzere bitikçinin ifa ettiği fonksiyonlar Osmanlı İmparatorluğu’nda Reis-ül-kûttâb’ın fonksiyonlarıyla büyük bir benzerlik göstermektedir.

Kutadgu Bilig’de bitikçiden söz edilmektedir. Buradaki bilgilere göre “bitikçi” hanın özel kâtibi ve hariciye nâzırıdır. Bitikçiler devlet hayatında büyük öneme sahiptirler. Çünkü hakanlar ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar, sözlerini yazmak için onlara yine de kâtip gereklidir ve sırlarını iki görevliye açmak zorundadırlar ki bunlardan biri vezir diğeri bitikçidir.23 Bitikçi (kâtib), dürüst ve dini bütün bir insan olmalı, sırları iyi saklamalıdır. Aksi takdirde başını kaybedebilir.

Kutadgu Bilig’e24 göre bitikçi (kâtip) ülkedeki en önemli görevlilerden biridir, çünkü bütün memleket işlerini tanzim eden hep yazıcıdır; zeki insan memleketin gelirini yazı ile zapt eder.

Devlet kılıç vasıtasıyla tesis olunur, fakat kalem vasıtasıyla idare edilir. Hükümdar memleketin iç ve dış meselelerine ait sırları bitikçiye tevdi eder. Bu sebeple bitikçilerin (kâtiplerin) birtakım özelliklere sahip olması gerekir. Kâtip bilgili ve akıllı olmalı, güzel bir yazı ve üsluba sahip olmalıdır. Bitikçi tamahkar olmamalı, gözü tok olmalı, içki içmemeli, yakışık olmayan bütün hareketleri kendisinden uzaklaştırmalıdır. Kısacası sabah akşam hizmete hazır olmalıdır.

Kutadgu Bilig’den de anlaşıldığı üzere bitikçi Uygur devlet teşkilâtında vezirden sonra en önemli şahsiyettir. Hanın yazışmalarını yaptığı ve dış işlerinden sorumlu olduğu için devletin en önemli sırlarına vakıftır. Bu nedenle de üstün birtakım özelliklere sahip olmalıdır.

Bitikçi Uygurlar dışında Karahanlılar, İlhanlılar, Moğollar ve Kırım hanları gibi pek çok devlette kâtip anlamında kullanılmıştır. Ancak Osmanlılardan itibaren bu tabire rastlanmamıştır. Fatih Sultan Mehmet’in divânında bile Uygurca mükemmel nâmeler yazan kâtipler olmasına rağmen devlet kalemlerinde çalışan kâtip anlamına gelen “bitigçi” tabiri Osmanlı devlet bürokrasisinde yerleşmemiştir.

İlhanlılarda Sevk, İdare, Yönetim ve Bürokrasi25

Devlet Daireleri 26

Bütün diğer Türk ve Turan devletlerinde olduğu gibi Moğol hükümranlığında da güçlü bir genel merkezi idare mevcuttu. Bu idare; hükümdar ve çevresi tarafından konan kanunların yayılıp çoğalması, ve türlü konularda vesikaların tanzimi ile uğraşırdı.

Cengiz Hân Uygur ve Çinli müşavirlerin yardımiyle bir devlet dairesi teşkil etmiş bulunuyordu. Bu teşkilâtta Göyük ve hatta Ögedey zamanında pek çok memur çalışırdı. Bunlar kesinlikle tarafsız olmak zorunda idiler. Göyük o zamana kadar baş kadı Bu1ğây Ağa’yı -Nastûrî Hıristiyanlarından- bir dairenin şefliğine (İran muharrirlerince Re’is ül-Kûttâb) geçirdi. Ona evrakın (Emsele), kanunnamelerin (Dzarlıh Türkçe Yarlığ ve İran dilinde Fermân) tanzimi işini havale etti. Onun ma

iyetinde kâtipler (Bitigçi) ve memurlar vardı ki, bunlar veznedarlık yapmak, mücevheratı tahminlemek, elbise, kürk vs.’ye fiyat biçmek ve basımevlerine nezaret etmek gibi vazifelerle mükelleftiler. Bu memurlar Wi1he1mvon Rubruck’un ifadesine göre Möngke zamanında,-pek azı müstesna Müslümandılar; yani hükümdarın verdiği vazifelere ait vesikalarla rütbe âlâmetlerinin, Payza (Pâ’iza) ita eden daire özellik arz eden bir kuruluş olup çalıştıkları dillere göre Moğol, İran, Uygur, Şimalî Çin (Hatâ’i), Tibet ve Tan kut şubelerine ayrılmakta idi. Bu şubeler için gereğinde müracaat edilmek üzere, muhtelif lügatler hazırlanmıştı. Bu şubelerin faaliyetlerinin 1295 senesine kadarki ayrıntılarına tamamiyle vakıf değiliz.

Bununla beraber elde bulunan pek az vesika sabit resmî bir üslubun mevcut olduğunu ve resmî evrakın belli bir üslupta yazıldığını gösteriyor. Her türlü bürokratik işlem için yada yazışmalar için kesin olarak ellerinde formüllerin, “formül kitabının” mevcudiyetinin zaruri olduğunu anlıyoruz. Vergi kararnâmelerinin istisnasıyla maalesef elimizde tam olarak yalnız dış politikaya ait vesikalar bulunuyor ki, biz ancak bunlar hakkında değerlendirme yapabiliyoruz.

Vesikaların başında dinî formül münacât (İnvocatio) mahiyetinde eski Moğol örneğine göre (Mengü tengri küçündür) Bi’smi’llâhi’r-rahâmâni’r-rahim ilâve edilmişti. Vesikayı verenle alan (İntilulatio) pek kısa ve basitçe adlandırılıyordu: “Hükümdarın emriyle (veya benzeri şekilde) bilfarz Mısır Sultanına. Gönderen hükümdarın adı” meselâ Göyük zamanında, zikredilmezdi. Fakat 1276’dan beri vesikalarda görülmeğe başladı. İbarede de hitab olarak üçüncü şahıs kullanıldı. Allah’ın ismi ile hükümdarınki sağ tarafta satırlara nazaran çıkıntı teşkil ederdi. Kağan unvanı takriben 1280 tarihine kadar hiç yoktu; fakat sonra bir satırın başına kondu. Tarih solda bulunurdu. Yazılan kâğıt Çin örneğine göre uzun ve dardı Vesikaların hüsnü hatta uygun olması için tam kaideler mevcut değildi; halbuki yazı Mısır dairelerinde ehemmiyetle göze çarpacak şekilde terakkî etmişti.27

Devlet dairelerinde ki bürokratik akışı tanzim eden Gâzân’ın düzenlediği kanununun sadece ana hatlarını biliyoruz ama detaylarını henüz bilemiyoruz. Kalkaşandi28 bunların mutat olduğunu yazdığına göre bunlar gerçekten muteber tutulmuştur. Hükümdar evrak ve vesaikin sırf aklâmda tanzim edilmesini emretmişti. İç politika dosyalarını hemen hiç tanımadığımız cihetle bu kararın yapılıp yapılmadığı ve muhtemel varideler hakkında bir şey söylenemez.

Gâzân’ın verdiği emirler bir çok bakımdan garp teşkilâtını hatırlatır; aynı ihtiyaçlar aynı neticeleri doğurmuştur. Bundan başka Gâzân’ın kalem umuru hakkındaki emirleri muhakkak daha eski olan şark numunelerine dayanır ki, bunlar da Bizans Roma evrak ve vesâikine kadar geri gider. Garb evrak ve vesaiki de, muhtelif hususiyetleriyle yine Bizans-Roma’dan çıkmıştır.

Müsveddeler (savâd) bir formül kitabına (Kânûn ül-umûr) istinaden Gâzân’ın emri üzerine yapılarak hükümdara okunurdu.

Bunun üzerine kâğıt kaleme gönderilir ve orada hükümdarın tasdik tarihi ve kâğıdı alacak şahıs tahriren tespit edilirdi. Kalemin en yüksek dört memurundan biri (bu sıfatiyle buna “Alçi” derlerdi) ileride bozukluk zuhur ederse işlerin gidişini kontrol imkânı hasıl olması için kağıdın üzerine “Kara Tamğa”sını basardı. Evvelce kâtipler en yüksek devlet mührü olan “Al tamğa” ile damgalarlardı; fakat bu usul türlü suistimallere yol açtı. Kâğıdın arkasında Moğolca veya Türkçe kalem haşiyesi (fi1ân sözü) ile vesikanın doğruluğu kesin olarak ispat edilirdi.

Bundan başka tanzim edilen evrak ile vesikaların gözden geçirilmesi de aklâmın (bürokratik akışı sağlayan büroların) görevleri dahilinde bulunuyordu. O zamana kadar kağıtlara ekseriya yerinde ve doğru olmayan bir takım ilâveler katılır ve yahut Memurlar iki ayrı şahsa aynı veya hiç değilse benzeri evrak verirlerdi. Bundan dolayı bütün belgelerde Payzalar altı ay zarfında çıkarılmak üzere ortaya konuldu. Payzalar medeni kıymetleri bakımından bir daha geri alınamamak korkusuyla hemen saklanırdı. Eski belgelerin tetkikinin istinat ettiği esaslar otomatik bir şekil kazanmış olup hukuki mahiyet taşırdı.

Hususi bir kalem memuru bu zamandan itibaren ileride kontrol imkânını sağlamak için bütün yarlığları kelime kelime (defter, cem’i defâtir) kaydederdi. Tahrifleri imkansız kılmak için her sene yeni bir defter vücuda getirilirdi; eski defter de özellikle saklanırdı.

Çin kültür sermayesinden alınan altın veya gümüş tulâni bir plaka da (payza) bir nevi hususî vesika mahiyetinde olup üzerinde mongol yazısı bulunurdu; bu plakayı taşıyanlar her yere serbestçe girip çıkabilir ve kendisine kayıtsız şartsız itaat edilirdi. Üzerindeki yazı tamganın üstündeki yazıya tamimiyle benzemekte idi. Muhtelif zamanlarda da üzerinde bir arslan, kılıç ve doğan güneş resmedilmişti. Bu resim Gâzân’ın, Ö1ceytu’nun ve Abû Sa`id’in sikkelerinde de bulunduğu gibi Selçûkî’lerde ve Altınordu’da bulunurdu. İlhanların mesela sikkelerdeki diğer sembolleri şunlardı: Oturan bir adam, kuş, güneş, süvari, balık, tavşanlar vs. Bunlar (arslanın hilâfına olarak) Payzalar üzerinde bulunmadıkları gibi zikri de edilemezdi.

Damga yani İlhanların alâmeti ve sembolü olarak (arma manasında) çok farklı işaret ve semboller bulunurdu. Sikkeler üzerinde de arada sırada yıldız da bulunurdu.

Payzalar yüksek devlet memurlarına, baş eğdirilen hükümdarlara ecnebi elçilerle devlet kuryelerine, büyük Ruhanîlere (meselâ Hıristiyan patriği ve katolikoslar) ve alelûmum hususi himayeye muhtaç olan şahıslara verilirdi. Gâzân, şimdiye kadarki kullanış şeklinin aksine olarak Payzaların artık kadınlarla prensler tarafından verilmemesini, Memurların vazifeleri bittikten sonra geri çağırılmalarını müteakip iade edilmelerini emretmişti. O ayrıca da bilhassa bu memurlar ve elçiler için isimleri hâkkedilmiş plâkaların muteber tutulmasını istemişti. Nihayet plâkaların büyüklüğü arasında da farklar vardı: Sultanlarla, derece derece ehemmiyetli mevkileri olan krallar ve bazı hâkimler büyük; ikinci derecede olan şihnalar ve ehemmiyeti daha az olan prensler de küçük Payza alırlardı.

Hazine Memurları (Kassenboten) hilâl hakkedilmiş hususi plâkalar (Pâ’iza-i hezâne)ye maliktiler. Hükümdardan başka yalnız hudut memurları sâiler için hükûmete tunç Payzalar verirlerdi.

Devlet damgası daha eski zamanlarda iki renkli olarak kazılmıştı; mavi renk (kök tamğa) kullanılması iyice bilinmeyen haller içindi. Alelâde devlet damgası (al tamğa) kırmızı idi. Ayrıca posta işlerinde kullanılan damga da vardı ki, yeşildi. Dairelerde kontrol kalemleri de siyah damga kullanıyorlardı.

Devlet damgası uzunlama dört köşe idi. Gâzân zamanından yuvarlak damga kullanılmasına teşebbüs edildiyse de, tutunamadı. Metin, altı satırdan, ibaret olup, Moğol dilinde şöyle yazılırdı: “Mengu Tengri Küçündür, yani Allahın gücüyle.”

Büyük Moğol kavminin engin hanının emri şayet boyun eğdirilmiş kavimlerin katına gelirse bu milletler ona itaat etsin ve ondan korksunlar. Bir de üzerinde Çince hâkkedilmiş olan bir damga vardı ki, İlhanlılar Abû Sa’id’e gelinceye kadar bu damgayı Büyük Hân’dan almışlar. Yabancı hükümdarlara gönderilen resmî yazılarda kullanmışlardı. Bu yazının da meâli yukarı ki gibi idi

Damga; vesika ve mektuplarda kullanılır, kâğıdın nihayetine ve -uzun tomarlarda- iki parçanın birbirine yapıştığı yere basılırdı. Devlet vesikalarından başka elçilik tahriratına ve teslim olmaları talep edilen şehirlere gönderilen tekliflere basılırdı. Resmî altın damga birinci vezirin elinde bulunurdu. Gâzân zamanında Bürokrasideki memurlarından bu damgayı kullanmak hakkı alındığından beri’ altın damgayı yalnız -tabi hükümdardan başka- baş vezir kullanırdı. Kırmızı damgalı emirlere vilâyetlerin hâkimleri de baş eğmeye mecburdular. Bunların da kendilerine mahsus damgaları vardı; icabettiği zaman memurlara verebilirlerdi.

Gâzân da damgaların büyüklük derecesi ile memurların rütbelerine uygun mühür malzemesi hakkında emirler içerirdi: Sultanların, kralların işleri ile diğer mühim devlet dosyaları Yaspis’den (Yeşim) mamûl büyük damga ile, hakimlerin, imamların ve şeyhlerin vs. evrakları yine aynı taştan mamûl küçük damga ile mühürlenecekti. Daha az mühim işler için altın damga bulunmakta idi. Orduya ait hususlarda üstünde hususi bir yazı bulunan gene altın bir damga ile mühürlenirdi. Her türlü kasa işleri için küçük ve altın bir damga kullanılırdı.

Maliye Veziri

Devletin varidat ve masrafları İran-Moğol saltanatı zamanında bir çok defalar birinci vezir tarafından tedvir edilirdi; en yüksek devlet memurunun alâkası kısmen bilhassa bu sahaya çevrilmiş görünmektedir; fakat muhtelif zamanlarda bu iki makam birbirinden ayrılmıştır. Emir Nevruz’un biraderi Hâci Beg Umûr-u Dîvan’ın baş idarecisi idi 1327’de o zamanki vezir Alâ’üd-Din Devlet’in hazine veziri olmuştu. Halbuki o zamana kadar resmî makamda müşterek çalışan Gıyâsüd-Din birinci vezir olarak kaldı.

Devlet memurluğunu ve Maliye’yi tedvir eden zatın, yani Sâhib-i divân’ın vazifeleri şunlardı;

- Devletin ve maliyenin idaresi,

- Hazine varidatının arttırılması,

- Hazine-i hassanın beslenmesi,

- Devlet umurunun tanzimi,

- Postaların idaresi,

- Nafia işlerinin tanzimi,

- Para bastırılması,

- Umumiyetle hazinenin ihtiyaçlarının giderilmesi,

- En son olarak da umumî hesapların tutulması.

Maliye vezirinin yanında bu makamın teftişe tabi tutulduğu zaman bir devlet müfettişi Moşref ül-mamâlik bulunurdu. Bu makam Elcezire’de daimî olarak görülmektedir” diğer vilâyetlerde bir müfettişin (kontrolör) bulunup bulunmadığı bilinmiyor.

Maliye’nin hususî vergi muhasipleri (maliye müşavirleri mustavfiler) vardı.

Tımar (Lehen) işlerinin tanzimi ve aylık hususları tacirler, pazarcılar ve dinî vakıflar’ için ayrı ayrı şubeler vardı. Bu sonuncu şube bittabi Müslüman hükümdarların zamanında mevcut olup zekât ve hazine (tabiki dinî maksadlar için) işlerini görürdü.

Bütün vezirlerle diğer memurlar fevkalâde faaliyetlerine ve hükümdara karşı gösterdikleri tazime bir delilolmak üzere zaman zaman nakid hediye alırlar veya âdet olduğu üzere hil’at giyinirlerdi.

İdari Merkeze Tabi Memurlar

Umumî idarede daire taksimat ve teşkilatı ile bu teşkilâtta kullanılan memurlar hakkında çok az bilgimiz var. Maliye vezirliğinde vergi muhasibleri (Mustavfi) ile şehir vergileri için “Tamğaçi”ler ve bunlardan başka bir de evvelce bahsi geçen maliyenin kontrolörleri vardı. Başka bir yerde de posta idaresinden bir münasebetle bahsedilmektedir. Yalnız devlet dairelerinde değil daha başka bir çok yerlerde de kâtipler de (bitigçi) vardı ki, bunlar miktarları oldukça büyük bir yekûn tutan yüksek memurlara yardım ederlerdi. Bazen da baş kâtip (Uluğ Bitigçi) de vardı. Bunlar diğerlerine nezaretle görevli idiler.

Memurluk bir müddet sonra irsen intikal etmeğe başladı: aynı suretle Moğol emîrleri, hatta büyük vezirler -fikrî istidada sahip olsunlar veya olmasınlar- çok defa makamlarının varisi olurlardı. Cüveyni ailesi ile, Reşidüd Din’in ve Çoban’ın aileleri hatırlanabilir. Gâzân daha saltanatının başında memurların tayin evrakını tetkik, biraderi Olcaytu ise bunları top yekûn tasdik ettiğinden bilhassa bu hal resmi verasetin yayılmasına yardım etmişti.

Ayrıca memuriyetten emekli yada benzer şekilde ayrılma halinde mukataa usulü ile olurdu. Muayyen arazi ta baştan beri muayyen memur gruplarına ayrılmıştı. Verilen nakit para miktarı hakkında pek az bilgimiz var. Başlıca kaynaklarımızın iktisadi olmaktan ziyade politik mahiyetinden ileri gelmekte idi. Herhalde muhtelif aile grupları de vardı ki azası Hülagü zamanından beri daima ayni makamlara geçerlerdi.

Niyâbeti Saltanat

Memlûklerde Anadolu Selçukîlerinde olduğu gibi İlhanilerde de Niyâbeti Saltanat denilen bir makam vardı ki, derecesi vezirle eşit ve hattâ bazı halde ondan üstün idi.

İlhanilerin İslâmiyet’i kabulüne kadar bu makam süreklilik arzetmiyordu. Ahmed Teküdar İlhanlardan ilk defa Müslüman olmuş bir hükümdar olduğundan cülûsunda Emir Soğuncak Nâibi Saltanat yapmıştı.29 Fakat Argun Han zamanında daimi surette Niyâbet usulü kalkarak yalnız lüzumu halinde hükümdara vekâlet etmek üzere naiplik vücuda gelmişti; yani İlhan bir sefere veya merkezden uzak bir yere gideceği zaman bütün salâhiyeti haiz olarak kendi yerine vekil bırakırdı.

Nâibi saltanat olacak zatın ehliyet ve dirayetli, dürüst ve itimada lâyık azim sahibi ve adil olması başlıca şartlardandı. Saltanat Naibi memlekette adil ve hakkaniyetin hükümdar namına mümessili idi; hiç kimseye zulüm ettirmemek, işlerin iyi gitmesini temin eylemek, bütün memleket ahvalinden haberdar olarak vezirlerle beraber bu gibi işlerin halline çalışmak bunun vazifesi cümlesindendi.30

Divanı Büzürk ve Sahibi Divanı Memalik

Divânı Kebiri İlhanî veya Divanı İlhani de denilen İlhanîlerin Büyük Divanı bütün devlet işlerinin görüldüğü yer idi. Bu divan, Sahibi Divanı Memaliki Sahibi Divânı Büzürk veya Sahibi Divânı İlhanî ve bazan sadece Sahibi Divan diye tarihlerde muhtelif tâbirlerle ismi geçen vezirin riyasetinde toplanırdı. Askerî teknik işlerden maada devletin bilûmum malî, idarî işleri burada görülürdü.

Sahibi divan olan vezirlerden başka;

- Yezir Naibi,

- Müstevfî,

- İşrafı Memâlik,

- Nazırı Memâlik,

- Uluğ Bitikci,

- Münşii Divan.

Bu büyük divanın muhtelif şubelerinin müdür veya nazırları idiler. Burada divan kâtiplerine Hâcegî denilirdi ve bunların muayyen maaşları vardı.

Vezir ve Sahibi Divan

İlhanîlerde mutlak surette hükümdar namına memleketin hâkimi ve devletin bütün işlerinden mesul olan vezir ile Sahibi Divan’dı. Bazan bu iki vazife bir şahıs üzerinde birleşirdi. Divanı İlhanî ve diğer buraya merbut divanlar bunların emirleri altında idi.

İlhanlılarda Vezir veya Bürokratik zümreye yani Sahibi Divan’a müracaat edilerek iş görülürdü. Ayrı ayrı kurumların reisleri bulunmakla beraber memleketin hasılatı varidat ve masarifatı kalem ve şer’î memurların tamamı, bu ikisine aitti, her gün İlhan’ın yanına girer arz ederlerdi. Altın damgalı Vezirlik ve Sahibi Divan fermanlarında;

- Ulus ümerası,

- Ölke beyleri,

- İnaklar,

- Tümen emîrleri,

- Hezâre ve Sade emîrleri

- Büyük divan (Divanı Büzürk),

- Ashab ve Küttabı Baskaklar.

Ve diğer muhtelif sınıf halkın ve memurların, aşiretlerin vezirin mutlak olan salâhiyeti gösterilmiştir.

Vezirlere Altın damgalı menşurdan başka kemer de verirlerdi.

Müstakil beylerbeyine bağlı olan ordu erkânından başka büyük, küçük bütün memurların tayin ve azilleri vezir ve Sahibi Divan’ın kararlariyle olurdu;

Bu gibi işleri İlhan’a sormadan yaparlardı. Pek mühim ve Devletçe hayati addedilen mes’elelerde lüzum görürse İlhan’la görüşürlerdi; bu kadar geniş salâhiyetle mütenasip olarak mesuliyeti de büyüktü ve her zaman ölüm tehlikesi vardı. Hülâgû Han Veziri Seyfüddin Bitikciyi öldürüp yerine Şemsüddin. Cüveyni’yi vezir yapmıştı onu da Argun Han öldürmüştü; bunlardan sonra gelen vezirlerin içinde Hoca Ali Şah’dan başka eceliyle ölen yoktu. Şemsüddin Cüveyni vefatına kadar vezaret ile Sahibi Divanlığı birleştirmiştir.

İlhani vezir ve Sahibi divanları içinde Şemsüddin Cüveyni, İlhanilerin Nizamülmülk’ü gibi olup âlim, edib ve fevkalâde teşkilâtçı iyi görüşlü bir devlet adamı idi; vazifesinde müstakil olup İlhanlı Devleti’ni bir nizam ve kanun altında tutmak için çok çalışmış, garp Moğollarını bir devlet halinde teşkilâtlandırmış ve Moğol Rüesası’nın husumetiyle türlü türlü iftiralara uğramış ve nihayet vezirliğinin yirmi ikinci senesinde (683 H.-1282 M.) Argun Han tarafından katledilmiştir.31

İlhanlılarda Vezirlik alâmeti (Devâtı tıla) yani altın divit idi; bununla beraber murassa kemer, tabl, nakkare ve Bayrak da verilmek âdetti.

Vezir tayinine ait yarlığda namaz zamanından başka gündüzün istirahat edilmeyerek devlet işlerinin tesviyesi tavsiye ediliyordu. Divanı büzürk işlerinden maada hazineler matbahı âmire divanları da bunun nezaret ve murakabesi altında olduğundan bu divanlara muktedir ve dürüst memur ve kâtipler tayini icap etmekte idi.

Devletin tahsilât ve masarifatının zaptı raptı, eyalet işlerinin tedvir ve idaresi, yukarıda söylediğimiz gibi askerîden maada azil ve nasıplar Büyük Divan’a aitti.

- Yarlığlar,

- Tamgalar,

- İstilâmlar (malûmat istemek),

- Mütalebeler (istemek),

- Yargunâmeler (resmî mahkeme ilâmları).

Vesair hükümler de hep vezir ve sahib’in pervâne ve nişanı yani mühür ve alâmetleri, bulunurdu, onun nişanı olmayan hüküm ve yarlığlar hükümsüz sayılırdı.

Askerî teknik işlere ait yarlığlar müstesna olmak üzere bütün yarlığlar vezirin işaretiyle yazılırdı. Bu fermanlar hangi divana ait ise orada müsveddesi yapılarak vezire gösterilir ve ondan sonra tebyiz edilirdi. Tebyiz yapıldıktan sonra yarlığın üstüne hükümdarın namı ve bunun altına da dört ulus emirinin ismi yazılıp alt tarafına da vezirin imza etmesi için yer bırakılırdı.

Lefleri (ekleri) tarihçi bir kâtip tarafından tarihlenerek vezire getirilir, o da açık bırakılan mahalle (filânın sözü) diye imzasını koyduktan sonra yarlığ tamam olurdu.

Askerî işlerde yarlığ, Emiri ulusun yani Beylerbeyi’nin emriyle ve onun gösterdiği tertip üzere tahrir olunurdu.

Askerlere ve şer’e müteallik davalar hariç olarak reayaya ait her türlü dava için vezire müracaat edilirdi.

Sahibi âzam ve vezirden başka mühim eyaletlerde de vezir veya (Sahibi divan) ismiyle bir vazife sahibi bulunurdu.

Horasan Sahibi Divânı, Bağdat Sahibi Divanı gibi bu sahibi divan da mıntıkasındaki askeri işlerden maada bütün işlere bakardı; mercii bittabi Büyük Divan idi.

Niyabeti Vezaret

Sahibi âzam olan vezirin işlerinin çokluğundan dolayı ona yardım etmek üzere bir muavin verilmiş ve bunun dairesine de (Niyâbeti vezâret) denilmişti. Vezir nâibi, divanda vezire ait işleri özetleyerek kendisine arz ederdi; başlıca vazifesi divan defterlerini ve avâricat, düstur ve Ruznamçeleri, varidat ve masarifatı tetkik etmekti; bu hususa dair mütalâalarını vezire bildirirdi. Vezirin fazla meşguliyetinden dolayı divan işlerine nezaret ile icap eden evrak ve defterlere pervânesini kor yani buyururdu.

Defterdarîi Memalik ve Müstevfî

İlhanlılar gerek daha evvel ve gerek Müslüman olduktan sonra işgal ettikleri memleketlerdeki eski devletlerin teşkilât ve ıstılahlarını kullandıkları sırada Müstevfî, mansıbı istifa veya istîfâyı memâlik gibi mali ıstılahları da kullanmışlardı.

Müstevfi tâbiri, XIII. asrın sonlarına doğru Gazan Mahmud Han zamanından az evvel kullanılmağa başlanmış ve ondan evvel bu vazife sahibine (Defterdârîi Memâlik) denilmişti.32

Defterdârîi Memâlik yani Maliye Vekili, daha sonraları ihdas edilen Müstevfi’nin maiyetine verilmiş ve Müstevfi Maliye Vekili olmuştu. Defterdârii Memâlik bütün İlhan memleketlerinin hasılat ve tekâlif defterlerini tetkik eder, vergilerin tahfif veya affı hakkındaki müracaatları gözden geçirir, muhtesiblerden ve emlâk ve sair resimlerden vâki şikâyetleri dinler ve tetkik eder, hangi vilâyetten şikâyet vâki olur ise oranın defterlerini getirirterek vaziyeti vezire ve divan âzalarına arzederdi.

İlhani divanında ilk defa devletin varidat ve masarifatını bilmek üzere bir daire ihdasını düşünen Sahibi

Âzam Şemsüddin Mehmed Cüveyni idi. Bundan evvel mali işleri hesap ve kitaba uygun olarak tespit eden bir daire yoktu. İlk Defterdârîi Memâlik Seyyid Sadrüddin Hamza idi.

Hülâgû’nun Bağdad, Irak ve Azerbaycan taraflarındaki fütuhatında ve ondan sonra üç sene Divan Zabtı yoktu; nükud ve hasılatın mevcudu Hoca Şemsüddin Cüveyni’nin beratiyle hükümdar, hükümdar zevceleri ve şehzâdelerle ümera ve askerlere verilirdi; varidat masarifattan fazla idi. Bunun üzerine Şemsüddin Cüveyni, riyaziyedeki vukufu ve siyakat yazısiyle divan kayıtlarını tutmaktaki mahareti malûm olan Hoca Cemalüddin Münşî ile mâli işleri tanzim için görüştü ve bu hususta bir takım kararlar alındı.

Geçmiş olan üç sene zarfında Şemsüddin Cüveyni’nin Al damgasıyla vilâyet ve muhassıllara gönderilen beratlar divana celbedildi ve bunlar Cemalüddin Münşi’ye verilerek o da beratları deftere kaydetti. Yoğun bir şekilde uğraşarak, her seneye ait verilen beratları tarih sırasiyle tertip etti; vilâyet, şehir ve nahiyeleri ayrı ayrı kaydetti, varidat ve masarifatı ay ay ve yıl yıl deftere33 geçirdi.

Bundan sonra vilâyetlerden divana getirilmiş olan A1 damgalar iade olunmayarak onların yerine divandan üç sene için her seneye mahsus cem ve harç defterleri (varidat ve masarifat defterleri) gönderildi ve bu suretle evvelki üç senenin hesabı kapatıldı ve mali işler zabtü-rapt altına alınmış oldu.

Bu defterler siyakat yazısı ve siyakat rakamı ile tutulur oldu.

Gazan Mahmud Han, Defterdarîi Memalik’in (Baş Defterdar) vazifesinin ehemmiyetini nazarı dikkate alarak özellikle kendi yarliğıyla re’sen tayinini emretmişti34

Defterdarı Memâlik’in emri altındaki Defter hâne muamelâtı için, kâğıt, kalem, mürekkep, mücellit (defter, tomar ve Ruznâmeleri ciltlerlerdi) defter hademeleri ve diğer hademeler tahsis olunup bir de Defter hane otağı vücuda gelmişti.

Hükümdarın bir mahalleye göç ettiği sırada bu levazımat ve otağ develerle naklolunurdu. Vezir bir çok zaman divanı, Defter hânede akt ederdi ve Defter hânede defter işleriyle meşgul muamelât kâtipleri vardı.35

Müstevfî

Bu büro, İlhanlı Devleti’nin bütün mali işlerine bakardı. Daha sonra Osmanlıların da malî işlerde kullandıkları siyakat yazısı bunlarda da vardı Müstevfîlerin, siyakat yazısını bilmeleri zaruri idi. Müstevfî divanında Defteri Cami, Defteri Mukarrer, Defteri Avarice Defteri Haraçı mukarreri divan, Defteri Kanun36 Defteri Tevcihat, Defteri Ruznâmçe isimleriyle tutulan yedi defter siyakatle37 yazılmıştı. Devlet hazinesinde para Sahibi Cem denilen Hazinedar tarafından hıfzedilirdi. Bütün malî işlerde Müstevfî’nin mercii Vezir idi.

Eyaletlerde vergileri tahsil edenlere “Muhassıl” ismi verilmişti. Muhassıllar, vilâyetlerde Altın damgalı beratlarla miktan muayyen olan vergileri toplarlardı; bunlara bin altında yirmi altın tahsildarlık hakkı verilirdi.

Müstevfîler eyaletlerdeki varidatı, Vezirlerin emriyle ve maiyetindeki Serşümar, Haneşümar, Bağşümar, Kobçur ve sair vergi, memurları vasıtalariyle toplanırdı. İlhanîlerin malî sistemleri, malî kanun ve usulleri kendilerinden evvel gelen devletlerden alınmış olmakla beraber daha muntazam bir şekle sokulmuştu.38

Ticarette kullanılan Çek İlhanîlerde vardı; bu tâbir ticari münasebet dolayısiyle Bizans’a ve Avrupa’ya geçmiş olmalıdır.

İlhanilerde hazineye ait arazi ile bazı vergi ve rüsum’u iltizam usuliyle satarlardı; arazi mukataa’lara ayrılmıştı.

İlhaniler Devri’ne ait malî eserler tetkik edilecek olursa Osmanlıların bunlardan istifade ile tatbik eyledikleri ve Osmanlıların o tarihlerde İslâm âleminde kullanılan Müstevfî tâbiri yerine İlhanîlerin evvelce kullandıkları Defterdar ıstılahını almış oldukları görülür.

İşrafı39 Memalik

Bu vazife sahibi Umumî Müfettiş olup memleket dahilinde divana ait işlerin teftiş ve murakabesine memurdu; kendisine Müşrifi Memâlik de denilirdi; hiç bir şey bunun teftişinden hariç kalamaz ve hiç bir şey bundan saklanamazdı; lüzum hasıl oldukça bunun maiyyetinde bulunan ve İşraf denilen memurlar vilâyetleri teftiş ederlerdi.

İlhanilerin, ilk zamanlarında bu vazifenin Şark ve Garp israflığı olarak iki kısım olduğu görülüyor. Hülâgû İran’a ilk geldiği zaman Moğolların Garp memleketleri işrafı idi Tabiî İlhaniye Devleti, Moğol İmparatorluğu’nun Garp İlhanlığı olduğundan bunlarda İşrafı Memâlik bir tane idi.

Tayin olunacak memurların tayini hususlarında ve âmillerin divana verdikleri takrirlerinde İşrafı Memâlik’in mütalâasının alınması işlerin iyi gitmesine yardım ederdi; çünkü bütün muamelâta ve memurların ahlâk, mesai ve seciyelerine vâkıf olup bunu, vilâyetlere göndermiş olduğu müşrifler vasıtasiyle öğrenmiş bulunuyordu.

Nâzırı Memalik

İlhanilerde bu vazife sahibi Divânı Büzürk işlerini tanzim ve mali işlere ait hazine umurunu tertip ederdi. Emirlerin, Tümen beylerinin İnakların ve divana müdavim kâtiplerin ve sair sınıfların mevacip ve maaşlarını verir, rütbe ve memuriyetlerin tevcihinde mütalâası alınırdı; Bütün divan evrak ve muamelâtı hükümler, misaller, beratlar, muhtelif divan defterleri Yargunâmeler40 ve cerâye41 yani aylık ve cerideler hep bunun Pervâne ve Nişaniyle yani buyrulur ve imzasiyle yazılırdı; bunun emri altında olmak üzere vilâyetlerde memurlar vardı.

Uluğ Bitikçi Memalik

Uluğ Bitikçi’nin (Divanı Kebir İlhani) baş kâtibidir. Biti; Türkçede vesika, berat, hûccet, mektup mânasın’da olup Bitikçi ise kâtip ve muharrir demektir. Bu divandan sadır olan emirleri, kararları yazdırır ve divana ait mali işleri takip ve tahsil eder; divan âzalariyle görüşerek miri emvalin artmasına çalışırdı.

Divanın varidat ve masarifat defterlerini tetkik eder ve divan kayıtlarını zabteylerdi. Divan işlerinin mercii bu idi; eyaletlerdeki divanlarda bulunan Bitikçileri bu atardı; verilmesi lâzım gelen beratlar ve vesikalar da bunun müsaadesiyle yazılırdı.

İlhani divanındaki Bitikçilerle Bahşiler42’ tarafından yazılan ferman ve emirler gönderilecek milletlerin lisan ve yazıları ile yazılmak kanundu Bağdad ve Irak Arap taraflarını gidecek hükümler Arapça, İran ve diğer Fars lisanı konuşan veya resmî muharreratı Farsça olan yerlere ve devletlere Farsça ve keza Türk ve Moğollara da kendi dil ve yazılariyle hükümler giderdi; bundan dolayı İlhani divanında muhtelif lisan ve yazıları bilen muhtelif din ve mezhebe mensup Bahşiyan ve Bitikciyanı divan denilen İnşa dairesi vardı.

Bahşîlerin en itibarlısı, İlhanı âzam yani hükümdarın beraberinde bulunup Moğol hükümlerini ve onlara ait yazıları bizzat yazmak ve ya yazdırmakla meşgul olan İlhanlı ahkâmı kâtibi idi. Bunun pek ziyade mutemet adamlardan olması icap ederdi.

Damgayı büzürk denilen büyük damga anahtarının evvelce Bitikçi’de bulunduğunu Camiüttevarih yazmaktadır. Uluğ Bitikçi, emirlere ve vezirlere ait pervâne yani fermân ve hükümleri iyice tetkik ile beyaza çekerdi. Ûlke, Tümen, Hezâre ve Sade emirlerine ait mufassal yarlığların arkalarına onların kolayca anlaşılması için hulâsalarını yazmak buna aitti; bu, ihtiyarlar veya malûl olursa evlât vesâir mutemetlerini kendi işi için vekil bırakabilirdi.

Münşii Divanı Büzürk

Bunun dairesine (İnşâî memâlik) yahut (Divanı resâil) denirdi Divânı İlhanîden hükümdarlara, emir ve vezirlere ve devlet adamlarına yazılacak nâme, fermân; berat, misâl ve muharreratı burası yazardı ve bittabi herkesin rütbe, derece ve mevkiine göre muhtelif tabirler kullanırdı. Bunların sehli mümteni olarak yazılması, muğlâk ve imâlı kelimelerin kullanılması kesinlikle yasaklanmıştı.

Münşii Divanı Büzürk’ün bir vazifesi de hükümdarın sır kâtibi olması idi. Bu dairenin inşa muamelâtına hiç kimse müdahale edemezdi; o nasıl münasip görürse öyle yazardı; maiyetinde bir kalem heyeti vardı ve bunların hepsi de yüksek kalem sahibi, âlim adamlardı. Münşîi Divanı Büzürk Divandaki muayyen maaşından başka yazılan berat, menşur ve misâllerden de Hakkı inşa namiyle aidat alırdı.43

Büyük Selçukîlerle Anadolu Selçukîlerinde olduğu gibi Moğollarda ve şubesi olan İlhanîlerde ecnebi devletlerle olan mükâtebat (yazışma ve bürokratik işlemler) Farsça, Uygurca ve Arapça idi; fakat Farsça daha ziyadece görülmektedir.

Mengü Kaan zamanında papaya yazılan nâme Farsça yazılmıştı. Oktay Kaan’ın Sultan Alâüddin Keykubad’a göndermiş olduğu Nâme de Farsça idi; bundan başka Sultan Ahmed Teküdar ile Gazan Mahmut Han’ın Memlûk hükümdarlarına gönderdikleri Nâmeler Arapça idi. İlhanîlerin idare ve nüfuzları altındaki milletlere gidecek hüküm ve kararlar Fars lisaniyle yazılırdı. Muhaberat ulaklar veya elçi denilen tatarlar vasıtasiyle olurdu.

İlhanî Emirleri

İlhanîlerde şehzâdelerden sonra Nuyin veyâ Nuyan44 denilen ve hizmet ve faaliyetleriyle maruf olan Emirler gelirlerdi. Bunlar muhtelif Moğol kabilelerinden veya Türklerdendi. Nuyin olabilmek için küçüklükten başlayarak harplerde ve hükümdar maiyetinde hizmet görmüş olmak ve tedrici yetişmek lâzımdı. Nuyinler en son olarak Beylerbeyi rütbesine kadar çıkarlardı. Bu rütbe büyük İlhan ordusunun Umum Kumandanlığı idi. Bütün divân memurlarıyla ulema sınıfı vezirin hüküm ve nüfuzu altında oldukları gibi bilumum askeri sınıfta Beylerbeyi’nin kumandası altında idiler.

Beylerbeyinden sonra Ulus Emirleri denilen üç büyük kumandan gelirdi. Beylerbeyi de esas itibariyle Ulus Emirlerinden olup fakat derecesi diğer üç Ulus Emirinden yüksekti. Üç ulus emirine Kol Beyi denirdi. Yarlığlarda Ulus emîrlerinin isimleri zikredilirdi. Beylerbeyliği merkezde bulunup diğer üç Ulus emirinin muayyen mıntıkaları vardı.

Moğollar fethettikleri garp memleketlerindeki mümessillere yani valii umumilere Ulus emiri derlerdi; bunlar hükümdar namına hükümet ettiklerinden idareleri altındaki geniş eyaletlerin bütün ahvalinden mes’ul edilir, salâhiyetleri dahilinde olmayan şeyleri arz ederek talimat alırlardı.

Ulus emirlerinin idareleri altındaki yerlerde kendisine merbut olarak Ölke emirleri ile Tümen, Hezâre, Sade ve Dehe emirleri bulunurlardı. Bundan başka mıntıkalarındaki divan ve adli işlerde de murakabeleri vardı.

Ulus emirleri haftada iki gün (Kirpâsı muazzam) dedikleri divan çadırında dava görüp şikâyet dinler ve yasaya taallûk edenler hakkında hüküm verir ve şer’î işleri de kadıya havale ederlerdi. Ulus beyleri Osmanlıların beylerbeyilerine ve Memlûklerin Nâibi saltanatlarına benzemektedir. Ulus emirleri hükümdarın yanında yani orduda bulundukları zaman mıntıkalarındaki vekilleri onların namlarına iş görüp imzalarını atmağ mezun idiler.

Ümerai Büzürk denilen bu birinci derecedeki Ulus emîrleri ve Nuyinlerden sonra ikinci sınıf Emîrler gelirdi; bunlar Ülke ve Tümen emirleri idiler. 45

Tümen yani on bin kişinin kumandanı olan emirlere (Emiri Tümen) derlerdi. Tümen emirlerinin mutlak surette Nuyin olmaları lâzım gelmezdi. Her Emiri Tümen’in maiyyetinde on Hezâre emiri bulunurdu.

Emiri Hezâre yani binbaşıdan sonra Emîri Sade yani yüzbaşı ve sonra Emiri Dehe (onbaşı) gelirdi. Ordu ümerasının ve zabitlerin rütbe ve dereceleri bundan fazla ve eksik olmazdı.

İlhanilerde rütbe büyüdükçe şeref ve itibarla beraber mes’uliyet arttığı gibi ölüm de yaklaşırdı. Harpte ufak bir muvaffakiyetsizlik Yargu’yu yani mahkemeyi mûcip olup neticesi idamdı; dayakla kurtulanlar pek azdı; onun için İlhanilerde ileri gelen Beylerbeyi ve Nuyinlerin ve vezirlerin harp müstesna olarak eceliyle ölenlerine az tesadüf edilmektedir.

Vazifesinde ihmal ve tekâsül gösteren emîrler, yargıya çekilerek derecesine göre hapis, dayak ve katl cezalarından biriyle tecziye edilirlerdi.

Argun Aka’nın oğlu Lekzi büyük emirlerden olduğu halde Teküdar zamanında saltanat iddiasına kalkan Argun Han’a karşı arzu göstermediğinden dolayı Argun’un cülûsunu müteakıb emirlikten azlolunarak yüz sopa yemek suretiyle hayatını kurtarabilmişti.

1 Fransızcadan Türkçeye Andon Tınghır ve Kirkor Sinapian tarafından 1891, 1892 yıllarında hazırlanıp yayınlanan iki ciltlik Türkçe-Fransızca Istılahlar Lügati.

2 Nermin Abadan, Bürokrasi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1959 Ankara.

3 Ömer Lütfi Barkan, İktisat Tarihi, Kitap 11 1957, Sh. 31, Tabii Veya Ayni Ekonomi (Natüralwirtsohaft) İle Mülk Ekonomi.

4 M Sohael Rostovtzeff, A, Large Estate in Egypt in thc 3 rd Cent 8. C., University -of Wisconsin 1922 sh. 126-129.

5 Recai Okandan. Umumi Hukuk Tarihi Dersleri, İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları No. 104, İstanbul 1952.

6 Eberhard, W. Eski Çin Kültürü ve Türkler DTCF Dergisi, Ankara, 1942.

7 Arsal Sadri Maksudi, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 225.

8 Guignes, Joseph de-Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarih-i Umumîsi, çev. Hüseyin Cahid, İstanbul 1923, 8 cilt.

9 Arsal, s. 219, Cin Halil- Akgündüz Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Kamu Hukuku c. I., Konya 1989, s. 34.

10 Ögel Bahaeddin, Türklerde Devlet Anlayışı, Ankara 1982, s. 88-89.

11 Caferoğlu, Ahmet, Türk Kavimleri, Ankara 1972.

12 Kurat Akdes Nimet, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivindeki Altınordu, Kırım ve Türkmenistan Hanlarına Aid Yarlık ve Bitikler, İstanbul 1940, s. 4.

13 “Bitigci”, İslam Ansiklopedisi C. 1. İstanbul 1944.

14 Prof. Dr. Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları I, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1999.

15 Cahun, Leon, Türk Tarihi, İstanbul 1316 (1898).

16 Divitcioğlu, Sencer, Oğuz’dan Selçuklu’ya, İstanbul 1994.

17 Divitcioğlu, Sencer, Nasıl Bir Tarih? (Köktürkler, Karahanlılar), Bağlam, İstanbul 1992.

18 ERKİN, Alptekin, Uygur Türkleri, İstanbul Boğaziçi Yay, 1978.

19 ARSAL, s. 107; Cin- Akgündüz s. 59; Mansuroğlu, s. 659; ÜÇOK Coşkun- Mumcu Ahmet, Türk Hukuk Tarihi. Ankara 1985, s. 29.

20 Şıratori, Sinologische Beitrâge zur Geschichte der Türkvölkec, C. İI. Petesburg 1902.

21 İzgı Özkan, Uygurların Siyasî ve Kültürel Tarihi (Hukuk Vesikalarına Göre), Ankara 1987, s. 91.

22 Esin, Emel, Türk Kültür Tarihi ve İç Asya’daki Erken Safhalar, Ankara 1985.

23 Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, (Çeviren: Arat Reşit Rahmeti~, Ankara 1988, s. 198.

24 Kâşgari Divan-ı Lugat it- Türk de İlımga kelimesini “sultanın mektuplarını Türk yazısı ile yazan kâtip” şeklinde izah etmiştir. Mansuroğlu, s. 657.

25 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, TTK yayınları, Ankara 1984.

26 Bertold Spuler, İran Moğolları, Çeviren Cemal Köprülü, TTK, Ankara, 1957.

27 Togan, Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970.

28 Kalkaşandi. Esas İsmi Şahabeddin Ebulabbas Ahmed Bin Abdullah (1355-1418) 14-15. Asırlarda yaşamış büyük Arap münşii ve müverrihi.

29 Vassaf Tarihi, C. I, S. 110.

30 Vassaf Tarihi, C. IV, S. 79.

31 Sahibi divan Mehmed Cüveyni asîl bir aileye mensuptu; ecdadı Abbasi, Selçuki ve Harezmşahlar devirlerinde devlet işlerinde bulunmuşlardı. İslâm Bürokrasisinde Sasanilerin esaslarına riayet edilmişti; devlet işleri muayyen sınıfın ve ailelerin ellerinde bulunmuş ve babadan evlâda intikal eylemişti; reayanın üstünde addedilen bir kâtip ve kalem sınıfını bu suretle İslâmi devirlerde de görmekteyiz; bunu daha sonraları Osmanlılarda da göreceğiz. Tetkike muhtaç bir rivayete göre iki asır devlet işlerinde bulunan Cüveyni ailesinin büyük ceddi Abbasi veziri (Fazıl ibn Rebi) imiş. Bu aileden Bahaüd-din Mehmed ibn Ali ve Müntehabüddin Bedi’i Cüveyni’den birincisi Harezmşah Atsız’ın (1128 - 1156) ikincisi Selçuki Hükümdarı Sultan Sencer’in divani inşasında hizmet etmişlerdi. Yine bunlardan Şemsüddin Mehmed ibn Bahaüddin Ali ise Sultan Mehmed Harezmşah’ın (1200-1220) divanında Müstevfi bulunmuştu; aynı zat Celâlüddin Mengüberti zamanında da bu hizmette bulundu. Onun oğlu Bahaüddin Mehmed Moğol Kağanı Oktay tarafından Horasan ve Mazenderan havalisine Sahibi divan tayin edilmişti. Hülâgü ya da hizmet eylemişti.

32 Vassaf, C. IV, S. 436; Düsturûlkâtib, S. 186.

33 Defter tâbiri Altınordu Hanlığı’nda da kullanılmıştır. Bu devlette muhtelif havali, mıntaka ve çehirlerde tarhedilmiş olan vergi ve rüsumun cetveline Defter denilmektedir.

34 Bir gün Gazan’ın veziri Hoca Şerefüddin Simnani, hükümdarın huzumnda bir deftere bakmak istiyerek onu Müstevfi Muînüddin’den istedi ve o da maiyetindeki Seyyid Hamza’ya: (Seyid, falan defteri getir) dedi: bunun ûzerine Gazan Âli Resal’e hürmeten Seyid’in maiyyette bulunduğunu istemiyerek (mademki defter Seyid’dedir; niçin Muinüddin’in emriyle olsun. Bundan sonra Hamza benim yarlıgım hükmiyle Defterdârii Memâlik olacakur) demişti. Düsturülkâtib.

35 Düsturülkâtib’den; Daha sonra Seyyid Hamza’nın oğlu Şerefüddin Hasan, babasının yerine (Defterdârîi Memâlik) oldu. İlhanîye Devleti’nin parçalanması üzerine (Defterdarii Memalik) vezifesi de kalktı. Defterdarîi Memâlik vazife itibariyle Osmanl’lardaki Defter Eminine benzerdi.

36 Düsturülkâtib’de buna Kanun ve Yasamisî defteri deniliyor. Maliye ıstılahınca, malî usulleri ve onların sureti icrasını, hukukı divaniye ve eşhasın emlâkini tafsil ve ihtiva eden deftere (Kanun defteri) denilmektedir.

37 Profesör Zeki Velidî tarafindan tetkik edilen, Yusuf Ağa Kütüphanesi’ndeki 1756 numaralı İlhanîlerin Maliye tarihine ait (Saadetnâme) isimli eser, defter isimleri oradan nakledilmiştir (Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti, S. 14).

38 Bu kayıtlara göre Serşümar’ın başsayıcı ve Altınordu Hanlığı’ndaki Salig memuru yani nüfus tahrircisi, Haneşümar’ın mesken ve hane talırircisi ve Bağşümar’ın da bağ ve bahçe tahrir memurları olmaları muhtemeldir. Kobçur ise ağnam vergisi olup senede iki taksitte toplanır ve yüz hayvanda bir hayvan alınırdı. Bu tabirin şümulü bazen genişlemiş ve bazen da yukarıki tarzda devam etmiştir. Kobçur bazı kere divanca mukarrer vergiye alem olmuştur (Cihanküşa, C. II, S. 254 hâmiş). Menkü Kaan zamanında ehaliden toplanan nüfus vergisine Kupçur denilirdi Türkiyat Mecmuası, C. 4, S. 40’da Profesör Ahmed Caferoğlu’nun Uygurlarda Hukuki ve Malî Istılahlar isimli makalesine ve Hukuk ve İktisat Mecmuasında Bartold’un (İlhaniler Devrinde Malî Vaziyet) makalesiyle ayni mecmuada Profesör Zeki Velidi’nin (Mogollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti) isimli makalelerine bakılmalıdır. Kobçur tâbiri Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed devrine kadar kullanılmış ve Karamanoğulları da inkırazlarına kadar ayni ıstılahı istimal.

39 İşraf’ın kelime anlamı eşya ve hadiselere tepeden bakan.

40 Yargunâme; Cengiz yasasına göre Yargacı denilen yasa memurunun verdigi mahkeme ilâmıdır.

41 Ceraye sadaka nevinden verilen zahire olup yine sadaka olarak verilen hayvan yemine de Alik denilirdi.

42 Bahşi, Türk ve Moğollara mahsus kitapları Uygur lisanında yazan kâtiplere, Moğolların cerrahlarına, Budistlerin Reisi ruhanisine ve daha sonraları Hindistan’da Baburîler zamanında orduların hesaplarını tetkik eden memura ve Kırgızlarda Baksi adiyle, afsunlariyle hastaları iyi eden falcı ve sihirbazlara ve Türkmenlerce halk türkücüsüne ve Kobuz denilen saza alem olduğu görülüyorsa da (İslâm Ansiklopedisi Bahşî maddesi) Düsturülkâtib’de Bitikçiler kastedilmektedir; bu hususa dair diğer bilgiler ise şöyle; Bahşi Lâma demektir, Arap ve Acem münevverleri Buda mezhebi saliklerine Bahşi unvanını veriyorlardı ki, bunlara Çince (Hüşang) ve Tibet’te (Lâma) derlerdi. Sihirbazlara, müneccimlere, putperest ruhanîlere Bahşi derlerdi. Bunlar sureti umumiyede sihirbaz idiler, gaibden haber verirler, ru’ya tâbir ederler ve tabiblik yaparlardı. Bahşîler, az çok okumuş yazmış, malûmat sahibi şahıslar olduklarından daha sonraları İran ve Maveraünnehir Moğolları tarafından okuyup yazanlara Bahşi denilmek âdet oldu. Gazan Han’dan itibaren veya az sonra kâtiplere bahşi denilmesi gelenekleşti. Daha geniş bilgi için bk. (M. F. Köprülü, Türk Edebiyatının Menşei, Milli Tetebbular Mecmuası, sayı 4, S. 13 - 25).

43 Kienitz, Friedrich Karl, Osmanlılardan Önceki Anadolu Türklerinin Politikve Kültür Bakımından Dünya Tarihindeki Önemi, çev. Mithat San, İstanbul 1986.

44 Nuyin ve Nuyan, Kumandan, Prens, Asılzade, Serasker, Serdar manalarına gelir. Nuyan veya Nuin, Serdar, Serasker, Şehzâde manasına gelmektedir. Lugatı Nevaiye’de Kumandan, Prens, Asılzade mukabilidir.

45 Barthold, Wilhelm, İlhanlılar Devrinde Malî Vaziyet, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I (İstanbul 1931)


Yüklə 12,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   90   91   92   93   94   95   96   97   98




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin