Öğrencinin soyadı
Öğrencinin adı, soyadı
Dr. Ayaydın Cebe
Dersin kodu
14 Mayıs 2005
Tanzimat döneminde edebiyatta, sosyal yaşamda, yönetimde ve hukukta yenilikçi görüşlerle geleneğe karşı atılım gerçekleştirmiş olan yazarlara yöneltilen eleştirilerin büyük bir çoğunluğu, bu yazarların dilde sadeleşmeyi savunmalarına karşın şiirlerinde divan edebiyatı geleneğine bağlı kalmış olmaları çelişkisine odaklanmaktadır. Örneğin, makalelerinde sade bir dil kullanmış olan Namık Kemal, şiirlerinde divan edebiyatı biçim özelliklerine ve sözcük dağarcığına sadık kalmış olmakla eleştirilmiştir. Aynı biçimde, “gerçek” Osmanlı edebiyatının halk edebiyatı olduğunu öne süren Ziya Paşa’nın düşüncelerini divan şiiri yoluyla dile getirmiş olması ve halk edebiyatı nazım biçimlerine itibar etmeyişi birçok eleştirmenin üzerinde önemle durduğu noktalardır.
Tanzimat döneminin siyasi koşulları, bu dönemdeki yazarların eğitim düzeyleri ve içinde bulundukları kültür ortamları göz önüne alındığında, kuramsal bakış ve uygulama karşıtlığına dayanan bu eleştirilerin, yazarlardan köktenci bir değişim beklentisinde olduğunu görmek zor değildir. Oysa, Tanzimat dönemi yenilikçi edebiyatçılarının köktenci bir dönüşüm, sosyal bir devrim niyetiyle hareket edip etmediğini sorgulamak gerekir. Bu raporda, Namık Kemal’in “Mukaddime-i Celâl” ve Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşa” makalelerinden yola çıkarak, iki yazarın da Osmanlı’nın çöküş döneminde zorunlu öngördükleri değişimin niteliğini ve sınırlarını tartışacağım.
“Mukaddime-i Celâl” ve “Şiir ve İnşa” makalelerinin ortak noktalarından biri, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın divan şiirini, devrini çoktan tamamlamış yararsız ve hantal bir geleneğin ürünü olarak değerlendirmeleridir. Her iki yazar da, İran kültürü ve edebiyatı etkisi altında gelişen divan edebiyatını “taklitçilik” saymakta, asırlardır halktan kopuk küçük bir seçkinci kesimin beğenisine hitap etmiş olan bu geleneğin bir an önce kaldırılması ve “millî” edebiyatımız olacak seçeneklerin aranması konusunda ısrar etmektedirler. Seçkinci “üst kültür”e karşı dilin sadeleştirilmesi yoluyla halk kültürüne, “alt kültür”e inme gerekliliği yazarların görüş birliği ettikleri bir diğer noktadır (Namık Kemal 7-9; Ziya Paşa 45-46). Ne var ki, Ziya Paşa, halk edebiyatını “hakikî ve tabiî” Osmanlı edebiyatı olarak kabul ederken Namık Kemal, halk edebiyatını değişim yolunda en az divan edebiyatı kadar yararsız görmektedir. Ziya Paşa, Osmanlı için “tabiî” olan şiir, “taşra ahâlileri ile İstanbul ahâlisinin avâmı beyninde hâlâ durmakta olan [...] şâirlerin nâ-mevzûn diye beğenmedikleri avâm şarkıları ve taşralarda ve çöğür şâirleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı tabir olunan nazımlardır” (49) derken Namık Kemal bu nazımları, “edebiyatımızın bulunduğu dereceye nisbetle ciddî bir eser yazılmasına hizmet edebilmek selâhiyetinden uzak” kabul etmektedir (35).
Walter G. Andrews’un da Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı adlı incelemesinde ortaya koyduğu üzere, Osmanlı’da divan geleneği ile halk edebiyatı arasında biçim ve dil yönünden farklar bulunmakla beraber kullanılan izlekler ve âşığın konumu gibi birçok yönden de belirgin bir koşutluk söz konusudur (218-21). Dolayısıyla, divan şiirinin, sıkı bir gelenek örüntüsü ve seçkin tabakanın beğeni ölçütleri içinde kendini tekrar eden ve gerçeklikten kopuk bir şiir anlayışı olduğunu savunmak da eksik ve hatalı bir değerlendirme olacaktır. Andrews’a göre,
Osmanlı divan şiirinin, yaklaşık beş yüz yıl boyunca serpilip gelişmesine kaynaklık eden başlıca şey, bu şiirin geniş bir kitlenin ilgilendiği önemli konuları akıcı, anlamlı ve dolaysız bir biçimde dile getirmiş olmasıdır. “Gerçek” hayatla hiçbir ilgisi olmamak şöyle dursun, çok büyük bir ihtimalle, kendisini üreten kültürün ve toplumun hayatıyla ilgili her türlü alışverişi vardır. (32)
Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın, toplumsal ve siyasi alanlarda yenileşme ve değişime dair görüşlerini divan şiiri geleneği içinde dile getirmeleri, divan şiiri ve toplum arasındaki bu sıkı alışverişin bilincinde olduklarını göstermektedir. Böylelikle, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in yapıtlarında var olduğu iddia edilen kuram ve uygulama çelişkisini, bir çelişkiden çok, yazarların benimsedikleri siyasi söylemin kaçınılmaz bir sonucu olarak tartışmak olasıdır.
Namık Kemal’in, “Mukaddime-i Celâl” makalesinde tiyatro ve edebiyat üzerine öne sürdüğü savlar belirgin bir siyasi söylemin izlerini taşımaktadır. Fransız kültüründen etkilenerek “milliyet”, “vatan yolunda kendini feda”, “özgürlük”, “eşitlik” gibi kavramları Osmanlı toplumsal ve siyasi arenasına taşımaya çalışan Namık Kemal, tiyatro için “o ne ulvî bir eğlencedir ki, siyasî fikirlere fesâhat gibi bir zafer silâhı veriyor. Vatanseverlik duygusu için ister istemez kabul edilecek ve uyulacak eserler icat ediyor” (17) diyerek tiyatroyu açıkça siyasi propaganda aracı olarak değerlendirmektedir. Benzer biçimde yazar, tiyatronun tarihsel gelişiminden söz ettiği bölümde, nesnellikten uzak, siyasi söylemde “kışkırtıcı” kabul edilebilecek ifadelerle Arap edebiyatında tiyatro türünün gelişmemiş olmasının nedenini Moğol istilaları ve haçlı seferlerinin yarattığı tahribatın sonucunda ararken Fars edebiyatında bu türün yoksunluğunu İranlıların şiirdeki hayalci tutumlarına bağlamaktadır (18).
Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşa” makalesinde aynı seçkin sınıf karşıtı siyasi söylem, makalenin hitap ettiği kitle incelendiğinde ve yazarın halk edebiyatı konusundaki görüşleri çözümlendiğinde ortaya çıkmaktadır. Ziya Paşa, dilde sadeliği savunduğu makalesini, çağdaşı Namık Kemal’in aksine Arapça, Farsça tamlamalar ve sözcüklerle dolu, karmaşık bir dilde yazmıştır. Bu, Ziya Paşa’nın, öne sürdüğü gibi halka değil, kullandığı karmaşık dili anlayacak seçkin bir sınıfa hitap ettiğini göstermektedir. Divan geleneğini kaldırıp Osmanlı’nın “gerçek” şiiri olan halk edebiyatına yönelmeye davet ettiği insanlar da bu seçkin sınıfın mensuplarıdır. Namık Kemal ise, “şiirimizin tutumu seçkin kimselerin o yola rağbetini çekmeğe yararlı olmadığı için [ilerlemeci şiirimize] iyi başlangıç sayılabilecek bir kanaat numunesi yoktur” (8-9) diyerek yenilikçi bir atılımın başlaması yolunun yine seçkin sınıfın beğenisinden geçtiğini söylemektedir. Böylelikle, iki yazar da, alt kültür ile alt kültürün malzemesiyle beslenen ve popüler kültürün yönünü belirleyen üst kültür arasındaki döngüsel ilişkiye dolaylı bir yolla işaret etmiş olmaktadır.
Andrews, divan şiirinin yorumlanması konusunda şu önemli saptamayı yapar: “Politik, sosyal ve kültürel etmenler [eleştirmenlerin] yargılarını öylesine etkiledi ki, bu yargılar Osmanlı divan şiirini değil, o dönemin koşullarında geçerli olan yaygın ve köklü bir dünya görüşünü yansıtmaktadır” (29). Bu rapordaki tartışmanın ışığında, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da benzer bir tutumla divan geleneğini eleştirdikleri anlaşılmaktadır. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın makalelerinde kuram ve uygulama karşıtlığının yanında bir diğer önemli çelişki olarak karşımıza çıkan “seçkinciliği seçkin sınıfa seslenerek reddetmeye çalışma” anlayışını, geleneğin yenilikle çatışması sürecinde Tanzimat dönemine özgü sentez arayışları olarak değerlendirmek, bugün de siyasi bir konu olan Osmanlı divan şiirinin yorumlanması sorunsalını bilimsel çözümleme idealine yaklaştırmaya yardımcı olabilir.
Kaynaklar
Andrews, Walter G. Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı: Osmanlı Gazelinde Anlam ve Gelenek.
Çev. Tansel Güney. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
Namık Kemal. “Mukaddime-i Celâl”. Celâleddin Harzemşah. Haz. Hüseyin Ayan.
İstanbul: Dergâh Yayınları, 1995. 7-37.
Ziya Paşa. “Şiir ve İnşa”. Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi. Haz. Mehmet Kaplan, İnci
Enginün ve Birol Emil. Cilt 2. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası, 1978. 45-49.
Dostları ilə paylaş: |